"A tree can only be bent when it is wet (not old and dried up.)" i.e. You can't teach an old dog new tricks. | Ağaç yaş iken eğilir. |
"A week after the incident still could not come to himself," he said | "Olaydan bir hafta sonra hala kendine gelememişti' dedi |
"Alright." he said a bit forced. "I will do so." | 'Tamam,' dedi biraz zoraki. 'Öyle yapacağım.' |
"Damn it Robbie! "I cursed while advancing slowly towards him planning to give him a kick. | Tekme atmayı planlayarak ona doğru ağır ağır ilerlerken, 'Kahretsin Robbie!', kükredim. |
"Do I (we) lack madmen, that you have brought this one to act the madman in my presence(before me)? | Bizde deliler eksik mi ki, önümde delilik yapsın diye bu adamı getirdiniz? |
"Fall on your bellies, you worms!" | 'Karınlarınızın üzerine çökün, sizi solucanlar!' |
"Grey wolves" (turkish right wing extremist organization) | Bozkurt |
"I will leave your coffee here(lit. like this)" | 'Kahvenizi böyle bırakıyorum.' |
"Leave it! You collect that later!" (e. g. dishes on the table) | 'Bırak bırak, sonra toplarsın!' |
"Let me make you drink a beer" (fam. for may I pay you a drink?) | Sana bir bira içireyim. |
"No. Don't give me the ring. Put it on the shelf above the chimney." | 'Hayır, yüzüğü bana verme. Şöminenin üzerindeki rafa koy.' |
"Ok," I muttered. "Let's look if there are monsters or not." | 'Tamam', diye mırıldandım. 'Canavar var mı, yok mu bir bakalım.' |
"The Iron King?" Ash shook his head unable to make sense of it. | 'Demir Kral mı?' diye anlamlandıramayarak başını salladı Ash. |
"The ring is still in your pocket." saide the magician. | 'Yüzük hâlâ cebinde.' dedi büyücü. |
"Your Master is coming, " the Myrdraal's voice was rasped like a dry snake skin (d) being crushed. (crumbled) | 'Efendiniz geliyor,' Myrdraal'in sesi kuru bir yılan derisinin parçalanması gibi törpüleniyordu. |
'Allahüekber' shouting | tekbir |
'and all...' 'etc. etc.' Mutated duplication in spoken language in positive statements - a word is repeated with its initial replaced by: | m |
'Get ready!' he whispered. | 'Hazırlanın,' diye fısıldadı. |
'Go after the woman!' | 'Kadının peşinden gidin!' |
'Guess what he did' when I went there, he drew his sword. (style of speech/most dramatic part of the story - aor neg/ imp neg 3Sg as question) When I went there shall he not draw his weapon? | Ben oraya gidince, o da silâhını çekmesin mi? |
'Ha !', said the queen talking rather to herself than to Edmund. | 'Ha !', dedi kraliçe, Edmund'dan ziyade kendi kendine konuşarak. |
'health to your hands' /ala yadik saha | el(ler)ine sağlık! |
'I feel welcomed' | Hoş buldum |
'No !' it came from inside her (she thought it but didn't speak it out) | 'Hayır!' diye geçirdi içinden. |
'No, dude (l), no dude, I have no money' he said, kept everyone saying. | Yok la yok la yok dedi param dedi herkes paso |
'or anything'/ 'or whatsoever' Mutated duplication in spoken language - a word is repeated with its initial replaced by: | m |
'People' reading this (news) also read ... | Bu haberi okuyanlar bunları da okudu |
'she heard the sound of that night's rain as if with tiny fingers was beaten on a window pane' | sanki minik parmaklarla cama vuruluyormuş gibi o geceki yağmurun sesini duyuyordu. |
'She is the one I want!' | 'Benim istediğim o!' |
'the way of the mind is one' / (great) minds think alike | aklın yolu bir |
'there is a devil feather on him' / he is irresistible | onda şeytan tüyü var |
'when the peace to my heart collapses' when my heart grows faint / is overwhelmed | Yüreğime huzur çökünce |
'work passed from work' / too little too late | iş işten geçti |
(4/2) - 3 * 7 + 6 = - 13 | Dört bölü iki eksi üç çarpı yedi artı altı eşittir eksi on üç |
(a) bow and arrow (lit. arrow and bow) | ok ve yay |
(about) how expensive such things are | bu tür şeyler ne kadar masraflı olduğundan |
(absolutely) straight /right | dosdoğru |
(an)other option | başka seçenek |
(and) therefore (b.d.) | (ve) bundan dolayı |
(at) half of | yarısında |
(at) half of the times | zamanların yarısında |
(being) the alleged leader of the criminal organization | suç örgütü elebaşı olduğu iddia edilen |
(blood) brother (spoken) | kan kardeşi - kanka |
(Book of) Lamentations | Ağıtlar |
(even/what is more) they are loved for an unknown reason | ya sebebi bilinmeden sevilirler |
(fava) bean | bakla |
(fire) cracker | maytap |
(fire)wood / log (o) | odun |
(food) for breakfast | kahvaltılık |
(food) leftover | artık yemek |
(for a voice)cheerful, joyful, pleasant / (for a person) speaking with a cheerful voice, full of life, lively,cheerful, pleasant | şakrak |
(for a wall/ceiling) to bulge/ sag / be deformed | bel vermek |
(from) in front of the place | yerin önünden |
(from) something like | kabilinden |
(geological) sensing devices | (jeolojik) algılama aygıtları |
(going at) high-speed | büyük hızla giden |
(He is ) more than a carpenter | marangozdan da öte |
(He is) very old | yaslı mı yaşlı |
(Hi) it's me! | Benim! |
(How about you) don't look at me! | Bana bakmasana! |
(if) considered /if it is the thought of | düşünülürse |
(in order) to be able to come | gelebilmek için |
(in) these days | bugünlerde |
(inner) peace | huzur |
(intensifier for places and time) 'all the way' | ta |
(It seems) you didn't like it either | sen de hoşlanmamışsın |
(it was) decorated with bells | zillerle bezenmişti |
(it was) not yet invented | henüz icat edilmemiştir |
(it will be )worth the effort /(es wird) der Mühe wert (sein) | emeğine değecek |
(Lit. Field Battle of the Commander-in-Chief") was a battle in the Greco-Turkish War (1919–1922) term used for a war of 3+ nations | Meydan muharebesi |
(made) from squirrel fur (p) | sincap postlarından |
(modern) coffee (shop) (≠ kahve (drink)) | kafe |
(my) Membership Information /Meine Kundendaten | Üyelik Bilgilerim |
(of course) you have x (s) | X-e sahipsin (-dir) |
(of) top quality | tek kaliteli |
(On top of ) the two Iraqi citizens detained in the context of an investigation after the accident under allegations of organizing illegal transition 11 more suspects were taken to court. | kaza sonrası başlatılan soruşturma kapsamında yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu 11 şüpheli daha adliyeye sevk edildi. |
(on top of) the 2 Iraqi nationals being detained for organizing illegal border crossing, 11 more suspects were sent to court | yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu 11 şüpheli daha adliyeye sevk edildi. |
(right) now / currently | şu anda |
(roe) deer /Reh | karaca |
(sea)port /haven/ harbour | liman |
(that is) in the middle | ortadaki |
(that is) lower | aşağıdaki |
(that were) at the side | kenardaki |
(that) I will not be able to reach | erişemeyeceğim |
(the) back | sırt |
(the) public; civil | kamu |
(this) afternoon | öğleden sonra |
(Though) They put the nightingale into a golden cage, it still moaned for its home. | Bülbülü altın kafese koymuşlar, (yine de) 'Ah, vatanım!' demiş. |
(to be) on thin ice/ in a precarious condition | nazik durumda (olmak) |
(to delay, to put off | ertelemek |
(to wish upon a star) A star fell down (slid) Make a wish! | Yıldız kaydı. Bir dilek tut! |
(towards /straight) downwards | aşağıya doğru |
(towards) abroad | Yurt dışına |
(which had been) flying in the air and hunting for prey (a) | havada uçan ve av arayan |
(which is/was/ were) on the wall | duvardaki |
(which were ) in the east | doğudaki |
(Which) each and every one of them was a masterpiece | ki hepsi birer başyapıttı |
(who/which) each and every one of them | ki hepsi birer |
(Winter) Coat (p) | palto |
(with) each other | birbiriyle |
(with) each passing day | her geçen gün |
(With) the two Iraqi citizens detained under allegations of organizing illegal transition in the context of an investigation after the accident in Izmir's M. district, in which 23 ïrregular immigrants lost their lives, 11 more suspects were sent to court | İzmir'in M. ilçesinde 23 düzensiz göçmenin hayatını kaybettiği kaza sonrası başlatılan soruşturma kapsamında yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu 11 şüpheli daha adliyeye sevk edildi. |
(work) shift | mesai |
. to rub oneself with a kese (bathglove) /to get rubbed with a kese. | keselenmek |
... (that) he needs ... | ... ihtiyacı olduğunu ... |
... because it's such a diverse place (different) | ... çünkü çok farklı bir yer |
... because she's the woman of my dreams | ... çünkü hayallerimin kadını |
... because you're sick | ... çünkü hastasın |
... kendine saklamak | to keep ... for oneself |
... so we brought suntan lotion | ... bu yüzden güneş kremi getirdik |
... the box which I opened | ... açtığım kutu |
... the man who reported the problem | ... sorunu bildiren adam |
1 + 1 = 2 | Bir artı bir eşittir iki. |
1. one´s immediate surroundings, the area around one. 2. middle, central. | ortalık |
1. to give (as a gift) / schenken 2. to forgive | bağışlamak |
1. to soap oneself. 2. to be soaped. 3. slang to be cleaned out, lose all one´s money (while gambling). | sabunlanmak |
1945 | bin dokuz yüz kırk beş |
26/5000 He said the box office (guichet) will close now. | Gişe şimdi kapanacak dedi. |
3 dimensional | 3 boyutlu |
3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası aldı. | 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası aldı. |
3x5 inquals 16 | üç çarpı beş eşit değildir on altı. |
3x7 = 21 | üç çarpı yedi eşittir yirmi bir |
5 - 3 = 2 | beş eksi üç eşittir iki. |
5 suspects were taken into custody. | 5 şüpheli gözaltına alındı. |
8: 4 = 2 | sekiz bölü dört eşittir iki. |
97/5000 This story needs to be well edited. In other words, the story should be based on a real conflict. | Bu hikayenin iyi kurgulanması da gerekiyor. Yani, hikaye gerçek bir çatışma üzerine kurgulanmalı. |
a ready bow | hazır bir yay |
a return visit | iade i ziyaret |
a bad smell | pis bir koku |
a bad/dark joke (some people may laugh others may call it bad taste) | kötü espri |
a bag at which she looked frequently | sık sık baktığı bir kese |
a barred window / ein vergittertes Fenster | parmaklıklı bir pencere |
a barren clearing (no trees) | çorak açıklık |
a bed for gold (= a bed to put the gold in) | altın yatağı |
a bell trouser /trouser with wide legs | bol paça pantolon |
a bet / a wager (b) | bahis |
A big crowd gathered around him. | Çevresinde büyük bir kalabalık toplandı. |
a big swarm of flies flew non stop back and forth | büyük bir sürü sinek durmadan ileri geri uçuyordu. |
a bipedal / two legged, two winged animal | iki ayaklı, iki kanatlı bir hayvan |
a bird cage | kuş kafesi |
a bit | biraz |
a bit /partly because of the weather | biraz da hava yüzünden |
A bitter eggplant is immune to frost." "Frost cannot harm a bitter eggplant." meaning: (usually by way of a wry sort of self-boasting and self-boosting) the person in question is tough and hardened by experience; he is not/cannot be easily harmed; he can | Acı patlıcana kırağı çalmaz. |
a blood lake | bir kan gölü |
a blood red light | kan rengi bir ışık |
a bloodstained apron | kan lekeli bir önlük |
a blue speckled butterfly | Mavi benekli kelebek |
a bottle of medicinal (curing) oil for his joints | eklemleri için bir şişe şifalı yağ |
a bottomless cleft/ fissure | dipsiz yarık |
a bottomless pit meaning someone who can't get enough | doymak bilmez tip |
a bow | bir yay |
a bow whose arrow is nocked | oku takılmış bir yay |
a box of matches | bir kutu kibrit |
a brave heart | cesur yürek |
a brave hero | cesur kahraman |
a broken plate | kırık bir tabak |
a broody hen | gurk tavuk |
A bruised reed he will not break, and a smoldering wick he will not snuff out. In faithfulness he will bring forth justice. | Ezilmiş kamışı kırmayacak, Tüten fitili söndürmeyecek. Adaleti sadakatle ulaştıracak. |
a burp | geğirme |
a cage with padlock | asma kilitle kafes |
a careless boot | dikkatsiz bir çizme |
a circle (ç) | bir çember |
a circle divided by a serpentine line | yılansı bir çizgi ile ayrılmış bir çember |
a circle whose colours were divided half white, half black by a serpentine line | renkleri yılansı bir çizgi ile ayrılmış yarısı beyaz, yarısı siyah bir çember |
a clean face / beardless | temiz bir yüz |
a clear and open way | net ve açık bir şekilde |
a click | tıkırtı |
a cluster / a bundle | demet |
a computer with a big screen | büyük ekranlı bir bilgisayar |
a concept difficult to define | tanımlaması zor bir kavramdır |
a concept error | kavram yanılgısı |
a couple I suspected to be in love | Sevgili olduğunu şüphelendiğim bir çift |
A couple of fat sparrows picked invisible insects among the gravel. | bir çift şişman serçeler çakılların arasındaki görünmeyen böcekleri gagaladı. |
a croak | bir gıklama |
a crown settling upon the forest | ormanın üstüne konan bir taç |
a cup covered with jewels | mücevherlerle kaplı bir fincan |
a cupper wire | bakır tel |
a curved, pointed knife out of rusty bronze | kıvrık, paslanmış bronzdan sivri uçlu bir bıçak |
a dagger | bir hançer |
a damp wind | nemli bir rüzgâr |
a deep shadow | derin bir gölge |
a demanding job | zahmetli iş |
a democrat | demokrat |
a desire | arzu |
a direct ticket (non-stop ticket) | aktarmasız bilet |
a disput exploded during breakfast | kahvaltı sırasında bir tartışma patlak vermişti |
A dog began to bark somewhere in the darkness of the night. | Gecenin karanlığında bir yerlerde bir köpek havlamaya başlamıştı. |
a dog that has rolled in something smelly,dirty | kokulu,pis bir şeylerin içinde yuvarlanmış bir köpek |
a doll | oyuncak bir bebek |
a door having a handle of shining brass right in the middle | tam ortasında parlak pirinçten bir kolu olan kapı |
a drop | bir damla |
a dual helice transport (freight) helicopter | çift pervaneli nakliye helikopteri |
a failed/ unsuccessful marriage | başarısız evlilik |
a farewell letter | veda mektubu |
a female | dişi |
a female deer / a doe | dişi geyik |
a few | birkaç |
a few dudes all with (knife) scars on them (slang) | birkaç babo alayında façalar |
a few helpful rules | birkaç faydalı kural |
a few months | birkaç ay |
a fiery wind licked his cheek. | ateşli bir rüzgâr yanağını yaladı. |
a fifty per cent chance of rain | yüzde elli oranında yağmur yağma ihtimali |
a fine gently drizzling rain | ince usul usul çiseleyen bir yağmur |
a fire ring / a ring of fire | yangın halkası |
a fire-eater (a man erupting with fire) / Feuerspucker (p) | ateş püsküren bir adam |
A fish stinks from the head on (a corruption begins from the top) | Balık baştan kokar. |
a flame ball | bir alev topu |
a flask / water bottle (camping) | matara |
a flock / herd / swarm /a lot of | bir sürü |
a foreign language | yabancı dil |
a foreign student | yabancı uyruklu öğrenci |
a genius | dâhi |
a gentle (light) breeze | hafif bir esinti |
a gentle attitude /a gentle behaviour | nazik tavrı |
a gentle voice | yumuşak bir ses |
a glass curtain | cam perde |
a golden bed (= a bed made of gold) | altın yatak |
a golden-haired woman | altın saçlı bir kadın |
a grain sack | bir tahıl çuvalı |
a great (big) lady (b), taller than any woman Edmund had seen so far | Edmund'un şimdiye kadar gördüğü kadınlardan daha uzun boylu, büyük bir bayan. |
a great example stands in front of us | muhteşem bir örnek önümüzde duruyor |
a green silk ribbon | yeşil ipek bir kurdele |
a hair | saç |
a happy/proud event | kıvançlı bir olay |
a heavy silence | ağır bir sessizlik |
a helmet with gold ornated | altınla süslü bir miğfer |
a high rock | yüksek bir kaya |
a hissing sound was heard | bir cızırtı duyuldu |
a hoarse scream | boğuk bir çığlık |
a hoarse whisper | boğuk bir fısıltı |
a hobgoblin | muzip peri |
a honey and beewax producing (making) stinging insect of the hymenoptera (Membranewings/Hautflügler) | Zarkanatlılardan, bal ve bal mumu yapan, iğnesiyle sokan böcek |
a house for rent | kiralık ev |
a humpbacked animal used for carrying loads | hörgücü olan, yük taşımakta kullanılan hayvan |
A hungry bear will not dance/play. meaning: "One cannot work on an empty stomach." [This is the kind of proverb with which you might even remind the fact to your boss (surely, an asshole or a bitch) if you are plucky enough.] | Aç ayı oynamaz. |
A hungry chicken dreams (sees) of herself in a wheat store. meaning: [Generally used in a tongue-in-cheek way.] 1. In hopeless situations, one indulges in all sorts of wistful imaginings. | Aç tavuk kendini buğday ambarında görür. |
A hungry man thinks he will not be satiated, a thirsty man thinks he will not be quenched." | Acıkan doymam (sanır), susayan kanmam sanır. |
a hunting knive with bone handle | kemik saplı bir avcı bıçağı |
a kilo is thousand gram | bir kilo bin gramdır |
a kind reminder | kibar hatırlatma |
a knive with a bone handle | kemik saplı bir bıçak |
a laming doe | sakatlık bulunan bir dişi geyik |
a large audiance | büyük bir seyirci |
a large number of national and international press members | ulusal ve uluslararası çok sayıda basın mensubu |
a last-minute decision | son dakika kararı |
a laughter of relief | bir rahatlama kahkahası |
a lie | yalan |
a life of crime | suç hayatı |
a lifetime | bir ömür |
A light breeze moved the air. | Hafif bir esinti havayı hareketlendiriyordu. |
a line | bir çizgi |
a little bit | birazcık |
a little bit / slightly /fractional/a sprinkle of | azıcık |
a little bit of green | biraz yeşillik |
a little flask that seemed to be made out of copper | bakırdan yapılmış gibi görünen küçük bir matara |
a little more / more | biraz daha |
a long spear | uzun bir mızrak |
a loose stone | gevşek bir taş |
a lopsided standing mirror | yamuk duran bir ayna |
a lose saddle girth | gevşek bir eyer kolanı |
a lot of /many | birçok |
a loud snore | gürültü bir horlama |
a loud voice | yüksek bir ses |
a low frequency | düşük frekans |
a lucky streak / string of good luck | bir dizi şanslı olay |
a magic spray that you can create yourself pretty easily. | Oldukça kolay bir şekilde kendin oluşturabileceğin sihirli bir sprey |
a magical weapon | büyülü bir silâh |
a mammal with a good sense of smell, fed for guarding and hunting purposes | çok iyi koku alan, bekçilik, avcılık işler için beslenen memeli hayvan |
A man from the neighbouring table | Yandaki masadan bir adam |
A man from the neighbouring table intervenes in the discussion | Yandaki masadan bir adam söze karışıyor. |
a manufactoring company | imalat şirketi |
a marketing campaign | pazarlama kampanyası |
a matchbox / Streichholzschachtel | bir kibrit kutusu |
a matter of life and death | hayat memat meselesi |
a melody (e) that was familiar | aşina olduğu bir ezgi |
a metallic coppery smell | metalik bakırımsı bir koku |
a metre is hundred centimeters | bir metre yüz santimetredir |
A Midsummer Night's Dream | Bir Yaz Gecesi Rüyası |
A milk pudding that has legendary origins dating as far back as Sassanid Persia. The basic ingredients are rice, sugar, rice flour and milk. | Muhallebi |
a molten crown | erimiş bir taç |
a month ago | bir ay önce |
a monument of reality / a pillar of reality | bir gerçeklik anıtı |
a more religious approach | daha dindar bir yaklaşım |
a mossy-ish rug | yosunumsu bir kilim |
A municipal bus hit the bicycle. | Bir belediye otobüsü bisiklete çarptı. |
a muscular body (v) | adaleli bir vücut |
a natural and physiological desire | doğal ve fizyolojik arzu |
a natural desire | doğal arzu |
a natural element | doğal unsur |
a new device to read e-books | E-kitap okumaya yeni cihaz |
a new fascist coup attempt | yeni bir faşist darbe girişim |
a new gardener's spade (b) | yeni bir bahçıvan beli |
a new recipe | yeni bir tarif |
a number of hooks for hanging hats and coats | şapkalarla paltoların asılması için bir sürü kancası |
a number of social skills | birtakım sosyal beceriler |
a number of social skills found in flesh and bone | birtakım sosyal becerilerin vücut bulmuş hâli(dir ) |
A number of words borrowed from Russian entered the language through technology | Teknoloji ile dile giren birtakım sözcükler Rusçadan geçmiş |
a pair of curved horns | bir çift eğri boynuz |
a palpitation would come | çarpıntı geliyordu |
A part from this it was a beautiful face, (but) it was proud cold and stern. | Bunun dışında çok güzel bir yüzdü; gururlu, soğuk ve ciddiydi. |
a part of the forest (area) | ormanın bir bölümü |
a particularly cold winter | özellikle soğuk bir kış |
a particularly entangled wood | özellikle dolaşık bir orman |
a particularly strong breeze | özellikle güçlü bir esinti |
a person who seems to have tried to walk away | yürüyüp gitmeye kalkışmış gibi görünen bir insan |
A person's mirror are his works,words are not looked at. (Actions speak louder than words) | Aynası iştir kişinin, lâfa bakılmaz. |
a philosophy | soyut düşünüş |
a picnic she had gone to on a long (already) forgotten day | artık çoktan unuttuğu bir gün gittiği bir piknik |
a piece of granit | granit parçası |
a place to sleep | uyuyacak bir yer |
a place where no one will disturb | kimsenin rahatsız etmeyeceği bir yer |
a plant being cultivated for its red fruit (product) (ü) | kırmızı ürünü için yetiştirilen bir bitki |
a plant of the nightshades (Nachtschattengewächse) | patlıcangillerden bir bitki |
a plant of the nightshades (Nachtschattengewächse) and this plants starchy rich edible tubers | patlıcangillerden bir bitki ve bu bitkinin nişastaca zengin, yenebilen yumruları |
a plump vase | tombul bir vazo |
a poisonous snake | zehirli bir yılan |
a polished blue stone | cilalı mavi bir taş |
a polite compliment | kibar iltifat |
a poor deal / a bad bargain | cimrice bir pazarlık |
a possibility | bir olasılık |
a potplant | saksı bitkisi |
a potted flower /a flower pot (with flower inside) | saksı çiçeği |
a predatory bird | yırtıcı kuş |
a predatory bird trained to be used for bird hunting | alıştırılarak kuş avında kullanılan yırtıcı kuş |
a printed clause (condition) | basılmış şart |
a promise being (to be) fulfilled | söz yerine gelmek |
a proud peacock | kibirli bir tavuskuşu |
a public witness /evidence for the prosecution | kamu tanığı |
a quarter mile | çeyrek millik |
a quarter mile of the forest area | Ormanın çeyrek millik bir bölümü |
A quiet baby gets no suck. It's the creaking wheel that gets the grease. | Ağlamayan çocuğa meme verilmez. |
a quite elaborated music | oldukça gelişmiş bir müzik |
a quiver with arrows inside | okların bulunduğu bir okluk |
a raging ocean | hırçın bir okyanus |
a raid | baskın |
a rare (e) bird | ender bir kuş |
a reading experience | okuma tecrübesi |
a recipe | yemek tarifi |
a red flash/lightening | kırmızı bir şimşek |
a relative /connection (y) | yakın |
a reliable person (b) / (i) | güvenilir birey - insan |
a renewed energy gave strength to his steps. | yenilenmiş nir enerji adımlarına güç veriyordu |
a reward worthy of / fitting for a righteous person | doğru kişiye yaraşan bir ödül |
a rock I will not be able to reach | erişemeyeceğim bir kaya |
a rocky /rock strewn track (way) | taşlık bir yol |
a romantic glance/glow appeared in her eyes | gözlerinde romantik bir parıltı beliriyordu |
a room for two persons breakfast inclusive | sabah kahvaltısı dahil iki kişilik oda |
a round box tied with a green silk ribbon | yeşil ipek bir kurdeleyle bağlı yuvarlak bir kutu |
a rudeness like speaking when his mouth was full | ağzı doluyken konuşmak gibi bir kabalık |
a rusty iron bedframe | paslı bir demir somya |
a rusty nail | paslı çivi |
a rusty tool | paslı alet |
a sad (h) smile | hüzünlü bir gülümseme |
A scream rose from the lips of the Elf | Elfin dudaklarından bir çığlık yükseldi. |
a serpentine line ( eine Schlangenlinie ) | yılansı bir çizgi |
a shaggy mare | uzun tüylü bir kısrak |
a shape shifter / changeling | şekil değiştiren |
a share of the silly pranks (Eseleien) | eşek şakalarından payı |
a sheep or a chicken thief | koyun ya da tavuk hırsızı |
a shirt | bir gömlek |
a shitty guy | bok(tan) herif |
a shoe thief | ayakkabı hırsızı |
a shortcut | bir kestirme |
a show | gösteri |
a silence was suspended | bir sessizlik asılıydı |
a silver coloured cloud | gümüş renkli bir bulut |
a silver necklace and a gold bracelet | gümüş kolye ve altın bileklik |
a silver spoon (= a spoon made of silver) | gümüş kaşık |
a sizzle / hissing sound | cızırtı |
a slave is not higher than his master | köle efendisinden üstün değildir |
a slide /Rutsche | kaydırak |
a small fortune | hatırı sayılır bır servet |
A small objecy on the floor caught my attention. | Yerdeki küçük bir nesne dikkatimi çekti. |
a small round table for two (like in a bistro/or on a balcony/ where you can have private /whispered conversation/"gossip table" ) | fiskos masası |
a smell of rot and mold | bir çürük ve küf kokusu |
a smile (t) | tebessüm |
a sneeze | hapşırık |
a sober driver bringing back drunk people / a designated driver | alkollü kişiyi götüren ayık şoför |
a soft (fine) wind was carrying the faint smell (pl) of oleander (pl) from somewhere | ince bir rüzgâr zakkumların baygın kokularını taşıyordu bir yerlerden. |
a span /eine Spanne (length measuring unit) | karış |
a spell of power / a power(ful) talisman | kudret tılsımı |
a spiteful (a) person (b) | aksi biri |
a splendid victory | muhteşem zafer |
a spoon for silver (to use to put silver inside) | gümüş kaşığı |
a spotted dress | benekli elbise |
a stab in the dark / wild (round) guess | yuvarlak tahmin |
a star cluster | takım yıldızı |
a stereo player / Stereoanlage | müzik seti |
a stinging insect | iğne sokan böcek |
a strident scream | tiz bir çığlık |
a strong predatory mammal species of the felines | kedigillerden, yırtıcı, güçlü bir memeli türü |
a strong tower / a tower of strength | güçlü bir kule |
a student is not superior to his teacher | öğrenci öğretmeninden üstün değildir |
a successful marriage | başarılı evlilik |
a sunken fish goes sideways / let's throw caution to the wind /better to be hung for a wolf than a sheep | battı balık yan gider |
a swirl of dry leaves | bir kuru yaprak girdabı |
a table for two please | iki kişilik bir masa lütfen |
A tailor can't sew his own rips /cuts. (prov. He helps others but can't hekp himself) | Terzi kendi söküğünü dikemez. |
a tangle of bushes having hooked yellow thorns as long as my thumb | başparmağım uzunluğunda, çengel biçiminde, sarı dikenleri olan karmaşık çalılar |
A teapot doesn't boil from watching it. | Çaydanlık bakmakla kaynamaz |
A thick wad of envelopes / ein dickes Bündel/Stapel Briefumschläge | Kalın bir zarf tomarı |
a thin, long, soft, feetless, small animal living as a parasite in things as fruit, vegetables, meat, cheese, wood and bowels. | meyve, sebze, et, peynir, tahta, bağırsak gibi şeyler içinde asalak olarak yaşayan, ince, uzun, yumuşak, ayaksız küçük hayvan |
a thought environment / a place for thinking | bir düşünme ortamı |
a thought environment / a place for thinking where nobody, no outside factor will disturb you | Sizi kimsenin, hiçbir dış faktörün rahatsız etmeyeceği bir düşünme ortamı |
a tightly fitting trousers | zurna gibi |
a too big woolen cardigan that baggy pockets on each side | her yanında sarkık cepleri olan bol, yünlü bir hırka |
a topic like 'kids' having fun' | 'çocukların eğlenmesi'gibi tema |
a topic like 'monkeys' playing | 'maymunların oynaması' gibi tema |
a total /complete refusal | bütünüyle reddetme |
a transport (freight) helicopter | nakliye helikopteri |
a troublesome thought | sıkıntılı bir düşünce |
a true / real X | tam bir X |
a trusted/ trustworthy friend | güvenilir dost |
a tubeshaped buckskin / chamois / Gemseleder cover (housse) | Boru şeklinde güderi bir kılıf |
a turkish citizen | türk uyruklu |
a tv channel | kanal |
A vast meadow spreads out below the cliff. | Uçurumun altında geniş bir çayır var. |
a very beautiful girl | Güzel mi güzel bir kız |
a very green tree | Yeşil mi yeşil bir ağaç |
a very old, very well-known chorus | Çok eski, çok bildik bir nakarat |
a very subtle humor | çok ince bir espri |
A very, very great many / Es sind viele, sehr viele | çok var, bir süre |
a Violet / Veilchen | menekşe |
a visible shiver | gözle görülür bir ürperti |
a visible shiver traveled over everyone who was exposed to that eyeless look. | o gözsüz bakışa maruz kalan herkeste gözle görülür bir ürperti gezindi. |
a voice to a tantalizing degree familiar | kışkırtıcı bir derecede tanıdık bir ses |
A wager is a fool's argument./ When a fool finds no words he enters a bet. | Ahmak adam söz bulamayınca bahse girer. |
a waste of time | zaman kaybı |
a wave of wind (gust of wind) | Bir rüzgâr dalgası |
a week's warning | bir haftalık mühlet |
a well kept little (market) place | bakımlı küçük bir meydan |
A wet person doesn't fear rain | Islak adam yağmurdan korkmaz |
a whole box | bir tam kutu |
a wild guess | kaba tahmin |
a wild mountain range | vahşi dağ sırası |
a woman whose open eyes were frozen in disbelief | açık gözleri inanmazlıkla donmuş bir kadın |
a woolen cardigan | yünlü bir hırka |
A wound inflicted by a knife will heal; but one that words inflict (= the tongue inflicts) never heals. equiv: Words cut more (or, deeper) than swords (or, the sharpest sword; or, knife, blade). | Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez. |
a wrestling match | bir güreş maçı |
a year and a half | bir buçuk yıl |
a(n) /one | bir |
a, spell (e) against danger | tehlikeye karşı bir efsun |
Abandon to run me down! Stop humilating me ! | Beni aşağılamaktan vazgeç! |
abandonned / deserted / forsaken | terkedilmiş |
abdominals | karın kasları |
Ablative | ayrılma hâli - -den hâli |
abonnieren | abone olmak |
about (h) | hakkında |
about (k) | konusunda |
about / concerning | -le ilgili |
about a subject | bir konu hakkındaki |
about clothing | giyecek konusunda |
about development | gelişim üzerine |
about to / on the brink of / on the verge of | üzere |
About twenty million people speak this language as their mothertongue. | Bu dili yaklaşık yirmi milyon insan anadili olarak konuşuyor. |
about/ on a Nominative | hakkındaki |
above (...t.) | üstünde |
Above all / first of all / before anything else | her şeyden önce |
above all /surtout / vor allem | her şeyden öte |
absent minded / zerstreut /plunged in thought / preoccupied / dreamy | dalgın |
absolutely opposite of these | bunların tam tersi |
absract painting | soyut resim |
Abstain from evil | Kötülükten sakının |
abstract | soyut |
abstract art | soyut sanat |
abstract concept | soyut kavram |
abstract idea | soyut görüş |
abstraction / abstract concept | soyut kavram |
Absurd / silly / foolish / stupid / nonsensical (s) | saçma |
acccompagnied by the music | müziğin eşliğinde |
accepting / dignified/ sober-minded/ unpertubably (lit.heavy-headed) | ağır başlı |
accident | kaza |
accidentally | kazara |
Accidents happen unexpected (better be prepared!) - lit. Accidents don't say: I am coming | Kaza geliyorum demez |
accompanied | eşliğinde |
accompanied by an animal with sharp teeth sitting on the table and hissing at me when I entered the kitchen not knowing of anything. | Ben her şeyden habersiz mutfağa girdiğimde masanın üzerinde oturan ve bana tıslayan sivri dişli bir hayvan eşliğinde. |
according to | göre |
According to a study in the US, men are struck six times more by lightning than women. | ABD'deki bir araştırmaya göre, erkeklere kadınlardan 6 kat daha fazla yıldırım çarpıyor. |
according to estimations /nach Schätzungen / schätzungsweise | tahminlere göre |
according to his claim / supposedly | iddiasına göre |
according to historians and myth/legend compilers | tarihçi ve efsane derleyicisine göre |
according to information received | alınan bilgiye göre |
according to my knowledge he left for good | benim bildiğim kadarıyla bütün bütün gitti |
according to ressearch | araştırmalara göre |
according to some | kimilerine göre |
according to some | kimilerine göre |
according to the story the book would tell | kitabın anlatacağı öyküye göre |
accordion | akordeon |
account / bill | hesap |
accumulations / patches of snow | kar birikintileri |
Accumulations of snow were covering the ground. | Kar birikintileri toprağı örtüyordu. |
accuracy / correctness / righteousness | doğruluk |
Accusative | belirtme hâli - -i hâli |
accustomed /gewohnt (...m...) | alışmış |
Aches and pains | ağrılar ve acılar |
Aches and pains turned into distant memories, then vanished. | Ağrılar ve acılar uzak anılara dönüştü, sonra yok oldu. |
achieve /succeed / accomplish | başarmak |
acorn | meşe palamudu |
acrobat | cambaz |
acrophobia /fear of height / Höhenangst | yükseklik korkusu |
active / busy (f) | faal |
activity / action | faaliyet |
actor (a) | aktör |
actris (a) | aktris |
Actually I didn't ask you a question, I gave orders. | Aslında sana bir soru sormadım, emir verdim. |
Actually it takes away the only meaning that I can see in this event | Aslında bu olayda benim görebildiğim yegâne manayı ortadan kaldırır. |
add /include /inject / mix into /put in / affiliate | katmak |
addicted | bağımlı |
addition (al) / supplement(ary) | ilave |
address book (computer) | adres defteri |
Adjective | sıfat |
adjective | sifat |
administration / management (i) | idare |
administration; management | yönetim |
admiration | hayranlık |
adult | yetişkin |
adultery | zina |
advantage / Vorteil | yarar |
adventure | macera |
adverb | belirteç |
Adverse / opposing / perverse | ters |
advertisement / announcement /ad | ilan |
advice (n) | nazihat |
advice / recommandation (t) | tavsiye |
advice /counsel | öğüt |
affectionate / caressing / zärtlich | sevecen |
affirmation / confirmation / approval /okay | onay |
afforestation /Bewaldung | ağaçlandırma |
Africa | Afrika |
after (behind) a genitive (a) | ardından |
after (behind) a genitive (p) | peşinden |
after / then | sonra |
after a last minute decision | son dakika kararı ile |
after attaching | bağladıktan sonra |
after getting dark | hava karardıktan sonra |
after having a breakfast from oakmeal | yulaf lapasından oluşan kahvaltısını yaptıktan sonra |
after having made sure | emin olduktan sonra |
after having said the word | kelimeyi söyledikten sonra |
After having thoroughly(i) made sure that the stone was gone | Taşın gittiğinden iyice emin olduktan sonra |
After he went to the office, he would have lunch with his boss. | Ofise gittikten sonra patronuyla öğle yemeği yiyecekti. |
After hours of waiting alone she finally grew impatient and left the room. | Saatlerce yalnız bekledikten sonra sonunda sabırsızlanıp odayı terk etti. |
After hours of waiting alone she finally she lost her patience and left the room. | Saatlerce yalnız bekledikten sonra sonunda sabrını kaybetti ve odayı terk etti. |
After Istanbul the train entered the countryside. | İstanbuldan sonra tren kırlığa girdi. |
After reading a little I sleep. | Biraz okuduktan sonra uyuyorum. |
after sharing for years | yıllarca paylaştıktan sonra |
after starting to sip the hot drink | sıcak içeceği yudumlamaya başladıktan sonra |
after taking a step | bir adım attıktan sonra |
after taking a step towards them | Onlara doğru bir adım attıktan sonra |
After ten years / For a decade the Spartans could not take Troya. | On yıl sonunda Spartalılar Truva'yı alamadı. |
After the carriage has toppled over there are many to show the way. meaning: There are always a lot of people offering to show you how to do something properly, but only after a failure or accident has come to pass. | Araba devrilince yol gösteren çok olur. |
after them (p) | peşlerinden |
After this presenting (verbal noun) | Bu sunuştan sonra |
After this presenting (verbal noun) let me pass immediately to the events. | Bu sunuştan sonra, hemen olaylara geçeyim. |
After treatment at the hospital | Hastanesi'ndeki tedavisi sonrasında |
After what seemed like hours.. | Saatler sürmüş gibi gelen bir zaman sonra.. |
after x's being put to bed / when x had been put to bed | x yatırıldıktan sonra |
after x-ing (...di...) | x-dikten sonra |
again (t) | tekrar |
again (y) | yeniden |
again (y) | yine |
again and again / over and over / for the umpteenth time/ häufig | defalarca |
against (+dat) | karşı |
against that what he feared it had scarcely any effect(s) | kortuğu şeye karşı etkileri yok denecek kadar azdı |
against the enemy | düşmana karşı |
agate / Achat | akik |
age / time / epoch | çağ |
ageing | yaşlanma |
aggressive/ adventuresome/ enterprising /bold /reckless | atılgan |
agile / swift | çevik |
agility /swiftness | çeviklik |
agricultural worker /Landarbeiter | tarım işçisi |
ahead | ileri |
ahead (ö) | önde |
ahead of its owners | sahiplerinin ilerisi |
Ahmet is a talkative child. He starts to ask questions. | Ahmet geveze bir çocuk. Soru sormaya başlıyor. |
air / weather | hava |
air conditioning | klima |
air filter (car) (h) | hava filtresi |
air filter (car) (p) | polen filtresi |
air pollution | hava kirliliği |
airplane | uçak |
airport (airfield) / for domestic flights | havaalanı |
airport (international) | havalimanı |
Akkadian | Akadca |
alarming news | endişe verici haberler |
albatross | albatros |
alchemists | Simyagerler |
Alchemists never did manage to convert lead into gold. | Simyagerler, kurşunu bir türlü altına dönüştürmeyi beceremedi. |
alcohol | alkol |
alcoholic | alkollü |
alibi | gerekçe |
alien | uzaylı |
aliterate (unwilling to read) | okumaya isteksiz |
alive / living (careful: undropping for breasts) | diri |
alive and well | kanlı canlı |
all (slang) | alay |
all (t) whole; entire | tüm |
all / entire / every bit | tamamı |
all / every (b) | bütün |
all alone | yalnız başına |
all alone | yapayalnız |
All I could think of was Ethan and going home together with him. | Tüm düşünebildiğim Ethan ve onunla birlikte eve dönmekti. |
all kinds of | her tür |
all kinds of problems | her tür sorun |
all kinds of vegetables | bütün sebze çeşitleri |
all kinds of x | bütün x çeşitleri |
all of | hepsi |
all of (+gen) | tümü |
all of the dishes | bulaşıkların hepsi |
All of the dishes were washed | Bulaşıkların hepsi yıkandı |
all of the Forsaken | Terkedilmişlerin tümü |
all of them | bunların hepsi |
all of them were machos (slang) | alayı maço |
all of us | hepimiz |
all that hustle and bustle | bütün o koşuşturmalar |
all the time/to keep doing sthg (slang) | paso |
all the ugliness | bütün çirkinlik |
all the world /the whole earth | bütün dünya |
All they said was only in order to justify their desire to conquer people who do not harm anyone | Onların söylediği her şey sadece kimseye zararı dokunmayan insanları fethetme arzularını haklı çıkarmak içindi. |
all things considered | enine boyuna düşünülürse |
All we see or seem is a dream within a dream (Edgar Allan Poe) | Gördüğümüz ve göründüğümüz rüya içinde bir rüyadır. |
All you (who are) tired and heavy laden (whose loads are heavy) | Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar. |
alleged to /allegedly / on charges of | iddiasıyla |
allergic | alerjik |
allergy | alerji |
Alles wird gut / everything is gonna be okay | her şey yoluna girecek |
alliance | ittifak |
almond | badem |
almost / pretty much / practically | hemen hemen |
almost / so to say / nearly / as good as | adeta |
almost always | hemen her zaman |
Aloe / Agarve | sarısabır |
alone | yalnız |
Along / round /over / for / throughout | boyunca |
along the valley | vadi boyunca |
alors /ainsi | Öylese |
Alors qu'est-ce que cela peut te faire? / En quoi cela te regarde-t-il? / How then would this concern you?/ What's your business with it then? | Öylese sana ne ? |
already | çoktan |
already (d. h.) | daha şimdiden |
already (ş) | şimdiden |
Already in the past he was not (counted) very (p) beautiful. | Zaten eskiden de pek güzel sayılmazdı ya. |
also / and | da - de |
also why that speaker comes up until the end of the news with an emotionless expression but smiles at the last words is a fact that cannot be understood. | o da spikerin neden donuk bir ifadeyle haberin sonuna kadar gelip de son kelimelerde gülümsediğinin anlaşılamamasıdır. |
Also, I don't like familiarities. | Ayrıca laubaliliği de sevmem. |
alternate | dönüşümlü |
although (r) | rağmen |
aluminium -Al 13 | alüminyum |
always | daima |
always / all the time | hep |
always / every time | her zaman |
Always if he waited and watched long enough, somebody would make a mistake . | Daima bekleyip yeterince uzun izlerse, birileri bir hata yapardı. |
always read the weather forecast | her zaman hava tahminini oku |
Am I wrong (h) | haksız mıyım |
amateur | amatör |
Ambassador | büyükelçi |
amber / Bernstein | kehribar |
ambitious | hırslı |
ambulance | ambulans |
American football | Amerikan futbolu |
Amethyst | ametist |
Amon Din işaret kulesi yanıyor. | The beacon of Amon Din is lit. (burns) |
An (impressive) array (series) of knives dangled /swung from his belt. | Kemerinden bir dizi bıçak sarkıyordu. |
an absent minded professor | dalgın profesör |
an active man with a personality | Kişilikli, faal insan |
an afterwards fictionalized/made/build diary | sonradan kurgulanmış bir günlük |
an agreement / a deal | anlaşma |
an animal that 'has a good sense of smell'/'a good nose' | çok iyi koku alan hayvan |
an animal used for carrying loads | yük taşımakta kullanılan hayvan |
an animal whose body is covered with feathers | Vücudu tüylerle örtülü bir hayvan |
an apocalypse to break loose /all hell to break loose | kıyamet koparmak |
an apocolapsypse broke out | kıyamet koptu |
an archive image | bir arşiv görüntüsü |
An atom consists of a nucleus and an orbit. | Bir atom; çekirdek ve yörüngeden oluşur. |
an eagle flapping its wings | kanat çırpan bir kartal |
an electric saw cutting trees in the forest | ormanda ağaç kesen bir elektrikli testere |
an enormous weight | muazzam ağırlık |
an entombed saint / place where a holy man is buried | yatır |
An environment which no external factor will disturb | hiçbir dış faktörün rahatsız etmeyeceği bir ortam |
an especially beautiful cloak | özellikle güzel bir pelerin |
an especially icy cold | özellikle buz gibi bir soğuk |
an especially strong man | özellikle güçlü bir adam |
an essential component | esaslı unsur |
an example of extraordinary workmanship (...ü) | olağanüstü işçilik bir örneği |
an expert (u) | uzman |
an explosion tore the night apart. | bir patlama geceyi paramparça etti. |
an exquisite district /neighbourhood (s) | seçkin bir semt |
an extra shirt | fazladan bir gömlek |
an extremely (f) embarrassing situation | fevkalade utanç verici bir durum |
an icy cold | buz gibi bir soğuk |
an impish smile | muzip bir gülüş |
an important marketing presentation that he needs to give | vermesi gereken önemli bir pazarlama sunumu |
an important period of his childhood | çocukluğunun mühim bir devri |
an intelligant person | zeki bir insan |
an irregular migrant | düzensiz göçmen |
an offical emergency call (announcement) | acil bir resmi bildiri |
an official declaration /a formal announcement | resmi bildiri |
An overview of the language | Dile genel bir bakış |
an owl's howling / Eulengeheul | baykuş feryadı |
an unbelievable phenomenon (h) | inanılmayan bir hadise |
an undiscovered world | keşfedilmemiş dünya |
An x is needed. | X- gerek. |
an y to x | x- acak - ecek bir y |
anaesthetics | anestezi |
ancestor / forefather | ata |
anchovy (small, common forage fish Most species found in marine waters, several will enter brackish water,some restricted to fresh water. Over140 species; found in the Atlantic, Indian and Pacific Oceans,in the Black Sea and the Mediter.oily fish | hamsi |
and | ve |
and also / likewise | hem |
And also how insignificant a coincidence it was initially! | Hem başlangıçta ne kadar ehemmiyetsiz bir tesadüf ! |
And also when it was so unnecessary that I added another challenge to the pile of difficulties 'on my head'. | Hem de başımdaki zorluk yığınının üstüne bir zorluk daha eklemem bu kadar gereksizken. |
And Ashraf was not going to be interested in the mess anyway | Eşref'in de zaten dağınıklıkla ilgilenecek hali yoktu |
And Ashraf who hadn't still been able to get over the shock of the event was not going to be interested anyway in the mess. | Hâlâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşref'in de zaten dağınıklıkla ilgilenecek hâli yoktu. |
And do you know what's the worst? I don't even know her name. | En kötüsü de ne biliyor musun? Onun adı bile bilmiyorum. |
And errh /Also, do you have bell pepper (pepper for stuffing) ? | Birde, dolmalık biber var mı? |
and for/ as for | içinse |
And he trusts very much in your skills. | Yeteneklerine de çok güveniyor. |
and how / und wie / indeed | hem de nasıl |
and humans as much as sheep were in the place of prey | insanlar da, koyunlar kadar av konumundaydı |
And I still didn't know how to get out of this. | Ve hâlâ bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. |
and if I could know for sure how the rumours started | Ve söylentinin nasıl başladığını kesin olarak bilebilseydim |
and in the meantime | ve bu esnada |
and in the meantime we wonder how how all these can be prevented | ve bu esnada bütün bunların nasıl önlenebileceğini merak ediyoruz |
and in the meantime we wonder whether all these are prevented | ve bu esnada bütün bunların önlenip önlemeyeceğini merak ediyoruz |
and in the meantime we wonder whether all these are prevented, how all these can be prevented | ve bu esnada bütün bunların önlenip önlemeyeceğini, nasıl önlenebileceğini merak ediyoruz |
And it was the king in person who had to face/resist a new fashist coup attempt | yeni bir faşist darbe girişime göğüs gerenin de bizzat kral oldu |
And it was the only window not hidden behind green shutters. | yeşil panjurların arkasında saklanmayan tek pencere de oydu. |
And make no bones about it (let's lean over and talk straight), this is a very dangerous book. | Eğri oturup doğru konuşalım, bu çok tehlikeli bir kitap. |
And me? I wasn't aware of a thing. | Hele ben ! Hiç şeyden haberim yoktu. |
And Meggie had imagined (g.c.) the giant's garden door exactly like this. | Devin bahçe kapısını da tıpkı bu şekilde canlandırmıştı Meggie gözünde. |
And my ears hear better than those of a bat. | Kulaklarım da bir yarasanınkinden daha iyi duyar. |
And so if this shock does not kill it is strong enough to put opponents to sleep. | Bu şok öldürmese de karşısındaki bayıltmaya yetecek kadar güçlü. |
and so on (etc.) | ve saire |
And such a thing ruins the joke | böyle bir şey şakayı da bozar |
and the sun did not always have to be down. | ve her zaman güneşin batmış olması gerekmiyordu. |
And then (d),exactly a year ago... | Ve derken, tam bir yıl önce... |
and they lived happily ever after | ... ve sonsuza dek mutlu yaşadılar |
And those curved streets made it far more impossible to see (what was) beyond/ahead. | Ve o kıvrımlı sokaklar çok daha ilerisine görülmeyi imkânsız kılıyordu. |
And up to now he has faced a lot of dangers. | Şimdiye kadar da pek çok tehlikeye göğüs gerdi. |
and voices like pages of a huge book being turned | ve koca bir kitabın sayfaları çevriliyormuş gibi sesler |
And while the weather is like this | Ve hava böyleyken |
And why would I want to help you? | Sana neden yardım edeyim ki? |
and X is anyway not a very pleasant subject. | X pek de hoş bir konu değil zaten. |
And you are naive. | Sen de safsın. |
And you need to find something to kill the time until he comes. | O gelene kadar da zamanı öldürecek bir şey bulman gerek. |
and... as much as ... | ...de ... kadar |
angel | melek |
angel's statue | melek heykeli |
anger / indignation / fury (k) | kızgınlık |
anger / rage | öfke |
angle | açı |
angrily furiously / adv | öfkeyle |
angrily (h) | hiddetle |
Angrily he looked to the sky | Öfkeyle gökyüzüne baktı. |
angrily reflecting the 'flames' of the fire | yangının öfkeyle ateşini yansıtan |
angrily she gave them a speech about the value of rare books | öfkelenerek onlara nadir kitapların değeri konusunda bir nutuk attı |
angry / mad (k) | kızgın |
angular | köşeli |
angular traits | köşeli hatlar |
animal | hayvan |
animal(like) - without (s ) coming from arabic / with (s) turkish | hayvan(s)ı |
Ankara woke up today with white all around. | Ankara bugüne beyaz içinde uyandı. |
anomaly / irregularity / exception | kuraldışılık |
another | başka |
another / the other / far / farther | öteki |
another arrangement | başka bir düzenleme |
another world / a far away world | öbür dünya |
answer all (e-mail) | tümünü yanıtla |
Answer me ! (c) | Cevap verin bana! |
Answer me honestly ! | Dürüstçe cevap verin bana ! |
ant | karınca |
ant-eater / Ameisenbär | karıncayiyen |
Antarctica | Antarktika |
anti-terror branch | terörle mücadele şubesi |
antibiotics | antibiyotik |
antidote | panzehir |
antik dealer | antikacı |
antik shop | antika (cı) dükkânı |
antlers / Geweih | boynuzlar |
anxiety (k)/ disquiet / worry | kaygı |
Anxiety can cause heartburn | Endişe, mide yanmasına neden olabilir. |
anxiously | evhamlı |
any | herhangi |
Any mortal man | Herhangi ölümlü erkek |
Any other reason (s) | Başka herhangi sebep |
anybody but he | ondan başka kim olsa |
anyhow /somehow or other you will get over it | nasıl olsa sen atlatırsın |
anyone in my place would do the same | yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı |
Anyone who has a hair longer than a matchstick looks like a girl. | Saçları kibrit çöpünden uzun olan herkes kıza benziyor |
Anything could be slipped into a drink. | Bir içkiye her türlü şey katılmış olabilirdi. |
anything; nothing | hiçbir şey |
anyway / anyhow / somehow or other | nasıl olsa |
anyway / in any case / at any rate | her halükarda |
anyway / in first place / already | zaten |
Anyway I was a little late too. | Ben de biraz geç kaldım zaten. |
Anyway the concept of freedom is higly overrated. | Zaten özgürlük kavramı fazla abartılıyor. |
apart from | dışında |
apart from this there was silence | bunun dışında bir sessizlik vardı |
apology | özür |
apparant /clear /as plain as a pikestaff (ba) | bariz |
Apparently he was not there. / He was not in sight | Görünürde yoktu. |
appartment | daire |
appartment block / building | apartman |
appear and... | belirip |
appetite / relish / desire | iştah |
appetizers / amuses-gueule | meze |
apple | elma |
apple cider | elma şırası |
appliance store (washing machines etc) | beyaz eşya dükkanı |
application for asylum | iltica başvurusu |
approximately | yaklaşık olarak |
apricot | kayısı |
April | Nisan |
apron | önlük |
aquamarine (mavimsi yeşil değerli bir taş) | akuamarin |
aquarium | akvaryum |
arayacağım Slang (I will call) | araycam |
arched /gewölbt | kemerli |
architectual rendering | mimari sunuş tekniği |
Are all these just destiny/ fate (related) ? / Are all these just a question of fate ? | Tüm bunlar yalnızca kaderle mı ilgili ? |
Are the black shoes comfortable ? | Siyah ayakkabılar rahat mı? |
Are there plates/dishes ? | Tabak var mı ? |
Are there showers ? | Duş var mı ? |
Are there towels ? | Havlu var mı ? |
Are they ripe ? | Bunlar olgun mu? |
Are they thirsty ? (if you don't know go and ask them) | Susamışlar mı? |
Are they thirsty ? (You were all day together. You must know without even asking them) | Susadılar mı ? |
Are those earrings yours? | şu küpeler senin mi? |
Are we about to go ? | Gitmek üzere miyiz ? |
Are we not going to eat? formal - street talk | Yemek yemeyecek miyiz? - Yemek yemiycez mi? |
Are you (pl) ready? | Hazır mısınız? |
Are you able to bring it here ? | Onu buraya getirebiliyor musun ? |
Are you cold ? | Sen üşüyor musun? |
Are you coming from England ? | İngiltere'den mi geliyorsun? |
Are you following? | takip ediyor musun? |
Are you going to watch a film tonight? | bu gece film izleyecek misin? |
Are you happy/content with your life? | Hayatından memnun musun? |
Are you hungry | Aç mısın |
Are you interested in art ? | Sanata ilgin var mı? |
Are you kidding? | Dalga mı geçiyorsun? |
Are you missing/lacking anything? | Bir eksiğiniz var mı? |
Are you ready for the next adventure? | Bir sonraki macera hazır mısın ? |
Are you ready to order? | Sipariş vermek için hazır mısınız? |
Are you sure? | emin misin? |
Are you sweating ? | Sen terliyor musun? |
Are you thirsty | susadın mı |
Are you too overwhelmed by/ sick of the heat ? | Sen de sıcaktan bunaldın mı? |
area / field / space | alan |
area of interest / domaine / Interessenbereich | ilgi alanı |
argo: to give s.o. the slip / o escape from someone who is watching or following you | birini atlatmak |
Argon - Ar 18 (renksiz gaz) | argon |
argument (reasoning) | argüman |
arm | kol |
armchair / seat | koltuk |
armee / military | ordu |
armour / shield | zırh |
aromatic | aromalı |
around (ç) | çevresinde |
around the corner | köşe başında |
Around us the students were talking, joking with each othrr, laughing... | Etrafımızda öğrenciler konuşuyor, şakalaşıyor, gülüyorlardı... |
arranged marriage | anlaşmalı evlilik |
arrogant / cheeky / frech | küstah |
arrow | ok |
arrows with goose feathers attached | kaz tüylerini takılı olduğu oklar |
art | sanat |
art / craftmanship /mastership / competence/ virtuosity | ustalık |
Art for art's sake. / Ars artis gratia | Sanat sanat içindir |
artfully entwined / kunstvoll in einander verschlungen/verflochten | sanatsal bir şekilde birbirine geçmiş |
arthropods / Gliederfüssler (Spinnen / Krabben...) | eklem bacaklılar |
article | makale |
article on ... | ... hakkında bir makale |
artist | sanatçı |
artistically / kunstvoll | sanatsal bir şekilde |
As (cards) (a) | as |
As (cards) (b) | birli |
As (they) walked there... / als (sie) daraufzugingen | oraya doğru yürürken |
As a matter of fact / if you were to take a look at its actual form | Aslına bakacak olursanız |
As a matter of fact / lit. if you take a look at its actual form | Aslına bakarsanız |
as a natural consequence | doğal sonuç olarak |
as always / as usual | her zamanki gibi |
as drunk as can be | zil zurna sarhoş |
as early as possible | mümkün olduğu kadar erken |
as far as I can see / as much as I am concerned / it strikes me that | gördüğüm kadarıyla |
As far as I can see you were born in the wrong story | gördüğüm kadarıyla yanlış bir öyküde doğmuşsunuz |
as far as I know | bildiğim kadarıyla |
as far as possible from being x | x olmaktan alabildiğine uzak |
as far as possible from x | x-den alabildiğine uzak |
As for Dustfinger he did not fear the night, he loved the night. | Toz Parmak ise geceden hiç korkmuyordu, o geceyi seviyordu. |
As for the orbit there are particles that we call electrons. | Yörüngede ise elektron dediğimiz parçacıklar var. |
as good as dead | ölmüş sayılır |
as good as done | bitmiş sayılır |
as good as frozen | adeta donmuş gibi |
as if /quasi /like | sanki |
as if a spotlight shone right on me and I was on display | sanki spot ışıkları doğrudan üzerime çevrilmiş ve teşhir edilmiştim. |
as if he (I /you...) wanted to x / up to the point of x-ing | x- ana - ene kadar |
as if he / they were alive (beings) | canlıymışçasına |
as if he had never before seen such a thing | Daha önce hiç böyle bir şey görmemiş gibi |
as if he wanted to wake everybody up | herkes uyandırana kadar |
As if I was getting further and further from my goal of rescuing Ethan. | Sanki Ethan'ı kurtarma amacımdan gitgide uzaklaşıyordum. |
as if it wanted to pull her again into its pages | onu tekrar sayfalarının içine çekmek istercesine |
as if it were not enough | yetmiyormuş gibi |
as if it would have preferred | tercih edermişçesine |
as if mixed with shadow | sanki gölgeyle karışmış gibi |
as if she wanted | istercesine |
as if she wanted to make sure | emin olmak istercesine |
as if she wanted to make sure that it was there | orada olduğundan emin olmak istercesine |
as if she wanted to scold | azarlarcasına |
As if someone wanted to give the impression/feeling of a palace reception room to the hereabouts | Sanki birisi buraya sarayın davet salonu izlenmini vermek istemiş |
As if someone wanted to give the impression/feeling of a palace reception room to the hereabouts | Sanki birisi buraya sarayın davet salonu izlenimini vermek istemiş |
as if the girl had asked an inappropriate question | Kız sanki uygunsuz bir soru sormuş gibi |
As if the landlady was watching them from behind one of those windows | sanki ev sahibesi o pencerelerin bir tanesinin arkasından onları gözetliyormuşçasına |
As if this were not difficult/ hard enough | Bu yeterince zor değilmiş gibi |
as if x /like x /as if he x-d | x-casına x-cesine |
as is known / bekanntermaßen | bilindiği gibi |
as late as possible | mümkün mertebe geç |
as long as (s) everything came to an end | her şey sona erdiği sürece |
as long as +-dik participle | sürece |
as long as it was not looked at from too close /as long as one did not look at it from too close | çok yakından bakılmamadığı sürece |
as long as it was not looked at from too close, he might have thought it belonged to a palace | çok yakından bakılmamadığı bir saraya aitmiş sanılabilirdi |
As long as you don't cooperate the stone won't move. | Baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz. |
as long as you don't pay | ödemedikçe |
as long as you don't x ( the more you keep not x-ing/if you continue to not x) | x- medikçe |
as long as you know what you're doing | ne yaptığını bildiğin sürece |
As many as there are protons so many elektrons are there | Ne kadar protonu varsa, o kadar elektronu vardır. |
as many times as possible | mümkün olduğu kadar çok kez |
as may be required | durum gerektirdiği takdirde |
as might be expected | tahmin edilebileceği gibi |
as much as / up to / until / till / inasmuch as / so long as / as/ as far as / so | kadar |
as much as possible | alabildiğine |
as much as possible | mümkün olduğu kadar çok - mümkün olduğu kadar fazla |
as near as possible | mümkün olduğu kadar yakın |
as soon as he returnes/ returned | geri döner dönmez |
as soon as he x-ed /-xes (e) | x-er x-mez |
As soon as he(she) read this email, he(she) immediately started crying. | Bu e-postayı okur okumaz ağlamaya başladı. |
As soon as I returned home, I (immediately) made a cup of tea. | Evime gelir gelmez bir çay pişirdim. |
as soon as it touched the snow | kara değer değmez |
as soon as possible | mümkün olduğu kadar çabuk |
As soon as she had thrown bread crumbs the door was abruptly (in einem Ruck) opened | o, ekmek kırıntılarını atmıştı ki kapı bir anda ardına kadar açıldı. |
as soon as she had x-ed | X- mişti ki... |
As soon as the drop touched the snow a hissing sound was heard. | Damla kara değer değmez bir cızırtı duyuldu. |
As soon as the tourists xame to İstanbul they went to the market. | Turistler İstanbul'a gelir gelmez çarşıya gitti. |
as strong as she could be /as strong as possible | olabildiğince güçlü |
As Tam had taught him | Tam'ın ona öğretmiş olduğu gibi |
As the boy's (ç) eyes (gaze) were fixed on Talean however much he tried to hide his horror Davian could read it in his eyes. | Çocuk, bakışlarıyla Talean'a odaklandığı sırada her ne kadar dehşetini saklamaya çalışsa da, Davian bunu onun gözlerinden okuyabiliyordu. |
As they walked there, Meggie involontarily gripped Mo's hand. | Meggie oraya doğru yürürken istemsizce Mo'nun elini tuttu. |
As to him losing / who loses (y) his soul for my sake(u) he will safe it. | Canını benim uğruma yitiren ise onu kurtaracaktır. |
as we speak; right this second | tam şu anda |
as well as / besides / alongside | yanısıra |
as you wish / up to you / do what you like / suit yourself (negative) | keyfin bilir |
ascending / sorted ascending | artan sırada |
ashes | kül(ler) |
ashly (greyish) (s) | külümsü |
ashly (greyish) (t) | külümtrak |
Ashraf who hadn't still been able to get over the shock of the event | Hâlâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşref |
Ashure or Noah's Pudding is a Turkish dessert porridge that is made of a mixture consisting of grains, fruits, dried fruits and nuts. | aşure |
Asia | Asya |
Asian | Asyalı |
aside | kenara |
Ask the questions you cannot ask anyone | Kimseye soramadığın soruları sor |
ass /popo | kıç |
assurance /supply /procurement/receiving | temin |
astronaut | astronot |
at (least) /might as well /then | bari |
at (the time of ) / by twilight | alacakaranlık vakti |
at a fabulous price | muhteşem bir fiyata |
at a gallop / im gallop | dörtnala |
at a slow rate | yavaş bir hızla |
at any cost / no matter what's the cost (b) | bedeli ne olursa olsun |
At first Edmund tried not be rude like speaking while his mouth was full | Önceleri Edmund ağzı doluyken konuşmak gibi bir kabalık yapmamaya çalışıyordu |
At five there is a 'bus to / from the sea', remember? I came with it. | Saat beşte bir deniz otobüsü var ya, onunla geldim. |
at half-time | devre arasında |
at home | evde |
At last the wind has died down. | Hele rüzgâr kesildi. |
at least | hiç değilse |
at least (short form = more formal) at least do ... only long form | en az(ından) |
at least / at last (h) | hele |
At least the brain wants to entertain itself with new ideas. | En azından beyin yeni fikirlerle kendini eğlendirmek ister. |
at least three fierce dogs must be guarding this place | Burayı en az üç azgın köpek koruyor olmalı. |
at length /broadly/ on and on (e.b.) | enine boyuna |
at midnight | gece yarısı |
at noon | öğlen |
at one o'clock | saat birde |
At ten to four | dörde on kala |
at that (this) speed / at that rate | bu hızla |
at that moment / at that point | o sırada |
at the crossing /junction / an der Kreuzung | kavşakta |
at the feet of | ayaklarının dibinde |
at the last moment | son anda |
At the most inappropriate moments | en olmadık zamanlarda |
at the same time | aynı anda |
at this time of the night | akşam akşam |
at top speed | son hızla |
At what time? | Saat kaçta? |
at work | işte |
at your convenience | mümkün olduğu kadar yakın bir zamanda |
at your convenience | mümkün olduğu kadar yakın bir zamanda |
at/on the step of the Dursley's door | Dursley'lerin kapı eşiğine |
Atatürk is an excellent leader | Atatürk mükemmel bir lider |
Atlantic Bonito (a large mackerel-like fish common in shallow waters of the Atlantic Ocean, the Mediterranean Sea, and the Black Sea, where it is an important commercial and game fish.) | palamut |
atmosphere | atmosfer |
atomic structure | atomik yapı |
atrociously / accursedly / dismally / rottenly | berbat bir şekilde |
attached files | ekli dosyalar |
attack | kriz |
attempt /enterprise / endeavour | girişim |
Attend to my prayer ! | Duama kulak ver ! |
attention / care | aldırış |
attention / care / caution / notice | dikkat |
attitude /behaviour / manner | tavır |
attractive | çekici |
attractiveness / charme / appeal | çekicilik |
attractiveness/charme/, Liebreiz | cazibe |
auction | müzayede |
audiance /spectator | seyirci |
audio teleconferencing | görüntüsüz telekonferans |
August | Ağustos |
Aunt (maternel) | Teyze |
Aunt (paternel) | Hala |
auspicious / favorable | tekin |
Australia | Avustralya |
authentic | otantik |
authenticity | güvenilir olma |
authority | otorite |
authority | yetkili |
authority / power | Yetki |
automatic | otomatik |
automatically | otomatik olarak |
autumn | sonbahar |
autumn (g) | güz |
available (not occupied) | müsait |
available / existing | mevcut |
avantgardist | yenilikçi kimse |
average quality | orta kalite |
Avocado | Avokado |
Avoid stress | Stresten kaçın. |
awake | uyanık |
aware | haberdar |
awful /dreadful /adverse condition (e.g.for weather) | olumsuz şart |
axle ( of a car/waggon) | aks |
aye aye, sir ! /At your order, my general! | Emredersiniz komutanım ! |
azalee | açelya |
Ağaç gövdesi o kadar eğri büğrü ve kabaydı ki neredeyse içinden gizlice bakan yüzler görebiliyordum | The tree trunk was so gnarled and rough that I could almost see faces peering out of the trunk. |
Aşağıya in ve bir bak. | Go down and look ! |
baby | bebek |
baby / cub / nestling / little one | yavru |
baby goat / kid | oğlak |
back / hind / rear (a) | arka |
back / rear (g) | geri |
Back then / in those days they were only a theory. | O zamanlar bunlar sadece teori. |
Back then proton,neutron and electrons were believed to be the smallest materials. | O zamanlar, en küçük maddelerin proton, nötron ve elektron olduğuna inanılıyordu. |
backbone /spine | omurga |
backpack | sırt çantası |
bacon | pastırma |
bad | kötü |
bad conscious / remorse / schlechtes Gewissen | vicdan azabı |
bad joke (not funny) | soğuk espri |
Bad news travels(reaches) quickly(t) | Kötü haber tez ulaşır |
bad spells / evil spells | kötü büyüler |
badger / Dachs | porsuk |
badminton | badminton |
bag (t) | torba |
bag / sac / pouch / purse | kese |
bagel | simit |
bagel (cookie) | yahudi simidi |
baggy white shirts | dökümlü beyaz gömlekler |
balance | denge |
balcony | balkon |
ball | top |
ball pen | tükenmez kalem |
Ballaststoffe / fiber | lif |
ballet | bale |
ballet teacher | bale hocası |
banana | muz |
band of robbers /Räuberbande | eşkıya çetesi |
bandit / Räuber | eşkıya |
bankaya girip vurgun yapmak | to rob a bank |
Bankcontact /Mister cash | ATM |
banquet | ziyafet |
Barbecue (device) | mangal |
bard | ozan |
barefoot | yalınayak |
bargain /deal | pazarlık |
Bark /Rinde | kabuk |
barks / yelps | havlayışlar |
barley /Gerste | arpa |
barque / Kahn / fishing boat | sandal |
barred / vergittered | parmaklıklı |
barrel /Faß | fıçı |
barren | kıraç |
barren /infertile /desert /poor /waterless | çorap |
baseball | beyzbol |
basement / cellar | bodrum |
basic | temel |
basic concept | temel kavram |
basical observation / simple observation | basıt gözlem |
basically | temel olarak |
basilicum | fesleğen |
basket | sepet |
basketball | basketbol |
basketball is the most popular sport | basketbol en popüler spor |
bat | yarasa |
bath glove | kese |
bathed in sweat / schweissgebadet | tere batmış |
bathroom | banyo |
battlefield / battleground | savaş alanı |
bazalt | basalt |
Be a helper | yardımcı ol |
Be a helper to girls and boys (e) waiting for your opinions/ visions | görüşlerini bekleyen kızlara ve erkeklere yardımcı ol |
be arrested in alleged plot to murder | cinayet planlama iddiasıyla tutuklanmak |
be available in | -de mevcut olmak |
Be careful | Dikkatli olun |
Be careful not to anger the wild elephants. | Yabani filleri kızdırmamaya dikkat et. |
be content with one's life | hayatından memnun olmak |
Be healthy ( said after a haircut) | Sıhhatler olsun! |
Be organized | Planlı olun. |
Be quiet ! | sessiz ol! |
beach (s) / coast | sahil |
beacon /signal tower | işaret kulesi |
Bead /pearl | boncuk |
beak (of a bird) | gaga |
beaked / having a beak | gagalı |
beaker (chemistry glass cup/ measuring cup) | beher |
bear | ayı |
beautiful | güzel |
beauty | güzellik |
beaver | kunduz |
because | çünkü |
because he is in love with that girl | o kız aşık olduğundan |
because he knew the answer he was going to get by heart | alacağı cevabı ezberden bildiği için |
Because I am stubborm I persistently keep asking you questions . | İnatçı olduğum için sana inatla soru sorup duruyorum. |
because I don't get on well with my boss | patronumla geçinemediğim için |
Because I don't have all the information. | Çünkü tüm bilgilere hâkim değilim |
Because I went to bed late last night. | Çünkü,dün gece geç yattım. |
Because Isaac Newton is a genius he does not miscalculate | Isaac Newton bir dâhi olduğu için yanlış hesaplamaz |
because it blocks the cell phone signals | cep telefonu sinyallerini bloke ettiği için |
because it blocks the cell phone signals nobody can talk on the phone | cep telefonu sinyallerini bloke ettiği için kimse telefonla konuşamıyor |
because of / due to (d) + abl. | dolayı |
because of / on account of / due to an Nominative | yüzünden |
because of civil war | iç savaş yüzünden |
because of him / her | onun yüzünden |
because of his sword | kılıcı yüzünden |
because of this situation | bu durum yüzünden |
because of you / thanks to you / grâce à toi | Sayende |
because of you(pl) / thanks to you / grâce à vous | Sayenizde |
because of/due to illness | hastalık yüzünden |
because she was afraid that he would make fun of her | onunla dalga geçmesinden çekindiği için |
because she was sleepy | uyku sersemi olduğu için |
Because the people of the land are doing abjectly /vulgarly adultery by leaving me. | çünkü ülke halkı benden ayrılarak adice zina ediyor. |
because the protons are positively charged,the electrons are negatively charged | çünkü protonlar artı yüklü, elektronlar eksi yüklü. |
because they couldn't take roots | Kök salamadıkları için |
because they couldn't take roots they dried off | Kök salamadıkları için kuruyup gittiler. |
because they fired him on the grounds of removing the unrest out of the Manisa church | Manisa kilisesinden huzursuzluk çıkardığı gerekçesiyle kovdukları için |
because we messed them up ourselves / Weil wir sie selbst vermasselt haben | hepsini elimize yüzümüze bulaştırdığımız için |
become exempt (from) | muaf hale gelmek |
become more self-confident | kendine daha fazla güvenli hale gelmek |
become uncontrollable | kontrol edilemez hale gelmek |
bed | yatak |
bed frame/ Bettgestell (the metal part / springs of a bed) | somya |
bed sheet / Bettbezug | nevresim |
bed sheet /Laken | çarşaf |
bedroom | Yatak odası |
bedside | başucu |
bee | arı |
bee eater/merop /Bienenfresser (Southeast european/African bird - about 24 cm big/ very colourful) | arıkuşu |
bee wax | balmumu |
beech / Buche | kayınağacı |
beef | kırmızı et |
beef | sığır eti |
beer | bira |
Beer and similar beverages | Bira ve benzeri içecekler |
Beer and similar beverages decrease your interest in your environment. | Bira ve benzeri içecekler, sizin çevrenize olan ilginizi azaltır |
Beerenobst / berries | üzümsü meyveler |
beetles that indwelled abandonned snale houses | terk edilmiş salyangoz kabuklarına yerleşen böcekler |
before | evvel |
before / ago (ö) | önce |
before /in the beginning /at first / vormals / at many times (in the past) | önceleri |
before closing (y) his eyes | gözlerini yummadan önce |
before displaying | sergilemeden önce |
before displaying forms of enterprise / impulsiveness | Atılgan davranmış biçimlerini sergilemeden önce |
Before exhibiting the forms of impulsive behavior, the person must first identify the things/sides that need to be developed, | Atılgan davranış biçimlerini sergilemeden önce kişi, öncelikle geliştirmesi gereken yanlarını tespit etmeli |
Before exhibiting the forms of impulsive behavior, the person must first identify the things/sides that need to be developed, he has to become his own doctor. | Atılgan davranış biçimlerini sergilemeden önce kişi, öncelikle geliştirmesi gereken yanlarını tespit etmeli, kendisinin doktoru olmalıdır. |
before its time / prematurely | vaktinden evvel |
before the ceasing of this madness | bu çılgınlık dinmeden önce |
before they scatter like mice | fareler gibi kaçışmadan önce |
Before turning to the Elve | Elfe dönmeden önce |
before x | x-den önce |
before x-ing | x-meden |
beggar | dilenci |
beginner | acemi |
beginner's luck | acemi şansı |
beginning | başlangıç |
behaviour / Verhalten | davranış |
Behind him there was a wide grass and tree circle. | Arkasında geniş bir çimen ve ağaç halkası vardı. |
Behind him, in the place where just before the deers were laying (to sleep) there was a wide smoldering grass and tree circle. | Arkasında, az önce geyiklerin yattığı yerde dumanı tüten geniş bir çimen ve ağaç halkası vardı. |
Behind me someone exploded into laughter. | Arkamdan birisi bir kahkaha patlattı. |
Behind the dwarf in the middle of the sledge on a higher chair a very different person was sitting | Cücenin arkasında, kızağın ortasında, daha yüksek bir oturakta çok farklı biri oturmaktaydı |
being fashionable | revaçta olan |
being his usual students | kendisinin her zamanki öğrencileri olan |
being independant | bağımsız olarak |
being legal / legally | yasal olarak |
being seized by horror | dehşete kapılarak |
being unable to catch the meaning /not being able to make sense of it | anlamlandıramayarak |
Belıeve (me) I am not resentful to (offended by) love | inan sevgiye küskün değilim |
believe that things are scientifically measurable | bilimsel olarak ölçülebilen şeyler |
believer | inanan |
believers | inananlar |
bell | zil |
bellow / Brüllen | böğürtü |
belly | göbek |
belonging (defect verb) | aidiyet |
belonging (defect verb) | ait olma |
belonging (defect verb) | aitlik |
belt | kemer |
belt (not leather) pouch / money-belt (k) | kuşak |
benches | oturma bankları |
Bending (down) she looked outside through the windowpane wettened from the rain | yağmurdan ıslanmış cama doğru eğilerek dışarıya baktı. |
benefactor /do-gooder /Wohltäter /patron | velinimet |
benefit / profit / advantage / usefulness | fayda |
bent double / very stooped /(due to old age, infirmity, etc.) | iki büklüm |
Beryllium -Be 4 | Berilyum |
Besides (anyway) not every word is in the dictionary. | Her kelime sözlükte olmaz zaten. |
besides that / and also | hem de |
best | en iyi |
best available techniques | mevcut en iyi teknikler |
Best wishes for recovery. /Gute Besserung. | Geçmiş olsun |
best wishes on / congratulations to your new job | yeni işin hayırlı olsun |
best-case scenario (not idiomatic) / idiomatic | en iyi senaryo (su) - en iyi |
betrayal | ihanet |
better | daha iyi |
Better not to risk it. (Better if we don't...) | Risk almasak iyi olur. |
Better than nothing | Hiç yoktan iyidir |
Better to die than become notorious.equiv: Give a dog a bad name and hang him.He that has an ill name is half hanged .May the life of a man come out instead of his name coming out | Adamın adı çıkacağına canı çıksın. |
between | arasında |
between four and five o'clock | Saat dört-beş arası |
between these three meals (in the times between...) | Bu üç öğünün haricinde aralarda |
between/ among | arası |
beyond this page | Bu sayfadan sonrasını |
Bible exegesis | Kutsal kitap yorumu |
biceps | pazı |
big | büyük |
Big-bodied animal | iri gövdeli hayvan |
Big-bodied animal from the group of carnivore mammals | Memelerin et obur takımından iri gövdeli hayvan |
bigger than the school Meggie went to last year | Meggie'nin geçen yıl gittiği okuldan daha büyük |
bike | bisiklet |
Bilbo was convinced that Lobelia had nicked quite a few (e) spoons from the house. | Bilbo, Lobelia'nın evden epeyce kaşık yürütmüş olduğu kanısındaydı. |
Bilbo's dwelling had become quite cluttered with belongings of the course of his long life. | Bilbo'nun meskeni uzun yaşamının seyrine ait eşyalarla oldukça ıkış tıkış bir hâl almıştı. |
billions of turkish pounds | milyarlarca lira |
billygoat | teke |
binoculars /Fernglas | dürbün |
bipedal / two legged | iki ayaklı |
birch /Birke | huş ağacı |
bird | Kuş |
bird watchers | kuş meraklıları |
birds singing in the branches | dallarda öten kuşlar |
birthday | doğum günü |
bisextile | artık yıl |
bishop / Läufer (chess) | fil |
bit / Kandare /Trense (Teil des Halfters im Pferdemaul) (g) | gem |
bitter / painful / heartbroken / mournful / wehmütig | acılı |
bitterly | içli içli |
blabbermouth /Schwatzkopf | Boşboğazı |
black | siyah |
black cloaked | siyah pelerinli |
black cumin | çörek otu |
black currant / schwarze Johannisbeere | siyah frenküzümü |
black eye beans | kuru börülce |
black pepper | karabiber |
black Urgal blood stained the bag that was in her hand | siyah Urgal kanı elindeki keseyi lekeliyordu. |
blackberry / Brombeere | böğürtlen |
blackberry branches / brambles | böğürtlenlerin dalları |
blackish (s) | siyahımsı |
blackish (t) | siyahımtrak |
blackmailer | şantajcı |
blanket / cover | battaniye |
Blattstiel / leave stalk | yaprak sapı |
Bleistift/pencil | kurşun kalem |
bless you! (sneezing) | çok yaşa! |
blessed | kutlu |
blessed is / lucky is / happy is + Dat | ne mutlu |
Blessed is he who does not stumble (s) and fall because of me (for my sake) | Benden ötürü sendeleyip düşmeyene ne mutlu. |
blessing (n) | nimet |
blind | kör |
blindly believing | kör inançlı |
blistered paintings | kabarmış tablolar |
blocked | bloke |
blocked /obstructed | tıkalı |
blond | sarışın |
blood | kan |
blood pressure | kan basıncı |
blood red | kan rengi |
Blood runs thicker than water | akrabalık arkadaşlıktan daha önemlidir |
blood was leaking from my jeans | kan kotumdan sızıyordu |
bloody / damn / adj | lanet olası |
Blouson | mont |
blue | mavi |
Blue tit | mavi baştankara |
blueberry / Blaubeere / Heidelbeere | Siyah yabanmersini |
blueish (s) | mavimsi |
blueish (t) | mavimtrak |
Bluff / Blöff | blöf |
blurred /blurry /foggy/cloudy/misty | bulanık |
board (committee) | kurul |
board member | kurul üyesi |
boarding pass | biniş kartı |
boarding pass | uçuş kartı |
Boasting / Airs / Wichtigtuerei | caka |
boat | tekne |
boat / ferry / Dampfer (not very big) | vapur |
bodied / with a body | gövdeli |
body (b) | beden |
body (v) | vücut |
body hair | kıl |
body height | boy uzunluğu |
body parts / Körperteile | vücut parçaları |
boiling / scalding hot / kochend / brodelnd | kaynar |
bolding from his hand | elinden fırlayan |
bomb explosion | bomba patlaması |
Bone | kemik |
book | kitap |
book binding | ciltleme |
bookcase | kitaplık |
Books can for example give you an idea. | Kitaplar örneğin sana fikir verebilir. |
Books cause all kinds of problems. | Kitaplar her tür soruna neden olurlar. |
Books disappeared because their covers where cut and made into shoe soles | kitaplar yok olmuş; çünkü ciltleri kesilip ayakkabı tabanı yapılmış, |
Books disappeared because with their pages steam baths were heated | kitaplar yok olmuş; çünkü sayfalarıyla buhar banyoları ısıtılmış, |
bookshop | kitapçı |
boot | Çizme |
bootlicker /groveler /asshole (y) /Schleimer | yalaka |
border (s) | sınır |
boredom / annoyance / nuisance | sıkıntı |
boring | sıkıcı |
Borun /Bor - B 5 | bor |
both | ikisi |
Both men and girls moved with a disturbing grace. | Hem kızlar hem de erkekler, rahatsız edici bir incelikle hareket ediyorlardı. |
both of us | ikimiz |
bother /trouble / Mühe / Anstrengung | zahmet |
bottle opener /Korkenzieher | tirbuşon |
bottomless / abysmal | dipsiz |
bounce / jump | zıplamak |
bovine / cattle (b) | büyükbaş |
bovine animal / cattle | büyükbaş hayvan |
bowels/intestine | bağırsak |
box | kutu |
box / loge (opera) | loca |
boxing | boks |
boyfriend | erkek arkadaş |
bracelet | bilezik |
braces / Zahnspange | diş teli |
brain (b) | beyin |
brain storm | beyin fırtınası |
branch | dal |
branch / faculty / subject | branş |
brass /Messing | pirinç |
brave | cesur |
brave enough | yeterince cesur |
bread | ekmek |
bread crumbs | ekmek kırıntıları |
bread crumbs remaining from a picnic | bir piknikten kalan ekmek kırıntıları |
bread crumbs remaining in the pocket of her coat from a picnic | montunun cebindeki bir piknikten kalan ekmek kırıntıları |
break | mola |
break / interruption (a) | ara |
break / school break / recreation | teneffüs |
breakdown / collapse / depression | çöküntü |
breakfast | kahvaltı |
breaking news | haberleri sunma |
breath | nefes |
Breath in ! Breath out ! / Inhale, exhale! | Nefes alın, nefes verin! |
breathlessly /pantingly /out of breath | nefes nefese |
breeze | esinti |
bribes | rüşvet |
bride /daughter-in-law | gelin |
bridegroom /son-in-law | damat |
bridge | köprü |
bright / brightness | aydınlık |
bright-eyed and bushy tailed | çok neşeli ve canlı |
Brilliant / bright / shiny / polished / sparkling | parlak |
Bring (me) | getirin |
Bring me a coffee! | Bana bir kahve getir! |
Bringing teddy bears to school is not allowed. | Okula oyuncak ayı getirilemez. |
broad black smears | geniş siyah lekeler |
Broad black smears defiled the blistered paintings. | Geniş siyah lekeler kabarmış tabloları kirletmişti. |
brochure | broşür |
broken (b) | bozuk |
broken (for good /unrepairable) | kırık |
broken (seems to be broken /might be fixed) | kırılmış |
bronchia / Bronchien | bronşlar |
bronchitis | bronşit |
bronze | tunç |
bronze (b) | bronz |
bronze age | tunç devri |
broodiness | gurk olması |
broom | süpürge |
brother | erkek kardeş |
brother /bro /dude | kardeş |
brother /bro /dude (shortened in texting) | krdş |
brought by merchants | tüccarların getirdiği |
brown | kahverengi |
brown lentils | kahverengi mercimek |
Brunson's case, which contains (about which are found) important allegations, officially began. | Hakkında önemli iddiaların bulunduğu Brunson'un davası resmen başladı. |
Brunson's witness who remarked (pointed out) that he made (gave) these statements | bu ifadeleri verdiğini belirten Brunson'un tanığı |
brutally / violently / bloodthirstily | hunharca |
Bu I've been up all night studying for this test. | Bu teste hazırlanmak için bütün gece ders çalıştım. |
bubbly | köpük köpük kabarmış |
bucket | kova |
buckskin / chamois / Gemseleder | güderi |
buckskin / chamois / Gemseleder cover (housse) | güderi bir kılıf |
bud /Knospe | tomurcuk |
Budgerigar (Wellensittich) | Muhabbet Kuşu |
buffet | büfe |
builder / constructor | inşaatçı |
building (b) | bina |
bulgy clouds | şişkin bulutlar |
bull | boğa |
bullet (m) | mermi |
bullet /missile | kurşun |
bullet hole | kurşun deliği |
bullet holes | mermi delikleri |
bullet-proof vest | kurşun geçirmez yelek |
bundles of sunlight | güneş ışığı demetleri |
bundles of sunlight seeping through the cracks in the wall | duvardaki çatlaklardan sızan güneş ışığı demetleri |
Bunu ona iletmeyeceğim. | I won't transmit it to her. |
burka | kara çarşaf |
burn / scorch / weather beaten | yanık |
burned down / (burned and ruined) | yakıp yıkılmış |
burning | yanan |
bus | otobüs |
bus trip | otobüs gezisi |
bush | çalı |
bushy (moustache /grass) /full/loud voice | gür |
busily /continuously /rattling /humming /buzzing | vızır vızır |
but | ama |
but (f) | fakat |
But according to research, it is not a drink that will increase your creativity. | Ama araştırmalara göre yaratıcılığınızı artıracak bir içecek değildir. |
But after a while the air began to get hot and stuffy. | Fakat bir süre sonra hava ısınmaya ve bunaltmaya başladı |
But another question worried ( her head)/ made her think even more. | Ama başka bir soru kafasını daha da kurcalıyordu. |
But each time I have difficulties to find my bathsuit. | Ama her seferinde mayomu bulmakta zorlanırım. |
But fear God who can destroy the soul and also the body in hell. | Canı da bedeni de cehennemde mahvedebilen Tanrı'dan korkun. |
But he could not give more of his attention to the embroidered circle. | Fakat dikkatini nakışlı çembere fazla veremedi. |
but he did not try to stop her | ama onu durdurmaya çalışmadı. |
But he didn't want to wait until they would come. | Ama onlar gelene kadar beklemek istemiyordu. |
But how fear will be spread to every place, here is what he knows very well. | Ama korkunun her yere nasıl bulaştırılacağını,işte bunu çok iyi bilir. |
but I do not live anymore | ... ama artık yaşamıyorum |
But if I do not look around, I simply can't see anything (what shall I do) | Ama ben bakınmazsam, hiç göremem ki |
But if I don't change , I simply can't be (what should I do) | Ama ben değişmezsem, ben olamam ki |
But if I don't learn I simply can't be (what should I do) | Ama ben öğrenmezsem, hiç olamam ki |
But if I don't like it I simply don't speak at all | Ama ben beğenmezsem, hiç konuşmam ki |
But if we confess our sins, God, who is faithful and just, will forgive our sins and cleanse(fut/fact) us from all evil. (k) (1 Jn 1:9) | Ama günahlarımızı itiraf edersek, güvenilir ve adil olan Tanrı günahlarımızı bağışlayıp bizi her kötülükten arındıracaktır. |
But if you measure the weight of the nucleus you will see that it is more than the number of protons. | Ama eğer çekirdeğin ağırlığını ölçersen, proton sayısından fazla olduğunu görürsün. |
But in our home country search is lost. The orient is the place to sit and wait. With a bit of patience everything will come to your feet. (Ahmet Hamdi Tanpınar) | Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir. |
But it was too late. | Ama çok geç kalmıştı. |
but it's over | ama artık bitti |
but its light was darkness as if mixed with shadow | ama ışığı karanlıktı sanki gölgeyle karışmış gibi |
But let's get something straight : if you insist on reading this book despite my warning, you cannot hold me responsible for the consequences, | Ama bir şeyi açıklığa kavuşturalım : uyarmama rağmen bu kitabı okumakta ısrar edersen,doğacak sonuçlardan beni sorumlu tutamazsın. |
But let's not go that much into detail today / But let's not go into that much today. | Ama o kadar detaya girmeyelim bugün. |
but me / me on the other hand | bense ( ben ise) |
But Meggie was now twelve, and was old enough to take care of a few candles | Oysa Meggie artık on ikisindeydi ve birkaç muma dikkat edecek yaştaydı. |
But nothing tried (y) to grab me and pull me back. | Ama hiçbir şey beni yakalayıp çekmeye yeltenmedi. |
but of course | ama tabii |
but that was the best I could do | ama elimden gelen bu kadardı |
but the Queen did not care about this anymore | ama Kraliçe'nin buna aldırdığı yoktu artık |
But this did not reduce her beauty. | ama bu güzelliğini azaltmıyordu. |
But this effect is weak compared to the Russian influence felt in Kazakh. (Kazakça) | ama bu etki Kazakçada hissedilen Rusça etkisine kıyasla zayıf. |
But this made matters worse | ama bu durumu daha da kötü bir hâle getirdi |
But those (quant à ceux) who connect / attach | bağlayanlarsa |
But those who hope in the Lord | Rab'be umut bağlayanlarsa |
But today we know that there are smaller particles (eg quarks, bosons, fermions, baryons etc.) | Ama bugün biliyoruz ki daha küçük parçacıklar da var, (örn: kuark, bozon, fermiyon, baryon vs.) |
but was a narrow escape (by a hair's breadth) | Ama kıl payı bir kaçıştı bu. |
but what can I do ? | ama ne yapabilirim |
But who endures until the end will be saved. | Ama sonuna kadar dayanan kurtulacaktır. |
butt / Hintern | popo |
butter | tereyağı |
buttercup /Hahnenfuss /Butterblume (lit. wedding flower) | düğünçiçeği |
butterfly | kelebek |
button / Knopf | düğme |
Buy two get one for free. | İki tane alana, bir tane bedava. |
by (k) | kenarında |
by (someone) | tarafından |
by a hair's breadth | kıl payı |
by almost a third | nerdeyse üçte bir oranında |
by candlelight | mum ışığında |
by day light / in the day light | gün ışığında |
By for now | şimdelik hoşça kal |
By Jove / I swear / By God / upon my word | Vallahi |
by leaps and bounds /very quickly /rapidly | çarçabuk |
by looking edgewise at him | ona yan yan bakarak |
By marrying I got my husband's family name. | Evlenmekle kocamın soyadını aldım. |
by mistake / mistakenly | yanlışlıkta |
by not having treatment | tedavi olmamakla |
by prodding at it with her wires | onu telleriyle dürtükleyerek |
by slipping to the side | yana doğru kayarak |
by the Creator | Yaratıcı tarafından |
by the jury | hakimlikçe |
by the way | bu arada |
By the way, he e-mail that Cem wrote came | Bu arada, Cem'in yazdığı eposta geldi. |
By the way, this is actually a convention. | Bu arada, bu aslında bir konvansiyondur. |
by the words (testimony) of a secret witness | bir gizli tanığın ifadesiyle |
by thinking | düşünerek |
by touching slightly the mare's flank | kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak |
by turning | döne döne |
by turns | dönüşümlü olarak |
by wandering around in villages, markets suchlike places | köy, pazar ve benzeri yerlerde dolaşarak |
Bye bye | Güle güle |
bölgedeki gerilimi tırmandırmak | to increase the tension in the region |
cabbage | lahana |
cabin | Kabin |
cafeteria | kafeterya |
cake (k) | kek |
cake / Torte | pasta |
calcite Kalkspat | kalsit |
Calcium -Ca 20 (Gümüşi beyaz) | Kalsiyum |
calculator / Taschenrechner | hesap makinesi |
calf | dana |
Call an ambulance | bir ambulans çağırın |
Call an ambulance ! | Ambulans çağırın ! |
Call the fire department / Rufen Sie die Feuerwehr ! | itfaiyeyi çağırın! |
Call the police ! | Polis çağırın! |
called | denen |
Calm down ! | sakin ol |
calyx /Blütenkelch | çanak |
camel | deve |
camera (f. m) | fotoğraf makinesi |
camomile tea | papatya çayı |
camper van | kamp arabası |
camping equipment | Kamp malzemeleri |
campus | yerleşke |
can (e.g. coke) | kutu |
Can I ask you (pl) a question? | size bir soru sorabilir miyim? |
Can I borrow your pencil sharpener? | Kalem tıraşını ödünç alabilir miyim?? |
Can I buy you a drink? | Sana içecek bir şey ısmarlayabilir miyim? |
Can I camp here ? stationary verb goes with locative (übernachten) | Burada konaklayabilir miyim? |
Can I have a helmet ? (e.g. bike/motorbike...) | Başlık alabilir miyim? |
Can I have sheets ? | Çarşaf alabilir miyim? |
Can I have the bill please ? | hesabı alabilir miyim lütfen? |
Can I help (you)? | Yardımcı olabilir miyim? |
Can I invite you for a coffee? | Sana kahve ısmarlayayım mı? |
Can I park here ? | Buraya park edebilir miyim ? |
Can I set my tent up here? | Çadırımı buraya kurabilir miyim ? |
Can I taste one ? | Bir tane tadabilir miyim? |
Can I visit your grandmother on Thursday ? | Perşembe anneanneni ziyaret edebilir miyim? |
Can it eliminate / supply for man's lonliness? | Insanın yalnızlığını giderebilir mu? |
can we have ... please? | ... alabilir miyiz lütfen? |
Can we have the menu please ? | menüyü alabilir miyiz lütfen? |
Can you /would you help me ? (Simply spoken) | bana yardım eder misin |
Can you answer this question? | Bu soruya cevap verebilir misin? |
Can you bring it here ? | Onu buraya getirebilir misin ? |
Can you buy him a computer ? | Onun için bir bilgisayar alabilir misin ? |
Can you buy us a guitar ? | Bize bir gitar alabilir misin ? |
Can you call me? | Beni arayabilir misin? |
Can you count all the jellybeans in that jar? | Kavanozdaki jöle fasulyelerini sayabilir misin? |
Can you describe her ? | Onu betimleyebilir misin ? |
can you draw a picture of him? | onun bir resmini çizebilir misin? |
Can you drive me to this hotel, please ? | beni bu otele götürebilir misiniz lütfen? |
Can you eat them? ( Are you able too?) | Onları yiyebiliyor musun ? |
Can you eat them? (Please go ahead) | Onları yiyebilir misin ? |
can you evaluate ? | Değerlendirebilir misiniz ? |
Can you find us ? | Bizi bulabilir misin ? |
Can you fix it now? | Şimdi tamir edebilir misiniz? |
Can you give me a glass of water? | Bana bir bardak su verebilir misin? |
Can you give me an example? | Bana bir örnek verir - verebilir misin ? |
Can you help me (polite) | bana yardım edebilir misin |
Can you help me ? Konnen Sie mir helfen? (Very polite) | bana yardım edebilir misiniz? |
Can you imagine ? | hayal edebilir misin? |
Can you listen to me? | Beni dinleyebilir misin ? - Beni dinler misin? |
Can you open it? | Onu açabilir misin ? |
Can you open the window ? (Simply spoken) | pencereyi açar mısın |
Can you prove these to me? | Bunları bana kanıtlayabilir misin? |
Can you recite that old poem? | O eski şiiri ezbere okuyabilir misin? |
Can you repeat this ? | tekrarlayabilir misiniz? |
Can you see us? | Bizi görebiliyor musun ? |
Can you speak slower please ? | daha yavaş konuşabilir misiniz lütfen? |
Can you visit us today ? | Bugün bizi ziyaret edebilir misin |
can't / unable | gücü yetmez |
Can't be /no way /impossible /oops a daisy | olamaz |
canaanites | kena(a)niler |
Canada | Kanada |
cancellation of registration | sicil iptali |
candidate | aday |
candied fruit | glaze meyeler |
candle | mum |
candlelight | mum ışığı |
candlestick | şamdan |
cannot get enough | doyum olmaz |
cannot get enough of the view here(abouts) | buranın manzarasına doyum olmaz |
cannot get enough of watching | seyretmeye doyum olmaz |
capacity /ability /faculty / power | yeti |
capital / Hauptstadt | başkent |
caprice | değişken istek |
Captain Eshref who stood with a sheepish grin in front of the door | Kapının önünde ezik bir gülümseyişle dikilen Yüzbaşı Eşref |
car / cart / wagon | araba |
Carbon / Kohlenstoff - C 6 | karbon |
carcass | leş |
card | kart |
cardamom | kakule |
cardigan | hırka |
career | kariyer |
careful / vorsichtig (d) | dikkatli |
careless / listless / heedless | dikkatsiz |
carfree | arabasız |
Cargo ready / Ready for shipping / versandbereit | Kargoya hazır |
carnivorous | etobur |
Carpenter | marangoz |
carpet | halı |
carrot | havuç |
carrot juice | havuç suyu |
cartoon film / Zeichentrickfilm | çizgi filmler |
case file / criminal charge file | iddianame |
cases (gram.) | İsim hâliler |
cash | nakit para |
Cashewnut | hintfındığı |
castle / chateau (ş) | şato |
castle / stronghold | kale |
castle /Turm (chess) | kale |
castle ruins / Burgruine | kale kalıntıları |
casual /superficial (ü) | üstünkörü |
cat | kedi |
Catch her! | Yakalayın onu ! |
caterpillar | Tırtıl |
caterpillars that have coloured thorns | renkli dikenleri olan tırtıllar |
cats scratching about the ground for sweet potatoes | Toprağı tatlı patates bulmak için eşeleyen kediler |
cattle (includes cows, bulls, oxen, and buffaloes) | sığır |
caught in the fires | yangınlara yakalanmış |
cauldron | kazan |
cauliflower | karnabahar |
caution /measure /precaution | tedbir |
cautiously | ihtiyatla |
cautiously (t) | temkinli bir şekilde |
cautiously examinating her surroundings | çevresini temkinli bir şekilde inceleyen |
Cautiously he lifted his head until he could see with one eye. | İhtiyatla başını tek gözüyle bakabilecek kadar kaldırdı. |
cave (m) | mağara |
cave / hole / burrow (i) | in |
cavity | oyuk |
cavity, hole | kovuk |
Ceder / Zeder | katranağacı |
ceiling | tavan |
celebrate / congratulate | kutlamak |
celery | kereviz |
celery seeds | kereviz tohumu |
cell phone | cep telefonu |
cellar | mahzen |
centaurs | kentaurlar |
centimetre | santim |
century | yüzyıl |
ceramic / porcelain | seramik |
cereal flakes / Getreideflocken | tahıl ezmesi |
cereal types / Getreidearten | hububat türleri |
cereals | hububat |
cereals/ cornflakes | kahvaltılık gevrek |
certain / determined (b) | belli |
certainly / definitely / absolutely | kesinlikle |
certainly / yes / with pleasure | baş üstüne |
certificate of vaccination | aşı kağıdı |
cetacean (a marine mammal of the order Cetacea ; a whale, dolphin, or porpoise) | memeli deniz hayvanı |
chain | zincir |
chair | sandalye |
chair (i) | iskemle |
Chairman of the board of directors | yönetim kurulu başkanı |
chalcedony (quarz variety) | kalsedon |
Chalk | tebeşir |
challenging / provoking / impulsive (d) | dürtücü |
challengingly /in defiance of | meydan okuyarak |
chamberpot / bedpan / Nachttopf | lazımlık |
champion | şampiyon |
championship | şampiyonluk |
chance / coincidence | tesadüf |
chance / possibility | ihtimal |
chance that ... | ... olma ihtimali |
chandelier / Kronleuchter | avize |
change (little money) /Wechselgeld | üstü |
Change /alteration /modification | değişiklik |
change /coin / Wechselgeld / Kleingeld | bozuk para |
change /coin /Kleingeld | bozukluk |
change of page orientation between horizontal and vertical | sayfa yönlendirmesini yatay ile dikey arasında değiştirme |
changes are saved (computer) | değişiklikler kaydedildi |
chaotic | karmakarışık |
chapter / part | bölüm |
Characteristics of Expression | Anlatımın Özellikleri |
charged | yüklü |
charger | şarj aleti |
charm /attraction (more used in chemistry) | cazibe |
charm /incantation /spell (e) | efsun |
cheap | ucuz |
Cheap as well as clean. And the fish is very fresh. | Hem ucuz hem de temiz. Balıklar da çok taze. |
cheaper | daha ucuz |
cheek | elmacık |
cheek /Wange | yanak |
Cheer up bro/ not all hope is lost (texting / full version) | 'Üzülme be olm!' - 'Üzülme be oğlum!' |
cheerful / sprighty/ high-spirited /mirthful /merry (n) | neşeli |
cheerful thoughts | neşeli düşünceler |
cheerfully /merrily | neşeyle |
cheese | peynir |
Cheese buns | peynirli poğaça |
chemical | kimyasal |
chemistry | kimya |
cherry | vişne |
cherry (k) | kiraz |
chess | satranç |
chess board | satranç tahtası |
chessmen /Schachfiguren | satranç taşları |
chest | göğüs |
Chest of drawers / Kommode (ş) | şifonyer |
chest of drawers / Komode | çekmeceli dolap |
chestnut | kestane |
Chewing gum | sakız |
chicken (meat) | tavuk eti |
chicken / hen | tavuk |
chicken bones | tavuk kemikleri |
chicken pie | tavuklu börek |
chicken thief | tavuk hırsızı |
chicken with soy sauce | soya soslu tavuk |
chicklet | civciv |
chickpeas / Kichererbse | nohut |
chicoree /endive | hindiba |
child | çocuk |
child (e) | evlat |
childhood | çocukluk |
childish | çocukça |
childish pleasure | çocukça zevk |
childishness / childish behaviour | çocukça davranma |
chili pepper (ç) | çili biberi |
chill /cool(ness) | serinlik |
chimney | baca |
chimney | şömine |
chin / jaw | Çene |
China | Çin |
chinese (adj. e.g. chinese food / chinese scripture. .. | çin |
Chinese (language) | Çince |
Chinese (nationality) | Çinli |
chinese (person) | Çinli |
Chive / Schnittlauch | soğancık |
Chlorine / Chlor - Cl 17 | Klor |
chocolate | çikolata |
chocolate cake (t) | çikolatalı turta |
choked/husky / dimmed /heiser /belegt (k) | kısık |
choking /suffocating /stuffy /stifling | boğucu |
Choose realistic goals. | Gerçekçi hedefler seç. |
chorus | nakarat |
Chromium / Chrom - Cr 24 (geçiş metalleri) | Krom |
church | kilise |
cigar / cuban cigar | puro |
cigarette | sigara |
cinema | sinema |
cinnamon | tarçın |
circle / Kreis (geom) | daire |
circumference /Umfang (geom.) | çevre |
citizen | vatandaş |
Citrusfruit /Zitrusfrüchte | narenciye |
city (ş) | şehir |
city center | şehir merkezi |
civilization / culture | medeniyet |
clad in flesh and bone | ete kemiğe bürünmüş hâli |
claim for refund | iade talebi |
clam /oyster | istiridye |
clamp (me...) | mengene |
clarinet | klarnet |
clarinet player | klarnet çalıcısı |
clarion / oboe like reed instrument (slang:penis /drunk) | zurna |
clarity / openness | açıklık |
clarity / transparency / Durchsichtigkeit | Duruluk |
class (school) /classroom | sınıf |
class / Klasse (biol.) (e.g. mamalia/ Säugetiere) | sınıf |
claustrophobia | kapalı alan korkusu |
claw /Kralle (i.e. parrot/ lion) | pençe |
clay /mud | kil |
clay jar | çömlek |
clean | temiz |
clean /pure /unstained (p) | pak |
cleanish /nearly clean | temize yakın |
clear / bright (b) | berrak |
clear / open / light (for colours) | açık |
clearly/ plainly /manifestly/ distinctly | açıkça |
Clementine | Klementin |
clerk / shop assistant / salesman | tezgâhtar |
click /crack / snap / Laut /Pieps | çıt |
Click to change your password | Şifrenizi değiştirmeniz için tıklayınız |
cliff /abyss | uçurum |
Clipboard /panel / board | pano |
cloak | pelerin |
clock /watch | saat |
clock tower | saat kulesi |
close cooperation | sıkı işbirliği |
Cloth /Tuch (linen) | bez |
cloth pin / Wäscheklammer | mandal |
clothes | giysi(ler) |
clothes (k) | kıyafet |
clothes suiting the cold weather conditions | soğuk hava şartlarına uygun giysiler |
clothing | giyecek |
cloud | bulut |
cloudiness | bulutlanma |
Clouding is a kind of cloud clusters that appear(i) in the dark moments of the screen. | Bulutlanma ekranın karanlık anlarında çıkan bir tür bulut kümelerinden ibarettir. |
cloudless | bulutsuz |
cloudy | bulutlu |
cloves / Nelken | karanfil |
clown | palyaço |
clownfish | palyaço balığı |
club | kulüp |
clumsily / awkwardly / helplessly | beceriksizce |
cluster (k) /flock /pile/ cloud | küme |
coach /trainer | antrenör |
Coarse / rude / vulgar | kaba |
coat (m) not much used word (for woman) | manto |
coat / blazer / Jacket | ceket |
Cobalt - Co 27 (geçmiş metalleri /Hafif gri tonda metalik) | Kobalt |
cobweb / spidernet | örümcek ağı |
cobwebs / spidernets | örümcek ağları |
cockroach | hamamböceği |
cocoa butter | kakao yağı |
Coconut | hindistancevizi |
coffee | kahve |
coffee grounds | kahve telvesi |
Coffee is my favourite drink | Kahve en sevdiğim içecek |
Coffee keeps you (pl) awake. | Kahve sizi uyanık tutar. |
Coffee or tea ? | Kahve mi çay mı? |
coffee table | sehpa |
Coffee will not increase your creativity. | Kahve yaratıcılığınızı artırmayacak. |
coin | akçe |
coin cashing machine /Münzautomat | bozuk para bütünleme makinesi |
coke | cola |
cold | soğuk |
cold (icy) sweat | buz gibi ter |
cold (noun) | soğukluk |
cold / Schnupfen | nezle |
collar | yaka |
colleague /coworker | meslektaş |
collections (brit.: college examinations held at the beginning or end of a term) | vizeler |
college /lycée (before university) | lise |
colloq for no | yoo |
colorful, polished and gold gilded XIV Louis style writing desk | renkli, cilalı ve altın yaldızlı XIV Louis tarzı yazı masası |
colour | renk |
colour assortment | renk çeşitleri |
colourful | rengarenk |
colourful / coloured | renkli |
colouring pencils /Buntstifte | boyalı kalem |
comb (rooster) | ibik |
Comb your hair in the shower to save time. | Zamandan tasarruf etmek için saçını duşta tara. |
Combine two ideas and create a new one. | İki fikri birleştirip yeni bir fikir yaratın |
Come one night suddenly again | Bir gece ansızın gel yine |
come close, nestle, snuggle, draw near, wriggle oneself into, infiltrate, come up, creep, edge, edge in, encroach, nuzzle, penetrate, put oneself forward, sidle, sidle up to, worm one's way /sich anschmiegen | sokulmak |
Come here at once ! | Hemen buraya gel! |
come on ! | haydı gel ! |
Come on ! | hadi canım ! |
come on dude (a) tell us | Hadi abi anlatsana ! |
Come on now stupid machine/tool ! | Hadı artık aptal alet ! |
come on, dude | hadi la |
Come to me, hug me! | Gel bana, sarıl bana! |
Come to me. I (will) give you rest. | Bana gelin. Ben size rahat veririm. |
come to think of it / true that | sahi ya |
Come to think of it, does what they are doing (also) happen to be a phenomena? | Sahi ya bunlar ne yapıyorlar da fenomen oluveriyorlar? |
comedian | komedyen |
comedy | komedi |
comet | kuyruklu yıldız |
comfortably (ş) | şöyle bir |
coming up now | şimdi sırada |
commander of the gendarmerie | Jandarma Komutanlığı |
commandment | buyruk |
Comments will come to you right away. (3 sg imp let comments come...) | anında görüşler gelsin |
commercial | ticari |
committed to / devoted to | adanmış |
common /widespread | yaygın |
common bussard /Mäusebussard | bayağı şahin |
common name | ortak adı |
common name for animals whose body is covered with feathers | Vücudu tüylerle örtülü hayvanların ortak adı |
common name for bipedal, two winged volatile/flying animals | iki ayaklı, iki kanatlı uçucu hayvanların ortak adı |
common swift /Mauersegler | ebabil |
commonly used for Lieferstatus /Delivery Status lit. realization status | temin durumu |
communication (h) | haberleşme |
communication link | iletişim bağlantısı |
communist | komünist |
company; firm | şirket |
comparatively /relatively | nispeten |
compared to / in comparison with a dative | kıyasla |
compared to them | onlara oranla |
compassionate /tender / caressing / zärtlich | şefkatlı |
competition | müsabaka |
competitors /concurrents / bidders (in context of competing for a deal) | ihaleciler - ihale girenler |
competitors on the way to power /des concurrents sur le chemin vers le pouvoir /Konkurrenten auf dem Weg zur Macht | iktidar yolundaki rakipler |
compiler / Verfasser (erson who produces a list or book by assembling information or written material collected from other sources.) | derleyici |
completely (b) | büsbütün |
completely healed / in perfect health | sapasağlam |
completely new | yepyeni |
completely opposite / absolutely opposite | tam ters |
complicated /confusing / intricate / incomprehensible | çetrefil |
compliment | iltifat |
composition/ property / Beschaffenheit / Eigenheit | nitelik |
compost | organik gübre |
compote | komposto |
computer hardware | bilgisayar donanımı |
computer program | bilgisayar programı |
computer software | bilgisayar yazılımı |
concept / notion / term | kavram |
concept and context | kavram ve bağlam |
concern /matter | umur |
Concerning Dustfinger, having forgotten about the world,he juggled with colourful balls. | Toz Parmak ise dünyayı unutmuş renkli toplarla hokkabazlık yapıyordu. |
Concerning the food I am still undecided. | Yemeğe gelince, henüz kararsızım. |
concert | konser |
Conciseness / essence / Prägnanz / treffende Art und Weise etwas zu formulieren | Özlülük |
conclusion /belief/opinion | kanı |
condition / Bedingung | koşul |
condition / restriction / requirement / clause | şart |
conductor (orchestra) | yönetmen |
cone | koni |
cone / conical hat | külah |
confession | itiraf |
confident / self assured | Kendinden emin |
confrontation | yüzleştirme |
confused | kafası karışık |
Congratulations ! | tebrikler ! |
congress (activity) | kurultay |
connection / relationship / dealing | ilişki |
conquest (f) | fethetme |
conscious / sober / wide awake | ayık |
consequently / as a consequence / in conclusion 7 ultimately | Sonuç olarak |
conservative | muhafazakâr |
consideration / idea / observation /opinion | mütalaa |
considered as adopted / agreed on | kabul edilmiş sayılır |
Considering that you so much dislike me to be in the shop | Madem beni bu dükkânda bu kadar istemiyordunuz |
Consistency | Tutarlılık |
consistently | mütemadiyen |
consolation (t) | teselli |
consolation / solace | avuntu |
constant care (s.b.) | sürekli bakım |
constant / steady (s) | sabit |
constant improvent | sürekli gelişme |
constant/regular smoking | sürekli içicilik |
constantly /incessantly/continuously /always | sürekli olarak |
construction / building (i) | inşa |
consul | konsolos |
consulate | konsolosluk |
consultancy | danışmanlık |
consultant/ advisor / counselor | danışman |
contact | İrtibat |
contact / communication /link / dialog | iletişim |
Contact us | Bize ulaşın |
contagious | bulaşıcı |
continent | kıta |
Continue straight ahead | dümdüz devam edin |
continuous | aralıksız |
continuous / non-stop / permanent / incessant | devamlı |
continuously (s) / constant / permanent / without ceasing | sürekli |
contract | sözleşme |
contract /agreement | kontrat |
contradiction / discrepancy | çelişki |
control requirement / control condition | kontrol şartı |
control-freak | sürekli çevresindeki insanları kontrol altında tutmaya çalışan kimse |
convenient / suitable/ apropriate for (d.g.) | denk gelmek |
convention | konvansiyon |
conversation | sohbet |
cookie | kurabiye |
cool (also for people) / airy | havalı |
cool /chilly | serin |
cool looking | havalı görünen |
cooperation /team work | Işbirliği |
copper/ Kupfer - Cu 29 (Geniş metaleri /Metalik kahverengidir) | bakır |
coppice /Wäldchen | koruluk |
copy of the birth certificate | doğum sicil örneği |
Coriander /Koriander (fresh) | kişniş |
corinth / Korinthe | kişniş |
cork | mantar |
cork stopper (bottle) / Flaschenkorken | mantar tıpa |
Corn / Mais | mısır |
corner / angle | köşe |
corolla (petals) / Blüte | çiçek |
correct behavior | düzgün davranış |
correction | düzeltme |
corrections | düzeltmeler |
cost / price (b) | bedel |
cost/ expense | masraf |
costs | maliyetler |
Costs are up, revenue is down. What can you do? | Masraflar yükseldi, gelirler düştü. Ne yapabilirsin? |
cosy / nice warm | sıcacık |
Could I trouble you for another glass of water? | zahmet olmayacaksa sana bir bardak su daha alabilir miyim? |
Could uou help me (ultra polite) | Bana yardım edebilir miydiniz? |
Could you hand me your plate? | Tabağını bana uzatır mısın? |
counselor / adviser | öğütçü |
counter / office /guichet | gişe |
counter / Theke | tezgâh |
counter / workbank | tezgâh |
country | Ülke |
country /fatherland /home town (m) | memleket |
country of first asylum | ilk iltica ülkesi |
countryside | kırlık |
courage / guts /nerve | cesaret |
courageous / fearless / stout (y) | yürekli |
court | mahkeme |
courteously (n) | nazik bir şekilde |
courthouse /justice / court of law | adliye |
courtyard / yard / atrium | avlu |
cousin | kuzen |
cover / lid / top | kapak |
cover / sheath / housse | kılıf |
covered | kaplı |
covered with clouds : cloud covered | bulutlarla kaplı |
covered with dust | tozla örtülmüş |
covers / capes | örtüler |
cow | inek |
coward | korkak |
coward / fainthearted | ödlek |
crab | yengeç |
crack | çatlak |
crammed /crowdy / full to the brim/clustered (ı t) | ıkış tıkış |
cranberry /lingonberry/ Preiselbeere | kırmızı yabanmersini |
crane /Kranich | turna |
crater / Krater | yanardağ ağzı |
craw | karga |
crazily / frantically | çılgıncasına |
crazy | deli |
cream | krem |
Create yourself an oasis. Here you think (imp). | Kendinize bir vaha yaratın. Burada düşünün.” |
creating (Pres Part) nice looking patterns | göze hoş görünen desenleri oluşturan |
creating or modifying slide layouts | Slayt düzenlerini oluşturma veya değiştirme |
creating the whole world | bütün dünyayı yaratan |
creating unpleasant thoughts | hoş olmayan düşünceler yaratan |
creation (artwork /masterpiece) (not very frequently used) | yaratım |
creative | yaratıcı |
creativity | yaratıcılık |
creature | yaratık |
credibility | İnandırıcılık |
credit | kredi |
credit card | kredi kartı |
cricket | kriket |
crime | suç |
crime novel / Krimi | suç romanı |
crime scene | olay yeri |
criminal | suçlu |
criminal organization | suç örgütü |
criminal record | suç kaydı |
crippled / paralyzed / lame | kötürüm |
crisis / misfortune | badire |
crisp /knackig (food) | çıtır |
critically damaged clothing / torn into many pieces | yırtık pırtık |
crocodile | timsah |
crocus /Krokus | çiğdem |
croissant | kruvasan |
Crooked / curved | Çarpık |
crop /corn | ekin |
cross (Jesus) | Çarmıh |
cross (x) | çarpı |
cross-cultural communication | kültürlerarası iletişim |
crossing /junction / Kreuzung | kavşak |
crowd /crowded | kalabalık |
crown | taç |
cruel | zalim |
crust around the eyes | çapak |
crystal | kristal |
crystal clear water | cam gibi berrak su |
cube | küp |
cucumber | salatalık |
cucumber (h)- word deriving from Farsi | hıyar |
culture | kültür |
Cumquat | Kankat |
cumulus cloud | küme bulut |
cunning | kurnaz |
cup | fincan |
cupboard / closet / cabinet | dolap |
cure /remedy | çare |
curious | meraklı |
curled / twisted (k) | kıvrımlı |
curly | Kıvırcık |
current network | mevcut ağ |
Curry powder | baharat harmanı |
curtain (also in theatre) | Perde |
curve /Kurve / Biegung | kavis |
curved | kıvrık |
curved /tilted / bent / leaning over | eğri |
custom processing methods special processing methods / benutzerdefinierte Verarbeitungsmethoden | özel işleme yöntemleri |
Custom/habit /Gewohnheit | alışkanlık |
customs officer / Zollbeamter | gümrük memuru |
cut | kesik |
cute / charming / lovely/ pretty / fair | sevimli |
cynical / mockingly (... b) | alaycı bir biçimde |
cypress tree | servi ağacı |
czech | çekçe |
daffodil / Narcissus | nergis |
daisy / marguerite / camomile | papatya |
daisy /Gänseblümchen | Çayır papatyası |
damage | zarar |
damage / havoc / injury (h) | hasar |
Damn ! | hay aksi! |
dance music | dans müziği |
Dancers were spinning, twisting, swinging on the stage. | Dansçılar sahnede dönüyor, kıvrıyor, salınıyorlardı. |
dandellion / Löwenzahn (lit. dark chicoree ) | karahindiba |
danger | Tehlike |
dangerous | tehlikeli |
danser | dansçı |
daredevil / bold (g) | gözüpek |
daredevil /lion(hearted) | cesur kimse |
daring / boldness / temerity / presumption (cü) | cüret |
dark | koyu |
dark clouds | kara bulutlar |
dark red | koyu kırmızı |
dark red /ginger | kızıl |
dark skinned / tanned / brown | esmer |
darkness | karanlık |
data | veri |
data bank / Datenbank | veritabanı |
Date (fruit) Dattel | hurma |
date; meet-up (between two) / appointment | buluşma |
dating agency | çöpçatanlık ajansı |
dating website | çöpçatanlık sitesi |
daughter | kız çocuk |
dawn / daybreak | şafak |
dawnbreak /twilight / blueish colour of the sky (t) | tan |
day | gün |
day light | gün ışığı |
day time (opposite of gece) | gündüz |
daydreamer | hayalperest |
dazzling | baş döndüren |
dead | ölü |
deadline | son mühlet |
deaf | sağır |
dear | sayın |
dear spectators | sayın seyirciler |
death | ölüm |
death (v) | vefat |
debate | müzakere |
debates about the economy make the Republicans nervous | ekonomi hakkındaki tartışmalar Cumhuriyetçileri endişelendiriyor |
debt | borç |
deceitfulness / trickiness | aldatıcılık |
December | Aralık |
decent | nezih |
decent /well-bred /cultivated /genteel /civilized | terbiyeli |
decent people | terbiyeli insanlar |
decision | karar |
decision stage / decision phase / decision-making process | karar aşaması |
deck (ship) | güverte |
deck of cards /card game | iskambil |
deep | derin |
deer / Hirsch | geyik |
defeat | Yenilgi |
defense | savunma |
Define it however you like | nasıl tanımlarsanız tanımlayın |
deformed walls | bel veren duvarlar |
degree | derece |
delay /respite /Aufschub /Frist / (a fixed period of time for carrying out an action) | mühlet |
delayed | gecikmeli |
deleted messages | silinen mesajlar |
delicious /tasty | lezzetli |
delightful/ pleasant (k) | keyifli |
deliver / transport / convey | ulaştırmak |
delivery / handover | teslim |
delivery confirmation (u) | ulaşma bilgisi sunma |
delivery confirmation (v) | varış bilgisi sunma |
delivery status (correct term) | Teslim durumu |
democratic | demokratik |
demon possessed | cinli |
demonstrations / manifestations | gösteriler |
Demonstrations spread to the entire city but were like flash in the pan glowing and extinguished. | Gösteriler bütün kentlere yayılmış ama saman alevi gibi parlayıp sönmüş. |
demonstrative pronouns | işaret zamirleri |
dense /cramped / crowded/ hard-pressed | sıkışık |
dentist | dişçi |
deplorable / pathetic / pitiable / lamentable/regrettable | acınacak |
deportation / expulsion | sınırdışı |
deposit / accumulation | birikinti |
depressed | canı sıkkın |
depressing / uneasy / distressed | sıkıntılı |
depression (psych.) | ruhsal çöküntü |
depth ( also geom.) | derinlik |
descending / sorted descending | azalan sırada |
desert (ç) | çöl |
deserves to be X-ed | X-ilesi |
designer | tasarımcı |
Desist from provoking the innocent's malediction; otherwise, your wrongdoing will be visited upon you by and by, slowly but surely. Don't get the oppressed's curse on you, activating slowly.... | Alma mazlumun âhını, çıkar aheste aheste. |
Despairingly / hopelessly (u) | umutsuzca |
despite (r) all its greatness | bütün azametine rağmen |
despite (r) the warning | uyarıya rağmen |
despite / in spite of ( a dat.) | karşın |
despite his glory | görkemine karşın |
Despite the fear prickling in my stomach | Korkunun midemde karıncalanmasına rağmen |
dessert | tatlı |
destiny | alın yazısı |
detachment / impartiality / neutrality / objectivity | tarafsızlık |
detail | ayrıntı |
detail | detay |
detergent | deterjan |
determination /resolution / stability | kararlılık |
determine your (pl) speed | hızınızı belirleyin |
determine your speed | hızını belirle |
determining factor | belirleyici unsur |
devastated vineyards | harap olmuş üzüm bağları |
developed | gelişmiş |
developement / evolution | gelişim |
Development (k) | kalkınma |
device / apparatus / appliance | cihaz |
device /aid (pl. equipment) | aygıt |
devices dedicated to mining | madencilik adanmış cihazlar |
devices dedicated to playing | oynamaya adanmış cihazlar |
devil; satan | şeytan |
devotion | özveri |
devotion /selfsacrifice | fedakarlık |
dew | çiy |
diagonal | köşegen |
diameter | çap |
diamond | elmas |
diapers | bebek bezi |
diary | günlük |
diastrous news / disaster news | felaket haberi |
dice | zar |
dictatorship /bossiness /tyranny /peremptoriness | buyurganlık |
Did he suffer much? | Çok acı çekti mi ? |
Did he talk to you recently ? | Seninle yakın zamanda konuştu mu? |
Did I upset you? | Üzdüm mü seni? |
Did the train leave? - No (colloq) it didn't leave (lit.lift) yet, there are still five minutes. | Trenim kalktı mı? - Yoo, kalkmadı henüz, daha beş dakika var. |
did you check if we need paint for the ceiling? | tavan için boyaya ihtiyacımız olup olmadığını kontrol ettin mi? |
Did you dispute with s. o.? | Biriyle mi tartıştın? |
Did you go up all the way to the third floor just to drink water? | Sırf su içmeye ta üçüncü kata mı çıktın? |
Did you have a dispute with someone? | Biriyle tartışma mı yaşadın? |
Did you have a nice time ? | iyi zaman geçirdin mi ? |
Did you hear what I just said? | Demin söylediğimi duydun mu? |
Did you like the movie? | Film hoşuna gitti mi? |
Did you like the picture? | Resim hoşuna gitti mi? |
Did you not get used to getting up early? | Erken kalkmaya alışmadın mı? |
did you set the clock correctly? | saati doğru kurdun mu? |
Did you solve these problems using a calculator? | Bu problemleri hesap makinesi kullanarak mı çözdün? |
Did you swallow your tongue? / You got nothing to say now? | dilini mi yuttun? |
Did you throw the unneeded stuff in the trash? | Gereksiz olan eşyaları çöpe attın mı? |
Didn't I tell you before? | Sana daha evvel söylemedim mi? |
Didn't I tell you that (this)? | Sana bunu söylemedim mi? |
diet | diyet |
difference | fark |
difference between ... | ... arasındaki fark |
different / divers | farklı |
different possibilities | farklı olasılıkları |
difficult | zor |
difficult (g) | güç |
difficulty (g) | güçlük |
Dig until you find oil. | Petrol bulana kadar kaz. |
digital | dijital |
Digital watch/clock | dijital saat |
Dill | dereotu |
dimmed light | kısık ışık |
dimple | gamze |
dinner is about ready | akşam yemeği hazır sayılır |
direct | doğrudan |
direct object | doğrudan nesne |
direction / aspect / sense | yön |
directorate /management /directorship /headship | Müdürlük |
dirt (k) | kir |
dirty (k) | kirli |
dirty (p) | pis |
dirty dishes | bulaşık(lar) |
dirty word/slang word for penis / 'Schwanz' | çükün |
disability / infirmity | sakatlık |
disabled / lame / crippled | sakat |
disappointment | hayal kırıklığı |
disaster / catastrophy | felaket |
disclosure /revelatio/give away /exposure | ifşa |
discomfortable /irritating /exasperating /disturbing /annoying /plaguesone | rahatsız edici |
discounting the fact that... /putting aside the fact that... /ignoring the fact that... | bir tarafa bırakırsak |
discourse / speech | söylev |
discover / explore / detect | keşfetmek |
discovery | keşif |
discussion / debate / argument (mainly used for dispute) | tartışma |
discussion / exchange of ideas | fikir alışverişi |
disdain / contempt | küçümseme |
disease (i) | illet |
disguise /costume | kılık |
Disgust/ repugnance/ revulsion | tiksinti |
disgusting / nasty / revolting /ekelhaft | iğrenç |
disharmonious /cacophonical /discirdant /atonal | ahenksiz |
dishonest /fraudulent / crooked | sahtekâr |
disk defragmentation | disk bütünleme |
disobedience | itaatsızlık |
disobedient | itaatsız |
disorganization /untidyness / mess | dağınıklık |
disorganized | dağınık bir hâlde |
distance | uzaklık |
distant / far off | ırak |
distinguished /outstanding /exclusive/exquisite | seçkin |
Distract me a bit /Lenk mich etwas ab. | Beni biraz oyala |
district | ilçe |
district (s) | semt |
district bazaar / street market | semt pazarı |
Divide and rule (set the others against each other so you rule over them/ org. divide et impera) | Böl ve yönet |
divided /: | bölü |
divided by a line | bir çizgi ile ayrılmış |
Diving headfirst at Harry, he grabbed his ankle | Harry'ye doğru balıklama dalarak onu ayak bileğinden yakaladı. |
divorce | boşanma |
divorced | dul |
Do all of the clients behave kind towards him? | Müşterilerin hepsi ona karşı dost canlısı mı davranır? |
Do as we said! | Dediğimizi yap! |
Do at least this much today and you can do the rest tomorrow. | Hele bugün bu kadarını yap da gerisini yarın tamamlarsın. |
Do I have to delay my plans? | Planlarımı ertelemek zorunda mıyım? |
Do I have to remind again and again everytime? | Her zaman hatırlatıp durmak zorunda mıyım? |
Do not forget to pay your taxes! | Vergilerini ödemeyi unutma! |
do not jump over before the step is given (on a ferry) | iskele verilmeden atlamayınız |
Do not lean on a man (= be not dependant on another person), for he is mortal; do not lean against a wall, for it is not 'unfallable'." | Adama dayanma ölür;duvara dayanma yıkılır. |
Do not read beyond this page ! | Bu sayfadan sonrasını okumayın ! |
Do not sleep on low ground lest a flood wash you away; do not sleep on high ground lest a storm sweep you off. meaning: Be wise, judicious and provident in your plans and actions; a calculated moderation is the best plan. | Alçak yerde yatma sel alır, yüksek yerde yatma yel alır. |
Do the others want to come to the beach(s) this afternoon? | diğerleri öğleden sonra sahile gelmek istiyorlar mı? |
Do they have sleeping bags ? | Uyku tulumları var mı ? |
Do we always love those around us? | Hep yanımızdakileri mi seviyoruz? |
Do you guys have plans for later ? | sonrası için planınız var mı? |
Do you have a map? | Bir haritan var mı? |
Do you have a moment (lit. a second) ? | Bir saniyen var mı? |
Do you have a question? | Bir sorun var mı? |
Do you have an idea ? | Bir fikrin var mı? |
Do you have another question ? | Başka sorun var mı? |
Do you have any desserts? | Hiç tatlınız var mı? |
Do you have fire? (A lighter) | çakmağın var mı? |
Do you have hot water? | Sicak suyunuz var mı ? |
Do you have to question everything? | Her şeyi sorgulamak zorunda mısın? |
Do you know where my keys are ? | anahtarlarımın nerede olduğunu biliyor musun? |
Do you like cycling (b) ? | Bisiklete binmeyi sever misin ? |
Do you like sweets? | Tatlı sever misin? |
do you mind if I join you | sana katılmamda sakınca var mı? |
Do you mind if I sit down here ? | Buraya oturmamda bir sakınca var mı ? |
Do you mind if I sit here ? | Buraya oturmamın bir sakıncası var mı? |
Do you mind if I smoke ? is there a problem if / would (will) there be a problem if... | Sigara içmemin bir sakıncası var mı - ... olur mu? |
Do you mind if we see her room? | Odasını görmemizin bir mahsur var mı? |
Do you mind... /is there any drawback to...? | bir mahsur var mı? |
Do you mind...? | Sakınca (sı) var mı ...? |
Do you mind? | sakıncası var mı? |
Do you provide maps ? | Harita verer misiniz ? |
Do you remember the first man who stepped on the moon ? | Aya ilk ayak basan insanı hatırlıyor musun? |
do you remember what he looked like? | neye benzediğini hatırlıyor musun? |
Do you speak Turkish ? | Türkçe konuşuyor musun? |
Do you take cards? | kart alıyor musunuz? |
do you think ... ? | sence ... mi? |
do you think the President is reliable? | sence Başkan güvenilir mi? |
Do you think you should have gone there? | Sence oraya gitmeli miydin? |
Do you understand (me)? | Anlıyor musun? |
Do you want to come to the party with me ? | benimle partiye gelmek ister misin? |
Do you want to come? | gelmek istiyor musun? |
Do you want to go for a walk? | yürüyüşe çıkmak istiyor musun? |
Do you want to help me? | bana yardım etmek ister misin? |
Do you want to see our photos? | fotoğraflarımızı görmek istiyor musunuz? |
Do you want to talk about your health? | sağlığından konuşmak ister misin? |
Do/did you really believe that | Gerçekten inanıyor musun / inandın mı |
doctor | doktor |
document / certificate (b) | belge |
documentary | belgesel |
Does he buy the computer paying cash ? No he doesn't use cash. He buys with credit card. | O, bilgisayarı nakit mi alır? Hayır, nakit kullanmaz. Kredi kartıyla alır. |
Does he eat only zucchini, potatoes, cabbage - how (what) should/do I know - carrots and or something? | Yalnız kabak, patates, lahana, ne bileyim, havuç mavuç filan mı yiyecek? |
Does he have a girlfriend? | Onun bir kız arkadaşı var mı? |
Does he only eat carrots and stuff ? | O yalnız havuç mavuç filan mı yiyecek? |
Does he/she not match? | uymadı mı? |
Does that sound alright? | Şu doğru mu geliyor ? |
Does the coat keep you warm ? No, it doesn't. | Montu seni sıcak tutuyor mu? Hayır, sıcak tutmuyor. |
Does your boyfriend have a job ? | Erkek arkadaşının bir işi var mı? |
Does your daughter want to study? | kızın okumak istiyor mu? |
Does your friend like comedies? | arkadaşın komedileri sever mi? |
dog | köpek |
dog - breath / jemand mit Mundgeruch (l) | ağız leş gibi kokan kimse |
dog /bastard | it |
doll | taş bebek |
dollar | dolar |
dolphine | Yunus |
dom /cupola / Kuppel | kubbe |
domaine / Domäne (biol.) (e.g. Eucaria / Eukarioten(echter Zellkern/ reiche Kompartimentierung/unlike bacteria) | Üst âlem |
domestic /local /einheimisch e.g. wine | yerli |
Don't be crazy !/ No kidding! | Dalga geçme ! |
Don't be friends with them. They are all losers. | Onlarla dost olma. Hepsi ezikler. |
Don't be such a fool ! | bu kadar saf olma! |
Don't bother yourself / machen Sie sich keine Umstände | Zahmet etmeyiniz |
Don't build your house on sand. | Evini kum üstüne inşa etme. |
Don't come immediately to a final judgement /conclusion | Hemen kesin bir yargıya varma |
Don't cross the yellow line. | sarı çizgiyi geçmeyiniz |
Don't damage (h. v) the package. | Pakete hasar verme! |
Don't deprive me (don't let me lack) your prayers. | Dualarını eksik etme. |
Don't do again work according to your head without asking me! | 'Bir da ha bana sormadan kafanıza göre iş yapmayın! |
Don't ever leave me alone ! | Beni hiç yalnız bırakma ! |
Don't exaggerate, really don't exaggerate! | Abartma, gerçekten abartma! |
Don't fear ! Hold on (stay /stand in your place) and wait! See how the Lord will save you today! (Mısır'dan 14:13) | Korkmayın! Yerinizde durup bekleyin, RAB bugün sizi nasıl kurtaracak görün. |
Don't fool/deceive yourself. | Kendini kandırma |
Don't forget to flush the toilet. | Tuvaletin sifonunu çekmeyi unutma. |
Don't forget to have breakfast every morning. | Her sabah kahvaltı yapmayı unutma. |
don't freak out /don't go nuts / don't blow up | Tepen atmasın |
Don't freak out, but I just lost our entire savings in a poker game. | Tepen atmasın ama, tüm birikmiş paramızı poker oyununda kaybettim. |
don't give up your hope | umudunu kaybetme |
Don't laugh | Gülme |
Don't leave today's work for tomorrow. / Was du heute kannst besorgen, das verschiebe nicht auf morgen. | Bugünün işini yarına bırakma. |
Don't leave your room untidy again! | odanı bir daha dağınık bırakma! |
Don't let them bully me. | Beni ezdirme onlara |
Don't lie to me | bana yalan söyleme |
Don't listen to me. | Beni dinleme. |
Don't look at him for a long time. | Ona uzun bir süre bakma |
Don't look at the flaw - a very sincere way to say Sorry | Kusura bakma |
Don't lose your heart on /Don't let your heart get carried away by a fairytale prince. It never ends well. | Kalbini bir peri prensine kaptırma. Sonu asla iyi olmaz. |
don't make the same mistake again | aynı hatayı tekrar yapma |
don't mention it / you are welcome | estağfurullah |
Don't mess/tamper with things you don't know | Bilmediğin şeyleri kurcalama |
don't mumble the words in your mouth / don't beat about the bush / don't go around the houses | lafı ağzında geveleme |
Don't panic, it's only a fire drill. | Panik olmayın, bu sadece bir yangın tatbikatıdır. |
Don't pretend any longer to be so honest. | O kadar dürüstmüş gibi davranmayın artık. |
don't pretend you don't know | bilmiyormuş gibi davranma |
Don't read ! | Okumayın |
Don't step on my lawn / Get off my lawn. | Çimlerime basma. |
Don't stick your nose into everything. | Her şeye burnunu sokma. |
don't stop x-ing | X- ip durma! |
Don't take it (anything) personally | Hiçbir şeyi kişisel algılamayın |
Don't take it personally! /No offence | Üstüne alınma |
Don't take painkillers for a small indisposition. | Küçük rahatsızlık için ağrı kesici ilaçlar içme. |
Don't talk to him. He's in a bad mood. | Onunla konuşma. Sinirleri tepesinde. |
Don't talk when your mouth is full! | Ağzın doluyken konuşma ! |
Don't they (these) have any share of humanity. | Bunlar insanlıktan hiç mi nasibini almamış? |
Don't vomit (on a dat.) | kusma sakın |
Don't worry ! | Endişelenme ! |
Don't worry (k) | kaygılanmayın |
Don't worry,it doesn't matter ! | merak etme, önemli değil |
Don't you agree? | Katılmıyor musun? |
Don't you know her/him ? | Tanımıyor musunuz? |
Don't you think so? | Hemfikir değil misin? |
donkey | eşek |
donkey foal | sıpa |
dont worry about it too much (let your mind not be more stuck) | fazla aklın takılmasın |
doomsday / apocalypse / end of the world /(ressurection) | kıyamet |
door handle | kapının kolu |
door handle (t) | tutamaç |
door knob | tokmak |
door mat | paspas |
doorstep / theshold | eşik |
doppelg¨änger (t.. t) | tıpatıp aynısı |
dormitory | koğuş |
dormitory / youth hostel | yurt |
doubt / uncertainty/ hesitation /perplexion | tereddüt |
doubt /skepsis | şüphe |
doubtless | kuşkusuz |
doubtless | şüphesiz |
doubtless (ş) the faithfull(s) sall be exalted in the land (d) (from the Wheel of time) | Şüphesiz ki sadıklar diyarda yüceltilecek |
doubtless it is so | kuşkusuz öyledir |
dough | Hamur |
down south | güneyde |
downright / sheer/ merely | düpedüz |
downstairs | alt kat |
downwards | aşağıya |
dowry /trousseau /Mitgift | çeyiz |
draft /Durchzug /courant d'air /electric current | cereyan |
dragon | ejder(ha) |
dragonfly / Grosslibelle | yusufçuk |
draining waters | süzülen sular |
Drama (theater ) | drama |
drama / tragedy | dram |
draw/ scoreless / unentschieden | berabere |
drawer / Schublade | çekmece |
Dreadlords | Dehşetlordlar |
dream (while sleeping) | rüya |
dream job | hayaldeki iş |
dreamless | rüyasız |
dress | elbise |
dressed | giyinmiş |
dressed like one of them | bunlardan biri gibi giyinmiş |
dried / getrocknet | kurutulmuş |
dried fruit / Dörrobst | kurutulmuş meyveler |
dried peas / getrocknete Erbsen | kuru bezelye |
dried plum /Backpflaume | kurutulmuş erik |
dried raisin (pitless) / Sultanine | çekirdeksiz kuruüzüm |
dried raisins (with pit) / Rosine | (çevirdekli) kuruüzüm |
Drill / Bohrmaschine | matkap |
drink | içecek |
drink / booze / alcohol | içki |
Drink hot lemon tea ! | Sıcak limonlu çay iç |
dripping from her sword | kılıcından damlayan |
driver (s) | sürücü |
drizzling rain | çiseleyen yağmur |
drop by drop becomes a lake/ steter Tropfen höhlt den Stein | damlaya damlaya göl olur |
drop it (drop the subject) | kapat şu konuyu artık! |
drug administration | ilaç idaresi |
drugs | uyuşturucu |
drum / tambour | davul |
drunk (k b) | kafayı bulmuş |
drunkard /drinking | ayyaş |
dry | kuru |
dry land /shore / earth / ground | kara |
dual helice / having two propellers | çift pervaneli |
duchess | düşes |
duck | ördek |
duckling | ördek yavrusu |
dude | Abicim |
dude (b) | babo |
dude (be) | bebe |
dude (h) | hacıpampa |
dude (m/fem) (b) | be |
dude /bro (k... o) | kardo |
Dudley pulled up his trousers which was falling from his fat popo. | Dudley koca poposundan aşağı düşen pantolonunu yukarı çekiştirdi. |
Dudley who had a butt so huge that it overflowed from both sides of the kitchen chair (i) | Poposu mutfak iskemlesinin iki yanından taşacak kadar iri olan Dudley |
due to a technical problem | teknik bir sorun yüzünden |
due to an unknown reason (n) | bilinmeyen bir neden yüzünden |
due to reasons out of our control | elimizde olmayan nedenlerden dolayı |
due to/ on the strength of / for the sake of an ablative | ötürü |
duke / Herzog | dük |
dull / inanimate | donuk |
dull/ inanimate expression | donuk ifade |
During meetings, when he tried to say something, his boss won't allow him to speak. | Toplantılar sırasında, bir şey söylemeye çalıştığı zaman patronu konuşmasına izin vermiyor. |
during recreation (school break) | teneffüste |
during the creation | yaratım sırasında |
During the events of a "car-free day" organized every year in the country on the third sunday of September | Ülkede her yıl eylül ayının üçüncü pazar günü düzenlenen "Arabasız Gün" etkinliklerinde |
During the events of a "car-free day" organized every year in the country on the third sunday of September, this year an accident took place. | Ülkede her yıl eylül ayının üçüncü pazar günü düzenlenen "Arabasız Gün" etkinliklerinde bu yıl trafik kazası meydana geldi. |
During the meetings, when I tried to say something my boss wouldn't let me talk. | Toplantılar sırasında, birşey söylemeye çalıştığım zaman Patronum konuşmama izin vermezdi. |
during/ while (s) | sırasında |
dust | toz |
dust particles | toz zerreleri |
dust particles hanging in the air | havada asılı toz zerreleri |
Duty / task / mission / service | görev |
dwarf | cüce |
dwarfish /short / gedrungen / zwergenhaft | bodur |
dynasty /lineage /family (s) | sülale |
e mail address | e-posta adresi |
e-mail | e-posta |
e.g. / such as / for example (m) | meselâ |
each and any occurence | beher olay başına |
each and every accident | beher kaza başına |
each and every loss | beher hasar başına |
Each bird flies with its own kind /Birds of a feather flock together | Her kuş kendi türüyle uçar |
Each one who steals a book or doesn't return a book he borrowed | Her kim kitap çalar ya da ödünç aldığı kitabı geri vermezse |
Each time before going I search for my bathsuit. | Gideceğim her seferinde, önce mayomu ararım. |
each to his own (everybody's thoughts belong to himself) | herkesin fikri kendini bağlar |
eager for | -e istekli |
eager to learn | öğrenmeye istekli |
eager to win | kazanmaya istekli |
eagle | kartal |
ear | kulak |
ear (corn) /head of grain / Ähre | başak |
early | erken |
earring | küpe |
earth coloured | toprak rengi |
earth crust | yer kabuğu |
earthenware kettledrum / tomtom | darbuka |
earthquake (d) | deprem |
east | doğu |
eastwards | doğuya |
easy | kolay |
easy /at ease / easy going (r) | rahat |
easy /painless (z) | zahmetsiz |
easy peasy / fast and painless | çabuk ve zahmetsiz |
easy to cook / leicht zu kochen | pişirilmesi kolay |
Easy to see, hard to foresee | Görmek kolay, önceden görmek zordur |
eat sweet talk sweet (let's..) | tatlı yiyelim, tatlı konuşalım |
echoing in the arched room | kemerli odada yankılanan |
eclair (pastry) | ekler |
eclipse | tutulma |
economy | ekonomi |
Edmund stood still saying nothing. | Edmund hiçbir şey söylemeden sessizce dikildi. |
Edmund was sure she was goıng to do something frightful, only it seemed that there was no possibility (for him) to move | Edmund onun korkunç bir şey yapacağına emindi, ancak kıpırdamasına olanak yokmuş gibi görünüyordu |
education / instruction | öğrenim |
education / training | eğitim |
education is a must | eğitim şart! |
Eerie / scary / frightening | ürkütücü |
eerieness | ürkütücülük |
eg. | örn. |
egg | yumurta |
egg with sausage | sucuklu yumurta |
eggplant | patlıcan |
Egypt | Mısır |
Eibe / yew tree | porsuk ağacı |
eiderdown / quilt | Kuş tüyü yorgan |
eighty | seksen |
ein Ziel anstreben / to head for a goal / to be on target / to target | hedefe yönelmek |
einweichen / to soak | yumuşatmak |
either describe or draw | ya tarif et ya da çiz |
Either you win the competence of dying or you collect the capacity of fear /Either you win mastery of dying, or the ability to amass fear (from a poem of Attila İlhan ) | Ya ölmek ustalığını kazanırsın, ya korku biriktirmek yetisini. |
either...or... | ya ...ya da... |
elated / excited (c) /enthousiastic/ ¨überschäumend / begeistert / stürmisch / feurig | coşkun |
elated / glad / proud /joyful | kıvançlı |
elbow | dirsek |
elderli | yaşlıca |
election / choice | seçim |
electric saw | elektrikli testere |
electromagnetic screen | elektromanyetik siper |
electronic clam or handcuff (around hand or foot) | elektronik kelepçe |
electronic signal device | elektronik sinyal cihazı |
electronics | elektronik |
electrons | elektron |
elegant / graceful | zarif |
elephant | fil |
elevation / altitude / ridge | yükselti |
elite | seçkin kişiler |
elm / Ulme | karaağaç |
elvish | peri benzeri |
emaciated (abgemagert) | zayıflamış |
embarrassed / verschämt / red-faced | mahcubiyetle |
embarrassing | utanç verici |
Embassy | büyükelçilik |
Embrace / Umarmung | kucak |
embroidered | nakışlı |
emerald | zümrüt |
emergency | acil durum |
emotional | duygusal |
emotional wounds | duygusal yaralar |
emotionless | duygusuz |
emptiness / gap /space | boşluk |
empty talk /clap trap / cod swallow | palavra |
encampment / milit.camp | ordugah |
Encore / Zugabe | bi daha |
encouraging / cheering / aufmunternd / heartening | cesaretlendirici |
encrypted / cryptic / ciphered | şifreli |
encrypted file | şifreli dosya |
encrypted letter | şifreli mektup |
encrypted mail | şifreli posta |
end | bitiş |
end / ending (s) | son |
end / extremity | uç |
enemy | düşman |
energetic /viguoruos | enerjik |
energy | enerji |
engaged | nişanlı |
engineer | mühendis |
England | İngiltere |
enormous /huge (m) | muazzam |
enormous contradictions | muazzam çelişkiler |
enough | yeterli |
enough is enough | yeter artık! |
entertaining | eğlendirici |
enthusiam (h) / zeal / desire | heves |
Enthusiam without knowledge is good for nothing, hastiness misleads people. (drops them to errors) | Bilgisiz heves işe yaramaz, acelecilik insanı yanılgıya düşürür. |
Enthusiasm (h) without knowledge is good for nothing | Bilgisiz heves işe yaramaz |
enthusiast | istekli kimse |
enthusiastic crowd | coşkulu kalabalık |
entrepreneur / Unternehmer | girişimci |
entwined /entangled | dolaşık |
envelope | zarf |
environment / surroundings / milieu | çevre |
epic fail | muhteşem fiyasko |
epilepsy | peri hastalığı |
equal | eşit |
equals /= | eşittir |
equation | denklem |
equator | ekvator |
Eragon looked a few more minutes around to see if there was any danger, but the only thing moving was the fog. | Eragon birkaç dakika daha tehlike olup olmadığını görmek için etrafına bakındı, ama hareket eden tek şey sisti. |
eraser / Radiergummi | silgi |
Erdem who had a soft spot for Elif | Elif'e zaafı olan Erdem |
Eriğin fiyatı çok pahalıydı. | The price of the plums was very expensive. |
error and defeat | yanılgı ve yenilgi |
escalator / Rolltreppe | hareketli merdiven |
escape (from a dangerous situation) with little or no harm / to get off cheap | ucuz atlatmak |
escape with light scrapes / walk away from the accident with only minor injuries | hafif sıyrıklarla atlatmak |
escape- / flight- | kaçış |
Especially / particularly | özellikle |
especially / particularly /above all | hele |
especially /particularly (b) | bilhassa |
especially if it conflicted with my strict orders | özellikle de benim kesin emirlerimle çatışıyorsa |
Especially ın the evening hours (you) cannot get enough of the view here. | Özellikle akşam saatlerinde buranın manzarasına doyum olmaz. |
Especially in the words having the 'ye' sound in Russian | Özellikle Rusçasında 'ye' sesleri olan sözcüklerde |
Esra trembled (s) as if she had received a serious blow. | Esra şiddetli bir darbe yemiş gibi sarsıldı. |
essay / trial | deneme |
essence / extract / soul / marrow | öz |
established / set | kurulmuş |
esteem /reputation/prestige /respectability / dignity | itibar |
estimated damage (h) | tahmini hasar |
estimator / Vorhersager / forecaster | tahminci |
Estragon | Tarhun |
etc. | vs. |
etc.etc. | falan filan |
eternal/ everlasting | ebedi |
eternel / ewig | ezel |
Ethic | etik |
etiquette | görgü kuralları |
Eucalyptustree | sıtmaağacı |
euhh what's the name/ truc /Dingsbums /thingy (spoken language) | şey |
Euhh, who is this beautiful girl? | Şey, bu güzel kız kim? |
Euphrates | Fırat |
euro | avro |
Europe | Avrupa |
Europe of the second generation | ikinci nesil avrupası |
European | Avrupalı |
evacuation / release / discharge | tahliye |
even | bile |
even (d) | dahi |
even (d) if you dare to touch them | onlara dokunma cüretini dahi göstersen |
even (h) | hatta |
Even - if for a moment (only) | hatta - bir anlığına olsa da |
Even before finishing his talk he steered towards the inn. | Lafını bitirmeden hana yönelmişti bile. |
even if / though | - se de |
Even if he learned nothing it wouldn't make a difference, as long as everything came to an end. | Hiç öğrenmese bile, her şey sona erdiği sürece fark etmezdi . |
Even if he learned nothing it wouldn't make a difference. | Hiç öğrenmese bile fark etmezdi |
even if he looked old | yaşlı gösterse de |
even if I heard | duysam da |
even if it was noticed | fark edilse bile |
Even if it was noticed the responsibles were not punished (or) kicked out of school. | fark edilse bile sorumlular cezalandırılmıyordu, okuldan atılmıyordu. |
even if many centuries have passed since then | üzerinden çok yüzyıl geçmiş olsa da |
even if you think | düşünseniz bile |
Even now even with the most powerful microscopes we can't see atoms. | Şu an bile en güçlü mikroskoplarla bile atomu göremiyoruz |
even so / nonetheless (y) | yine de |
even though / in case they break (the law) | çiğnedikleri hâlde |
even though it costs a bit more money | biraz fazla paraya mal olsa bile |
even though they X | X-dikleri hâlde |
Even when his brain and his heart get fixed he can restore them. | Beyni ve kalbi zedelendiğinde bile onarabiliyor. |
Even young 'men' grow tired and weak | gençler bile yorulup zayıf düşer |
evening | akşam |
event | olay |
event/ case (the apostrophe stands for a hamza/glottal stop in the original Arabic word) | vaka - vak'a |
ever before | daha önce |
Ever since | o zamandan beri |
every | her |
Every atom that is in neutral state in nature has an equal number of protons and elektrons | Doğada nötr hâlde bulunan her atomun proton sayısı ile elektron sayısı birbirine eşittir. |
Every day I do the same things. | Her gün aynı şeyleri yaparım. |
Every day's trouble | Her günün derdi |
Every day's trouble is sufficient to itself. | Her günün derdi kendine yeter. |
Every moment | her an |
Every now and then he reminded the mare to continue to walk by touching slightly her flank. | Zaman zaman kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak, yürümeye devam etmesini hatırlatıyordu. |
Every place was full of the dead. | Her yer ölülerle doluydu. |
Every place was scrupulously clean as if its owner spent his free time in digging out out minuscule dirt pieces that were in hidden cracks | Sanki sahibi boş zamanlarını gizli çatlaklardaki minicik pislik parçalarını kazımakla geçiriyormuş gibi her yer tertemizdi. |
every weekday | hafta içi her gün |
everybody | herkes |
everybody exposed to that eyeless look | o gözsüz bakışa maruz kalan herkes |
Everybody lies | Herkes yalan söyler |
everybody was infested with lice | herkes bitleniyordu |
Everybody went to the party but I (me on the other hand I) prefered to stay home. | herkes partiye gitti bense evde kalmayı tercih ettim |
everyone / lit. friend -enemy | dost düşman |
Everyone agreed on this. | Bu konuda herkes hemfikirdi. |
Everyone emptied their chamberpots from the window down. | Herkes lazımlıklarını pencereden aşağı boşaltıyorlardı. |
everyone I love / lit. spouse-friend | eş dost |
Everyone I love came to the party. | Partiye eş dost geldi. |
Everyone who tasted them would always want more | Onun tadına bakan herkes daha fazlasını isterdi. |
everything | her şey |
Everything is fine/ok | Her şey yolunda |
everything is under control | her şey kontrol altında |
everywhere | her yerde |
evidence | kanıt |
evident / pronounced /clear | belirgin |
evil / vice /wickedness / harm / malice | kötülük |
evolved | evrilmiş |
ex boyfriend | eski erkek arkadaş |
exactly | aynen öyle |
exactly / precisely / completely | tam |
exactly / precisely / completely (t.o.) | tam olarak |
exactly / to a T / all of a piece | tıpatıp |
exam | Sınav |
example | örnek |
excavation / Ausgrabung | kazı |
excellent | mükemmel |
except | hariç |
except | haricinde |
exception (al) | istisna |
exceptional/ extraordinary / remarkable / spectacular (...ü) | olağanüstü |
exces | artık |
excessive / extra / superfluous | fazla |
exciting | heyecanlı |
exclamation | ünlem |
exclamation indicating disgust | iğrenme belirten ünlem |
Excuse me ? (to draw attention e.g. to a waiter) (lit. can you look?) | Bakar mısınız ? |
excuse-me (a) | Affedersin |
exercise | alıştırma |
exhausted | bitkin |
exhausted (t) | tükenmiş |
exhaustion | bitkinlik |
Existence / presence / being | varlık |
existing infrastructure | mevcut altyapı |
exit | Çıkış |
exotic | egzotik |
Exoticism | egzotiklik |
expectations | beklentiler |
expected cost | beklenen maliyet |
expensive | pahalı |
expensive (m) | masraflı |
Experience (t) is the best teacher | tecrübe en iyi öğretmendir |
experience /Erfahrung (d) | deneyim |
experience /Erfahrung (t) | tecrübe |
experienced / wise / expert | deneyimli |
experiment /try | deney |
expert advice (counseling) | uzman danışmanlıklar |
expiration date | son kullanım tarihi |
explanation | izah |
explosion / detonation | patlama |
export | ihracat |
expression / deposition / statement | ifade |
expression / manner of telling | anlatım |
extend /degree /rank | mertebe |
extra / additional | fazladan |
extraordinary (f) | fevkalade |
extravagant | savurgan |
extreme | aşırı |
extremely | son derece |
extremely sparse / not densely populated | tek tük |
extrovert | dışadönük |
eye | göz |
eye brows | kaşlar |
eye witness / witness | görgü tanığı |
eyelashes /Wimpern | kirpikler |
fabric / cloth | kumaş |
face | Yüz |
face /visage (ç) | çehre |
face the facts | gerçeklerle yüzleş |
face the music / stand up to something /put a brave front on something / resist/grit one's teeth /breast | göğüs germek |
facing | dönük |
facing the door | kapıya dönük |
factor / element | unsur |
faint / unconscious | baygın |
fair / kermes | panayır |
fair /just | adil |
fair enough / so be it / amen | öyle olsun |
fairy / nymph / pixie | peri |
fairy dust / pixie dust | peri tozu |
fairy dust / pixie dust | peri tozu |
fairytale /Märchen | masal |
faith / belief | inanç |
faith / belief (im) | iman |
faithful as a dog | bir köpek kadar sadık |
fake /false | sahte |
Fake prince and ambassador arrested in Italy | sahte prens ve büyükelçi İtalya'da yakalandılar |
falcon | doğan |
fame | ün |
familiar | tanıdık |
familiar (a) | aşina |
familiarity | laubalilik |
family | aile |
family (biol.) (e.g. Felidae / Katzen) | familya |
famous | meşhur |
famous | ünlü |
famous /renowned (ş) | şöhretli |
fan club | fan kulübü |
fans | hayranlar |
fantastic pictures | muhteşem resimler |
far / distant (u) | uzak |
far be it from me (lit. it does not fall to me) | bana düşmez |
farewell /leave taking /parting | veda |
farewell party | veda partisi |
Farid's heart beats had begun to get faster again | Farid'in yürek atışları yine hızlanmaya başlamıştı. |
farm | çiftlik |
farmer | çiftçi |
fashion | moda |
Fashion /form / mode (ş) | şekil |
fashion designer | modacı |
fassade / front | cephe |
fast food | hazır yiyecek |
fast/quickly growing | hızla büyüyen |
fat | şişman |
fatal / deadly / mortal | ölümcül |
fate | kader |
Fate brought me here. | Beni buraya kader getirdi. |
father | baba |
father-in-law | kayınpeder |
Fatih is my brother ,I can't beat him. | Fatih benim kardeşim ona vuramam. |
fault (k) | kabahat |
fault / flaw / defect / failure | kusur |
favourite (g) | gözde |
fear | korku |
Fear the Lord, all you His saints, for the one who fears Him lacks nothing. | RaB'den korkun, ey Onun kutsalları, çünkü Ondan korkanın eksiği olmaz. |
feast / banquet (ş) | şölen |
Feather / hair /down / long animal hair | tüy |
Feather/ plume / down / fluff | Kuş tüyü |
February | Şubat |
feeling | his |
feeling /emotion | duygu |
Feelings and thoughts need to be explained open and clearly (net). /in a clear way (ş) | Duygu ve düşüncelerin açık ve net bir şekilde anlatılması gerekir. |
felines | kedigiller |
female goat / doe | çebiç |
fennel | rezene |
fenugrec | çemen |
festive clothes / sunday clothes (e/g) | bayramlık elbise - giysi |
fever | ateş |
fever /feverishness (h) | humma |
fewer (number) than in the past | eskisine oranla sayıca daha az |
fiction | kurgu |
fidgety / restless/ zapplig | yerinde duramayan |
field | tarla |
Field crow | tarla kargası |
field lilies | kır zambakları |
fierce / furious / wild | azgın |
fifty | elli |
fifty times more excited | elli kat daha heyecanlı |
fifty times/fold more | elli kat daha |
fig /Feige | incir |
fight | kavga |
fight /strife / struggle (m) / campaign | mücadele |
figure / pattern | desen |
Fill in the blanks / guess the rest yourself | gerisini sen tahmin et |
Fill it up / fill the tank | Depoyu fulleyin ! |
filled up to the brim (with food) but not satified in the least | tıka basa doymuş ama hiç mi hiç tatmin |
filled up to the brim (with food) but not satified in the least | tıka basa doymuş ama hiç mi hiç tatmin |
filling /stuffing | dolgu |
film / movie | film |
filter paper/ Filterpapier | kâğıt filtresi |
filth/ dirt | pislik |
filthy rich /stinkreich | kalantor |
fin /Flosse | yüzgeç |
final judgement /final conclusion/ last (absolute) decision | kesin yargı |
finally / in the end / at last | sonunda |
Finally the bad news spilled quickly from his lips. | Sonunda kötü haber dökülüverdi dudaklarından. |
Finally they sickened me | Sonunda bıktırdılar beni |
finally we found a road sign | sonunda bir tabela bulduk |
finals / play-offs / final exams | finaller |
financial damage (h) | maddi hasar |
Find a way to help ! | Yardım etmenin bir yolunu bul ! |
fine with me | olur |
finger | parmak |
finger/foot nail | tırnak |
Fire ! | Yangın! |
fire (chimney / camp fire) | ateş |
fire drill /Brandschutzübung /Probealarm | yangın tatbikatı |
fire fighters / fire department / Feuerwehr (Organisation) | itfaiye (örgütü ) |
fire gushing from the depths of the earth crust | yer kabuğunun derinliklerinden fışkıran ateş |
Fire is easier to discipline than a cat. | Ateşi terbiye etmek bir kediyi terbiye etmekten daha kolay. |
fire wood | çıra |
firefly / glowworm / Glühwürmchen | ateşböceği |
fireworks | havaifişekler |
firm conviction | kesin kanaat |
first (of all) / to begin with | ilk olarak |
first / top primary | ilk |
first class | birinci sınıf |
first name / prénom /Vorname (only used in case of confusion, otherwise adı = first name) | ilk adı |
first name, middle name and last name | ilk adı, göbek adı ve soyadı |
First news of the process: National athlete heard as witness | Duruşmadan ilk bilgiler: Milli sporcu tanık olarak dinlendi. |
First of all he looked at the bus schedule. | İlk olarak otobüs programına bakıyor. |
first thing tomorrow | yarın ilk iş olarak |
firstly / primarily | öncelikle |
fish | balık |
fish (meat) | balık eti |
fisherman | balıkçı |
fishery / Fischerei / la pêche | balıkçılık |
fishing | balık tutmak |
fist / punch | yumruk |
fist fight | yumruk dövüşü |
fit (z) | zinde |
fitted / paved/ ausgelegt /gepflastert | döşeli |
fitted/paved with pebble stones | çakıl taşlarıyla döşeli |
Five fingers are not one. (Not everybody in a group can be alike) | Beş parmak bir olmaz. |
five prayer times | beş vakit namaz |
fixedly | dik dik |
flag | bayrak |
flame | alev |
flamingo | flamingo |
flank / side | böğür |
flapping (its) wings | kanat çırpan |
flash | flaş |
flashing/hitting (Present Participle) (careful with humans !) | çakan |
flashlight | el feneri |
flashy / spectacular /showy /dressy / resplendant | gösterişli |
flat /platt | yassı |
Flat nose (a knick name) / Flachnase | Yassı Burun |
flat water | maden suyu |
Flatfish/Plattfische | yassı balıklar |
flatfoot /Plattfuß | düztaban |
flatfooted /plattfüßig (mit einem plattfüßigen Gang) | düztaban bir yürüyüşle |
flavour /savour | lezzet |
flawlessly / in a perfect way | kusursuz bir şekilde |
flea | pire |
fleshy leaves | etli yapraklar |
flight (airplane) | uçuş |
flight ticket | uçak bileti |
flight way/ escape route | kaçış yolu |
Flintstone / Feuerstein | Çakmak taşı |
flirting with the mechanism | mekanizması ile flört ederek |
floating/swimming green ducks | yüzen yeşil ördekler |
floaty /flowing /(wide /baggy /loose) | dökümlü |
flood | su baskını |
flood /torrent / deluge | sel |
floor | zemin |
floor (of a building)/base / sole (shoe) | taban |
floor / etage | kat |
floor / hallway | koridor |
flounder / Flunder (Plattfisch, eyes on the right side., 20 -25 cm, Atlantik., Mediterr, Southsea, Baltik, Karadeniz, Marmara | pisi balığı |
flower | çiçek |
flowerpot / Blumentopf | saksı |
flowershop / florist / flower seller | çiçekçi |
flu | grip |
Fluency / fluidity / smoothness | akıcılık |
Fluorine /Fluor - F 9 | flor |
flurry/alarm/ hastiness/panic, rush/ whirl/ fuss/ excitement/to-do | telaş |
flush /Klospülung | sifon |
fly (insect) | sinek |
flying in the air | havada uçan |
foal | tay |
foam | köpük |
foamingly | köpük köpük |
fog / mist (s) | sis |
fogg / mist | pus |
foggy | sisli |
foggy / misty | puslu |
fold / bend / curve / twist (general word - k) | kıvrım |
foliage / verdure / green | yeşillik |
folk /community / people (a) | ahali |
Following (after) the decision to release (him) the man was brought to his home. | Adam tahliye kararının ardından evine getirildi. |
following (in accordance with ) the rules of the language | dilin kurallarına uyularak |
fond / fan / enthousiast / freak | düşkün |
fond of x-ing (... a) | X-maya düşkün |
food | Yemek |
food (yy) | yiyecek |
food / nutrition | gıda |
food industry /Lebensmittelindustrie | gıda endüstrisi |
food industry /Lebensmittelindustrie (g.s.) | gıda sanayii |
Food that has not been cooked properly / Uncooked food is not nice. | Doğru pişirilmemiş yemek güzel olmaz. |
Food that is not cooked properly is not/will not be nice. | Doğru pişirilmeyen yemek güzel olmaz. |
food/ prey (y) | yem |
fool | aptal |
fool (b) | budala |
foot | ayak |
football | futbol |
footless | ayaksız |
for / because (z) / inasmuch / for as much / likewise | zira |
for / in order to | için |
For a bachelor it's easy to divorce his wife. (You can't judge a person without being in their shoes) | Bekâra karı boşamak kolay. |
for a long time / for ages | uzun zamandır |
for a marriage to break down ( lit. one's nest is collapsing) | yuvası yıkılmak |
for a moment | bir anlığına |
For a moment he looked/appeared surprised/taken aback /estonished. (a) | Bir an afallamış gibi görünüyordu. |
For a reason I didn't know, I felt like I had been exposed, | Bilmediğim bir sebeple kendimi ifşa edilmiş gibi hissettim |
for a start / to begin with | başlangıç olarak |
For a week | Bir haftalık |
for a while (m) | bir müddet |
For a while(m) he sat on the edge of his bed and thought. | Bir müddet yatağının kenarına oturup düşündü. |
for about a year | yaklaşık bir yıl için |
For all have sinned and are deprived of the glory (y) of God. (Rom 3:23) | Çünkü herkes günah işledi ve Tanrının yüceliğinden yoksun kaldı. |
for all the world to see / (against the stranger and the sun) | ele güne karşı |
For also there is nothing covered that will not be revealed (ç) | Çünkü örtülü olup da açığa çıkarılmayacak hiçbir şey yoktur. |
For also there is nothing hidden that will not be known | Çünkü gizli olup da bilinmeyecek hiçbir şey yoktur. |
For even the Son of Men has not come to be served but to serve and to give his life (soul) as a ransom for many. (Mark 10: 45) | Çünkü İnsanoğlu bile hizmet edilmeye değil, hizmet etmeye ve canını birçokları için fidye olarak vermeye geldi. |
for everyone's best | herkesin iyiliği için |
for example /e.g. / z.B. | örneğin |
for example /e.g. / z.B. | örneğin |
for good /completely / through and through /altogether | bütün bütün |
for him it's not good enough | onun için yeterince iyi değildir. |
For how long ? | Ne kadar süreliğine? |
For I am gentle and humble. | Çünkü yumuşak huylu alçakgönüllüyüm. |
For I can testify about them that they are zealous for God, but their zeal is not based on knowledge. | Onlara ilişkin tanıklık ederim ki, Tanrı için gayretlidirler; ama bu bilinçli bir gayret değildir. |
for life (m) | müebbet |
for life / lifelong | ömür boyu |
For me, learning a language carries a different meaning than everyone understands. | Benim için bir dil öğrenme herkesin anlayabildiğinden farklı bir anlamı taşır. |
For me, learning a language has a different meaning than everyone understands. (can understand) | Benim için bir dil öğrenmenin herkesin anlayabildiğinden farklı bir anlamı vardır. |
for my part / for all I care / for what concerns me / (if it remains to me) synonym to bana gelince | bana kalırsa |
for my sake | benden ötürü |
for my sake (u) | benim uğruma |
for obvious reasons | açık nedenlerden dolayı |
For one moment he stopped breathing./he gasped (lit. hıs breath was cut) | Bir an nefesi kesildi. |
For pragmatists like Arthcamu | Arthcamu gibi pragmatistler için |
for rent /rental | kiralık |
for shame | ne ayıp |
for some other reasons | başka bazı nedenler yüzünden |
for some reason | bir sebeple |
for some reasons (n) | bazı nedenlerden dolayı |
for some unknown reason | bilinmeyen bir sebeple |
For the family (household) knew that the tenants' only qualities were to not appear, to be hidden and to appear (surface m. ç.) as late and difficult as possible if not called and even if called. | Çünkü ev halkı, kiracılarının biricik vasfının, görünmemek, gizlenmek, aranmazsa, hatta arandığı zamanlarda bile mümkün mertebe geç ve güç meydana çıkmak olduğunu bilirlerdi. |
For the first time since they left (ç) his face was not jet black from worries (k) | Çıktıklarından beri ilk kez yüzü kederden simsiyah değildi. |
for the purpose of testimony (t) | tanıklık amacıyla |
For the rapidly approaching winter | Hızla yaklaşan kış için |
For the rest of your life | ömrünün geri kalan kısmı |
for the sake of conversation | laf olsun diye |
for the sake of/ due to the Word of God | Tanrı sözünden ötürü |
For the zeal for your house has consumed me, | Çünkü evin için gösterdiğim gayret beni yiyip bitirdi, |
For this people's heart has grown dull / has hardened | Çünkü bu halkın yüreği duygusuzlaştı |
For this Personal Developement Tests or Expert Advice can be prefered. / Personal development tests or specialized counseling may be preferred for this. | Bunun için kişisel gelişim testleri veya uzman danışmanlıklar tercih edilebilir. |
for this reason (n) | Bu nedenle |
for this reason (s) | bu sebepten dolayı |
for thousands of years | binlerce yıllık |
for three minutes | üç dakikalığına |
for twenty years | yirmi yıldır |
for two months | iki ay |
for various reasons (n) | birçok nedenlerden dolayı |
for work | iş için |
for years | yıldır |
for years | yıllarca |
For you have been a shelter for me | Çünkü sen benim için sığınak oldun. |
for your body | bedeniniz için |
forbidden love | yasak aşk |
force (kd) | kudret |
forced / bound /obliged (m) | mecbur |
forced / restrained /stiff | zoraki |
foreign / abroad | yurtdışı |
foreign currency / Devisen | döviz |
foreign language teacher | yabancı uyruklu dil öğretmeni |
foreign markets | yabancı pazarlar |
foreign national | yabancı uyruklu |
foreigner / stranger / foreign | yabancı |
forelock / lock hanging over the fronthead | perçem |
forester /woodsman /ranger / protector/Förster | korucu |
forever | sonsuza dek |
forgive me | beni affet |
fork | çatal |
forked | çatallı |
forlon /lonely /orphan / all alone (k) | kimsesiz |
form | şekil |
Format /style / shape / form | biçim |
fortunate / beneficial / good | hayırlı |
fortune | servet |
fortune /luck /chance (b) | baht |
fortuneteller | falcı |
Forty | kırk |
fossile | fosil |
Foster child / adoptive child | manevi evlat |
foul /rotten | çürük |
foul smelling / evil smelling / stinking / putrid (b) | berbat kokan |
foulard / scarf (f) | fular |
found with disability /injured / laming | sakatlık bulunan |
foundation (e.g. charitable foundation) | vakıf |
four by four | dörder dörder |
fox | tilki |
foxglove /digitalis /Fingerhut /(lit. Thimbleweed) | Yüksük otu |
frame | çerçeve |
France | Fransa |
frankly speaking / strictly speaking /to tell the truth | açıkçası |
frankly speaking/ to tell the truth/ in fact / actually / strictly | doğrusu |
free (available)(s) / unattached /unrestricted | serbest |
free / at liberty (ö) | özgür |
free / empty | boş |
free as a bird | bir kuş kadar özgür |
free from defects | ayıpsız |
Free vinegar is sweeter than honey. | Bedava sirke baldan tatlıdır. |
Free you have received, give for free ! | karşılıksız aldınız, karşılıksız verin. |
freezer | dondurucu |
French fries | patates kızartması |
French people like talking about food. | Fransızlar yiyeceklerden konuşmayı çok seviyorlar |
frenzied welcome | coşkulu tezahürat |
frequency | frekans |
frequent /dense /thick/close | sık |
frequent guest | sürekli konuk |
fresh | taze |
fresh strength | taze güç |
friday | cuma |
Friday he would work until late. | Cuma günü geç saatlere kadar çalışacaktı. |
fridge / Eisschrank | buzdolabı |
fried egg / Spiegelei | sahanda yumurta |
friend | arkadaş |
friend (d) | dost |
friendless | dostsuz |
friendly (to s.o.) | (birine karşı) dost canlısı |
Friends and relatives felicitate each other's New year. | Dost ve akrabalar da birbirinin yeni yıllarını kutluyorlar. |
frightfully / horrible / in a disgusting fashion (b) | iğrenç bir biçimde |
frog | kurbağa |
from / through the cracks in the wall | duvardaki çatlaklardan |
from ambitious children up to young people thinking that the art of lockpicking might facilitate their career | kilit kırma sanatının, kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen hırslı çocuk ve gençlere kadar |
from anger / rage | öfkeden |
from behind one of those windows | o pencerelerin bir tanesinin arkasından |
from children up to young people | çocuk ve gençlere kadar |
from different angles | değişik açılardan |
from ethical aspects | etik yönden |
from everlasting | ezelden beri |
From his lips spilled vengeance prophecies. | Dudaklarından intikam kehanetleri döküldü |
from its cellar to the roof | bodrumundan çatısına dek harika |
from my anger | öfkemden |
from my mouth | ağzımdan |
from now on / henceforth (b) | bundan böyle |
from the air and the water | havadan sudan |
from the beginning of Creation | yaratılışın başlangıcından |
from the beginning until the end | baştan sona kadar |
from the common burglar to the more sophisticated blackmailers | sıradan hırsızdan, daha sofistike şantajcılara |
From the day İhsan's mother had held this little shop he had disliked her, despised her. | İhsan'ın annesinin bu küçük dükkanını tuttuğu günden beri beğenmemiş, hor görmüştü. |
from the glaciers | buzullardan |
from the group of carnivores | etobur takımından |
from the inside of his palm | avucunun içinden |
from the inside of his palm a red lightening flashed and | avucunun içinden kırmızı bir şimşek çakıp |
from the opposite side | karşı taraftan |
from the opposite side of the World Sea | Dünya Denizi'nin karşı tarafından |
from the other end of the earth | yeryüzünün öbür ucundan |
from the piles of snow | kar yığınlarından |
From the place where he was | Bulunduğu yerden |
From the place where he was he could see the whole forest that was around him. | Bulunduğu yerden etrafındaki bütün ormanı görebiliyordu. |
from the underground | yeraltından |
from the very beginning | en başından |
From this point on, my grandmother would take over. | Bu noktadan sonrasını büyükannem devralacaktı. |
from x onwards / from x until now | X-den bu yana |
front commander | cephe komutanı |
front door | ön kapı |
front wall | ön cephe duvarı |
frontage/fassade | ön cephe |
frontal attack | cephe taarruzu |
frontal muscle (moves face expressions) | alın kası |
frontal view | cephe görünüşü |
frontal view | cephe görünüşü |
frost | kırağı |
Fruchtfleisch /pulp | etli kisim |
Fruchtmark | meyve eti |
frugal /genügsam / sparsam | tutumlu |
fruit | meyve |
fruit basket /Obstkorb | meyve serpeti |
fruit out of season / early grown fruit | turfanda meyve |
fruitcake (cake with fruit on top) / Obstkuchen | meyveli kek |
fruitcake (with dried fruit) | kuru meyveli kek |
fuel / combustible / gasoline | yakıt |
fuel / petrol | Benzin |
full /filled | dolu |
full of holes | delik deşik |
full of joy | Neşe dolu |
full to the brim | tıka basa dolu |
fullmoon | dolunay |
fully | Tamamıyla |
fumble / bustle / fummeln | koşuşturmak |
fun | eğlenceli |
fun / entertainment / amusement | eğlence |
fund | ödenek |
fundamentally flawed | temelinden kusurludur |
funnel / Trichter | huni |
funny | matrak |
funny / ridiculous | gülünç |
Funny how fear can affect you. | Korkunun seni nasıl etkilediği gülünç. |
furious / enraged / adj | öfkeli |
furiously / fiercely | cayır cayır |
furniture | mobilya |
furthermore /and what's more (h) | Hele de |
Fussknöchel / ankle | ayak bileği |
galaxy | galaksi |
gall (liquid) | ödü |
gallop | dörtnal |
gambling | kumar |
game (not sports) | oyun |
gang /band/ mob | çete |
garden | bahçe |
gardener | bahçıvan |
Gardeners came and took those accidentally left behind as well away | bahçivanlar gelip istemeden geri kalmış olanları da el arabalarıyla götürdüler |
gardening | bahçecilik |
garlic | sarımsak |
garnet / Granat | lâl taşı |
gazelle (c) | ceylan |
Geleceğim Slang (I will come) | gelicem |
gem / jewel / precious stone | mücevher |
general (mil) | komutan |
general name | genel ad |
general name given to all primates other than man | insandan başka bütün primatlara verilen genel ad |
Generally (speaking) books do not cause much harm, except when you read them (that is). | Genellikle kitaplar çok zarar vermez, okuduğun zaman(lar) hariç. |
Generally (speaking) books do not cause much harm. | Genellikle kitaplar çok zarar vermez. |
generally recognized as safe | genellikle güvenilir kabul edilen |
Generally/ on the whole she thinks it would be best to stay in this work. | Genel olarak bu işte kalırsa daha iyi olacağını düşünüyor. |
generation (homonym of belt) | kuşak |
generation / posterity / Nachwuchs / progeny / descendance / lineage | nesil |
generous (ç) | çömert |
genista /Ginster | katırtırnağı |
Genitive | ilgi hâli |
gentle words | kibar sözler |
gentleman | beyefendi |
gentlemen | baylar |
gently / quietly | usul usul |
Genus / Gattung (biol.) (e.g. Felis /echte Katzen) | cins |
geography | coğrafya |
geologist | jeolog |
Germany | Almanya |
Germany is a place worth visiting. / deserves to be visited | Almanya çok gidilesi bir yer. |
get me out ! / take me out ! | Çıkar beni ! |
Get out / fuck off / out | defol |
get out of a tight spot / to escape of a great danger | vartayı atlatmak |
Get out of here ! | Defol buradan ! |
Get out of my orchard or I´ll set the dogs on you! | Meyveliğimden çık, yoksa köpekleri peşine salarım! |
Get out the beans that are in your mouth / spill the beans / let's hear it / let the cat out of the bag | ağzındaki baklayı çıkar |
Get permission (a day off) from the boss | Patrondan izin al! |
Get the news from a child or a madman. meaning: They chatter away and reveal secrets that we would not normally hear. near equiv: Children and fools speak the truth | Bir çocuktan bir deliden al haberi. |
getting out of their hiding place | Gizlendikleri yerden çıkan |
gideceksiniz Slang | Gitçeniz |
gift / present | hediye |
gigantic /colossal | devasa |
gigantic aloe plants | devasa sarısabır bitkileri |
gilded / vergoldet | yaldızlı |
gilded paint / Goldfarbe | yaldızlı boya |
gilt-head bream / Goldbrasse (found in the Mediterranean Sea and the eastern coastal regions of the North Atlantic Ocean. It commonly reaches about 35 centimetres (1.15 ft) in length, but may reach 70 cm (2.3 ft) and weigh up to about 7.36 kilograms. It's | çipura |
gin | cin |
giraffe | zürafa |
girl | kız |
girlfriend | kız arkadaş |
give back with interest | faiziyle iade etmek |
Give me a hug. | sarıl bana |
Give us today our daily bread. Matta 6 :11 | Bugün bize gündelik ekmeğimizi ver. |
Giving a glass of cold water to one of these ordinary people | Bu sıradan kişilerden birine bir bardak soğuk su veren |
glacier /ice field | buzul |
gladly / with pleasure | memnuniyetle |
glass jar | cam kavanoz |
gloomy / somber (disturbing feeling)/ for weather: too hot/too humid /too cloudy | kasvetli |
gloomy/dim/obscure /dark (l) | loş |
glory / splendour / magnificence / majesty / brilliance | görkem |
gloves | eldiven |
Glubschaugen /goggle eyes | patlak gözler |
gnat / moskito | sivrisinek |
Gneis (rock /metamorphose of granit/ can contain quarts, potassium,feldspar and sosium feldspar) | gnays |
Go away (from here) | Buradan git ! |
Go make me miss you and then come (back) again | Git özlet kendini yine gel |
Go to Russia at Christmas. | Noel'de Rusya'ya git. |
goal (in a match) | gol |
goats | keçiler |
God | Tanrı |
God created from the beginning of Creation men as men and woman (female). (Mark 10: 6) | Tanrı, yaratılış başlangıcından insanları erkek ve dişi olarak yarattı. |
God helps those who help themselves | Tanrı, kendilerine yardım edenlere yardım eder |
God is love. Who lives in love lives in God and God in him. 1. Yuhanna 4:16 | Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı'da yaşar, Tanrı da onda yaşar. |
God will also do His own part of the job. (a fact) | Tanrı da kendi üzerine düşeni yapacaktır. |
Goddamn /godforsaken | kahrolası |
gold | altın |
golden cupolas / goldene Kuppeln | altın kubbeler |
golden-haired | altın saçlı |
Goldfinch / Stieglitz | saka kuşu |
golf | golf |
good | iyi |
Good and how about you ? | peki ya sen |
good fairies | iyi periler |
good game | iyi maç |
good luck with / congrats to | hayırlı olsun |
good luck with it | hayırlı uğurlu olsun |
Good luck! (lit. Break the devil's leg) / Hals und Beinbruch | Şeytanın bacağını kır! |
Good morning | günaydın |
good neighborly relations | iyi komşuluk ilişkileri |
good news | müjde |
good-humoured / smiling | güler yüzlü |
Good. Now I know I can trust you. | İyi. Şimdi sana güvenebileceğimi biliyorum. |
goodness | iyilik |
goodness shines in a girl's smile | iyilik parlar bir kızın gülüşünde |
goods / belongings / articles /luggage / baggage | eşya |
goose | kaz |
goose feathers | kaz tüyleri |
gooseberry / Stachelbeere | bektaşiüzümü |
gooseberry compote / Stachelbeerkompott | bektaş üzümü kompostosu |
gossip (d) | dedikodu |
gourmand / glutton / voracious | obur |
government (h) | hükümet |
governor / prefect | vali |
governorship /proconsulate | valilik |
gown (lawyers /judges/wizards) Talar | cübbe - cüppe |
grace /elegance (i) | incelik |
grace /elegance /refinement /tactfulness /kindness (z) | zarafet |
gracefully | zarafetle |
gradually /more and more (g.. d.) | gitgide |
gradually /more and more (g.. d.) | gitgide |
graduated | mezun |
gram | gram |
Granatapfel /pomegranate | nar |
grand / majestic | haşmetli |
grandfather | dede |
grandmother (maternel) | anneanne |
grandmother (n) | nine |
grandmother (paternel) | babaanne |
grape | üzüm |
grapefruit | greyfrut |
Graphic representation | çizgesel sunuş |
graphik display | grafik sunu |
graphite | grafit |
grass / grass ground | çimen |
grass / herb | ot |
grassland / pasture | otlak |
grateful | minnettâr |
Gravel/ Kies / / Kieselsteine | Çakıl |
gravitational fields (the region of space surrounding a body in which another body experiences a force of gravitational attraction.) | yerçekimi alanları |
gravity | yerçekimi |
great misfortune! Bad break / Pech | büyük şanssızlık |
great tit /Kohlmeise | büyük baştankara |
greatness / awe / Erhabenheit | ululuk |
greatness /grandeur / magnificence (a) | azamet |
green | yeşil |
green olives | yeşil zeytin |
greenish (s) | yeşilimsi |
greenish (t) | yeşilimtrak |
Greetings | selamlar |
grey | gri |
grey /brown (old word) | boz |
grey goose / wild goose | yaban kazı |
greyish (s) | grimsi |
greyish (t) | grimtrak |
grid lines | ızgara çizgileri |
grid lines | ızgara çizgileri |
grief /sorrow /low spirits | keder |
Gries | irmik |
grill (also the rost on a barbecue ) | ızgara |
Grimace/ Grimasse | Yüz buruşturma |
ground (y) / (surface of the) earth | Yeryüzü |
ground / floor / place | yer |
ground meat / Gehacktes | kıyma |
ground, soil, earth | toprak |
grounds (coffee) / coffee grounds leftover in the cup | telve |
group (t) | topluluk |
group /set /team | takım |
growth | büyüme |
grudge / rancour /spite /malice | garez |
grumpy / spiteful / vicious / disagreable / ill tempered | huysuz |
guard (k) | koruma |
guard (m) /bodyguard /escort / guardian | muhafız |
guard/watchman /sentinel (n) | nöbetçi |
Guave | Guave |
guess my age | yaşımı tahmin et |
Guess the meaning | anlamı tahmin et |
Guess what (b b) spoken | bil bakalım |
Guess what (happened) | Tahmin et noldu |
Guess what happened (spoken bb) | Bil bakalım ne oldu |
Guess who is here (spoken bb) | Bil bakalım kim geldi |
Guess whose birthday is today. (spoken b b) | Bil bakalım bugün kimin doğum günü |
guest | misafir |
guest / visitor | konuk |
guest room | misafir odası |
guide / handbook /guide book / directory | rehber |
guide book / city guide | şehir rehberi |
guilty | suçlu |
guitar | gitar |
gun | tabanca |
Gun barrel /Lauf (Gewehr / Pistole) / Rohr (Kanone) | namlu |
guy /bloke | herif |
Guy fawkes night (English feast 5/11-king James I survived a murder plot) | Şenlik (ateşi) gecesi |
gym | spor salonu |
gymnastik | cimnastik |
habit / temper / nature / character / humor | huy |
hail / Hagel | dolu |
hairdresser (b) | berber |
hairdresser (k) | kuaför |
hairdryer | saç kurutma makinası |
hairpin /bobby pin | toka |
hairy / feathered | tüylü |
half (of it) black, half (of it) white | yarısı siyah, yarısı beyaz |
half (noun) (also in sport match) | yarı |
half a bundle of parsley | yarım demet maydanoz |
half a smile (unwanting) | isteksiz bir gülüş |
half a year | yarım yıl |
half an hour earlier | yarım saat önce |
Half of his food was finished. | yiyeceklerinin yarısı bitmişti. |
half of the times he tried | denediği zamanların yarısında |
half term /semester | yarı yıl |
half-time | devre arası |
half-way /half-baked /superficial /after a fashion | yarım yamalak |
halfway decent (which can be counted as decent) | düzgün sayılabilecek |
hall / lobby (h) | hol |
hallucination | sanrı |
hammer | çekiç |
hammerhead shark/Hammerhai | çekiç balığı |
hamster | hamster |
hand | el |
handball | hentbol |
handcuff | kelepçe |
handcuff /wristlet | kelepçe |
handkerchief | mendil |
handle /Griff | sap |
handle /grip / Griff | kulp |
handrail /rail (t) | tırabzan |
handsaw | el testeresi |
handsome | yakışıklı |
hang in there / be patient / grit your teeth /grin and bear it! Lit. Beiß die Zähne zusammen. | sık dişini |
hang on | bekleyin |
hanging, suspended, dependent, pendant, pendent, pending | asılı |
happiness | mutluluk |
happy | mutlu |
Happy birthday | iyi ki doğdun |
Happy Birthday ! | Doğum günün kutlu olsun ! |
Happy holidays ! | iyi tatiller! |
Happy is the country which has no history ! | Ne mutlu tarihi olmayan bir ülkeye ! |
Happy New Year | Mutlu Yıllar |
hard / tough / difficult / rough | çetin |
hard working / diligent / fleissig | çalışkan |
harder than than (any) the oldest people remembered | en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu |
hare / Hase | kır tavşanı |
harmless | zararsız |
harmony /unity /accordance /concord (a) | ahenk |
Harry Potter was a magician. | Harry Potter bir büyücüydü . |
Harry, who felt that his face was very red for good | Yüzünün resmen kıpkırmızı olduğunu hisseden Harry |
harvest (h) | hasat |
Has the jury reached a verdict? | Jüri bir karara ulaştı mı? |
Has the passport you(pl) lost been found? | Kaybettiğiniz pasaport bulundu mu? |
Has the passport you(sg) lost been found? | Kaybettiğin pasaport bulundu mu? |
Hasan, as soon as he goes home, he will (immediately) change his Facebook profile. | Hasan evine gider gitmez Facebook profilini değiştirecek. |
hashish / secret | esrar |
Haste makes waste. transl: "The devil gets involved in things hastily done." | Acele işe şeytan karışır. |
hastily | telaşla |
Hastily she added at once... | Aceleyle hemen ilave etti... |
hastiness / rashness / speediness / impetuosity | acelecilik |
Hastiness causes people to make mistakes (drops them to error) | Acelecilik insanı yanılgıya düşürür. |
hasty/ impatient / impulsive (i) | ivecen |
hat | şapka |
hatred | nefret |
hatred (k) | kin |
haughtiness /disdainfulness | mağrurluk |
Have a nice journey | güle güle gidin |
Have a nice weekend ! | İyi haftasonları ! |
have a run of bad luck | bir dizi şanssızlık yaşamak |
have a safe flight | iyi uçuşlar |
Have breakfast in the mornings. | Sabahleyin kahvaltı yap. |
Have mercy (pity) on me | Halime acı |
have you considered getting glasses? | gözlük almayı düşündün mü? |
Have you got lockers ? | Kilitli dolaplarınız var mı ? |
have you heard from her since yesterday? | dünden beri ondan bir haber aldın mı? |
Have you lost your mind? | aklını mı kaçırdın? |
Having tassel (that is) hanging at/from its end | ucundan bir püskülün sallandığı |
hawk | şahin |
hayloft / Scheune / Heuboden | samanlık |
hazelnut | fındık |
hazırlayacağım Slang (I will prepare) | hazırlıycam |
He (they) regain(s) new/ fresh strength | Taze güce kavuşur |
He /she / it / that | o |
He a lot (a pile/heap/bunch) of work to do today. | Bugün yapacak bir yığın işi vardı. |
He adjusted (a) the wireless frequency. | Telsizin frekansını ayarladı. |
He aligned them in a semi circle facing the door | Onları kapıya dönük bir yarım çember şeklinde dizdi. |
He allowed him to look at the textbook. | Ders kitabına bakmasına izin verdi. |
He allowed me to look at the textbook. | Ders kitabına bakmama izin verdi |
He also never understood that peopledid bad things for money, because he didn't care for money. (didn't give importance too) | O da insanların para için kötü şeyler yapmasını hiç anlamıyordu çünkü kendisi paraya hiç önem vermez. |
he always criticizes me | o hep beni eleştiriyor |
He always had wanted to make sure (now it's too late)/ He would have wanted to make sure (had there been an opportunity) | Emin olmak isterdi |
He asked as if for the sake of keeping up the conversation | sanki laf olsun diye soruyormuş gibi |
he asked her out on a date | ona çıkma teklif etti |
He ate the show breads which only the priests could eat. | O, ancak kâhinlerin yiyebileceği adak ekmeklerini yedi. |
He beat the frontdoor with his fists. | ön kapıyı yumrukladı |
He became famous in all Europe by this book of him. | Bu kitabıyla tüm Avrupa'da ünlendi. |
He began (k) inspecting anxiously the closed shutters. | evhamlı bir şekilde kapalı panjurları incelemeye koyuldu. |
He began to (k) inspect / Il se mit à inspecter | incelemeye koyuldu |
He began to anxiously examine the closed window shutters as if the landlady was watching them from behind one of those windows | sanki ev sahibesi o pencerelerin bir tanesinin arkasından onları gözetliyormuşçasına evhamlı bir şekilde kapalı panjurları incelemeye koyuldu. |
He began to snore | horlamaya başladı |
He began to study (examine) the security camera | güvenlik kamerasını incelemeye başladı. |
He began to think | düşünür oldu |
He began to think of x-ing | x- meyi düşünür oldu. |
He began to x | x-ir oldu |
he believed /he was convinced (k) | kanısındaydı |
He bought that car twenty years ago. | o arabayı yirmi yıl önce aldı |
He brushed absentmindedly his completely messy black hair out of his face which fell over his eyes. | Gözlerinin önüne düşen darmadağınık siyah saçlarını dalgınlıkla yüzünden çekti. |
He burned the forest piece by piece | Ormanı parça parça yaktı. |
He buys two bagels and eats half a bagel, one and a half bagels he throws to the seagulls. | İki simit alıyor ve yarım simidi yiyor, bir buçuk simidi martılara atıyor. |
He called me just now | O demin beni aradım |
He came to witness to/of the light. | Işığa tanıklık etmeye geldi. |
He can't bind books like your father. | O, baban gibi kitap ciltleyemez. |
He can't lose weight as easy as he used to. | Eskiden olduğu kadar da kolay kilo veremiyor. |
He cannot be compared to ordinary people like you. | Senin gibi sıradan insanlarla kıyaslanamaz |
He carefully loosened the tension of the bow and proceeded. | Dikkatle yayın gerginliğini gevşetip ilerledi. |
He carried them on his wings | onları kanatları üzerinde taşıdı |
He caught Meggie's eye | Meggie'yle göz göze geldiler |
He clenched his thin hands to a fist and... | İnce ellerini yumruk yapıp |
He climbed onto a high piece of granit. | Yüksek bir granit parçasının üstüne çıktı. |
He closed (clapped ) his hand over his mouth. | Elini ağzına kapattı. |
He closed the door. | Kapıyı kapattı. |
he continued non stop | durmadan devam etti |
he could not give more of his attention | dikkatini fazla veremedi |
He could not hear what he said. | ne söylediğini duyamadı |
He could not hear. | Duyamadı. |
he could not stand him / he dislıked him | onu katlanamıyordu |
He could only get out a croak. | Ancak bir gıklama çıkarabildi. |
He couldn't afford to buy meat. | Et satın almaya gücü yetmezdi. |
He couldn't get the result he wanted. | İstediği sonucu elde edemedi |
He couldn't see the second part of the way. | Yolunun ikinci kesimini göremiyordu. |
He couldn't take the consequence/result | Sonucu göze alamadı. |
He decided not to dare it | Bunu göze alamayacağına karar verdi |
He decided to leave cigarettes (quit smoking) | Sigarayı bırakmaya karar verdi. |
He decided to quit smoking. | Sigara içmeyi bırakmaya karar verdi. |
He decided to work. | Çalışmaya karar verdi. |
He did not care anymore | Artık aldırmıyordu |
He did not even have to be there. | Onun oralarda olması bile gerekmiyordu. |
He did not like to think that he loved his little niece merely (s) because he had returned home. | Küçük yeğenini sade eve döndüğü için sevdiğini düşünmek hoşuna gitmiyordu. |
He didn't dare | cesaret edemedi |
He didn't fancy the others knew it either. | Diğerlerinin de bunu bildiğini sanmıyordu. |
He didn't have a light schedule in a long time. | Uzun zamandır hafif bir programı olmamıştı. |
he didn't have to (m) wait for him | onu beklemeye mecbur değildi |
he didn't mean it | onu demek istemedi |
He didn't show any reaction. | Hiçbir tepki göstermedi |
He didn't want the girl to worry about him. | Kızın kendisi için endişelenmesini istemiyordu. |
He does not have as much as he used to have. | Eskiden olduğu kadar zamanı olmuyor. |
he does not have other information than that | bunun dışındaki bilgilere hâkim değil |
He does not have poor guy said to himself | 'Zavallı' kendine dedirtmez |
he does not mention an ablativ | x-den söz etmiyor |
He does not seem to like me | benden hoşlanıyor gibi görünmüyor. |
He does not seem to like me | benden hoşlanıyor gibi görünmüyor. |
he doesn't believe (aorist) | o inanmaz |
He doesn't like fish. | balık sevmez |
He doesn't like meetings very much. | Toplantılardan çok hoşlanmaz. |
He doesn't like this kind of pressure. | Bu tarz bir baskıyı sevmiyor. |
he doesn't pour out his heart to anybody | dertleşmez kimseyle |
He doesn't speak German or any such thing. (Spoken language) | Almanca Malmanca bilmiyor. |
He doesn't talk much (lit. He has a mouth, he doesn't have a tongue) | ağzı var dili yok |
he doesn't want | istemez |
he doesn't want to wait | beklemek istemez |
He doesn't want to pamper/indulge the other. | Karşısındakini şımartmak istemez o. |
He drew (g) his bow with a sure (of himself) touch | yayını kendinden emin bir dokunuşla gerdi |
He drives as if he were drunk. | O sarhoşcasına arabasını kullanır. |
He enjoyed all of them. | O hepsinden zevk alırdı. |
He enjoyed all the criminal types who were his usual pupils at the stronghold, from the common burglar to the more sophisticated blackmailers, ambitious children and young people who thought the art and science of lockpicking could facilitate their career | O, kalede kendisinin her zamanki öğrencileri olan tüm suçlu tiplerinden - sıradan hırsızdan, daha sofistike şantajcılara ve kilit kırma sanatının, kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen hırslı çocuk ve gençlere kadar - hepsinden zevk alırdı. |
He enjoyed all the criminal types who were his usual pupils at the stronghold. | O, kalede kendisinin her zamanki öğrencileri olan tüm suçlu tiplerinden zevk alırdı. |
he exposes enormous contradictions | muazzam çelişkileri gözler önüne seriyor |
He expressed that, he does not have other information than this. | Bunun dışındaki bilgilere hakim olmadığını ifade etti. |
He falls (d) asleep immediately | O hemen uykuya dalar |
He feeds (b) the worm to his kids. | Yavrularını solucanla besliyor. |
He feeds them | O onları doyurur. |
He feels exhausted and frustrated. | O tükenmiş ve sinirli hissediyor. |
He feels nervous (g) because he doesn't go to many parties. | Çok fazla partiye gitmediği için gergin hissediyor. |
He felt a bit foolish himself for wanting to check that Tam was still there | Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için kendini biraz aptal gibi hissediyordu |
he felt much better | çok daha iyi hissetti |
he fingered the symbol | simgeyi elledi |
He finished (t) his prayer breathlessly as if he had been running ten miles. | duayı, on mil koşmuş gibi, nefes nefese tamamladı. |
He fixed his eyes on the mirror-flat watersurface / Er starrte auf die spiegelglatte Wasseroberfläche. | Gözlerini suyun ayna kadar düz yüzeyine dikti. |
He forced the voice speaking in the back of his mind to silence. | Zihninin gerisinde konuşan sesi susturdu. |
he forgot to adress her as Your Majesty | ona 'Majesteleri' diye hitap etmeyi unutmuştu |
He forgot to make | yapmayı unuttu |
He frowned even worse (The man's eyebrows were more wrinkled) | Adamın kaşları daha fena çatıldı |
He gambles to earn money. | Para kazanmak için kumar oynuyor |
he gathered himself | kendini topladı |
He gave each a plate with a huge slice of the wood redberry, half an acorn and steamed white maggots inside. | Her birimize içinde kırmızı orman meyvesinden kocaman bir dden kocaman bir dilim, ysrım meşe palamudu ve buharda pişirilmiş beyaz kurtçukların olduğu birer tabak verdi. |
He gave me his word of honor | Bana şeref sözü verdi |
He gives me a present every day. | bana her gün bir hediye veriyor |
He goes to the jeweler | kuyumcuya gider |
He got a bunch /heaps of adresses, made (plenty of) phone calls. | Bir yığın adres almış, telefonlar etmişti. |
He got excited | Heyecanlandı |
He had a conical red hat with a long golden tassel at its end on his head | Başında, ucundan uzun, altın bir püskülün sallandığı kırmızı bir külahı vardı |
He had a giant jetblack moustache. | Koskoca kapkara bir bıyığı vardı. |
He had a scary face. | Korkutucu bir yüzü vardı. |
he had a sor throat | boğazı şişti |
He had a very good memory /Il avait une très bonne mémoire /Er hatte ein sehr gutes Gedächtnis. | çok iyi bir hafızaya sahip oldu |
He had become our benefactor /guardian | velinimetimiz oldu |
he had less hair than that guy | şu adamdan daha az saçı vardı |
He had never in his life tasted anything more delicious (lit. seen the taste of...) | hayatında bundan daha lezzetli bir şeyin tadına bakmamıştı |
He had never thought ( +-iğini) | Hiç düşünmemişti |
He had not (properly) gone out to the street | doğru dürüst sokağa çıkmamıştı |
He had plenty of work clothes. | Bol bir iş giysisi vardı. |
He had retreated to a cavity where he hoped not to attract attention. | Dikkat çekmeyeceğini umduğu bir oyuğa çekilmişti |
He had suffered much. | Çok acı çekmişti. |
He had to go to a meeting. | Bir toplantıya gitmesi gerekiyordu |
He had woken up from (with) an owl's howl | O, bir baykuş feryadıyla uyanmıştı |
He has a lot of meetings with clients. | Müşterileriyle birçok toplantı yapar. |
He has a pistol to protect himself. | Kendini korumak için bir tabancası var. |
He has already a phone but he wants a new one. | Zaten bir telefonu var ama yenisini istiyor. |
he has always treated her well | ona her zaman iyi davrandı |
He has become the friend (d) of tax collectors and sinners. | Vergi görevlileri ve günahkârlarla dost oldu. |
He has got an analytical mind. | Analitik bir zekası var. |
He has lots of homework. | Bir sürü ödevi olur. |
He has never time for cleaning. | Temizliğe asla zamanı olmaz. |
He has no clean socks. | Hiç temiz çorabı yok. |
he has other things to do | yapması gereken başka şeyler var |
He has some time off. | Biraz izni var. |
he has the intention | niyetinde |
He has the intention to graduate. | mezun olmak niyetinde |
He hasn't spoken to me in a long time. | Benimle uzun süredir konuşmamıştı. |
He hates housework. | O ev işlerinden nefret ediyor. |
He hates reading the newspaper. | Gazete okumaktan nefret eder |
He heard the click. | tıkırtıyı duydu |
He held his spear. | Mızrağını tuttu. |
He hopes he won't be late for work. | İşe geç kalmayacağını umuyor. |
He hopes his girlfriend will like the neckless. | Kız arkadaşının kolyeyi beğeneceğini umuyor. |
He hopes it will last a long time. (not get broken) | Uzun süre dayanacağını umuyor. |
He hopes that he will be able to solve this problem. | Bu problemi çözebileceğini umuyor. |
He hopes that the boss will give him more opportunities to work. | Patronun ona çalışma daha çok fırsatı vermesini umuyor. |
He hopes the boss will give him the apple. | Patronun ona elmayı vermesini umuyor. |
He idly played with the idea whether the servants would have to be disposed of after this meeting. | Hizmetkârların bu toplantıdan sonra katledilmesinin gerekip gerekmeyeceği üzerine aylak aylak fikir yürüttü. |
He increases the force of the powerless | takati olmayanın kudretini artırır |
He is a kind, very calm and romantic man. | O iyi kalpli, çok sakin ve romantik bir adam. |
He is a little sad, because he doesn't have a girlfriend. | Biraz üzgün çünkü kız arkadaşı yok. |
he is accused of spying | casusluk yapmakla suçlanıyor |
He is afraid to be fired if he makes one more mistake | Bir hata daha yaparsa kovulacağından korkuyor. |
He is always late for work. | İşe hep geç kalır. |
He is at present in the inn. | Şu anda handa. |
He is especially good at playing the guitar | özellikle gitar çalmada iyi |
He is going to a pub. | Bir bara gidiyor. |
He is going to the museum this afternoon. | bu öğleden sonra müzeye gidecek |
he is good at piano playing | piyano çalmada iyi |
He is in a room. | Bir odada. |
He is mad at you | Sana küsmüştür |
He is nervous. (g) | gergindir |
He is never happy | hiçbir zaman mutlu değil |
He is not bored. | O sıkılmıyor. |
He is not like his brother. He is very different from him. | O erkek kardeşine benzemez. O ondan çok farklı. |
He is obliged by ethical aspects | etik yönden zorunludur |
he is obliged to be such | öyle olmaya zorunludur |
He is one metre seventy-five centimetres | o bir metre yetmiş beş santim |
He is surfing on Internet every evening. | Her akşam intertnette sörf yapıyor. |
He is ten years old yet (h) but don't underestimate him. He is very clever. | Henüz on yaşında ama onu küçümseme. Çok zeki. |
He is the luckiest person I know | o tanıdığım en şanslı insandır |
He is too young to go to school. | O okula gitmek için çok küçük. |
He is too young to go to school. (g.k.) | O okula gidemeyecek kadar küçük. |
He is trying to start his car. | Arabasını çalıştırmaya çalışıyor. |
He is twelve years old. | On iki yaşında. |
He is very busy every day. ( Lit. His days pass very busy) | Günleri çok yoğun geçer. |
he is very nerveous /uneasy about it | onunla ilgili çok tedirgin |
He is wandering around the palace. | O, sarayda dolanıyor. |
He is watering the flowers. | O, çiçeklere su veriyor. - O, çiçekleri suluyor . |
he isn't very clever, is he? | o çok zeki değil, öyle değil mi? |
he jumped (s) back | geriye sıçradı |
he jumped and landed. | atlayıp indi |
He kept fidgeting /er zappelte unaufhörlich | kıpır kıpır duruyordu |
he kept on doing it (just to annoy me) | devam edip duruyordu |
he kept repeating | tekrarlayıp duruyordu |
He knew from experience | Deneyimlerinden biliyordu |
He landed in front of the Elf. | Elfin önüne indi. |
He leaned against the tree trunk. | Ağacının gövdesine yaslanmıştı. |
He leaned against the wheel of the wagon | Arabanın tekerine yaslandı |
He leaned(y) against the cart and reposed (d) his arm on the brandy barrel | Arabaya yaslanıp brendi fıçısına kolunu dayadı. |
He let out a bellow like an angry bull | kızgın bir boğa gibi bir böğürtü kopardı |
He lifted his right hand up. | Sağ elini kaldırdı. |
He likes coffee | kahve sever |
He likes to play games on his computer. | Bilgisayarında oyun oynamayı sever. |
He looked fixedly at him | Dik dik baktı ona. |
he looked like a monster | bir canavara benziyordu |
He looked only occasionally at the tracks. | İzlere yalnızca ara sıra bakıyordu. |
He looked straight at me. | Doğrudan bana bakıyordu. |
He loosed (lit. threw) an arrow at the bounding deer. | oku sekerek koşan geyiğe doğru attı. |
He lost himself (got crazy) uttering ( the name of ) Hadiye | Hadiye deyince deli olurdu. |
He loves/adores (b) icecream. | Dondurmaya bayılır. |
He lowered his voice. | Sesini alçalttı. |
He made a bunch of plans | Bir sürü plan yapmıştı |
He made me a bed from squirrel furs (p) | Bana sincap postlarından bir yatak yaptı. |
He makes a living from this. | Bununla geçiniyor. |
he mentionned that the store was closed at noon | mağazanın öğlen kapandığını belirtti |
He missed the castle (ş) with its hidden passages and its ghosts | Gizli geçitleri ve hayaletleriyle şatoyu özlüyordu. |
he moved his lips and whispered a single word | dudaklarını kıpırdatıp tek bir kelime fısıldadı |
He moved the balls so fast (ç) in the air that Meggie's head turned when she watched (i) him. | topları havada o kadar çabuk hareket ettiriyordu ki onu izlerken Meggie'nin başı döndü. |
He moved the collar of his wool garment closer to his neck. | Yün giysisinin yakasını boynuna yaklaştırdı. |
he moved with a swiftness/an agility that denied his age | yaşını inkâr edecek bir çeviklikle hareket ediyordu. |
He narrowed (squeezed) his eyes and smiled | Gözlerini kısıp gülümsedi |
He needed to see a lot of clients. | Birçok müşteriyi araması gerekiyordu. |
He needs a new computer. | Yeni bir bilgisayara ihtiyacı var. |
He neither grows tired nor weak | Ne yorulur ne de zayıflar |
He never forgets to say please and thank you. | Asla lütfen ve teşekkür ederim demeyi unutmaz. |
He never goes there in particular. | Hele oraya hiç gitmez. |
He never leaves me alone. | Beni hiç yalnız bırakmaz. |
He never looses hope and believes that everything is going to be all right. | Hiçbir zaman umudunu kaybetmez ve her şeyin yoluna gireceğine inanır. |
He noticed that he forgot his pen. | kalemini unuttuğunu fark etti. |
He only is my rock. | Tek kayam Odur. |
He only is my salvation. | Tek kurtuluşum Odur. |
He only is my stronghold | Tek kalem Odur. |
He only looked at me. (The only thing he did was to look at me) | Tek yaptığı bana bakmıştı. |
He opens the radio to listen to the news. | Haberleri dinlemek için radyoyu açar. |
he pissed me off / it made me nervous | beni sinir etti |
He pissed me off. | Beni gıcık etti. |
He pointed out that the claims do not reflect the truth. | iddiaların gerçeği yansıtmadığını belirtti. |
He pointed out that the deal (agreement) would not only be on paper. | Anlaşmaların yalnızca kağıt üzerinde kalmayacağını söylediklerini belirtti. |
He pointed out that the person was an employe working at the city hall | O, kişinin belediyede çalışan bir işçi olduğunu belirtti. |
He prefered rather driving by car than to walk. | Yürümekten ziyade araba sürmeyi tercih etti. |
He prepares food for hungry customers. | Acıkan müşterilere yemek hazırlar. |
He pressed his teeth together, so they would not rattle. | takırdamasınlar diye dişlerini sıktı. |
He proceeded (d) towards the door | kapıya doğru davrandı |
He pulled his earplugs off | kulaklıklarını çıkardı |
He pushed the door open. | Kapıyı iterek açtı. |
He put his hands on them and blessed them. | Ellerini üzerlerine koyup onları kutsadı. |
He put out the fires on his way | Yolundaki yangınları söndürdü |
He ran all the way to school. | Ta okula kadar koştu. |
He rang the door bell. | O kapı zili çaldı. |
he reaps | biçer |
He requested that one of the gentlemen or the lady should come (t. e.) by all means. | O, beyefendilerden birinin veya hanımefedinin behemsal teşrif etmelerini rica ediyordu. |
He ressembled the squirrels of a cartoon. | çizgi filmlerindeki sincaplara benziyordu |
he robbed the bank in broad daylight | bankayı güpegündüz soydu |
He rolled his eyes. | Gözlerini yuvarladı. |
He rubbed his head. | Kafasının üstüne ovaladı. |
He runs but doesn't grow weak | Koşar ama zayıf düşmez |
He said he did not need this. | buna ihtiyaç duymadığını söyledi |
He said I could work | çalışabileceğimi söyledi |
he said I was qualified | kalifiye olduğumu söyledi |
He said she should not spend her strength. | kadının gücünü harcamaması gerektiğini söyledi. |
he said slyly | dedi sinsi sinsi |
He said that he never intended such a thing | Hiç de böyle bir şey kastetmediğini söyledi. |
He said that the success of the new product was in her hands. | O, yeni ürünün başarısının onun elinde olduğunu söyledi. |
He said the same things again and again since the beginning of his lecture. | Konuşmasının başından beri aynı şeyleri söyleyip durdu. |
He sat down and loosened his tie. | Oturup, kravatını gevşetti. |
He sat down at the queen's feet | kraliçe'nin ayaklarının dibine oturdu |
He sat like frozen to his chair. | Koltuğunda donakalmıştı |
He sat on the lounge chair (Liegestuhl) | Şezlonga oturdu |
He saw that they wanted to go out. | Dışarı çıkmak istediklerini gördü. |
He saw the dace expression of those who wanted to go out. | Dışarı çıkmak isteyenlerin yüz ifadesini gördü. |
He saw the dace expression of those who wanted to go out. | Dışarı çıkmak isteyenlerin yüz ifadesini gördü. |
he saw them falling down | Düştüklerini gördü |
He saw this drop shining like a diamond in the air. | Havada elmas gibi parlayan bu damlayı gördü. |
He saw those who wanted to go out. | Dışarı çıkmak isteyenleri gördü. |
He saw three of his men falling down | adamlarından üçünün düştüklerini gördü |
He scanned the tracks | izleri taradı |
He scared me. | Beni korkuttu. |
He scratched his nose. | Burnunu kaşıdı. |
He searched for an answer that his mind would be able to grasp without getting split in two. | Zihninin ikiye bölünmeden kavrayabileceği bir yanıt aradı. |
He secretly threw a slice of Salami into his backpack. | Sırt çantasına gizlice bir dilim salam attı. |
He seemed a little troubled. I asked if there was anything; He did not share. I did not put my nose into it. | Biraz sıkıntılı görünüyordu. Bir şey olup olmadığını sordum; paylaşmadı. Ben de daha fazla kurcalamadım. |
He seemed refreshed | tazelenmiş görünüyordu |
He seemed to never grow up. | O asla büyümüyor gibiydi. |
he seems to be a clever politician, doesn't he? | zeki bir politikacı gibi görünüyor, öyle değil mi? |
He seized/ grapped the desk lamp | masa lambasını kavradı |
He seized/ grapped the desk lamp | masa lambasını kavradı |
He seized/ grapped the desk lamp | masa lambasını kavradı |
He shook his head disapprovingly | onaylamayarak başını salladı. |
He shook his head. | Başını salladı. |
he sighed | iç(ini) çekti |
he skillfully was keeping his balance | beceriyle dengesini koruyordu |
He slept during the day and worked at night. | Gündüz uyuyup gece çalışıyordu. |
He smiled mysteriously. | Esrarengiz bir şekilde gülümsedi. |
He sniffed /turned up his nose at the murmur echoing in the arched room like the gabbling of geese | kemerli odada kazların usul gevezelikleri gibi yankılanan mırıltıya burun kıvırdı |
he sows | eker |
He spoke Turkish very well. | Türkçe'yi çok iyi konuşurdu. |
He spun around cursing. | küfrederek döndü. |
he started despising the house | evi yadırgar olmuştu |
he still cares about his ex girlfriend | eski kız arkadaşını hâlâ umursuyor |
he stood a few steps behind (g) them and | o onların birkaç adım gerisinde durup |
He stood a few steps behind (g) them and began (k) to anxiously inspect the closed window shutters. | o onların birkaç adım gerisinde durup evhamlı bir şekilde kapalı panjurları incelemeye koyuldu. |
He stooped to hide (g) his height. | Boyunu gizlemek için kamburunu çıkardı. |
He straightened quickly. | Çabucak dikleşti. |
He strengthens the tired | Yorulanı güçlendirir |
he struggled to his feet | zorlanarak doğruldu |
He takes them to pieces, puts a spell on them (and)reassembles them again. | Parçalarına ayırır, büyü yapar, yeniden birleştirir. |
He talked quietly. | sessizce konuştu. |
He talks as if he knows everything. | Her şeyi bilircesine konuşuyor |
He thinks (s) I was trying to deceive/trick him. | Onu kandırmaya çalıştığımı sanıyor. |
He thinks it's boring | (Onun) sıkıcı olduğunu düşünüyor. |
He thinks of buying a motorbike instead of the car. | O araba yerine motorsiklet almayı düşünüyor. |
He thinks they are boring. | Onların sıkıcı olduğunu düşünüyor. |
He thought he might have been going north instead. | Onun yerine kuzeye gidiyor olabileceğini düşündü. |
He thought he might have been going north instead. | Onun yerine kuzeye gidiyor olabileceğini düşündü. |
He threw a quick glance/ He quickly glanced | hızlı bir bakış fırlattı |
He threw a snowball at me. | Bana bir kartopu attı. |
He told me to go / He told me that I should go | bana gitmem gerektiğini söyledi |
He took a deep breath | Derin bir nefes aldı. |
He took another breath. | Bir nefes daha aldı. |
He took his backpack that was standing at his feet | ayaklarının dibinde duran sırt çantasını aldı. |
He took my backpack and took every bit and piece out scrutinizing. | Şırt çantamı almış içindekileri didikliyordu. |
He took one (glass) , having no intention to drink it. | Bir tanesini, içmeye hiç niyetlenmeden aldı. |
He tossed his sword at a tree. | Kılıcını bir ağaca doğru savurdu. |
He treated him like a bomb that might explode any moment. | O ona her an patlayacak bir bombaymış gibi davranıyordu. |
He trembled crouched in the figure's shadow. | figürün gölgesine sinmiş, titriyordu. |
He tried not to be rude | bir kabalık yapmamaya çalışıyordu |
He tried to behave normal (as usual) | olağan davranmaya çalıştı |
He tried to imagine it. | Hayal etmeye çalıştı. |
he tried to laugh | kahkaha atmaya çalıştı |
He twisted his lip in a fashion. | Dudağını bir şekilde büktü. |
he used it in a speech (n) | nutkunda kullanmıştı |
He uses his computer a lot. | O, bilgisayarını çok kullanır. |
He waited for the pain that would never leave completely to subside. | Hiçbir zaman tam olarak terk etmeyecek olan acının dinmesini bekledi. |
he walked and walked | gide gide .... vardı |
He walked to the narrow valley where he was sure the deers would rest. | geyiklerin dinlendiğinden emin olduğu dar vadiye doğru yürüdü. |
He walked with a steady stride without paying attention to the wind. | Rüzgâra aldırış etmeden telaşsızca yürüyordu. |
he wanted rather meat than bread | ekmekten ziyade et istedi |
he wanted the help of a classmate | sınıf arkadaşının yardımını istedi |
He wanted to see the textbook of a classmate. | Sınıf arkadaşının ders kitabına bakmayı istedi. |
He wants his beer rather cold than lukewarm | Birasını ılıktan ziyade soğuk istiyor |
He wants to be alone. | yalnız kalmak istiyor |
he wants to see the world | dünyayı görmek istiyor |
he wants to travel the world | dünyayı gezmek istiyor |
He warned them not explain (that would not explain) who he was | Kim olduğunu açıklamamaları için onları uyardı. |
He was (from now on / at that) to confused to understand what was asked. | Artık ne sorulduğunu anlamayacak kadar şaşkındı. |
He was a great borrower of books but did not care much to return them. | O, bol bol kitap ödünç alan ama geri vermeye pek yanaşmayan biriydi. |
he was a little disappointed | birazcık hayal kırıklığına uğradı |
He was a minister | bakanlık yapmış |
He was a regular (constant) client here. | O, buranın devamlı müşteri. |
He was always in his corner, always starting to despise the house. | Daima köşesinde, daima evi yadırgar olmuştu |
He was as far as possible from being normal. | O normal olmaktan alabildiğine uzaktı. |
He was clad in black and silvery tones | Siyah ve gümüşi tonlarda giyinmiş |
He was cled in black clothes that didn't sway, that remained motionless when he moved | hareket ederken dalgalanmadan kımıltısız duran siyah giysilere bürünmüştü |
He was completely harmless | O tamamen zararsızdı |
He was confused by what was said in the lesson. / He mixed up... | Derste anlatılanlardan kafası karışmıştı. |
he was covered (Pqpf) with soot | kurumla örtülmüştü |
He was determined not to say a thing | bir şey söylememekte kararlıydı. |
He was excitedly moving / Er zappelte aufgeregt | kıpır kıpırdı |
He was fired because he prayed. | namaz kılıyor diye işten atıldı |
He was gorgeous (magnificent) More than gorgeous, he was beautiful. | Muhteșemdi. Muhteşemden de öte, çok güzeldi. |
He was grateful that the fires were cold, otherwise ... | Ateşlerin soğuk olmasına şükretti, aksi hâlde... |
He was held under house arrest. | ev hapsinde tutuluyor. |
He was her only relative (y) | Tek yakını oydu. |
he was in the middle of x-ing | X-maktaydı x- mekteydi |
He was in the world, the world came to being through him (with his mediation) but the world did not know him. | O, dünyadaydı, dünya Onun aracılığıyla var oldu, ama dünya Onu tanımadı |
he was keeping his balance | dengesini koruyordu |
he was man of the match | maçın adamıydı |
He was one of You Know Who's closest supporters | Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen'in en sıkı destekçilerinden biriymiş |
He was ready to draw the arrow in a single movement | Tek harekette oku çekmeye hazırdı. |
he was shot (not: he was beaten) | vuruldu |
He was talking about that stupid(s) dinner party.(d) | O salak akşam yemeği davetinden söz ediyordu. |
He was the only hunter near Carvahall who had the courage to track game. | av izi sürme cesareti gösteren Carvahall yakınındaki tek avcıydı o. |
He was the only hunter near Carvahall. | Carvahall yakınındaki tek avcıydı o. |
He was very pleased with my compliment. | O, iltifatımdan çok hoşnuttu. |
He was very pleased with that compliment. | O iltifattan çok hoşnuttu. |
He was watching the path. | patikayı gözlüyordu |
He watched the car approaching | arabanın yaklaşmasını izliyor |
He watched the situation with disapproval but he did not dare to intervene. | Bu durumu onaylamadan seyretti ama müdahale etmeye cesaret edemedi. |
he weakens | zayıflar |
He wears his glasses like a power charm, like a magical weapon, behind this glass curtain he becomes almost invisible. | gözlüğünü, bir kudret tılsımı, büyülü bir silâh gibi gözlerine takar, bu cam perde arkasında adeta görünmez olur |
he weighed the possibilities and.... | olasılıkları tartıp |
He went to a place as far as possible from his home. | O, kendi evinden alabildiğine uzak bir yere gitti. |
He who does not load/take his cross and come after me is not worthy (l) of me. | Çarmıhını yüklenip ardımdan gelmeyen bana layık değildir. |
He who looks for a friend without blemish remains friendless. | Ayıpsız dost arayan dostsuz kalır. |
He who loves his mother or his father more than he loves me is not worthy (l) of me. | Annesini ya da babasını beni sevdiğinden çok seven bana layık değildir. |
He who must not be named (the person whose name must not be mentionned/commemorated) | Adı Anılmaması Gereken Kişi |
He who searches will find his master and his trouble (b). -a warning | Arayan mevlasını da bulur, belasını da. |
He who steals a little will also steal a lot. | Azı çalan çoğu da çalar. |
He who steals a little will also steal a lot. | Azı çalan çoğu da çalar. |
He will bring forth justice with/in faithfulness | Adaleti sadakatle ulaştıracak |
he will come back in a week | Bir haftaya dönecek |
He will come to you (whether he likes it or not) | O, sana tıpış tıpış gelecek. |
He will disturb continuously | rahatsız edip duracak |
He will find a way to help | yardım etmenin bir yolunu bulacak |
He will have to go more often to the dentist. | Dişçiye daha çok gitmesi gerekecek. |
He will not break the crushed reed (k) | Ezilmiş kamışı kırmayacak |
He will not quarrel and shout. | çekişip bağırmayacak |
He will not quench the fuming/smoldering wick | Tüten fitili söndürmeyecek. |
He will talk nonsense and disturb us continuously | Boş boş konuşup bizi rahatsız edip duracak. |
He wiped off the sweat on his face with his sleeve | Yüzündeki teri koluna sildi. |
He wiped the counter with an old (worn) rag (piece of cloth) | Tezgâhı eskimiş bir bez parçasıyla siliyordu. |
he wished that he had worn | o giymiş olmayı isterdi |
He won't give up on his plans without a fight | Savaşmadan planlarından vazgeçer. |
He worked as a prefect | valiliklerde bulunmuş |
He worked as a prefect many times in many locations | önceleri birçok valiliklerde bulunmuş |
He works in an office. | Bir ofiste çalışıyor. |
He would continue to be in many films and remain popular. | Birçok filmde olmaya devam edecek ve popüler olarak kalacaktı. |
He would continue to eat until exploding | çatlayana kadar yemeye devam ederdi |
he would find it inappropriate, unacceptable, weird | Yadırgar |
He would have to go home empty-handed. | eve eli boş dönmek zorunda kalacaktı. |
He's a shit(ty guy) | Bok(tan) herif o |
he's a very talented player | çok yetenekli bir oyuncu |
he's allergic to nuts | fındık-fıstığa alerjisi var |
he's always in the way, isn't he? | o her zaman ayak altında, öyle değil mi? |
He's going to take the Ankara plane tonight. (lit. He'll board tonight's Ankara airplane.) | Bu akşamki Ankara uçağına binecek. |
He's having some problems with his boss. | Patronuyla bazı sorunlar yaşıyor. |
He's hoping the boss will give him the opportunity to work. | Patronun ona çalışma fırsatı vermesini umuyor. |
He's interested in languages. | Dillere ilgisi var . |
he's the player of the year | o yılın oyuncusu |
he's the player of the year | o yılın oyuncusu |
he's tired, so he wants to stay at home | yorgun, bu yüzden evde kalmak istiyor |
he/they would be discussing (+acc. object) | konuşuyor olacaktı |
head | baş |
head (k) / mind | kafa |
head (ke..) | kelle |
head hunter | kelle avcısı |
Head of staff / chief | Genelkurmay |
head phone | baş kulaklığı |
Head physician / Medical superintendent / Consultant / Chief physician | baştabib |
headache | baş ağrısı |
headfirst / headlong / thoughtlessly / Hals über Kopf | balıklama |
headquarters | karargâh |
Headquarters | Karargah |
heads (ke...) will role | çok kelle gidecek |
healing /curing | şifalı |
health | sağlık |
health (sı) | sıhhat |
health care system | sağlık hizmetleri sistemi |
healthy | sağlıklı |
Hear my cry , O God | Ey Tanrı, yakarışımı işit |
Heart (cards) | kupa - kör |
heart (k) | kalp |
heart / (soul) (y) | yürek |
heart / soul / feelings (g) | gönül |
heart attack | kalp krizi |
heart beats | yürek atışları |
heartache /heartbreak | yürek sancısı |
heartburn /Sodbrennen (lit. stomach burning) | mide yanması |
heat (ı) | ısı |
heather / Heidekraut | funda |
heavenly | göksel |
heavy / weighty / grave / severe | ağır |
heavy/ deep sleep | ağır uyku |
hedgehog | kirpi |
heel / Ferse /Hacken | topuk |
height | yükseklik |
height (i) /altitude | irtifa |
helicopter | helikopter |
helium - He 2 | Helyum |
hell | cehennem |
Hello cutie! | Merhaba şekerim! |
helmet | miğfer |
helmet (k) e. g. for bike riding /work | kask |
Help ! | Yardım ! |
help !!! (i) (rarely used else) | imdat !!! |
Help yourself / Make yourself comfortable /enjoy yourself (positive /invitation) | Keyfine bak |
Help yourselves (positive /invitation) | keyfinize bakın |
helper | yardımcı |
helpless / incapable / inept / impotent / powerless / weak | aciz |
helpless /desperate / irremediably | çaresiz |
helter-skelter / headlong / hurriedly | apar topar |
hemosphere | yarım küre |
Her (own) computer is old and slow. | Kendi bilgisayarı eski ve yavaş. |
Her beauty being fascinating to any mortal man | Herhangi ölümlü erkeği büyüleyecek olan güzelliği |
Her birthday is on February third | onun doğum günü Şubatın üçünde |
her eyes swollen from crying | ağlamaktan şişmiş gözleri |
Her eyes were focussed on his lips. | Gözleri adamın dudaklarına odaklanmıştı |
Her father did not like fire at all. | Ateşten hiç hoşlanmıyordu babası. |
her father's furious temperament had passed on to her. | Babasının öfkeli mizacı ona geçmişti. |
her golden-haired beauty was spoiled (rep) | altın saçlı güzelliği bozulmuş |
Her guards changed/swobbed places. | Korumaları yer değiştirdi. |
Her hair was combed in the most fashionable style (t) of Paris. | Saçları Paris'da en revaçta olan tarzda taranmıştı. |
Her hands clasped the edges of his chair tightly. | Elleri sandalyesinin kenarlarını sıkıca kavramıştı |
her head is constantly turning | başı sürekli sürekli dönüyor |
her health (sı) was not so smooth either | onun sıhhati de öyle düzgün değildi. |
Her heart (y) was beating madly. | Yüreği delice çarpıyordu. |
Her heart was beating so fast that she could hardly breath. | Yüreği nefes alamayacak kadar hızlı atıyordu. |
Her house is, as usual, very well decorated (d) . | Her zaman olduğu gibi evi iyi dekore edilmiş. |
her open eyes frozen in disbelief | açık gözleri inanmazlıkla donmuş |
her still open eyes | hâlâ açık gözleri |
Her unemployed husband is looking for a new job. | İşsiz olan kocası, yeni bir iş arıyor. |
Her words stuck like a knife into his heart / Ihre Worte gaben ihm einen Stich ins Herz. | Sözleri kalbine bıçak gibi saplanmıştı. |
here (it is)/ now / as you see | işte |
here (locative) | Burada |
here / (kindly) step in/ installez-vous | şöyle buyurun |
Here is a tip ! | Bahşiş burada. |
Here is how the event/ it usually takes place: /the event usually develops as follows | Vak'a genelde şu şekilde gelişir: |
here is the situation... | durum şöyle ... |
Here too, I don't want to see reckless (too familiar behaving) people. | Burada da laubali insan görmek istemiyorum |
Here, he put on again that mysterious sad and in the same time proud smile. | İşte yine o gizemli, hüzünlü ve aynı zaman kibirli gülümsemesini takınmıstı. |
Here, I make everything new. | işte her şeyi yepyeni yapıyorum. |
herein /avec ça /daran /darin /damit | bunda |
hero / character (in a story) | kahraman |
hey / man / how the hell / for god's sake / what on earth is that / hullo / look there | yahu |
Hi /hello | selam |
hidden / sheltered /secluded/ snug (k)/ işsiz, sessiz, göze çarpmayan | kuytu |
hidden defect | gizli ayıp |
hidden passages | gizli geçitler |
hide and seek | saklambaç |
high / loud | yüksek |
high contrast | yüksek karşıtlık |
high five | çak bir beşlik |
high lofty mountains | yüksek, yüce dağlar |
high lofty mountains inhabited by thousand and one living species | bin bir canlı türünün yaşadığı yüksek, yüce dağlar |
high resolution | yüksek çözünürlük |
high treason | krala hainlik |
highway (a) main road | anayol |
highway (o) | otoyol |
hiking / wandern | arazi yürüyüşü |
hill | tepe |
hill / slope (b) | Bayır |
Hills remain apart forever, (but) people do meet (someday). meaning: Parting is not forever. | Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. |
hinge / Scharnier | menteşe |
hint | ipucu |
hint / allusion | ima |
hints | ipuçlar |
hip /Hüfte /Gesäß | kalça |
his /her | onun |
His ability to sudddeny pop up in every visible sight of the house, to be able to move silent like a cat were respect rising talents. | Onun evin her görülebilen her yerinde ansızın ortaya çıkıvermek, kedi gibi sessiz hareket edebilmek gibi gerçekten de saygı uyandıracak yetenekleri vardı. |
His answers were ridiculous. | Onun cevapları gülünçtü. |
His arrival was followed by a large number of national and international press members. | onun gelişini de ulusal ve uluslararası çok sayıda basın mensubu takip etti. |
his back | sırtı |
his bag hang(a) loosely on one shoulder | çantası bir omuzunda gevşekçe asılıydı |
his bag was full to the brim 4/crammed with illegal sleeping pills | çantası tıka basa yasadışı uyku ilaçlarıyla doluydu. |
his belly | göbeği |
his belly shook with laughter | göbeği kahkaha ile salladı |
His book reveals immense contradictions about foods consumed in the United States and other English-speaking Western countries. | Kitabında ABD ve diğer İngilizce konuşulan Batı ülkelerinde tüketilen gıdalarla ilgili muazzam çelişkileri gözler önüne seriyor. |
His boss told him that it was very important to do a good job. | Patronu ona, iyi bir iş çıkarmasının çok önemli olduğunu söyledi. |
His car does not start. (not work) | Arabası çalışmıyor. |
his chest | göğsü |
His cloak has many patches. (sarkastic / more patches than cloak) | Pelerinden çok yama var. |
His cloak was hooking to his quiver. | Pelerini sadağına takılıyordu. |
his clothes (sg) | giysisi |
His clothes once were spectacular /resplendant, (but / wheras) now they were torn and dirty. | Giysileri bir zamanlar gösterişliydi, şimdiyse yırtık ve kirliydi. |
His clothes once were spectacular /resplendant. | Giysileri bir zamanlar gösterişliydi. |
His clothes were spectacular /resplendant. | Giysileri gösterişliydi. |
His clothes were torn and dirty. | Giysileri yırtık ve kirliydi. |
His deeds were praiseworthy | Hareketleri övgüye değerdi |
His deeds were praiseworthy | Hareketleri övgüye değerdi |
His disciples came and asked Jesus: 'Why do you talk in parables to the people?' | Öğrencileri gelip İsa'ya 'Halka neden benzetmelerle konuşuyorsun ?', diye sordular. |
his enormous beard | koskocaman sakalı |
His eyebrows gracefully tilted | kaşları zarif bir şekilde yana yatmış |
His eyes caught (t) his reflection. | Gözleri yansımasına takıldı. |
His eyes pierced her almost like two ice crystals | gözleri adeta iki buz kristali onu delip geçiyordu. |
His eyes were shining like steel. | Gözleri çelik gibi parlıyordu. |
His eyes were shining like steel. | Gözleri çelik gibi parlıyordu. |
His eyes were shining. | Gözleri parladı. |
His face was all red. | Yüzü kıpkırmızıydı |
His face was wrinkled like a tree. | Yüzü bir ağaç gibi boğum boğumdu. |
his family is poor, so he wants to be rich | ailesi yoksul, bu yüzden zengin olmak istiyor |
His family needed this meat for the rapidly approaching winter. | Hızla yaklaşan kış için ailesinin bu ete ihtiyacı vardı. |
His family needed this meat for the rapidly approaching winter. | Hızla yaklaşan kış için ailesinin bu ete ihtiyacı vardı. |
His friends shrieked in anger | Arkadaşları öfkeyle ciyakladılar. |
his hair and his skin | saçları ve derisi |
his huge beard which was spread over his knees functionned as a blanket | koskocaman sakalı dizlerine dökülmüş, bir battaniye işlevi görüyordu. |
His intention was good, but he too just talked like any person starting to give a sermon. | Niyeti iyiydi, ama nasihat etmeye başlayan her insan gibi, o da sadece konuşuyordu. |
his intention was good, but... | niyeti iyiydi, ama... |
His jacket ( blouson) | Montu |
His lazy brown eyes, like those of a cow, looked with a mild surprise | Miskin kahverengi gözleri bir ineğinkiler gibi hafif şaşkınlıkla bakıyordu. |
his life (ö) | ömrü |
His lips twisted in disgust | Dudakları tiksintiyle büküldü |
His men distribute fear like mail | Adamları korkuyu posta gibi dağıtır. |
His men slip in fear from under the doors | Adamları korkuyu kapıların altından sürer. |
His men throw fear into the mailboxes | Adamları korkuyu posta kutularına atar. |
his most beloved/ his favourite | en sevdiği |
His mother wants him to eat salad, not fries. | Annesi salata yemesini ister, patates kızartması değil. |
His mother wants him to eat salad. | Annesi salata yemesini ister. |
his mother who died | ölmüş olan annesi |
his mother who dies / died (if context is clear) | ölen annesi |
his mother who is dying | ölmekte olan annesi |
his mother who will die | ölecek olan annesi |
His mouth and fingers were sticky. | Ağzı ve parmakları yapış yapıştı. |
Hıs muscles ache | Onun kasları ağrır. |
his name (i) | ismi |
his name was uttered | onun adı telaffuz ediliyordu |
His new invention exploded within minutes. | Yeni icadı birkaç dakika içinde patladı. |
his only (b) quality | biricik vasfı |
his opinion on the merits /on the principle | esas hakkındaki mütalaası |
his own | kendi |
his own reflection | kendi yansıması |
his presence reassuring people | varlığı insana güven veren |
his reflection (which was) in the mirror | aynadaki yansıması |
His reign | Onun egemenliği |
His righteousness | Onun doğruluğu |
His serious expression wiped off my last remnants of doubt. | Onun ciddi ifadesi beni son şüphe kırıntıları da silip süpürdü. |
His shift starts at seven thirty am. | Mesaisi sabah yedi buçukta başlar. |
his smile broadened | gülümsemesi genişledi |
His sudden uprise in the latest public opinion polls | onun son kamuoyu yoklarmalarındaki ani yükselişi |
His support could be worse than not having any. | Onun desteği hiç yoktan daha kötü olabilirdi. |
his talking / his lecture / his speech (k) | konuşması |
his thin lip | ince dudağı |
his top-of-the-line Nimbus 2000 broomstick | pek kaliteli Nimbus İki Bin sürpürgesi |
his uncle (e) having (rep) a very purple face | yüzü mosmor olmuş eniştesi |
his uncle's son whom he called his older brother | ağabeyi dediği amcasının oğlu |
His understanding cannot be grasped. | Onun bilgisi kavranamaz. |
His voice changed into a hoarse whisper. | Sesi boğuk bir fısıltıya dönüştü. |
his voice trembling as if he were startled by the size of the promise he had made | yaptığı vaadin büyüklüğünden ürkmüş gibi sesi titreyerek |
His voice was soft yet its fluctuating (up and down going) melody made me think of raging oceans and wild storms. | Sesi yumuşaktı, yine de iniş çıkışlı ezgisi bana hırçın okyanusları ve vahşi fırtınaları düşünürdü. |
his whole body was trembling | bütün bedeni titriyordu |
His whole world consisted of this girl. | Bütün dünyası bu kızdan ibaretti. |
his wool garment's collar | yün giysisinin yakası |
his words got drowned by Dudley's long,noiseful burp | sözcükleri Dudley'den çıkan uzun, gürültülü bir geğirmenin içinde boğulup gitti |
His works | işleri |
His works are perfect ( fact) | işleri kusursuzdur |
historical artifact | tarihî eser |
History | tarih |
Hitch hiker | otostopçu |
Hmm, it's so yummy! Hmmm it's so delicous ! | Hmm, çok nefis! |
Hoarfrost /Rauhreif | kırağı |
hoarse | boğuk |
Hobbit holes had as a matter of fact (z) a tendency to get clustered | Hobbit oyuklarının ıkış tıkış olma eğilimleri vardı zaten |
hobby horse / Schaukelpferd | sallanan at |
Hogwarts School of Witchcraft and Wizardry | Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu |
hold on/ stay online | hatta kalın |
holding my breath | soluğumu tutarak |
Holding my breath I struggled to get my face out (of the water). | Nefesimi tutarak yüzeye çıkmak için debelendim. |
hole /slot (for coins) | delik |
holiday (t) | tatil |
holiday /feastday /day off /festive /festlich | bayramlık |
holistic (characterized by the belief that the parts of something are intimately interconnected and explicable only by reference to the whole. / medicine : treating the whole person- body and soul) | bütünsel |
Holly /Stechpalme | dikenli defne |
home country | yurt |
homeless | evsiz |
homeless people | evsizler |
homelessness | evsizlik |
honest / sincere | dürüst |
honestly | dürüstçe |
honey | bal |
honey and beewax making insects | bal ve bal mumu yapan böcekler |
Honour | onur |
honour / dignity | şeref |
honouring / treat | ikram |
hood | başlık |
hook | çengel |
hook / Haken (k) | kanca |
hooked | çengel biçiminde |
hooppe /Wiedehopf | ibibik |
hope | umut |
hope/ aspiration/dream /fantasy/delusion/ fiction/ reverie | düş |
hopeful / expectant | umutlu |
hopelessness / despair | ümitsizlik |
Hoping that Allah will change the direction/course of human history they pray and go out on their pilgrimages. | Allah'ın dinleyeceğini ve insanlık tarihinin yönünü değiştireceğini umarak dua eder ve haç yolculuklarına çıkarlar. |
horn | boynuz |
horned | boynuzlu |
horned beetles | boynuzlu böcekler |
horoscope | yıldız falı |
horrible / wretched /lousy / disgusting | berbat |
horse | at |
hostel / guest house / boarding/ bed and breakfast | pansiyon |
hot | sıcak |
hot / warm /spicy | acı |
hot chocolate | sıcak çikolata |
hotel | otel |
hour | saat |
hours | saatler |
house-cleaning | ev temizliği |
How | Nasıl |
How about (at) 6.30 ? | Altı otuza ne dersin ? |
How are things at home? (Is everything ok at home?) | Evde her şey yolunda mı? |
How boring would life be without any challenges. (if there were not any challenges) | Hayat, zorluklar olmasa ne kadar da sıkıcı olurdu. |
How can you say these words to şe? | Bu sözü bana nasıl söyleyebilirsin? |
How cold you look ! | Ne de çok üşümüş görünüyorsun ! |
How cool is Apple's new product! | Apple'ın yeni ürünü ne harika! |
How cool! | Ne harika! |
How could I miss such an opportunity?!? | Bu fırsatı nasıl kaçırırım?!? |
How cute | ne hoş |
how did you break your nose? | burnunu nasıl kırdın? |
How do children learn to talk ? | Çocuklar konuşmayı nasıl öğrenirler? |
How do I get to the deck? | Güverteye nasıl ulaşırım ? |
How do I know ?/No freaking idea | Ne bileyim (ben) ? |
How do say ... in Turkish ? (s) (lit. is it said) | Türkçede ... nasıl söylenir? |
How do we fit (where is our place) in the big universal concept (plan) ? | Büyük evrensel plandaki yerimiz ne? |
How do you know ? | Nereden biliyorsun ? |
How do you say? /Wie sagt man | Nasıl diyorsunuz |
How does the fridge work ? | Buzdolabı nasıl çalışıyor? |
How does the water clogging /blocking the sink get out (go) ? | lavaboya dolan su nasıl gider |
how fast you jumped onto the idea / how fast you accepted the idea | Fikre nasıl atladın |
How funny.The zebra is like a donkey in pyjamas. | Ne komik. Zebra pijamalı eşek gibi. |
How happy is he who can say I am a Turk | ne mutlu türküm diyene |
how hard can it be? | ne kadar zor olabilir? |
how helpless | ne kadar aciz |
How helpless is the power called life in the hand of chance (pl) | Hayat denilen kudret tesadüflerin elinde ne kadar aciz |
How is it going (for you) ? | (Senin) nasıl gidiyor? |
How is it going (for you) ? | (Senin) nasıl gidiyor? |
how long (time) | ne kadar süre |
How long can you keep them ? / Wielange halten sie sich ? | Ne kadar süre dayanır ? |
How long is the film? | film ne kadar sürüyor? |
How many | kaç tane |
How many | kaç |
How many (persons) are you ? | Kaç kişisiniz ? |
how many chairs are in the living room. | oturma odasında kaç sandalye var? |
How mistaken he was | Nasıl da yanılıyordu |
how much | ne kadar |
How much damage is there? | Ne kadar zarar var? |
How much do I owe you ? | Borcum ne kadar ? |
How much free time do you have in the evening? | Akşamları ne kadar boş vaktin olur? |
How much is it per day ? | Günlüğü ne kadar ? |
How much is it? | bu ne kadar? |
How much is the damage ? | Zarar ne kadar ? |
How much is the rent? | Kira ne kadar? |
How much milk is there in the fridge? | buzdolabında ne kadar süt var? |
How much money do you have ? | Ne kadar paran var ? |
How much money do you have(s) ? | Ne kadar paraya sahipsin? |
How much of our time does the the time you spent in the past take (comprise) ? | Geçmişte geçirdiğin zaman günümüzdeki zamanın ne kadarını kapsıyor ? |
How much per kilometre ? | Kilometre başına ne kadar ? |
How much would you like ? | Ne kadar istersiniz ? |
how nice | ne kadar hoş |
How often | Ne sıklıkta |
how often do you come here | Ne sıklıkta buraya gelirsiniz ? |
How old do I look? | Kaç gösteriyorum? |
How old is he? | Kaç yaşında ? |
How the field lilies grow | kır zambaklarının nasıl büyüdüğü |
How the rhinoceros's skin got creased / wie das Nashorn seine Falten bekam | gergedan'ın cildi nasıl buruştu |
How to ask for help / How help is asked for ? | Nasıl yardım istenir? |
How to deal with insomnia? / How insomnia is dealt with? | Uykusuzlukla nasıl baş edilir? |
How to make a web page? | web sayfası nasıl yapılır |
How unsatiable are you! | Ya sen ne doyumsuz |
How was your holiday? | tatilin nasıldı? |
How would I survive? | Nasıl hayatta kalacaktım? |
However (a) he has to make do with the room on the loft. (on the roof floor) | Ancak çatı katındaki odayla idare etmesi gerek |
However (n) | Ne var ki |
However (whereas) Your heavenly Father knows | Oysa göksel Babanız bilir |
however / but | gelgelelim |
however /peu importe comment | nasıl olursa olsun |
However much / although | her ne kadar |
however whatever the means /wie und wodurch auch immer | ne şekilde ya da nasıl olursa olsun |
However wisdom is confirmed by the works it produces. | Ne var ki bilgelik ortaya koyduğu işlerle doğrulanır. |
howl / outcry / scream / bellow / wail | feryat |
huge | kocaman |
huge / giant / enormous | koskocaman |
huge / giant adj (k) | koskoca |
human rights | insan hakları |
human science / humanities | beşeri bilimler |
Human trafficking | İnsan Ticareti |
humor / witticism / spirit / joking remark | espri |
hump / Höcker | hörgüç |
humpbacked / gehöckert | hörgücü olan |
hunchback | kamburu |
hundred | yüz |
Hundred dark masks and hundred pairs of eyes trying to see who was (lying) behind them. | Yüz kara maske ve arkalarında yatanı görmeye çalışan yüz çift göz |
hundreds of | yüzlerce |
hunger | açlık |
hungry | aç |
hunter | avcı |
hunting / huntsmanship / Jagd | avcılık |
hunting knife | avcı bıçağı |
hurricane /Orkan | kasırga |
Hurry up ! | Acele et ! |
husband | koca |
husband and wife / Ehepaar | karıkoca |
husband of an aunt (also used among close friends for the other's boyfriend) | enişte |
hustle and bustle / commotion | koşuşturma |
Hyazinthe | sümbül |
hydrogene H 1 | hidrojen |
hymenoptera / Hautflügler (highly specialized insects with complete metamorphosis that include the bees, wasps, ants, ichneumon flies, sawflies, gall wasps, and related forms, often associate in large colonies with complex social organization) | zarkanatlı |
Hör mich an / just listen once | Beni bir dinle |
Hülse | kabuk |
Hülsenfrüchte | Bakliyat |
I | ben |
I can come at ten o"clock on Sunday. | Pazargünü saat onda gelebilirim. |
I (will) cry to you | Sana seslenirim |
I actually like all food | Aslında bütün yiyecekleri severim |
I adore the coffee | Kahveye bayılıyorum. |
I almost collapsed | Yıkıldım adeta |
I almost had a car accident. (formal) | Az kalsın bir kaza geçirecektim. |
I almost had a car accident. (spoken) | Az kalsın bir kaza geçiriyordum. |
I almost made a car accident. | Az kalsın bir kaza yapıyordum. |
I almost made a car accident. (formal) | Az kalsın bir kaza yapacaktım. |
I also enjoyed living there | orada yaşamaktan da keyif aldım |
I always dreamed of being a professional golf player | her zaman profesyonel bir golf oyuncusu olmayı hayal ettim |
I am (become) like a fish out of water. | Sudan çıkmış bir balık olurum. |
I am a clownfish. | palyaço balığıyım |
I am a foreigner | yabancıyım |
I am a journalist. | bir gazeteciyim |
I am a little confused | kafam biraz karışık |
I am a passionate fotographer. | Tutkulu bir fotoğraçıyım. |
I am about to go | Gitmek üzereyim |
I am all for it / Ich bin dabei. | (ben) varım |
I am angry because I'm hungry | kızgınım çünkü açım |
I am bad at telling jokes. | fıkra anlatmakta kötüyüm |
I am bored at work and home. | İşte ve evde sıkılırım. |
I am bored. (s) | Sıkıldım. |
I am crazy about this song | Bu şarkının hastasıyım |
I am crazy about this song | Bu şarkının hastasıyım |
I am doing what I can/the best I can | elimden geleni yapıyorum |
I am done (for) / I am fucked | mahvoldum |
I am drinking coffee. | Kahve içiyorum. |
I am fasting (n) | niyetliyim |
I am fine (spoken) (b) | Bomba gibiyim |
I am fine for now | Ben şimdelik iyiyim |
I am fine. / It's going well | İyi gidiyor |
I am forty | Kırk yaşındayım |
I am free (available ) (s) | serbestim |
I am from England | İngiltereliyim |
I am glad you could come | geldiğinize çok memnun oldum |
I am going to this address | Bu adrese gidiyorum. |
I am harming myself | kendime zarar veriyorum |
I am having dinner. | Akşam yemeği yiyorum. |
I am her question'Doesn't he match?' | Uymadı mı sorgusuyum. |
I am hungry = I've become hungry. I wasn't before, but now it's changed | Acıktım |
I am hungry too | Ben de açım |
I am in the middle of x-ing | x- maktayım - x-mekteyim |
I am in trouble (b.d.) | başım dertte |
I am just trying to help. | Ben sadece yardım etmeye çalışıyorum |
I am just trying to remember. | Hatırlamaya çalışıyorum. |
I am legally obliged | Yasal olarak yükümlüyüm |
I am legally obliged to keep away from x | Yasal olarak x-dan uzak durmakla yükümlüyüm |
I am living alone | Yalnız yaşıyorum |
I am living with my family | Ailemle birlikte yaşıyorum |
I am not (just) a brainless eating machine. (quotation from the shark in Nemo) | Beyinsiz yemek makinesi değilim. |
I am not a victim. | Ben kurban değilim. |
I am not ashamed to admit this | bunu itiraf etmekten utanmıyorum |
I am not busy at weekends. | Hafta sonları meşgul değilim. |
I am not familiar with technical information. (lit. not a judge of) | Ben teknik bilgilere hâkim değilim. |
I am not free (available) (s) | serbest değilim |
I am not overweight, I am slim. | Ben kilolu değilim, zayıfım. |
I am not sure | Emin değilim |
I am not sure why this is necessary/required. | Bunun neden zorunlu olduğundan emin değilim. |
I am obliged | yükümlüyüm |
I am priviledged | ayrıcalıklıyım |
I am proud of you | seninle gurur duyuyorum |
I am rather good at it | O konuda oldukça iyiyim. |
I am really in love with you | vuruldum sana |
I am scared / I am terified (lit. my gall broke out) | ödüm koptu |
I am seasick. | Beni deniz tutar. |
I am so /such | öyleyim |
I am so glad (Nice to meet you) | çok memnun oldum |
I am so relieved that I confessed this. | İtiraf ettiğim çok rahatladım. |
I am so tired, I could sleep standing. | O kadar yorgunum, ki ayakta uyuyabilirim. |
I am sorry (to hear that) | üzgünüm |
I am sorry to have troubled you (pl) | size zahmet verdiğim için üzgünüm |
I am struck by his/her love /I am crazy by her love/ I fell in love with her (poetic way) | ona vuruldum |
I am sure | eminim |
I am sure he will win | Eminim ki kazanacak |
I am sweating | terliyorum |
I am tactless | patavatsızım |
I am the youngest of three brothers. | Ben üç kardeşin en küçüğüyüm. |
I am thinking about today | bugünü düsünüyorum |
I am thirsty | susadım |
I am throwing the book at you. | Sana kitabı fırlatıyorum. |
I am trying on a pair of shoes. | Bir çift ayakkabıyı deniyorum. |
I am trying to do my best to get permission | izin alabilmek için elimden geleni yapmaya çalışacağım |
I am trying to stay calm. | Sakin olmaya çalışıyorum. |
I am trying to study | öğrenmeye çalışıyorum |
I am vegetarian. | Vejetaryenim |
I am wrong (h) | haksızım |
I assume you know the way | yolu bildiğini varsayıyorum. |
I believe /don't you know / don't you remember (spoken language) (at sentence end) | ya |
I believe you have a problem | Bir problemin var galiba - sanırım |
I believe/suspect that they are a couple (lovers) | Sevgili olduğunu şüpheleniyorum |
I belong to your World - to the one's that are in Hogwarts ( Hogwarts'ta olan dünyaya.) | Ben sizin dünyanıza aidim - Hogwarts'takine. |
I bet it was not yet invented. | Bahse girerim ki, henüz icat edilmemiştir. |
I boast in the Lord | RaB'le övünürüm |
I burned myself / Ich habe mich verbrannt | Bir yerimi yaktım |
I came to say goodbye | Veda etmeye geldim |
I came to see you. | Seni görmeye geldim. |
I came, I saw, I conquered/ Veni vidi vici | Geldim, gördüm, yendim |
I can go to Switzerland in Summer. | Yazın İsviçre'ye gidebilirim. |
I can help you | Sana yardım edebilirim |
I can trust you. | Sana güvenebilirim. |
I can't e (a) | -emem (-amam) |
I can't (help it) | elimde değil |
I can't accept myself the defeat. | Yenilgiyi kabullenemem. |
I can't afford to buy her a new dress. | Ona yeni bir elbise almaya gücüm yetmez. |
I can't answer this question. Ask someone who knows. | Bu soruya cevap veremem. Bir bilene sor. |
I can't believe it. Are you kidding? (ş) | İnanamıyorum. Şaka mı yapıyorsun? |
I can't call him at this hour. | Bu saatte onu arayamam. |
I can't decide. Let's flip a coin. | Karar veremiyorum. Yazı tura atalım. |
I can't do miracles. | Mucizeler yaratamam ya. |
I can't even afford to buy a used car. | Kullanılmış bir araba bile almaya gücüm yetmez. |
I can't explain /tell | anlatmak elimde değil |
I can't get the thing off my mind. (I remember it again and again.) | Şey aklımdan çıkmıyor. |
I can't go this weekend, I am on duty. | Bu hafta sonu gidemem, nöbetçiyim. |
I can't hear you. | Seni duyamıyorum. |
I can't kill it (I'm trying and trying, but it's not working) | Onu öldüremiyorum. |
I can't kill it. ( I could never manage to do it even if I tried to) | Onu öldüremem. |
I can't listen to you now. | Şu anda seni dinleyemem. |
I can't shoot him. | Onu vuramam. |
I can't stand/take/endure this word | Bu kelimeye tahammül edemiyorum. |
I can't start the car | Arabayı çalıştıramıyorum |
I can't stop yawning. | esnemeden duramıyorum. |
I can't take you (pl) to the park today. | Bugün sizi parka götüremem. |
I can't thank you enough | ne kadar teşekkür etsem az |
I can't understand you. | Seni anlayamıyorum. |
I can't wait until tomorrow but don't worry (m.e.) it will be worth the effort | Yarına kadar bekleyemem ama merak etme emeğine değecek |
I can't work with these people | Bu insanlarla çalışamam! |
I casually /superficially refered to /touched | üstünkörü değinmiştim |
I chewed /bit my lower lip | Alt dudağımı kemirdim. |
I cleaned the house whole day. | Tüm gün evi temizledim. |
I come to you either today or tomorrow | Sana ya bugün ya ( da) yarın geleceğim. |
I come to you today or tomorrow | Sana bugün ya da yarın geleceğim. |
I come to you today or tomorrow | Sana bugün veya yarın geleceğim. |
I comforted myself with this | Bununla kendimi avuttum |
I continuously see it and like it every time | Seviyorum |
I could cope with this. | Bununla bas edebilirdim. |
I could go if you go. | Sen gidersen,gidebilirim. |
I could go if you want me to go. | Benden gitmemi istersen,gidebilirim. |
I could never work that hard. | Ben asla o kadar çok çalışamazdım . |
I could not manage | beceremedim |
I could not manage to be (+ adj) | olmayı beceremedim |
I could swear | yemin edebilirdim |
I could swear he wanted to kill me. | Beni öldürmek istediğine yemin edebilirdim. |
I couldn't catch (ye) the train | trene yetişemedim |
I couldn't close my eyes. | Gözlerimi kapayamadım. |
I couldn't contain myself /my heart lifted /I was overjoyed | içim içime sığmıyordu |
I couldn't find anything for a decent price. | Uygun fiyatlı birşey bulmayı başaramadım |
I couldn't go out (of the house) because I was ill. | Hasta olduğumdan evden çıkamadım. |
I couldn't hide my disappointment over the defeat. | Yenilgimizden dolayı, hayal kırıklığımı saklayamadım. |
I couldn't imagine how such a disgusting thing could be as valuable as he claimed. | böyle iğrenç bir şeyin nasıl olup da onun iddia ettiği kadar değerli olabileceğini aklım almıyordu |
I couldn't imagine how the man could claim that something so disgusting was valuable | böyle iğrenç bir şeyin değerli olduğunu nasıl olup da adamın iddia edebileceğini aklım almıyordu |
I couldn't make sure | Emin olamadım |
I crossed my arms | kollarımı kavuşturdum |
I cut myself / Ich habe mich geschnitten | Bir yerimi kestim. |
I decided to look on Internet | internetten bakmaya karar verdim |
I did my part of the job. | Ben üzerime düşeni yaptım. |
I did not like (+abl) | hoşlanmadım |
I did not like the way (t) he looked at me | Bana bakma tarzından hoşlanmadım. |
I did not manage | becermedim |
I did what I could | elimden geleni yaptım |
I didn't bring food from home. | Evden yemek getirmedim. |
I didn't bring my toothbrush | diş fırçamı getirmedim |
I didn't go to work or any such sort. (spoken language) | İşe mişe gitmedim. |
I didn't quite grasp (o) this topic. | Bu konu bende tam oturmadı. |
I didn't take it personally. /No offense taken | üstüme alınmadım |
I didn't understand this | Bunu anlamadım |
I didn't want to believe it at first | önceleri inanmak istemedim |
I discovered another way to x | x-menin başka bir yolunu keşfettim |
I do not allow them to do this | bunu yapmalarına izin vermiyorum |
I do not need to know | Benim bilmeme gerek yok |
I don't - didn't really believe that. | Ben de aslında inanmıyorum - inanmadım |
I don't agree with you | seninle aynı fikirde değilim |
I don't believe him | ona inanmıyorum |
I don't belong here. | Ben buraya ait değilim. |
I don't break the school rules | okulun kurallarını çiğnemem |
I don't care | umrumda değil |
I don't care / it's none of my concerns | umurumda değil |
I don't care about money | para umrumda değil |
I don't feel well. | iyi hissetmiyorum |
I don't have a lot of free time in the evening | Akşamları çok fazla boş zamanım yok |
I don't have a teacher. I am learning Turkish independently. | Öğretmenim yok. Bağımsız olarak Türkçe öğreniyorum. |
I don't have any cash | Hiç nakit param yok. |
I don't have any water | Hiç suyum yok |
I don't have anything | hiçbir şeyim yok |
I don't have enough money. | yeterince param yok |
I don't have someone to do this for me (formal) | Bunu bana yapacak kimsem yok |
I don't have someone to do this for me (informal) | Yapanım yok |
I don't have the intention to tell you (pl) a school story. | Size bir okul hikâyesi anlatmaya niyetli değilim. |
I don't have the intention to embarrass her and draw her fury upon me. | Onu utandırıp da gazabını üzerime çekmeye niyetim yok. |
I don't know him. | Onu tanımıyorum |
I don't know what I should do / I don't know what to do. | Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. |
I don't know whether you learned German or not. | Senin Almanca öğrenip öğrenmediğini bilmiyorum |
I don't know why (my) life is without fairytales | Hayat neden masalsız bilmem |
I don't know, whether you ever had an idea before, but if you have, then you know very little in how much trouble an idea can get you | Daha önce bir fikrinin olup olmadığını bilmiyorum, ama varsa, o zaman bir fikrin seni ne kadar sıkıntıya sokabileceğini çok az biliyorsundur. |
I don't know, whether you ever had an idea before. | Daha önce bir fikrinin olup olmadığını bilmiyorum. |
I don't like gossip (d) , but.. | Ben dedikoduyu sevmem ama... |
I don't like my neighbour. He is a meddler. | Komşumdan hoşlanmıyorum. İşgüzar biri. |
I don't like to do homeworks. | Ben ödev yapmayı sevmem. |
I don't mind telling you this | sana bunu söylemekte (bir) sakınca görmüyorum |
I don't miss going to school | okula gitmeyi hiç özlemiyorum |
I don't see why not | bence bir sakıncası yok |
I don't share my food with anyone. | Yemeğimi kimseyle paylaşmam. |
I don't think it is right. | Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. |
I don't think so | öyle düşünmüyorum |
I don't think so | Sanmam |
I don't think the broken laptop is mine | bence bozuk dizüstü bilgisayar benim değil |
I don't think they let the underage/minors in. | reşit olmayanları içeri soktuklarını sanmıyorum |
I don't understand | Anlamıyorum |
I don't want an offering (a victim), I want mercy. | Ben kurban değil, merhamet isterim. |
I don't want to be a spoilsport | Oyunbozan olmak istemem |
I don't want to be single forever | sonsuza dek bekâr olmak istemiyorum |
I don't want to do anything. | hiçbir şey yapmak istemiyorum |
I don't want to say that this book will end with a bad end. | Bu kitabın kötü bir sonla biteceğini söylemek istemiyorum |
I don't want to talk about my love life. | Aşk hayatımdan konuşmak istemiyorum |
I don't want to tell much. / Ich will nicht viel erzählen | Pek bir şey anlatmak istemiyorum. |
I doubt that very much. | Çok şüpheliyim. |
I drink tea without sugar. | Çayı şekersiz içiyorum. |
I enjoy playing basketball | basketbol oynamayı severim |
I entirely agree | Kesinlikle katılıyorum |
I even watered the azalee | açelyayı bile suladım |
I f we won't go now | Şimdi gitmeyeceksek |
I f you are tired you can't join us. | Yorgunsan, bize katılmayabilirsin. |
I feel like eating (My stomach is getting scratched through) | Midem kazınıyor |
I feel sick | midem bulanıyor |
I feel sleepy | uykum geldi |
I feel sleepy too | benim de uykum geldi |
I gave him a hard look, challenging/daring him to continue... | Devam etmesi için meydan okuyarak sert bir bakış attım. |
I get frustrated when people don’t understand what I’m trying to say. | İnsanlar ne demek istediğimi anlamayınca sinirlenirim. |
I get on the train every day from/at the same station. | Her gün aynı istasyondan trene binerim. |
I get on the train. | Trene biniyorum. |
I go quite often, maybe once a week. | Oldukça sık giderim, belki haftada bir. |
I got flu. | Nezle oldum. |
I got so scared, I dropped my ice cream | o kadar korktum ki, dondurmamı düşürdüm |
I grieve and cry, I have fun and laugh. | Üzülüp ağlar,eğlenip gülerim. |
I guess so | sanırım öyle |
I guess you're busy | meşgulsün herhalde |
I had forgotten how tiny babies can be. | Bebeklerin ne kadar küçük olabileceğini unutmuşum. |
I had installed myself newly at the hospital | hasta(ha)neye yeni yerleşmiştim. |
I had just recently arrived | daha hemen gelmiştim |
I had read a sentence similar to this. | Buna benzer bir cümleyi okumuştum. |
I had to upset you for reasons out of my control. | Elimde olmayan nedenlerden dolayı da üzmek zorunda kaldım sizi. |
I happen to be (become like) one of the characters. | Ben de karakterlerden biri oluveririm. |
I hate doing laundry | çamaşır yıkamaktan nefret ederim |
I hate queuing (waiting in a queue) | Kuyrukta beklemekten nefret ediyorum. |
I hate to enter a queue. | Kuyruğa girmekten nefret ediyorum. |
I have (s) ten dollars. | On dolara sahibim. |
I have a flat tyre. | Patlak lastiğim var. |
I have a stomachache . | karnım ağrıyor |
I have a suggestion. | Bir önerim var. |
I have a very long night ahead. | Upuzun bir gece beni bekliyor. |
I have already a phone. | Zaten bir telefonum var. |
I have an awful bad conscious. / Ich habe ein entsetzlich schlechtes Gewissen. | Müthiş bir vicdan azabı içindeyim. |
I have an idea. | Bir fikrim var. |
I have been attacked / Ich bin überfallen worden | saldırıya uğradım |
I have big expectations from life and myself | Hayatımdan ve kendimden büyük beklentilerim var |
I have decided to first save some more money. | İlk önce biraz daha para biriktirmeye karar verdim |
I have dreams that will never come true. So I'm just dreaming and hoping. | Asla gerçekleşmeyecek hayallerim var. Bu yüzden sadece hayal etmekle ve ümit etmekle kalıyorum. |
I have hope for you / I believe in you | Senden umutluyum |
I have never known my father. | Ben babamı hiç tanımadım. |
I have no choice. | Başka seçeneğim yok. |
I have no complaints. | Şikayetim yok. |
I have no doubt. | Şüphem yok. |
I have no objection | İtirazım yok |
I have no respect for her / I don't give any credit to her. | Ona hiç itibar etmem |
I have no words | söyleyecek sözüm yok |
I have other things to do | yapmam gereken başka şeyler var |
I have said already in the first sentence | Daha ilk cümlede söylemiştim |
I have said already in the first sentence,that this book is my favoured book. | Daha ilk cümlede,bu kitabın en sevdiğim kitap olduğunu söylemiştim |
I have spared no expense for her dowry | Çeyizi için hiçbir masraftan kaçınmadım |
I have ten dollars. | On dolarım var. |
I have the intention to go | gitmeye niyetim var |
I have to buy a present for my mum | annem için bir hediye almam gerekiyor |
I have to examine your chest | göğsünüzü muayene etmem gerekiyor |
I have to go. / I must go. | Ben gitmek zorundayım. |
I have to go. I have no choice. | Ben gitmek zorundayım.Başka seçeneğim yok. |
I have to have... | ... -m olması gerekiyor |
I have to make a choice. | Bir seçim yapmak zorundayım. |
I have to x | X-mem gerek |
I haven't eaten any fish for three weeks straight (shark in Nemo) | Tam üç haftadır hiç balık yemedim. |
I haven't seen him for rather a long time | Nice zamandır onu görmedim. |
I hear him coming: let's withdraw, my lord. | Onun geldiğini duyuyorum; geri çekilelim efendim. |
I heard the cat's purr. | Kedin mırlamasını duydum. |
I heard the door shutting behind me. | Arkamdan kapının kapandığını duydum. |
I heard the results over the radio | sonuçları radyodan duydum |
I heard you didn't want to go to the invitation | duyduğuma göre davet katılmak istememişsin |
I helped | yardım ettim |
I helped my dad in the kitchen yesterday | dün mutfakta babama yardım ettim |
I helped to change the diapers | Bezini değiştirmeye yardım ettim. |
I hesitate to take my umbrella | yanıma şemsiyemi almakta çekinirim |
I hope I won't be late for work. | İşe geç kalmayacağımı umuyorum. |
I hope it won't break easily | Kolayca kırılmamasını umuyorum |
I hope it's no trouble | umarım zahmet olmaz |
I hope it's ok with you | umarım senin için bir sakıncası yoktur |
I hope my girlfriend likes the necklace. | Umarım kız arkadaşım kolyeyi beğenir. |
I hope so | öyle umuyorum |
I hope that's ok | umarım sakıncası yoktur |
I hope we won't have to go to court. | Mahkemeye gitmek zorunda kalmayacağımızı umuyorum. |
I hope we won't have to ressort to legal means. (lit. to apply for legal ways) | Yasal yollara başvurmak zorunda kalmayacağımı umuyorum. |
I hope you are not too disappointed | Çok hayal kırıklığına uğramadığını umuyorum |
I hope you are ok with it. | umarım ... -de bir sakınca yoktur |
I hoped that I could solve this problem. | Bu problemi çözebileceğimi umuyordum. |
I improved my German | Almancamı geliştirdim. |
I intend to go | gitmeye niyetliyim |
I just called to say “I love you”. | 'Seni seviyorum,' demek için aradım sadece. |
I just went outside without saying anything. | Hiç birşey demeden hemen dışarıya çıktım. |
I just woke up | Yeni uyandım |
I keep wondering (if...) | ... (diye) merak edip duruyorum |
I kicked the puddle on the ground and splashed water on him. | yerdeki su birikintisine tekme atıp üzerine su sıçratım. |
I kind of like it here | burayı sevdim sayılır |
I knew her sleep was heavy (past progr) | Onun uykusunun çok ağır olduğunu biliyordum. |
I knew it was not going to be easy | Kolay olmayacağını biliyordum. |
I know I am right | Ben haklı olduğum biliyorum. |
I know it sucks | berbat olduğunu biliyorum |
I know much better than anybody else that | herkesten çok daha iyi biliyorum ki |
I know that on open sea captains have the authorization to perform a marriage ceremonial. | Kapıtanların açık denizde nikâh kıyma yetkisine sahip olduklarını biliyorum. |
I know thwre are things between heaven and earth that we can't explain. | Yer ve gök arasında açıklayamadığımız bir şeylerin var olduğunu biliyorum. |
I know who he is. | Onun kim olduğunu biliyorum. |
I leaned away from him | ondan uzağa kaykıldım |
I learned that the history exam was cancelled. | Tarih sınavının iptal olduğunu öğrenmiştim. |
I like cooking. | Yemek yapmayı seviyorum |
I like drama, but I prefer comedy | dramayı severim, ama komediyi tercih ederim |
I like fish cooking on the grill. | Mangalda pişen balığı seviyorum. |
I like German - I know a bit and it is nice | Almancayı seviyorum |
I like German. - Very first impression only | Almancayı sevdim |
I like it/ I got a satisfactory impression - a one time thing | sevdim |
I like my mother's cooking / the meals my mother cooks best | En fazla annemin pişirdiklerini severim. |
I like the dress. I will wear it every day. | Elbiseyi seviyorum; onu her gün giyiyorum. |
I like the dress; I will buy it. | Elbiseyi sevdim; onu alacağım. |
I like this trend. | Bu akımı seviyorum. |
I like to cast an eye on the newspapers in the mornings before breakfast | Sabahları kahvaltıdan önce gazetlere göz gezdirmeyi severim. |
I like to cast an eye on the newspapers. | Gazetlere göz gezdirmeyi severim. |
I like to go for a run and then take a shower | koşuya çıkmayı ve sonra duş almayı severim |
I live in a rented flat | dairede kirada oturuyorum |
I live in the farthest house. | En uzak evde yaşıyorum. |
I ll have an exam next week | Haftaya sınavım var |
I look good but my legs are cold. | İyi gözüküyorum ama bacaklarım üşüyor. |
I looked at the looming (huge) skyscrapers | devasa gökdelenlere baktım |
I lost 3 kilos of weight within two weeks. | İki haftada üç kilo zayıfladım. |
I lost my appetite (lit. my appetite had escaped) | iştahım kaçmıştı |
I love seafood, but my friend is allergic to it. | Deniz ürünlerini seviyorum, ama arkadaşımın alerjisi var. |
I love this place. | burasını seviyorum |
I love you like crazy. | Seni delicesine seviyorum! |
I loved him. | onu sevdim |
I made a list of the places I went to on holidays. | Tatilde gittiğim yerlerin listesini yaptım. |
I made a mistake | bir hata yaptım |
I made a mistake by dating him. | Ben onla çıkmakla hata yaptım. |
I made many friends there. | Orada çok arkadaş edindim. |
I made sure / I assured myself | emin oldum |
I managed to catch myself unawares. | Ben kendimi gafil avlamayı başardım. |
I messed up | mahvettim! |
I miss all the free time I had in my childhood. | Çocukluğumda sahip olduğum boş zamanlarımı özlüyorum. |
I missed dinner. | Yemek saatini kaçırdım. |
I missed the airplane by a few minutes (by a hair's breadth) | uçağı kıl payı kaçırdım |
I must be getting old | yaşlanıyorum herhalde |
I need a napkin . | Peçeteye ihtiyacım var. |
I need a new hat | yeni bir şapkaya ihtiyacım var |
I need half a kilo of ground meat. | Yarım kilo kıymaya ihtiyacım var. |
I need help | yardıma ihtiyacım var |
I need to arrive home before it gets dark. | Eve hava kararmadan varmam gerek. |
I need to buy an umbrella | şemsiye satın almam gerekiyor |
I need to decrease my mistakes. | Hatalarımı azaltmam gerek. |
I need to go to toilet. | Tuvalete gitmem gerekiyor . |
I need to know | bilmem gerek |
I need to pee | çişim geldi |
I need to read the book and write its summary. | Kitabı okuyup özetini yazmam gerek. |
I need to think a little | biraz düşünmeye ihtiyacım var |
I need to write an essay. | deneme yazmam gerekiyor |
I never received good grades in mathematics. | Matematikten hiçbir zaman iyi not alamadım. |
I never stopped (gave up on) loving you, not even one day. | Ben seni sevmekten bir gün bile vazgeçmedim. |
I never would have guessed | asla tahmin edemezdim |
I noticed that I forgot my pen. | Kalemimi unuttuğumu fark ettim. |
I personally reasoned with the wind | Bizzat rüzgâr ile görüştüm |
I picked up (took) a bagel from the top of the fridge and began to eat it sullenly. | Buzdolabının üzerinden bir çörek aldım asık suratla yemeye başladım. |
I purposely lied. | İnadına yalan söyledim. |
I pushed esc | esc tuşuna bastım |
i pushed the bowl towards him. | Kâseyi ona doğru ittim. |
I put my foot into it / Ich bin ins Fettnäpfchen getreten | Gerçekten pot kırdım. |
I read in order to learn | Öğrenmek için okuyorum. |
I read twice from beginning to end | Baştan sona kadar iki kez okudum. |
I realize I am really lucky to have you as a friend | sana sahip olduğum için şanslı olduğumun farkındayım |
I regret that I ever made/did.... | yaptığıma yapacağıma pişman oldum |
I regret that I ever went | gittiğime gideceğime pişman oldum |
I remember, but not very well. | Hatırlıyorum, ama çok iyi değil. |
I said I ll come to you at five, remember/I believe? | Size saat beşte geleceğim demiştim ya? |
I sat there for a while glued to the spot staring at where the creature had been and disappeared. | Bir an yaratığın görünüp kaybolduğu yere bakarak oturduğum yerde kalakaldım. |
I saw all what happened. | Bütün olanları gördüm. |
I saw her in the library yesterday. | onu dün kütüphanede gördüm |
I screamed and leaped (s) away (from my place) | çığlık atıp yerimden sıçradım |
I see... | anlıyorum ... |
I serve with humility | tevazu ile hizmet ediyorum |
I set the alarm to wake up. | Uyanmak için alarmı kurdum. |
I set the chessmen back on their board | satranç taşlarını tahtasına geri yerleştirdim |
I should have guessed | Tahmin etmeliydim |
I shouldn't have told you a thing to stimulate (fuel) your curiosity/interest (i) | Senin ilgini körükleyecek bir şey anlatmamalıydım |
I solved that / I figured out | hallettim |
I speak a little Turkish | biraz Türkçe konuşuyorum |
I speak English | İngilizce konuşuyorum |
I studied in Japan for two months | Japonya'da iki ay okudum |
I suggest that it /they should be x-ed... | X- ilmesini öneriyorum |
I suggest that taxes should be lowered(d) | vergilerin düşürülmesini öneriyorum |
I suggest you go to bed now | yatmanı öneririm |
I summoned called you here for an important business | Seni önemli bir iş için buraya çağırdım |
I suppose / in any case / presumedly / anyway | herhalde |
I suppose it's broken. /Probably it's broken | Bozuk herhalde. |
I suppose you're wondering why you are here | herhalde neden burada olduğunu merak ediyorsundur |
I swear I know nothing! | yemin ederim hiçbir şey bilmiyorum! |
I swear I'm fine, thanks | Vallahi, iyiyim, sağ ol. |
I take (buy) French fries and eat. | Patates kızartmasını alır ve yerim. |
I take some soup to begin with | başlangıç olarak biraz çorba alayım |
I think (b) | bence |
I think (g) | galiba |
I think (s) everyone in this family is dreaming (h. k.) a little too much | Bu ailede herkesin biraz fazla hayal kurduğunun sanıyorum |
I think (s) everyone's dreaming (h. k.) a little too much | herkesin biraz fazla hayal kurduğunun sanıyorum |
I think (s) it will be good if we go/pass another time over the program. | Sanırım programın üstünden bir daha geçsek iyi olacak. |
I think / I fancy | sanırım |
I think a printed book is more comfortable than e-books and can provide a reasonable reading experience. | Bence basılı bir kitap, e-booklarından daha komforlu ve makul bir okuma tecrübesini verebilir. |
I think a way to reduce diseases is to eat more fresh vegetables , because due to this way there will be more vitamins in the body. | Hastalıkları azaltmanın bir yolunun daha taze sebze yemek olduğunu düşünüyorum bu şekilde bedende daha vitamin olacağından dolayı. |
I think he lost his mind. | Aklını kaçırmış galiba! |
I think I am about to understand | Anlamak üzere olduğumu düşünüyorum |
I think I am going to try it | Sanırım, ben deneyeceğim |
I think I didn't hear your knocking at the door ? | Kapıya vurduğunu duymadım galiba ? |
I think I hurt his feelings | galiba onun duygularını incittim |
I think I should write this down / I think I should put this on paper (lit. I think: Let me write this down) | yazıya dökmeliyim diye düşünüyorum. |
I think it was the guy to the left | galiba soldaki adamdı |
I think it's cool. | bence havalı |
I think it's the right moment / I think the moment is right | şu anın doğru olduğunu düşünüyorum |
I think it's too big | Bence fazla büyük |
I think maths is difficult | bence matematik zor |
I think my team may win tomorrow | bence takımım yarın kazanabilir |
I think polls are often unreliable | bence anketler çoğu kez güvenilmez |
I think so too. | Bence de öyle. |
I think they'll go shopping instead. | galiba bunun yerine alışverişe gidecekler |
I think this bracelet is my mum's | galiba bu bilezik annemin |
I think you have some knowledge about the atomic structure. | Atomun yapısı hakkında birtakım bilgilere sahipsindir, diye düşünüyorum. |
I thought so | ben de öyle tahmin etmiştim |
I thought he could be the Dark One. | Karanlık Varlık olabileceğini düşündüm. |
I thought it was his fault | Onun kabahati sandım |
I thought it would be better to stay in this work. | Bu işte kalırsam daha iyi olacağını düşünüyordum. |
I thought that more robust (drastic/sound) measures should be taken. | Daha sağlam tedbirlerin alınması gerektiği düşündüm. |
I told you all I wanted to say. | Bütün söylemek istediğimi size anlattım. |
I told you I was out of credit on my phone | sana telefonumda kredi kalmadığını söyledim |
I took my I pod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği, bir yıllık birikimimle aldığım iPod'umu aldım. |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği iPod'umu aldım |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım |
I took off the pipe of the sink / I took the pipe of the sink into pieces | lavabonun borusunu söktüm |
I tried to keep myself away from work | Kendimi işten uzak tutmaya çalıştım. |
I tried to keep work away from me | işi kendimden uzak tutmaya çalıştım |
I tried to stretch my legs. | Bacaklarımı esnetmeye çalışırım. |
I trried hard but I couldn't catch (ya) the train. | Çok uğraştım, ama treni yakalayamadım. |
I try to fall asleep | uykuya dalmaya çalışıyorum. |
I try to think positive | olumlu düşünmeye çalışıyorum |
I turned towards the Lord and he answered (y) me. | RaB'be yöneldim, yanıt verdi bana. |
I understand increasingly better | giderek daha iyi anlıyorum |
I used to run a café, but not anymore | kafe işletirdim, ama artık işletmiyorum |
I used to succeed | başarırdım |
I usually don´t watch tv | Genellikle televizyon izlemem. |
I waited for you yesterday, a pity (it was bad) that you could not find time. | Dün seni bekledim; ama zaman bulamaman kötü oldu. |
I want (let me) first speak with you alone | Önce seninle yalnız konuşalım. |
I want a wife. | Bir eş istiyorum |
I want long side burns / Ich m¨öchte lange Koteletten | favorileri uzun istiyorum. |
I want retaliationm it's my right... | Ben kısas istiyorum, bu hakkım... |
I want to be a member of the fan club | fan kulübün bir üyesi olmak istiyorum |
I want to buy some clothes (k) | Birkaç kıyafet satın almak istiyorum |
I want to buy something for you. | Senin için bir şey satın almak istiyorum. |
I want to change my address | Adresimi değiştirmek istiyorum |
I want to change my password | Şifremi değiştirmek istiyorum |
I want to declare a theft / Ich möchte einen Diebstahl melden | bir hırsızlık rapor etmek istiyorum |
I want to eat French fries. | Patates kızartması yemek istiyorum |
I want to find the theatre. | Tiyatroyu bulmak istiyorum |
I want to go to swim in the afternoon. | öğleden sonra yüzmeye gitmek istiyorum |
I want to go. I love to go. | Gitmek istiyorum. Gitmeyi severim. |
I want to hear that story again | şu hikâyeyi tekrar duymak istiyorum |
I want to rent a bike. | Bisiklet kiralamak istiyorum. |
I want to rent a house. | Ben ev kiralamak istiyorum. |
I want you to be more interested in my ideas / I want you to pay more attention to my ideas. | Fikirlerimle daha çok ilgilenmeni isterim. |
I want/ ask to shelter in the shadow of your wings | kanatlarının gölgesine sığınmak isterim |
I wanted advise from them. | Olardan tavsiye istedim. |
I wanted everyone to know | Herkes bilsin istedim |
I wanted to become a famous writer my whole life | tüm hayatım boyunca ünlü bir yazar olmak istedim |
I wanted to pinch myself | kendimi çimdiklemek istedim |
I wanted to pinch myself to see (understand)whether this was a nightmare or hallucination. | Bunun bir kâbus ya da sanrı olup olmadığını anlamak için kendimi çimdiklemek istedim |
I was about to go | Gitmek üzere idim |
I was astonished | şaşakaldım |
I was battling him | savaştım onunla |
I was busy in the morning. | Sabah yoğundum |
I was buying his present (h) when he walked (g) into the shop (m) | markete girdiğinde hediyesini alıyordum |
I was confused by what was said in the lesson / I mixed up what was told in the lesson | Derste anlatılanlardan kafamı karışmıştı. |
I was fond of my comfort/my peace | rahatıma düşkündüm |
I was late at work today. | Bugün işe geç kaldım. |
I was more of a coward. | Ben daha ödlek biriydim. |
I was not aware of | farkında değildim. |
I was not aware of that I forgot the tv on. | Televizyonu açık unuttuğumun farkında değildim. |
I was robbed (by a thief) / (lit pealed) | (bir hırsız tarafından soyuldum |
I was rude | kabaydım |
I was softening right away / I would soften right away | hemencecik yumuşayıveriyordum |
I was suspected of drug trafficking. | Uyuşturucu kaçakçılığı yaptığımdan şüphe ediliyordu. |
I was tired, cranky and the last thing I wanted was more hiking. | Yorgundum, sinirliydim ve istediğim son şey, biraz daha yürüyüştü. |
I was too lazy | üşendim |
I was under the impression that | bana öyle geliyordu ki |
I washed plates, goblets, pots and pans piling up like mountains. | Dağ gibi biriken tabak, kadeh, tencere ve tavaları yıkadım. |
I watched it at least 100 times. | En az 100 kez izledim. |
I watched television continuously the whole day. | Tüm gün televizyon izleyip durdum. |
I weigh three kilo too much (There are three kilos of me too much) | üç kilo fazlam var |
I went four, five times | Dört, beş defa gittim |
I will all the time offer praises to the Lord | Her zaman RaBb'e övgüler sunacağım |
I will appreciate it | memnun olurum |
I will be coming (spoken) very late tonight. There is also a chance that I don't come at all. | Bu akşam çok geç gelcem. Hiç gelmeme ihtimali de yok değil. |
I will be glad if you come | gelirsen(iz) memnun olurum |
I will be glad to help you | sana yardımcı olmaktan memnun olacağım |
I will be his first speech | onun ilk konuşması olacak |
I will be home at four. | saat dörtte evde olacağım |
I will continue to think that my favorite actor is more handsome than his. | Ben, benim favori aktörümün onunkinden daha yakışıklı olduğunu düşünmeye devam edeceğim. |
I will do it myself | Ben yapacağım kendi ellerimle |
I will do my best | elimden geleni yaparım - yapacağım |
I will examine your homeworks tomorrow. | Ödevlerinizi yarın inceleyeceğim. |
I will get fat if I go on eating like this. | Çok yemeye devam edersem şişmanlayacağım. |
I will have you killed. I make sb kill you / I order sb to... | Seni öldürteceğim. |
I will kill you | Seni öldüreceğim. |
I will make you decrease your mistakes. | Sana hatalarını azalttıracağım. |
I will not (cannot) tolerate this insult. | Bu hakarete katlanamam! |
I will not leave my future to chance | Geleceğimi şansa bırakmıyorum. |
I will proclaim | duyuracağım |
I will proclaim the name of the Lord | RABbin adını duyuracağım |
I will put My Spirit upon Him. | Ruhum'u Onun üzerine koyacağım. |
I will revenge (a gen from an abl.) | öcünü alacağım |
I will serve him whole heartedly | ona canı gönülden hizmet ederim |
I will serve him whole heartedly to the last shred of my very soul | ona ruhumun en son zerresine kadar canı gönülden hizmet ederim |
I will sign (it ) some time in the day | Gün içinde imzalarım. |
I will tell you the truth | ben size gerçeği söyleyeceğim |
I will transmit this. | Bunu ileteceğim |
I will x - Slang x-(lay)acağım x-(ley)eceğim | x-(l)ıcam x-(l)iycem |
I wiped the little table with a wet cloth /Ich wischte den Wohnzimmertisch nit einem feuchten Tuch ab | Nemli bir bezle sehpanın üzerine sildim. |
I wished (+if verb form) | keşke |
I wished I had come earlier... | Keşke daha önce gelseydim... |
I wished I were there. | Keşke orada olsaydım. |
I withdrew to my corner | köşeme çekildim |
I woke up (got up) early not to be late for the class. | Derse geç kalmamak için erken kalktım. |
I won't be at school tomorrow. | yarın okulda olmayacağım |
I won't get stuck on the details | detaylara takılmayacağım |
I wonder if he is in trouble | acaba onun başı dertte mi ? |
I wonder if he'll get too angry | Çok kızar mı acaba |
I wonder should one sleep (with) open or closed windows at night? | Acaba geceleri pencere açık mı yatmalı, kapalı mı? |
I wonder what is next. | Sırada ne var acaba. |
I wonder when they'll come back. | Acaba ne zaman dönecekler ? |
I wondered if you were in trouble | Acaba senin başın dertte mi |
I worked all day. I am exhausted. | Bütün gün çalıştım; bitkinim. |
I would be very bad at it. | O konuda çok kötü olurdum. |
I would go if I had the time. | Zamanım olsa,giderdim. |
I would go if you went. | Sen gidersen,ben de giderdim. |
I would have told | söylerdim |
I would have told him - gleeman or not... | Âşık ya da değil, ona söylerdim. |
I would have told him to take his horse himself to the stable | Atını ahıra kendisinin götürmesini söylerdim |
I would like (I'll have) (a) - Let me take | alayım |
I would like a glass of tea (have) - Let me take ... | bir bardak çay alayım |
I would like her to care for my ideas. | Fikirlerimi önemsemesini isterdim . |
I would like some breakfast | biraz kahvaltılık istiyorum |
I would like some milk (have) Let me take some milk | biraz süt alayım |
I would love to | ... çok isterim |
I would love to | memnun kalırım |
I would love to but I have to get up early tomorrow. | çok isterim, ama yarın erken kalkmam gerekiyor |
I would love to see you soon. | Seninle en yakın zamanda görüşmeyi çok isterim. |
I would x (a) | x -ardım |
I write stories every day. | Her gün hikâyeler yazarım . |
I wrote a book two years ago. | iki yıl önce bir kitap yazdım |
I'd advise to smoke electric cigarettes rather than real cigarettes. | Gerçek sigara içmektense e-sigarayı tavsiye ederim. |
I'd appreciate it if we just pretend that this never happened | bu hiç yaşanmamış gibi davranırsak çok memnun olurum |
I'd prefer rather to go to the bar than going to the cinema | Sinemaya gitmektense bara gitmeyi tercih ederim. |
I'd rather die than surrender. | Teslim olmaktansa ölmeyi tercih ederim. |
I'l probably make it over there in July | temmuz'da oraya gelirim herhalde |
I'll phone you. | Sana telefon açacağım. |
i'll thank you to mind your own business | sen kendi işine bakarsan memnun olurum |
I'm an actor playing in movies and TV series. | Ben film ve dizilerde oynayan bir aktörüm. |
I'm an actor playing in movies and TV series. | Ben film ve dizilerde oynayan bir aktörüm. |
I'm copying and pasting. | Kopyalayıp yapıştırıyorum. |
I'm drinking the longing | hasretini içiyorum |
I'm going to hit the hay/ I'm going to sleep | kafayı vurup yatacağım |
I'm losing it! I'll lose my mind / I"m getting crazy | aklımı kaçıracağım! |
I'm not happy about it either | ben de bundan memnun değilim |
I'm sure everything will be okay | eminim her şey düzelecek |
I'm sure you'll be very successful | eminim çok başarılı olacaksın |
I'm trying to do my best, but it doesn't seem to like me. | Ben elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum,ama benden hoşlanıyor gibi görünmüyor. |
I've never been so scared in my life. | Hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım. |
ice | buz |
ice coffee (with creme on top) | kremalı soğuk kahve |
ice cream with whipped cream | kremşantili dondurma |
ice hockey | buz hokeyi |
icecream | dondurma |
Ich habe keine Lust zu x-en / I don't want to/feel like x-ing | X-mek içimden hiç gelmiyor |
icicle | saçak buzu |
iciness | buzlanma |
identical / replica | tıpatıp aynı |
idiot / jerk /retarded | gerizekalı |
idiot /fool (...k) | Ahmak |
idiot /fool / lummox | bön |
idle / vagabond / hobo / flaneur / wanderer | avare |
idly | aylak aylak |
if he is not sick (open conditional /it is possible) | hasta değilse |
if he x'es (open conditional /it is possible) a | x-sa |
if / in case of / supposing that | takdirde |
if /that (i) / but / as for | ise |
if and only if | gerek ve yeter şart |
if anyone had turned up with a good house, property, an estate and a nice title | Herhangi biri iyi bir ev, mal, mülk ve güzel bir unvanla çıkagelseydi |
if anyone had turned up with a good house, property, an estate and a nice title Edith would have still clung (continued to remain attached) to Captain Lennox. | Herhangi biri iyi bir ev, mal, mülk ve güzel bir unvanla çıkagelseydi Edith yine de Yüzbaşı Lennox'a bağlı kalmayı sürdürüyor olurdu |
If anyone steals a book or does not return a book he borrowed, may the book that is in his hand turn into a poisonous snake. | Her kim kitap çalar ya da ödünç aldığı kitabı geri vermezse, elindeki o kitap zehirli bir yılana dönüşsün |
If brains were put to sale in the bazaar, everyone would choose his own. | Akılları pazara çıkarmışlar, herkes kendi aklını beğenmiş. |
If by looking one can become a master the dog would be a butcher. | Bakmakla usta olunsa köpek kasap olurdu. |
If from now on you make the least little noise you would wish you never were born. | Bundan sonra çıtın çıkarsa, keşke hiç doğmamış olsaydım dersin. |
if he does not come until tomorrow | Yarına kadar gelmezse |
if he doesn't bring his umbrella he'll get soaked | şemsiyesini getirmezse sırılsıklam olacak |
if he doesn't feel well I will give him an aspirin. (lit. let me give) (open conditional /it is possible) a | Kendini iyi hissetmezse, aspirin vereyim. |
if he doesn't return the book he borrowed | ödünç aldığı kitabı geri vermezse |
If he had gone west he should have come to a lake by now. | Eğer batıya gidiyor olsaydı, şu ana kadar bir göle gelmiş olmalıydı. |
If he makes a mistake | Eğer bir hata yaparsa |
If he makes a mistake he will be fired. | Eğer bir hata yaparsa kovulacak |
if his shoulders wear not hanging down (collapsed) he would tall | omuzları çökmüş olmasa uzun boylu olacaktı |
if I am | olsam |
if I am alone | yalnızsam |
If I am lying I hope they'll chop me and make a soup out of me. | Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınları |
If I am lying I hope they'll chop me and make a soup out of me. | Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınları |
If I am lying, let them chop me and make a soup out of me. (shark in Nemo) | Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınlar. |
If I am not there, they 'll eat you alive (lit. raw) / Si je ne suis pas là, ils te mangeront tout cru. | Ben olmazsam seni çiğ çiğ yerler. |
If I am to get involved, it might as well be big (let it sound at least) | bir işler karıştıracaksam, ses getirsin bari. |
If I could x (e) I would x (i) | x-ebilseydim x-irdim |
if I could fly I would reach the stars | uçabilseydim yıldızlara ulaşırdım |
if I could know for sure | kesin olarak bilebilseydim |
if I disappoint him another time... | Onu bir daha hayal kırıklığına uğratırsam.... |
if I do so | öyle yaparsam |
if I don't catch my plane, I will sue the bus company. (open conditional /it is possible) a | Uçağıma yetişemezsem, otobüs şirketini mahkemeye vereceğim. |
If I don't eat something for 5 hours, I get very hungry - habit / happens every time | Beş saat bir şey yemezsem çok acıkıyorum |
If I don't use a hairdryer my hair won't look good. | Eğer saç kurutma makinası kullanmazsam saçım güzel durmuyor. |
If I find time (v), I'll call you. | Vakit bulursam, seni arayacağım. |
If I get a diplom, I would get a good job. | Bir diploma alırsam, iyi bir işim olur. |
If I get any news I'll call you. | Bir haber alırsam, seni arayacağım. |
If I go to the english course (k) I can succeed it | ben İngilizce kursuna gidersem bunu başarabilirim |
If I go to the market I will buy vegetables. | Pazara gidersem sebze alacağım. |
if I had a spaceship I would fly to the edge of the universe | bir uzay gemim olsaydı evrenin kıyısına uçardım |
if I hurry, I'll catch the train. (open conditional /it is possible) | Acele edersem, trene yetişeceğim. |
If I thought for example of someone complaining | Örneğin birinin şikayet ettiğini düşünseydim |
If I upset you in any way, I sincerely apologize. | Seni herhangi bir şekilde üzdüysem, içtenlikle özür dilerim. |
if I want to change my image, I have to (should) change myself first. (the Sharks in Nemo) | Eğer imajımı değiştirmek istiyorsam, önce kendimi değiştirmeliyim |
if I were an astronaut I would go to outer space | astronot olsaydım dış uzaya giderdim |
If I were in your place I would not touch that little monster. | Yerinde olsam o küçük canavara dokunmazdım. |
If I write it down I can forget it and sleep peacefully. | Yazıya dökersem unutup rahat rahat uyuyabilirim. |
if I x I can x | x-ersem x-ebilirim |
if I x (open conditional /it is possible) a | x-sam |
if I x then I ll y | x-ersem y-eceğim |
if I'm going to do something /if I am getting involved | bir işler karıştıracaksam |
If I'm having a bad day, I'll tell all my Facebook friends! | Kötü bir gün geçiriyorsam, tüm Facebook arkadaşlarıma söylerim! |
if it doesn't inconvenience you | eğer zahmet olmazsa |
if it is good I'll take it. (lit. let me take it) (open conditional /it is possible) | iyiyse alayım. |
if it rains you'll get wet | yağmur yağarsa ıslanacaksın |
if it snows we can make a snowman | kar yağarsa kardanadam yapabiliriz |
if it were that the attraction /charm (being in love) had ended | cazibe sona ermiş olsaydı |
if it's not too much trouble | çok zahmet olmayacaksa |
If looks could kill I would have died now | Bakışlar öldürebilseydi şu an ölmüştüm. |
if necessary | gerektiği takdirde |
if no agreement is reached / in case of non agreement | anlaşma olmadığı takdirde |
if not called and even when called | aranmazsa, hatta arandığı zamanlarda bile |
if nothing goes wrong | bir terslik olmazsa |
If one would look at this door / seen this door | Bu kapıya bakılacak olursa |
if only I could remember | bir hatırlasam |
if only I could remember what it was | bir de ne olduğunu hatırlasam. |
if only I could remember where I put my bag | Çantamı nereye koyduğumu bir hatırlasam! |
if required / if requested | istenildiği takdirde |
if s.o. x-ed or not ; whether s.o. x-ed or not | x -ip x -mediğini |
if so / then / in that case | öyleyse |
if somebody doesn't throw the book at you | biri sana kitabı fırlatmazsa |
if someone throws a book at you | biri eğer sana bir kitap fırlatırsa |
if they are tired | yoruldularsa = yorulduysalar |
if they ever knew | bir bilseler |
if they had been tired (but they never were /unreal past) | yorulsaydılar |
if they knew hell would break loose | bilseler kıyamet kopardı |
if they were tired, (but they are not /unreal present) | yorulsalar |
if they win this match they'll win the league | bu maçı kazanırlarsa lig şampiyonu olacaklar |
if they x (open conditional /it is possible) a | x-larsa |
if they'll get tired | yorulurlarsa |
If they're late, they'll miss the train. | Daha fazla geç kalırlarsa, treni kaçıracaklar. |
if things like making phone calls from the neighbour's house were left aside, he spent this week pretty much on reading books. | Komşunun evinden telefon etmek gibi şeyler bir tarafa bakılırsa, bu haftayı hemen hemen kitap okuyarak geçirmişti. |
if things like x are/were left aside | x gibi şeyler bir tarafa bakılırsa |
If this were true, it should have been easier. | Eğer bu doğruysa, daha kolay olmalıydı. |
if we are going to do this | bunu yapacaksak |
If we are to do this let's get done with it as soon as possible. | Bunu yapacaksak bir an önce halledip kurtulalım. |
if we ask him for directions (for the way) | yolu ona sorasak |
If we have somebody who loves us, it is not important who we are or how we look. | Bizi seven biri varsa, kim olduğumuzun ya da nasıl göründüğümüzün hiç önemi yok. |
If we won't go now, when will we go ? | Şimdi gitmeyeceksek ne zaman gideceğiz? |
If we work faster the quality certainly does not stay. | Daha hızlı çalışırsak, kalite kesinlikle kalmaz. |
if we x (open conditional /it is possible) a | x-sak |
if you don't have time (open conditional /it is possible) | vaktin yoksa |
if you have time (open conditional /it is possible) | vaktin varsa |
if you (pl) buy a new leather bag in this shop, they give you a wallet for free. (open conditional /it is possible) | Bu dükkanda yeni deri bir çanta alırsanız, cüzdan bedava verilir. |
if you (pl) x (open conditional /it is possible) a | x-sanız |
if you (sg) are at home, write me a letter. e(open conditional /it is possible) | Evdeysen bana bir mektup yaz. |
if you (sg) x (open conditional /it is possible) a | x-san |
If you are close to here, visit me too. | Buraya yakınsan, bana da uğra. |
If you are going to steal my time with unnecessary things | gereksiz şeylerle zamanımı çalacaksanız |
If you are going to waste (steal) my time with unnecessary things you had better go now (your returning now would be better) | Gereksiz şeylerle zamanımı çalacaksanız şimdiden geri dönmeniz daha iyi olur. |
If you are ready, I'm ready too. | Sen hazırsan, ben de hazırım. |
If you call me tonight, we'll make plans then. | Bu akşam beni ararsan bir plan yaparız |
If you come all at the same time we ll go together. | Hepimiz aynı saatte gelirsek, birlikte gideceğiz. |
If you continue to work like this you surely will succeed. | Böyle çalışmaya devam edersen, mutlaka başarılı olursun. |
If you dig among the stones | taşların arasını kazarsan |
If you dig among the stones surely (m) you will come up with a few bones or smashed helmets. | taşların arasını kazarsan mutlaka birkaç kemiğe, ezilmiş miğferler rastlarsın. |
If you don't come back home late we cant chat a bit. | Eve geç dönmezsen, biraz sohbet ederiz. |
If you don't feel like answering me you can leave it. / Wenn du keine Lust hast mir zu antworten, kannst du ez auch sein lassen. | Bana cevap vermek hiç içinden gelmiyorsa, vermesen de olur. |
if you don't mind me asking | sormamda bir sakınca yoksa |
if you don't mind me saying | söylememde bir sakınca yoksa |
if you ever have time | zamanın olursa |
if you fully (completely) understood | Tamamıyla anladıysanız |
if you had done it = You didn't do it. But if we imagine you had done it... | Yapsaydın = Yapmadın. Ama yapmış olduğunu hayal etsek, ... |
if you had done it correctly, you wouldn't have to do it all over again | düzgün yapsaydın sil baştan yapmana gerek kalmazdı |
if you have done it = Did you do it? If yes, no problem. | Yaptıysan = Yaptın mı? Evetse, sıkıntı yok. |
if you heat up | ısıtırsan |
if you insist | ısrar edersen |
if you insist on reading | okumakta ısrar edersen |
if you insist on reading this book despite my warning | uyarmama rağmen bu kitabı okumakta ısrar edersen |
if you knew | bir bilsen |
If you knew how (much) I love you ! | Seni nasıl seviyorum,bir bilsen! |
if you make a noise /the least little sound (lit. If your click is getting out) | çıtın çıkarsa |
If you open the door I can come in. | Kapıyı açarsan, içeri girebileceğim. |
If you refuse to cooperate... | Işbirliği yapmayı reddedersen |
if you say so | öyle diyorsan |
if you shake your hand there are fifty of them / there are lots of other possible boy or girlfriends / there are lots of fish in the sea | elini sallasan ellisi |
If you sleep late you can't get up early. | Geç yatarsan, erken kalkamazsın. |
If you take care it will become a vineyard if you don't take care it will become a mountain. | Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur. |
if you try hard everything will be alright | çok uğraşırsan her şey düzelecek |
if you want | isterseniz |
If you want to say/tell it I have no objection | Söylemek istiyorsan itirazım yok |
If you want, I can post it via e-mail. | İstersen e-postadan yollayabilirim. |
If you want, you can explore mountain roads with your car and find hiking trails and start to embrace nature. | İsterseniz arabanızla dağ yollarını keşfedip, yürüyüş parkurlarını bularak, doğayla kucaklaşmaya başlayabilirsiniz. |
If you'll only be quiet for a minute. | Hele sus bir dakika! |
if you've lready done it, you don't need to do it again | yaptıysan bi daha yapmana gerek yok |
If you(pl) want you can go (in)to the sea and cool off | İsterseniz denize girip serinleyebilir |
ignorance / unawareness | bilgisizlik |
ignorant / uneducated / illiterate | cahil |
Ignore that last part.(or chapter) | O son bölümü göz ardı et. |
ill-disposed / mean spirited /malicious 7 malevolent | kötü niyetli |
illegal | yasadışı |
illegal border crossing | yasa dışı sınır geçişi |
illegal transition / illegal passage | yasa dışı geçiş |
illness /disease | hastalık |
illogical | mantıksız |
Im Winter fischt man nicht. / One doesn't fish in Winter. | Kışın balık tutulmaz. |
image / picture / display / view | görüntü |
Imagination / Einbildungskraft | hayal gücü |
imagination / fantasy /fancy/ reverie/ (day)dream | hayal |
imaginative | hayal gücü kuvvetli |
imagine your dream job | hayalindeki işi düşün |
imigration | göç |
immaculate / very clean / spotless | tertemiz |
immediately /at once | hemen |
immediately after | hemen sonra |
immediately/ right away /at once (d) | derhal |
immigration and asylum | göç ve iltica |
immoral | ahlaksız |
immorality | ahlaksızlık |
immunity /exemption / dispensation | bağışıklık |
impact / shock | darbe |
impatience | sabırsızlık |
imperativ mood / Befehlsform | emir kipi |
impersonal | kişiliksiz |
importance (e) | ehemmiyet |
important / chief /key /major | önemli |
impossible | imkânsız |
impossible (o) | olanaksız |
impractical | kullanışlı olmayan |
impression /effect /feeling /seemingness /Anschein | izlenim |
impressive | etkileyici |
improper / inappropriate | uygunsuz |
impulse / sudden passion | anı bir istek |
Impulsive (daring/kühne) people are expected to also (show) respect (to) the rights of others. | Atılgan kişilerden başkalarının haklarına da saygı göstermeleri beklenir. |
Impulsive (daring/kühne) people are expected to be able to express their rights in a clear manner. | Atılgan kişilerden haklarını net olarak ifade edebilmeleri beklenir. |
Impulsive (daring/kühne) people are expected to defend the rights of others. | Atılgan kişilerden başkalarının haklarını savunmaları beklenir. |
impulsive / foolheardy /unflinching (g.k.) | Gözü kara |
impulsiveness / Being impulsive/ initiative / boldness / Kühnheit / Verwegenheit / Wagemut | atılganlık |
Impulsiveness is to become the favourite of the group of friends/new people which is entered (= which one has entered) | Atılganlık girilen ortamın favorisi olmaktır. |
Impulsiveness is, feelings and thoughts expressed in a clear and open manner. | Atılganlık,duygu ve düşüncelerin net ve açık bir şekilde ifade edilmesidir. |
in a clumsy way | beceriksiz bir şekilde |
in a fashion/ way (ş) | bir şekilde |
in a manner ready to use | kullanmaya hazır bir şekilde |
in a mess /disheveled /very messy /messed up | darmadağınık |
in a methode to create food addiction | Gıda bağımlılığı yaratacak şekilde |
in a neighbourhood (m) they didn't like (b) | beğenmedikleri muhitlerde |
in a place where people could hear | insanların duyabileceği bir yerde |
in a raid effected (made) on pre-determined adresses | Önceden belirlenen adreslere yapılan baskında |
in a safe place | güvenli yerde |
in a sharp contrast to | kesin bir karşıtlık içinde |
in a single movement | tek harekette |
in a slightly grayish shade | hafif gri tonda |
in a vulgar language | adi bir dilde |
in a vulgar language only known to him | yalnızca kendisinin bildiği adi bir dilde |
in a well-behaved manner / like a good boy | uslu uslu |
In a written statement from the Ministry | Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada |
in accordance with a dative | uyularak |
in accordance with international law | uluslararası hukuka uygun |
in accordance with the known and accepted rules of the language | dilin bilinen ve kabul edilen kurallarına uyularak |
in accordance with the rules | kurallara uyularak |
in an undammaged state | zarar görmemiş bir hâlde |
in any case /no matter what happens (b) | behemehal |
In both the European and the Asian continent | hem Avrupa hem de Asya kıtasında |
In box | gelen kutusu |
in broad daylight | güpegündüz |
in case it snows / supposing it snows | kar yağdığı takdirde |
in common language | Halk dilinde |
in default of payment | ödenmediği takdirde |
in fact / actually / originally | aslında |
In fact, he was amazed at how she endured so much fatigue. | Hatta bu kadar yorgunluğa nasıl tahammül ettiğine şaşıyordu. |
in favor of | lehine |
in flesh and bone / in Fleisch und Blut / incarnate | vücut bulmuş hâli |
in form of | durumunda |
in front of / before | önünde |
in front of a lock | bir kilidin önünde |
in her / in him | onda |
In his bag were tools banging at each other and tinkling. | Çantasında birbirine çarpıp tıngırdayan aletler vardı. |
in his bed | yatağında |
in his belt | kemerinde |
in his other hand | diğer elinde |
in his right hand | Sağ elinde |
in its nest | yuvasında |
in life | hayatta |
in logical order | mantıksal sırada |
in my youth | gençliğimde |
in neutral state | nötr hâlde |
in one go / all at the same time / in one lump / all at once | tek seferde |
in open places where the (number of) trees thinned down | ağaçların seyreldiği açıklık yerlerde |
in order to / with the purpose to | amacıyla |
in order to find something to wear I searched through every corner of my cupboard | giyecek bir şeyler bulmak için dolabımı didik didik ettim. |
in order to find the shoe thieves | ayakkabı hırsızlarını bulmak için |
in order to find the thief stealing shoes | ayakkabı çalan hırsızı bulmak amacıyla |
in order to justify their desire to conquer people who do not harm anyone | kimseye zararı dokunmayan insanları fethetme arzularını haklı çıkarmak için |
in order to keep up appearances | ele güne karşı rezil olmamak için |
in order to make continue (.tir) the generation /progeny of poultry (winged animals) | kanatlı hayvanların nesillerini devam ettirebilmek için |
in order to make continue (.tir) the generation /progeny of poultry (winged animals) incubation is the natural and physiological desire they exhibit (show ) | Kuluçka, kanatlı hayvanların nesillerini devam ettirebilmek için gösterdikleri doğal ve fizyolojik arzu hali. |
in order to monitor (follow) the juridicial process | yargı sürecini takip etmek için |
In order to reach the cattle and horses they tore the stable walls with their teeth apart. | sığır ve atlara ulaşmak için ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı. |
in our home country (m) | bizim memlekette |
In our house for some unknown reason the flies began to multiply. | Evimizde bilinmeyen bir sebeple sinekler çoğalmaya başladı. |
in proportion / at a rate of | oranında |
In respect to the black woolen garnents, descending until the floor the environment would have been to hot. | Yere kadar inen siyah yünlere göre etraf fazla sıcak olacaktı. |
in shame | utanç içinde |
in short / in brief / in a word | kısacası |
in some regions | bazı bölgelerde |
In that case / therefore (h) | O hâlde |
In that case they need to find another arrangement. | Öyle olduğunda başka bir düzenleme bulmaları gerekir. |
In that case they need to find another arrangement. | Öyle olduğunda başka bir düzenleme bulmaları gerekir. |
In that case we are colleagues from now on | O zaman biz de artık iş arkadaşıyız |
in that freaky place | o ucube yerde |
In that period I got promoted twice. | Bu dönemde iki kez terfi aldım. |
in the back of his mind | zihninin gerisinde |
In the back of his mind a voice kept talking/saying with fear. | Zihninin gerisinde bir ses korkuyla konuşup duruyordu. |
in the belief that it will alleviate her eerie feeling a little | ürkütücülüğünü biraz olsun hafifletir düşüncesiyle |
in the blink of an eye | göz açıp kapayıncaya kadar |
in the blood (plural) | kanların içinde |
In the break snacks were served. | Molada ara öğün sunuldu. |
in the case of a complete refusal | bütünüyle reddetmesi durumunda |
in the case/prosecution of Pastor Brunson | Rahip Brunson davasında |
In the country of the blind, the one-eyed man is king (Erasmus) | Körler ülkesinde tek gözlü adam kraldır |
In the darkness appeared people with torches in their hands. | Karanlığın içinde ellerinde meşalelerle insanlar belirdi. |
In the darkness she (k. ) knocked her knee several times against a chair or a coffee table. | Kız karanlıkta birkaç kez dizini bir sandalyeye ya da sehpaya çarptı. |
In the darkness vague shades appeared and... | Karanlıkta belli belirsiz gölgeler belirip |
in the dead (lit. blind) of the night | gecenin köründe |
In the dim light, the silhouettes playing across the curtain looked confusing and strange. | Loş ışıkta perde üzerinde oynaşan silüetler kafa karıştırıcı ve tuhaf görünüyordu. |
In the distance a horse whinnied. | Uzaklarda bir at kişnedi |
in the district of x | x ilçesinde |
in the evening | akşamleyin |
in the forty years of / vierzigjährig | kırk yıllık |
in the government service | devlet hizmetinde |
in the hand of chance (pl) | tesadüflerin elinde |
in the hand of toys called coincidence/chance (an addition which is incorrectly making a double passive /common mistake) | tesadüf den(il) en oyuncakların elinde |
In the icy air the breath coming coming out of there nostrils looked like smoke. | Buz gibi havada burunlarından çıkan nefesleri duman gibi görünüyordu. |
In the kitchen,inthe living room -as if they wanted to run us crazy (ç) - a big swarm of flies flew non stop back and forth. | Mutfakta, oturma odasında sanki bizi çıldırtmak istercesine büyük bir sürü sinek durmadan ileri geri uçuyordu. |
In the light of the torches she saw men, their fists raised to the sky and in the darkness undulating green flags. | Meşalelerin ışığında adamların gökyüne usanmış yumruklarını, karanlıkta dalgalanan yeşil bayraklarını gördü. |
In the marketplaces | çarşı meydanlarında |
in the meantime | bunlar olduğu sırada |
in the morning | sabahleyin |
in the morning hours | sabah saatlerinde |
In the mornings everyone emptied without looking whether there was anybody or not, their chamberpots from the window down. | Sabahları aşağıda birisinin olup olmadığına bakmaksızın herkes, lazımlıklarını pencereden aşağı boşaltıyorlardı. |
In the mornings I get generally ill-tempered. | Sabahları genelde huysuz olurum. |
in the narrator's mind | anlatıcının zihninde |
in the night / by night | geceleyin |
in the other hand | diğer elde |
in the past | evvelden |
in the period he had lived in | yaşadığı devirde |
In the period in which he had lived ladies' calves and knees were hardly seen (kept out of sight ). | Yaşadığı devirde kadınların baldırları ve dizleri pek görünmüyordu. |
In the places which were not reached by its light | Işığının ulaşmadığı yerlerde |
in the process of decision-making | karar aşamasında |
in the real estate agent's brochure | emlakçının broşüründe |
In the real estate agent's brochure the house seemed comfortable and romantic. | Emlakçının broşüründe ev konforlu ve romantik görünüyordu. |
in the school where I teach | öğretmenlik yaptığım okulda |
in the shadow of your wings | kanatlarının gölgesine |
in the sheath at his belt | kemerindeki kının içinde |
in the sky | gökte |
in the statement he made (gave) | verdiği ifadede |
in the status / position of prey - hunted | av konumunda |
In the trees the voice of the birds had ceased | Ağaçlarda kuşların sesi dinmişti |
in this case (t) | bu takdirde |
In this case they cause all kinds of problems. | Bu durumda her tür soruna neden olurlar. |
in this day and age ... / in our age | çağımızda |
In this world there are no ghosts and such. | Bu dünyada hayalet filan yok. |
in trouble (b.d.) | başı dertte |
in turns / one by one | sırayla |
in villages, markets and suchlike places | köy, pazar ve benzeri yerlerde |
In what way ? (form) | ne şekilde? |
in winter | kışın |
In winter there is only snow. (!it It always snows in winter. There's no way it's winter and it's not snowy) | Yalnızca kışın kar var. |
in wonder | şaşkınlık içinde |
In wonder he looked at his own reflection. | Şaşkınlık içinde kendi yansımasına baktı. |
in(side) | içinde |
in/after ten minutes | on dakikadan sonra |
in/during the events of / in the activities of | etkinliklerinde |
inactivity | durgunluk |
inanimation / dullness /opaqueness / dimness | donukluk |
inauthentik | otantik olmayan |
Inbetween the two | ikisinin arasında |
inborn /natural /(to have) by nature | doğuştan sahip olmak |
incessant / everlasting /non stop | ardı arkası kesilmeyen |
inclined / predisposed | meyilli |
inclusive | dahil |
inclusive | dahil |
income / earning /revenue | gelir |
incomparable | kıyaslanamaz |
inconsistency | tutarsızlık |
inconsistent | tutarsız |
inconvenience / malaise / embarrassment /indisposition / unwellness / trouble | rahatsızlık |
incorporeal / unsubstantial | cisimsiz |
increasing / on the upgrade | artmakta |
incredulously / with/in disbelief | inanmazlıkla |
incubation (nest) | kuluçka |
incubation (nest) ist the natural and physiological desire they exhibit (show) | Kuluçka, gösterdikleri doğal ve fizyolojik arzu hali. |
independant | bağımsız |
index (finger) / Zeigefinger | işaret parmağı |
India | Hindistan |
Indian | Hintli |
indicate / suggest | sezdirmek |
indicative /stating | belirten |
indirect | dolaylı |
indirect object | dolaylı nesne |
indiscretion (indiscrete behaviour) | düşüncesiz bir davranış |
indivisible | bölünemeyen |
industry | sanayi |
inequal | eşit değildir |
infection | enfeksiyon |
infested / haunted | musallat |
infiltrating / who is infiltrated / seeping (present participle) | sızan |
infiltrating bundles of sunlight | sızan güneş ışığı demetleri |
infinitive (gram. ) | mastar |
infinitive verb ending /infinitive suffix | mastar eki |
inflation | enflasyon |
influence / effect | etki |
information other than this | bunun dışındaki bilgiler |
infrared | kızılötesi |
ingredients | malzemeler |
inhabitant | sakin |
injured | yaralı |
injury | yaralanma |
inn | han |
innkeeper | hancı |
innocent | masum |
innovative approach | yenilikçi yaklaşım |
innovative solutions | yenilikçi çözümler |
innovative technology | yenilikçi teknoloji |
innovative thinking | yenilikçi düşünme |
innovatively | yenilikçi bir şekilde |
inquietude / worry / concern / fear (e) | endişe |
insan beyinin tuhaflığından istifade etmek | to exploit the quirks of the human brain |
insanely /madly | delicesine |
inscription/legend /Inschrift | yazıt |
insect / bug | böcek |
Insecurity | güvensizlik |
insecurity, resentment (indignation,), hesitation and fear | güvensizlik, içerleme, tereddüt ve korku |
inside me | içimde |
insidious / sneaky /sly / heimtückisch / hinterhältig | sinsi |
inspite of my warning (verb) | uyarmama rağmen |
instantly / in an instant / right away /immediatly | anında |
instead | bunun yerine |
instead (off) | yerine |
instead of dancing let's sing. | Dans etmektense şarkı söyleyelim. |
instead of the overwhelming/ suffocating noise of the city life you can hear birds singing in the trees | boğucu şehir hayatının gürültüsü yerine ağaçlarda öten kuşların ezgilerini duyabilirsin |
instinct | içgüdü |
instinctive | içgüdüsel |
instinctively he nocked another arrow | içgüdüsel olarak yaya bir ok daha taktı. |
institution | kurum |
insult / Beleidigung | hakaret |
integration / replenishment / completition / condition / make up exam | bütünleme |
integrity / wholeness / completeness | bütünlük |
intelligent (z) | zeki |
intelligent / smart | akıllı |
intenioned/having the intention to x (e) | x- meye niyetli |
intense / heavy / busy / hectic | yoğun |
intensive security measures | yoğun güvenlik önlemi |
intention | niyet |
interest / concern | ilgi |
interest in / paying attention to | ile ilgilenme |
interested (i) / eilling / eager / inclined | istekli |
interested/curious / concerned | İlgili |
interesting | ilginç |
international | uluslararası |
internet connection | İnternet bağlantısı |
interpretation / exegesis / commentary / explanation / paraphrase | yorum |
Intervention | müdahale |
interview | röportaj |
into her nightdesk drawer | komodinin çekmecesine |
intricate | girift |
Intricate stone works | girift taş işlemeler |
introduction | Giriş |
introvert | içe dönük |
intuition / instinct / perception | sezgi |
invention | Buluş |
invention (i) | icat |
investigation / inquiery | soruşturma |
investment | yatırım |
investor | yatırımcı |
invisible | görünmez |
Invisible eyes seemed to watch me from every angle, piercing (i) into my skin (t) | Görünmeyen gözler beni her açıdan izliyor, tenime işliyor gibiydi. |
involuntarily /unwillkürlich | istemsizce |
Ireland | İrlanda |
iron (household) Bügeleisen (ü) | ütü |
iron /Eisen -Fe 26 | demir |
iron age | demir devri |
ironmonger / Eisenwarenhändler | nabur |
irregular /unsteady | düzensiz |
irresponsably / recklessly | sorumsuzca |
irritable / excitable /touchy (person)/ thin-skinned/ squeamish /easily offended / überempfindlich | alıngan |
irritable / nervous (a) | asabi |
Is everybody ok ? / Geht es allen gut ? | herkes iyi mi? |
Is everything allright in here? | Burada her şey yolunda mı? |
Is everything allright? | Her şey yolunda mı? |
Is everythıng there ? | Her şey var mı? |
Is it /can it be because he doesn't trust you ? | Size güvenmediği için olabilir mi? |
Is it for me ? | O benim için mi ? |
Is it possible that he didn't eat? | Yememiş olması mümkün mü? |
Is it possible that he didn't eat? | Yememiş olması mümkün mü? |
Is it possible that I didn't try this on? | Bunu üstümde denememiş olmam mümkün mü? |
Is it possible that I don't try this on? | Bunu üstümde denememem mümkün mü? |
Is it possible that I quickly eat something before we go? | (Biz) gitmeden önce hızlıca bir şey yemem mümkün mü? |
Is it possible to try this on? | bunu üstümde denemem mümkün mü? |
Is it possible? | Bu mümkün mü ? |
is not proper / gehört sich nicht | yakışık almaz |
is not very manly | pek de erkeksi değil |
Is that an insult now ? | Bu bir hakaret mi şimdi ? |
Is the school far from it ? | Okul ondan uzakta mı ? |
is the soup hot? | çorba sıcak mı? |
Is there a country that seems more beautiful ( to you) than the others? | Diğerlerinden daha güzel gelen özel bir ülke var mı |
Is there a king in the United States? | Amerika Birleşik Devletleri'nde bir kral var mı? |
Is there a museum near here? | buralarda bir müze var mı? |
Is there a point you don't understand? | Anlamadığınız bir nokta var mı? |
Is there any soup ? | hiç çorba var mı? |
Is there anything to drink ? | İçecek birşey var mı? |
Is there anything to eat? | Yiyecek birşey var mı? |
Is there someone who can help me? | Bana yardım eden var mı? |
Is there this much damage? | Bu kadar zarar var mı ? |
Is this seat free? | Bu koltuk boş mu ? |
Is this the first time you've been (you came) here? | Buraya ilk defa mı geliyorsunuz? |
Is this why you came here? | Buraya gelme nedenin bu mu ? |
Is this yours? | Bu seninki mi? |
Is your wife a jealous woman? | karın kıskanç bir kadın mıdır? |
island | ada |
isn't it / aren't you / n'est-ce pas | değil mi |
isolated | mahsur kalan |
isolation / loneliness | tenhalık |
Istanbul suffers from traffic problems. | İstanbul trafik derdinden muzdariptir. |
It (there) is the only place I've got. | Sahip olduğum tek yer orası. |
it will be given | verilecek |
it (this) was a highly developed music that could not be fully understood in the first hearing | ilk duyuşta tam olarak algılanamayan oldukça gelişmiş bir müzikti bu |
It amazed him a lot. | Onu çok şaşırtıyordu. |
It begins with a decision to change | değişime karar vermekle başlar |
it can create all sorts of problems | her tür sıkıntı yaratabilir |
it can facilitate | kolaylaştırabilecek |
It cannot be understood /inconceivable | kavranamaz |
It costs a fortune | bir servete mal oluyor |
It dashed quickly ahead | hızla ileri atıldı |
It did not look / seem (...k) very inviting | O hiç davetkâr gözükmüyordu. |
it does not comply with (fact) / it is not compatible | bağdaşmamaktadır |
It doesn't concern you / this is none of your business | seni ilgilendirmez |
It doesn't create a good impression. | Hiç iyi bir etki yaratmiyor. |
it doesn't hurt to ask | sormakta bir sakınca yok |
It doesn't make any sense. | Hiçbir anlam ifade etmiyor. |
It drives Mum mad. | Bu durum annemi çıldırtıyor . |
it finished later than I expected | tahmin ettiğimden daha geç sona erdi |
It gives us happiness to please you. | Sizi memnun bırakmak bize mutluluk verir. |
It had a door having a handle of shining brass right in the middle | tam ortasında parlak pirinçten bir kolu olan kapısı vardı |
It had been exhibited particularly for us. | bilhassa bizim için sergilenmişti |
It has been a pleasure chatting with you. | Seninle sohbet etmek bir zevkti. |
It has been an hour since I last ate. | Ben yemeyeli bir saat oldu. |
it has been finished/ completed (t) | tamamlanmıştır |
It has to be your oasis, your thought environment where nobody, no outside factor will disturb you. | Sizi kimsenin, hiçbir dış faktörün rahatsız etmeyeceği bir düşünme ortamınız, vahanız olmalıdır. |
it has two barrels (Läufe) and takes two bullets | iki namluya sahıp ve iki kurşun alıyor |
it hurts | acıyor |
it ignored the things at the side | kenardaki şeyleri görmezden gelmişti |
It is (possible) / (es) kommt vor | olur |
it is a piece of cake! | çocuk oyuncağı! |
it is a piece of cake! | çocuk oyuncağı! |
It is a pleasure for us to entertain you. | Sizi ağırlamaktan zevk duyarız. |
It is always crowded here. | Burası hep kalabalıktır. |
It is an inconsequential condition / it is unimportant / it is of no consequence | ehemmiyetsiz bir vaziyettedir |
it is being made (fact) | yapılmaktadır |
It is better to study fifteen minutes each day than to study two hours once a week. | Her gün on beş dakika çalışmak, haftada bir kez ,iki saat çalışmaktan daha iyidir. |
It is better you go (verbal noun) back now | şimdiden geri dönmeniz daha iyi olur |
It is clear (k) that there is something fishy. | Bir bityeniği olduğu kesin |
It is easy (for a person) to become discouraged while looking for a job. | İş ararken insanın hevesi hemen kırılabiliyor. |
It is enough for x to be like y | X'in y gibi olması yeterlidir. |
It is enough if the slave is/for the slave to be like his master | Kölenin efendisi gibi olması yeterlidir |
It is enough if the student is like his teacher | Öğrencinin öğretmeni gibi olması yeterlidir. |
It is essential that the news are about topics like X. | Haberin X-mesi gibi temalar işlemesi esastır. |
It is essential. | esastır |
It is for you. | O senin için. |
It is immorality | Ahlaksızlıktır |
It is impossible | Bu imkânsız |
it is impossible / unlikely | mümkün değil |
it is impossible not to be astonished | hayret etmemek mümkün değil |
it is in no way compatible | hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır |
it is in no way compatible with the international rules of law | uluslararası hukuk kurallarıyla hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. |
it is necessary that you x (e) | x-mek zorundasın(ız) |
it is necessary that you quit smoking | sigara içmeyi bırakmak zorundasın(ız) |
it is necessary to x (e) | x-mek zorunda |
It is no longer important. / It doesn't matter anymore. | Artık önemli değil. |
it is not /it doesn’t exist | yok |
It is not for me to say | bunu söylemek bana düşmez |
it is not good enough | yeterince iyi değildir. |
It is not that I don't want to help you but right now I am very busy. | Sana yardım etmek istemiyor değilim ama şu anda çok meşgulüm. |
it is obliged / he is obliged | zorunludur |
It is part of an English tradition (g) that doesn't attract me. | Beni cezbetmeyen bir İngiliz geleneği parçası. |
it is possible | bu mümkün |
It is quite a long time since I last saw you. | Seni son gördüğümden beri uzun zaman oldu. |
It is quite common these days | günümüzde oldukça yaygın |
It is quite common these days to live together. | Birlikte oturmak,günümüzde oldukça yaygın. |
It is really expensive. | gerçekten pahalı |
It is the red (= ripe and juicy) apple that gets a lot of people throwing stones at it. meaning: Successful people are often a target for envious and slanderous criticism. | Al elmaya taş atan çok olur. |
It is the worms that (eat up and) destroy a tree; it is his worries that (eat up and) "finish" a man. | Ağacı kurt, insanı dert yer. |
It is time for food. | Vakit yemek vakti. |
It is time for x (noun) | vakit x vakti |
It is time to eat. | Vakit yeme vakti. |
It is time to x | vakit x-me vakti |
It is very cold outside. | Dışarısı soğuk. |
It is vulgarity | basitliktir |
It isn't that simple | o kadar da basit değil |
It kept sparkling like a firefly | bir ateşböceği gibi parıldayıp duruyordu. |
it kept us fit | bizi zinde tuttu. |
It led to disappointment | hayal kırıklığına uğramasına yol açtı. |
it left a nasty / foul smell | pis bir koku bıraktı |
It lightened the trees with a blood coloured light. | Ağaçları kan rengi bir ışıkla aydınlattı. |
It makes no difference (slang) | farkmaz |
It makes no sense. /It doesn't seem logic. | Hiç mantıklı gelmiyor. |
It makes/renders everything so extremely shabby. | Her şeyi son derece seviyesiz kılıyor. |
it might snow this evening | bu akşam kar yağabilir |
It must be clearly and net fixed / determined (b) in the narrator's mind | anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
it needs to x | x-mesi gerek |
it occurred to me that ... | aklıma şöyle bir şey geldi ... |
It probably won't hurt you at all. | Muhtemelen seni hiç yaralamayacak. |
It rained cats and dogs in Istanbul | İstanbul'da gök delindi |
It rained here too today, for three minutes | buraya da bugün biraz yağmur yağdı üç dakikalığına |
It rained that night, a fine gently drizzling rain. | O gece yağmur yağıyordu, ince, usul usul çiseleyen bir yağmur. |
it remained in flames | alevler içinde kaldı |
It requires me to change my habits. | Alışkanlarımı değiştirmemi gerektiriyor. |
it seemed there was no possibility to x (rep) | X- mesine olanak yokmuş gibi görünüyordu |
it seems /to my surprise | meğer |
it seems /to my surprise it was a dream | rüyaymış meğer |
it seems to me / I have a feeling that / I am under the impression that | bana öyle geliyor ki |
it seems to me that / it strikes me that / I'm under the impression that / I have an idea that | bana öyle geliyor ki |
It seems to me that whenever I don't take my umbrella, it's raining and I get wet. | Bana öyle geliyor ki ne zaman şemsiyemi almazsam yağmur yağıyor ve ben ıslanıyorum. |
It seems very strange to me. | Bana çok garip geliyor. |
It smells fishy. | Burnuma kötü kokular geliyor. |
it snowed so much we couldn't go outside | o kadar çok kar yağdı ki dışarıya çıkamadık |
it sounded (was) to her ear as if a familiar melody was played | aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına |
It sounds like great fun | büyük bir eğlence gibi geliyor |
It stayed vibrating where it was | titreyerek olduğu yerde kaldı |
It stayed where it was | olduğu yerde kaldı |
It suffered severe damage (h) | ciddi hasar gördü. |
It takes petrol. | Benzin alır. |
It took me the whole day. | Bütün günümü aldı |
it was merely showing off | düpedüz caka satmaktı |
it was / they were related to... (+dat) | İlişkindi |
It was a bad day, it passed... | Kötü bir gündü, geçti... |
It was a depressing / troublesome morning | Sıkıntılı bir sabahtı. |
it was a dream (r) | rüyaymış |
It was a great pleasure to meet you again. | Sizinle yeniden karşılaşmak büyük bir keyifti. |
it was a masterpiece | başyapıttı |
it was a music that could not be fully understood on the first hearing | ilk duyuşta tam olarak algılanamayan bir müzikti bu |
It was a nightmare. | Bir kâbuştu. |
It was a noble beauty, like the one belonging to (peculiar to) a prince of a foreign nation. | Soylu bir güzellikti, yabancı bir ulusun prensine özgü |
It was an absurd idea / it was a crazy joke | saçma bir fikirdi |
It was an uneasy morning creating unpleasant thoughts. | hoş olmayan düşünceler yaratan sıkıntılı bir sabahtı. |
It was beyond me /I couldn't believe it | aklım almıyordu |
It was beyond me how such a disgusting thing could be valuable | böyle iğrenç bir şeyin nasıl olup da değerli olabileceğini aklım almıyordu |
it was canceled | iptal oldu |
It was certain that some of those next to him would have no objection to reduce the number of their competitors on the way to power | Yanındakilerden bazılarının, iktidar yolundaki rakiplerinin sayısını azaltmaya itirazi olmayacağı kesindi. |
It was certain, that they were not going to have any objection. | Onların itirazı olmamayacağı kesindi. |
It was different, completely different | Başkaydı, bambaşka. |
It was five to eight. | beşe sekiz kalaydı |
it was great | harikaydı |
It was half the price of the others. | Diğerlerinin yarı fiyatındaydı |
it was in a sheltered /secluded (k) place (nothing happens there ever) | kuytu bir yerdeydi |
it was in a stupid /unreasonable way catching/contagious | Bu, mantıksız bir şekilde bulaşıcı bir durumdu |
It was like apart from a few touches he didn't care to bother for the details. /As for the details he didn't seem to have cared enough for more than just a few taps. | Ayrıntı olarak da birkaç dokunuştan öte bir zahmete girecek kadar umursamamış gibiydi. |
It was like the feeling I had on July 15th. | 15 Temmuz'da yaşadığım his gibiydi. |
It was like the feeling when we first met. | İlk tanıştığımız zaman duygu gibiydi. |
It was long time since the girl had last seen the sea (from a story told in past tense) | Kız denizi görmeyeli çok olmuştu. |
it was murder | cinayetti |
it was my knowing / the fact was that I knew | bilmemdi |
It was neither noticed nor prevented in this school. | Bu okulda ne fark ediliyor ne de önleniyordu. |
It was no longer safe to be outside after it got dark. | Artık hava karardıktan sonra dışarıda olmak güvenli değildi. |
It was no longer safe. | Artık güvenli değildi. |
It was not my fault. | Benim hatam değildi. |
It was not worth the risk. ( lit to enter such risk) | Ama böyle bir rizikoya girmeye değmezdi. |
it was not/ it did not exist | yoktu |
it was pleasant (k) | keyifliydi |
it was robbery | soygundu |
It was scary enough. / It was horrible enough. | Yeterince korkunçtu. |
It was so much fun (e) | Çok eğlenceliydi. |
It was something he had never tasted before | Daha önce böyle bir şey tatmamıştı |
It was that kind of day. | Bu o tür bir gündü. |
it was the natural choice | olağan bir seçimdi |
It was the third night of the hunt. | Avın üçüncü gecesiydi. |
it was true that he preferred not to take | almamayı tercih ettiği doğruydu |
It was very cold outside. | Dışarısı soğuktu. |
it was vexing | eziyetliydi |
It weighs a ton! | bir ton ağırlığında! |
it will be given ( by law / as reward) | verilecektir |
It will happen sooner or later, we should be prepared/ready for that moment. | Bu er ya da geç olacak, o an için hazırlıklı olmaliyiz. |
it would appear that / likely enough | öyle görünüyor ki |
It would not make a difference | fark etmezdi |
It wouldn't be appopriate for us to do that. | Böyle yapmamız yakışık almaz |
It wouldn't be good at all if he lost control now. | Şu anda kontrolü kaybetmesi hiç iyi olmazdı |
It wouldn't be good at all. | Hiç iyi olmazdı. |
it'll be wet tomorrow so they'll need their raincoats | yarın yağışlı olacak bu yüzden yağmurluklarına ihtiyaçları olacak |
It's a bit windy. | Esiyor. |
It's a deal! | anlaştık! |
It's a long journey. | bu uzun bir yolculuk |
It's a quarter to one | saat bire çeyrek var |
It's a quarter to... | ...-e çeyrek var |
It's a very good offer. | bu çok iyi bir teklif |
It's all that keeps me going. / Das einzige was mir hilft weiterzumachen. / Das einzige was mich auf den Beinen hält. | Beni ayakta tutan tek şey bu. |
It's always best to lead by example. (of behaviour) | Her zaman davranışlarla örnek olmak en iyisi. |
it's an order! | bu bir emirdir! |
It's between the kitchen and the living room. | mutfak ve oturma odası arasında |
It's beyond me /I can't believe it /cela me dépasse | aklım almıyor |
It's certain what he will do. | Ne yapacağı belli |
It's easier to ask forgiveness than permission. | Af dilemek, izin almaktan daha kolaydır. |
It's enough that you WANT to eat (= If you want to eat there is plenty of food go ahead) | Sen yemek iste yeter ki. |
It's for free ! | bedava! |
It's four lira. | dört lira |
It's half past eight | saat sekiz buçuk |
It's in this street (c) | bu cadde üstünde |
it's kind of weird | tuhaf sayılır |
it's my dream to become a musician | hayalim bir müzisyen olmak |
It's nice | o hoş |
It's nice here. | burası güzel |
it's nice to meet you too | ben de tanıştığımıza memnun oldum |
it's not a good time to joke | şaka yapmak için hiç uygun bir zaman değil |
it's not that I don't speak German, but not as much as English | Almanca konuşmuyor değilim; ama İngilizce kadar değil |
It's not that I won't help you. I will, but not now. | Sana yardım etmeyecek değilim; ama şimdi değil. |
It's not the first time, and won't be the last. | İlk defa değildi, son defa da olmayacak. |
It's not time to stop but to stop it. | Vakit durma değil durdurma vakti. |
It's not worth to tire your jaw. (not worth talking about) | Çeneni yorduğuna değmez. |
it's not worth to x | x-diğine değmez |
It's ok with me! | Bana uyar! |
It's six past five | saat beşi altı geçiyor |
It's ten to two | saat ikiye on var |
It's terrible here | burası berbat |
It's time to stop | Vakit durma vakti. |
it's too hot | çok sıcak oldu |
It's twenty past seven | saat yediyi yirmi geçiyor |
It's two o'clock. | Saat iki. |
it's up to me | bana bağlı |
It's very cheap because it is on sale | çok ucuz çünkü indirimde |
It/He will bite your head off | Başını ısırarak koparacak. |
Italy | İtalya |
itinerant / traveling / ambulant / umgerziehend | gezici |
its being thicker / it to be thicker (acc. case) | onun daha kalın olmasını |
its edible tubers | yenebilen yumruları |
Its left front foot was stretched in a weird angle | sol ön ayağı garip bir açıyla uzanmıştı. |
Its super power is to have developed an unbelievable imune system. | Süper gücü, bağışıklık sisteminin inanılmaz gelişmiş olması. |
ivory | fildişi |
Jack the Ripper | Karındeşen Jack |
Jackdow /Dohle | küçük karga |
Jade | yeşim taşı |
jagged / notched | çentikli |
Japan | Japonya |
Japanese (language) | Japonca |
Japanese (nationality) | Japon |
jaw bone | çene kemiği |
jealous | kıskanç |
jealous husband | kıskanç koca |
jealousy | kıskançlık |
jelly beans | jöle fasulyeleri |
jellyfish | denizanası |
Jesus healed them all. | İsa hepsini iyileştirdi. |
Jesus said : You will know the truth and the truth will set you (pl) free. (Joh 8: 31) | İsa, 'Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak' dedi. |
jetblack / pitch dark | kapkara |
Jew's belt / money belt / pouch | Yahudi çıkını |
jeweler /jewelry store | kuyumcu |
jewelry /ornament (t) | takı |
Jews (m) | Museviler |
Jill was of those lucky people who don't have a fear of height. | Jill, yükseklik korkusu olmayan şanslı insanlardandı. |
jingle / ringing / klingeln (ş) | şıngırtı |
job interview | iş görüşmesi |
joggler | hokkabaz |
joint/ articulation /knuckle | eklem |
joke | fıkra |
Jordan river (ş) | şeria ırmağı |
journalist | gazeteci |
journey / trip / travel (y) | yolculuk |
joyful / mirthful / happy | sevinçli |
joyous spectators (i) | coşkulu izleyiciler |
Juan Carlos abdicated (from the throne) in favor of his son Felipe | Juan Carlos tahttan oğlu Felipe lehine feragat etti |
jubilant / "flying to the airs from joy" | mutluluktan havalara uçan |
Jubilant / exultant / over the moon | Çok sevinçli |
jubilation | coşkulu sevinç |
judge (h) | hakim |
Judge (y) | yargıç |
judgement /conclusion /decision | yargı |
judgeship / magistracy / Magistratur / Richteramt | hakimlik |
judicial council (from yargılamak) | yargıtay |
Jugglery / das Jonglieren / Gaukelei | Hokkabazlık |
juice | meyve suyu |
Juicy /saftig | sulu |
July | Temmuz |
jumper | kazak |
June | Haziran |
Jungle book/ das Dschungelbuch | Ormanın kitabı |
junk food | abur cubur |
Junk food is harmful to health. | Abur cubur yemek sağlığa zararlıdır. |
junk mail folder | önemsiz posta klasörü |
juridical / foresenic / gerichtlich | adli |
jury | jüri |
Just / if only ( with imp. or subj.) | Hele bir... |
just / only / merely (s) | sadece |
just /if only (h) ( with a imperative or subjunctive verb) (h) | hele |
just /sooner | daha hemen |
just as I guessed | tam tahmin ettiğim gibi |
just at that moment / then /in the meantime /inzwischen/ mittlerweile (d) | derken |
just for the sake of decoraration | sırf süs olsun diye |
just for the sake of x | sırf x olsun diye |
just happen to | oluvermek |
Just let her try ! | Hele bir denesin! |
Just let him do it (imp 3sg) I tear him to pieces! | Hele yapsın, parçalarım onu! |
Just let him not come! | Hele bir gelmesin ! |
Just let me finish my book, and then we'll talk. | Hele bir kitabımı bitireyim,o zaman konuşuruz. |
Just let me tell (you)/( I should tell you) how happy /pleased I am | ne kadar mutlu - memnun olduğumu söylemeliyim |
Just let... | Hele bir... |
just like / just as/ ebenso / genauso wie | tıpkı ... gibi |
Just like the iron street gate | tıpkı demir sokak kapısı gibi |
just like this | öylesine |
just like this / motionless | öylece |
just like tightly closed lips / sowie zusammengepreßte Lippen | tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi |
Just look at how our Ahmet has grown! | Hele bak, Ahmet'imiz nasıl büyüdü! |
Just look at... | Hele bak... |
just now | demin |
just now /a short time ago /a little earlier | az önce |
just outside the village | köyün hemen dışında |
Just then she fell asleep. | Derken uyuyakaldı. |
Just win this prize, and I' ll buy you a car! | Bu ödülü kazan hele, sana araba alacağım. |
justice | adalet |
Justice and Development Party | Adalet ve Kalkınma Partisi |
Kakadu | kakatuva |
Kaki | trabzon hurması |
Kanada ranks second. (comes in second place) | İkinci sırada Kanada yer alır. |
Kannst du mir einmal zuhören. / Can you just listen once to me ? | Beni bir kerecik olsun dinler misin |
Kannst du mir mal zuhören / Can you just listen to me. | Beni bir dinler misin. |
Karo (cards) | karo |
Keep the change, friend. | Üstü kalsın dostum. |
keep well / Goodbye | Hoşça kal(ın ) |
Kerngehäuse | çekirdek yatağı |
kestrel /Turmfalke | kerkenez |
ketchup | ketçap |
key | anahtar |
key hole | anahtar deliği |
Keyboard /Tastatur (computer) | Klavye |
ki onunla ilk defa tanışabilsinler | so they could meet him (get to know him) for the first time. |
Kidney beans / rote Bohnen | kırmızı fasulye |
kilo | kilo |
kilometre | kilometre |
kind / friendly / gentle / polite | kibar |
kind / soft /tender (m) | müşfik |
kind of ... / type of ... | bir tür... |
kind, thoughtful and sensitive | müşfik, düşünceli ve hassas |
kind/ sort/variety (ç) | çeşit |
kindergarden | anaokulu |
kindly / polıtely / amiably / mildly | nezaketle |
kindness / politeness / courtesy (n) | nezaket |
kindness / refinement /mannerly / politeness | nezaket |
king | kral |
king (cards) | papaz |
King /König ( chess) | Şah |
kingdom | krallık |
kingdom / Reich (biol.) (e.g. animalia/ vielzellige Tiere) | âlem |
kinship /Verwandschaft | akrabalık |
kiosk | büfe |
kiss | öpücük |
kitchen | mutfak |
Kiwi | Kivi |
Klatschmohn / poppy | gelincik |
Klee / clover / trefoil | yonca |
Kleie | kepek |
knallrot | kıpkırmızı |
knee | diz |
knickname | lakap |
knife | bıçak |
knife scar (from fight) | faça |
knight /Bube /valet (cards) (o) | oğlan |
knight /Bube /valet (cards) (v) | vale |
Knight Pferd (chess) | at |
knowledge / information/ understanding | bilgi |
knowledgeable | bilgili |
known as the most durable animal in the world | dünyanın en dayanıklı hayvan olarak biliniyor |
knuckle | boğum |
kolibri | sinekkuşu |
kore element / key element | ana unsur |
Korea | Kore |
Kress | tere |
Kuskus | kuskus |
Kümmel | kimyon |
Kürbiskern / pumpkin seed | kabak çekirdeki |
laboratory | laboratuvar |
labour / toil | emek |
lack of confidence | güven eksikliği |
lack of manners /ill breeding | görgüsüzlük |
lack of means / despair / impuissance | çaresizlik |
ladies and gentlemen | hanımefendiler ve beyefendiler ... |
ladies' hairdresser (b) | kadın berberi |
Lady (b) | bayan |
lady (h) | hanımefendi |
lake | göl |
lamb | kuzu |
lament / cry / Flehen | yakarış |
lamentation /wail | ağıt |
lamp | lamba |
lampost / street lantern | sokak lambası |
land/ territory/ terrain | arazi |
Landlady | ev sahibesi |
landscape (opposite to portrait) | yatay |
landscape page orientation | yatay sayfa düzeni |
Langkorn | uzun (taneli ) tahıl |
language / tongue | dil |
Language studies interest me. | Dil çalışmaları beni ilgilendiriyor. |
lantern | fener |
lantern / Seemannslaterne | gemici feneri |
lap | kucak |
lapislazuli | lacivert taşı |
laptop (d) | Dizüstü |
larch / Lärche | karaçam |
Lark /Feldlerche | toygar |
laser sighting system / Laservisiersystem | lazerli nişan alma sistemi |
last | son |
last / past / previous | geçen |
last generation technology | eski nesil teknoloji |
last meal before fasting in Ramdan (around 3/ 4 am) | sahur |
last night | geçen gece |
last night | dün gece |
last time | geçen sefer |
Last time we took a taxi. | geçen sefer bir taksi tuttuk |
Last week we went to the cinema. | Geçen hafta sinemaya gittik. |
last year (s) | geçen sene |
late | geç |
later (than) | sonrası |
latitude /Breitengrad (distance from the equator) | enlem |
laugh /laughter | kahkaha |
Laughing coarsly he was pushing me around. | Kaba kahkahalar atarak beni itip kakıyordu. |
Laughing he did the same. | o da kahkaha atarak aynısını yaptı |
laundry (dirty wash) | kirli çamaşırlar |
laundry /Wäsche / washing | çamaşır |
laurel / Lorbeerblatt | defne yaprağı |
law | kanun |
law / statutes | yasa |
law and order | kanun ve düzen |
law suit / case / legal act / proceeding | dava |
lawnmower | çim biçme makinası |
lawyer | avukat |
lazy /sluggish /sleepy | miskin |
lead /Blei | kurşun |
leader | lider |
leaf | yaprak |
league | lig |
Leaning(rep) against the ancient city's stone wall | Antik kentin taş duvarına yaslanmış |
left | sol |
left aside | bir tarafa bakılırsa |
leg | bacak |
legal / lawful / legitimate | yasal |
legal concept | yasal kavram |
legal obligation | kanuni yükümlülük |
legend | efsane |
lemon | limon |
lemon drops (candy) Zitronenbonbons | limonlu şeker |
lemon juice | limon suyu |
lemonade | limonata |
length | boyu |
length | uzunluk |
Length width and height | Uzunluk, genişlik ve uzunluk |
lense | mercek |
lentghwise /continually / on and on | boyuna |
leper (person suffering from leprosy) | cüzamlı |
leprosy | cüzam |
Leslie would definitely go crazy if she saw that telefon laying on a silver tray. | Leslie telefonun gümüş bir tepsi içinde durduğunu görseydi kesinlikle çıldırırdı. |
less | daha az |
less / fewer | daha az |
less fortunate (t) | daha az tâlihli |
less is more | az ama öz |
less than the usual amount | alışılmış miktardan az |
lesson | ders |
let alone / besides / then again | kaldı ki |
Let everybody know | herkes bilsin |
Let him die/wear out - May he die | canı çıksın |
Let him who has ears hear! | Kulağı olan işitsin ! |
Let it drop / may it drop (imp. 3 sg) | damlasın |
let it sound at least / (let it be a big thing) | ses getirsin bari |
Let me explain it to you ! | Bak, sana anlatayım ! |
Let me get this straight (us - this subject) | Bu konuyu açıklığa kavuşturalım |
let me give you a little hint | size küçük bir ipucu vereyim |
let me give you some advice | sana biraz tavsiye vereyim |
let me introduce | tanıştırıyım |
let me introduce | tanıştırıyım |
Let me make you an offer ! | size bir teklifte bulunayım |
Let me pass | geçeyim |
Let me pass immediately to the events | Hemen olaylara geçeyim. |
Let me tell you | söyleyeyim |
Let me write that down / Let me put this on paper | yazıya dökmeliyim |
let me x (e) | x-eyim |
Let my teaching drop like rain | öğretişim yağmur gibi damlasın |
Let my words fall like dew | sözlerim çiy gibi düşsün |
Let the oppressed hear (i) and rejoice | Mazlumlar işitip sevinsin ! |
Let them be able to get acquainted with / that they can get to know him (imp / potential / 3pl) | tanışabilsinler |
Let them do what they want ! | istediklerini yapsınlar |
Let tomorrow's worry be for tomorrow | Yarının kaygısı yarının olsun. |
Let us exalt his name together ! | Adını birlikte yüceltelim ! |
Let's clarify a few things | Birkaç şeyi açıklığa kavuşturalım |
Let's come to the subject | konuya gelelim |
Let's divide the cake into equal parts. | Pastayı eşit parçalara bölelim. |
Let's eat outside today | Bugün dışarıda yiyelim |
let's get back to the subject | konumuza geri dönelim |
Let's get something straight. | Bir şeyi açıklığa kavuşturalım. |
Let's go | gidelim |
Let's go ! | Hadi gidelim! |
Let's go ! / Let's leave ! | Kalkalım ! |
Let's go shopping (g) | Alışverişe gidelim. |
Let's go to the bank. | Bankaya gidelim. |
Let's go, it's late. | Gidelim artık, geç oldu. |
Let's gossip ! | Biraz dedikodu yapalım. |
Let's have it ! Let'hear it ! | Anlat bakalım! |
Let's hurry up ! | Çabuk olalım ! |
Let's keep in touch | irtibatı koparmayalım |
Let's keep this in mind. | Bu konuyu aklımızda tutalım. |
Let's loot the guardians depots and find some money. / Lass uns die Depots der Wächter plündern und uns decken mit Geld eindecken. | Muhafızların depolarını yağmayalıp para bulalım. |
Let's make a deal | bir anlaşma yapalım |
Let's not talk about this here/in this place (in the presence of these people) | Bu ortamda bunu konuşmayalım. |
Let's say we are good then we'll be fine. (lit Let's say we are good, let's become good) | iyi diyelim iyi olalım |
Let's sit tilted (lean over) and talk straight ! | Eğri oturup doğru konuşalım ! |
Let's stop making gossip, for God's sake. | Dedikodu yapmayı bırakalım, Allah aşkına. |
Let's surprise x | X-e sürpriz yapalım |
Let's talk everything over from the very beginning | Her şeyi en başından konuşalım. |
Let's talk straight ! | doğru konuşalım ! |
Let's think about it. | Düşünelim bakalım. |
let's try | deneyelim |
Let's walk a bit around | Biraz dolaşalım |
letter | mektup |
lettuce | marul |
level / alignment (h) | hiza |
lever pate | ciğer pate - ciğer ezmesi |
Libelle / damselfly /odonata | Kızböceği |
Libellen /damselflies | Kızböcekleri |
Libellen /damselflies | Kızböcekleri |
library | kütüphane |
lieutnant (t) | teğmen |
life (y) | Yaşam |
life (ö) | ömür |
life / life time | hayat |
Life belt / Rettungsring | can kurtaran simidi |
life boat | filika |
Life comes through the food pipe. | Can boğazdan gelir. |
Life forms | Yaşam biçimleri |
Life goes through the food pipe. (mocking of the proverb saying the opposite /warning from obesity) | Can boğazdan gider. |
life imprisonment (m) | müebbet hapis |
life imprisonment / life sentence | ömür boyu hapis |
Life is full of difficult choices. | Hayat zor seçtimlerle dolu. |
Life is not just pink. /Life is not a bed of roses. | Tozpembe değil hayat. |
life jacket | cankurtaran yeleği |
Lifeless / inanimate | cansız |
lifelong sentence | ömür boyu hapis cezası |
lifetime warranty | ömür boyu garanti |
light | ışık |
light /slight | hafif |
light /sunlight (ş) | şavk |
light blue | açık mavi |
lightening (y) | yıldırım |
lightening / flash | şimşek |
lighthouse / Leuchtturm | deniz feneri |
lightning flashing in the hallways | koridorlarda çakan şimşekler |
like | gibi |
like / and so on | falan |
like a bomb that might explode any moment | her an patlayacak bir bombaymış gibi |
like a downpour raining on plants | bitkilere yağan sağanak gibi |
like a flash in the pan / wie ein Strohfeuer (something that happened only once or for a short time and was not repeated) | saman alevi gibi |
like a fool / foolish | aptal gibi |
like a lifeless puppet | cansız bir kukla gibi |
Like a rock in the middle of a dream. | Bir düşün ortasındaki kaya gibi. |
like an angry bull | kızgın bir boğa gibi |
like drizzling rain upon the grass | çimen üzerine çiseleyen yağmur gibi |
like having attempted to walk away | yürüyüp gitmeye kalkışmış gibi |
like I did now | şimdi yaptığım gibi. |
like liquid silver | sıvı gümüş gibi |
like me apologizing | özür dilediğimi falan |
like the other | diğeri gibi |
like water running down a slope | yokuş aşağı akan su gibi |
Like what for example? | Meselâ ne gibi ? |
Like what for example? | Meselâ ne gibi ? |
like-minded | hemfikir |
lily | zambak |
Lime /Limone | Misket limonu |
Limestone /Kalkstein | kireçtaşı |
limit (h) boundary / measure | had |
limited / stuck | mahsur |
limply / loosely / flabbily / schlaff | gevşekçe |
Linde /lime | ıhlamur |
line | hat |
lion | aslan |
lion-hearted | aslan yürekli |
lip | dudak |
liquid | sıvı |
list | liste |
literary-minded / unimaginative | hayal gücü olmayan |
literature | edebiyat |
Lithium - Li 3 | Lityum |
litlle one /shorty /kiddo | ufaklık |
Litschi | liçi |
little / peu / kaum / not enough | az |
little boat (size of a rowing boat) | kayık |
Little hill / mound / knoll | tepecik |
live / alive | canlı |
Live broadcast | canlı yayın |
livelihood / living / Unterhalt | Geçim |
liver | karaciğer |
liver / lung | ciğer |
living in mild and warm seas | ılık ve sıcak denizlerde yaşayan |
living in the form of pods (group of dolphins) /herds /swarms | sürüler durumunda |
living room / sitting room | oturma odası |
load | yük |
Load of codswallop /empty talk/a load of shit | palavranın daniskası |
lobby / entrance hall /antechamber | fuaye |
lobster /homard /Hummer | istakoz |
Locative | bulunma hâli - -de hâli |
lock | kilit |
lock picking | kilit kırma |
locker | kilitli dolap |
lofty (of imposing height) | yüce |
log /stump /block | kütük |
logical | mantıklı |
London is rainy on April four. | Londra 4 Nisan'da yağmurlu. |
loneliness | yalnızlık |
long | uzun |
long distance communication (intercity - beyond the country) | şehirlerarası iletişim - uzak mesafe iletişim |
long haired / shaggy | uzun tüylü |
long lunch breaks | uzun öğle yemeği araları |
longing | hasret |
longitude / Längengrad /meriadian | boylam |
look / regard | bakış |
Look at that | şuna bak |
Look at the powerful expressions on the face of that statue ! | Şu heykelin yüzündeki güçlü ifadelere bakın ! |
Look at this fool. He's reading the newspaper but it's upside down. | Şu aptala bak. Gazeteyi başaşağı okuyor. |
Look I have a wineglass in my hand | bir kadehim var bak elimde |
Look what a coincedence ! | Tesadüfe bak! |
looks/appearance | görünüş |
looney / mental / crank / nuts | kaçık |
lopsided / askew standing | yamuk duran |
lose /limb | gevşek |
losely woven | seyrek dokunmuş |
loss / waste /bereavement | kayıp |
lost | Yitik |
lots of kids | çoluk çocuk |
lottery | piyango |
loud speaker | hoparlör |
Louis XIV style | XIV Louis tarzı |
Lounge chair /Liegestuhl / chaise longue | şezlong |
love (romantic) | aşk |
Love conquers all / Amor omnia vincit | Aşk her güçlüğü yener |
love life | aşk hayatı |
love of the home country (being lovesick of the homecountry) | vatan sevdalısı |
lovesick | sevdalı |
low (d) | düşük |
low contrast | düşük karşıtlık |
low fat cream | az yağlı krem |
low spirits / out of form | keyfi yerinde değil |
low weight (boxing) | Düşük sıklet |
loyal /devoted | sadık |
loyality/ allegiance / devotion / adherence / attachment | bağlılık |
luck (u) | uğur |
luck (ş) | şans |
lucky (ş) | Şanslı |
lucky / fortunate (t) | tâlihli |
lucky guess | şanslı tahmin |
Lucky guess | şanslı tahmin |
lucky me | ne mutlu bana |
lucky number | şanslı sayı |
lucky you | ne mutlu sana |
luggage | bagaj |
Luke ignored me and took a sip of his coffee. | Luke beni görmezden gelip kahvesinden bir yudum aldı. |
lukewarm / mild | ılık |
lullaby (n) | ninni |
lunch | öğle yemeği |
lunch break | öğle yemeği arası |
lung | akciğer |
Lupinen | acıbakla |
lust /sensuality /sexual desire | şehvet |
Lust haben zu x-en / to want to x | x- mek içinden gelmek |
luxury | lüks |
lyrics | güfte |
mad | çılgın |
made for smashing | ezmek için yapılmış |
made from the same mold / cut from the same cloth (b.t.b.) | birbirinin tıpatıp benzeri |
madly | delice |
madness | çılgınlık |
magazine | dergi |
magic | büyü |
Magic (noun) | büyücülük |
magic (s) adj | sihirli |
magical / enchanted | büyülü |
magically / with /by magic | sihirle |
magician | büyücü |
magician /illusionist / (someone doing magic tricks) | sihirbaz |
Magnesium - Mg 12 | Magnezyum |
magnificence /splendour /grandeur (i) | ihtișam |
magnificent /spectacular / splendid /brilliant / glorious / great | muhteşem |
magnificent beauty | muhteşem güzellik |
magnificently/ resplendently / spellbindingly | muhteşem bir şekilde |
magpie / Elster | saksağan |
maid of honour (servant of a king) | nedime |
mail box | posta kutusu |
main course | ana yemek |
main meal (ö) | ana öğün |
main suppliers / key suppliers | ana tedarikçiler |
mainly/mostly because of the weather | çoğunlukla hava yüzünden |
make a cracking noise / snap | şaklamak |
Make it short ! | Uzatma ! |
Make me miss you | özlet kendini |
Make me miss you | özlet kendini |
make-believe / pretended /mock | yapmacık |
make-up examination (to allow students, with legitimate reasons for missing a scheduled exam, to fulfil the requirements of a course, and hence avoid being penalized for factors beyond their control) | bütünleme sınavı |
making drowsy /sleepy (m) /schläfrig machen | mayıştırıcı |
malachite | bakır taşı |
malaria /Tropenfieber | sıtma |
malicious intentions | art niyet |
mammal | memeli |
Mammalian species | memeli türü |
man | adam |
man /male | erkek |
man of the match | maçın adamı |
manager (being a manager) | menajerlik |
manager (m) | menajer |
manager / Geschäftsführer | yönetici |
manager / producer / director (film) | yönetmen |
manatee/sea cow / Seekuh (Australia) | deniz ineği |
mandarin | mandalina |
mane /Mähne (e. g. horse) | yele |
Manganese /Mangan Mn 25 (geçiş metalleri /metalik) | mangan |
Mango | Mango |
Mangold | Pazı |
manly | erkeksi |
manners | görgü |
manufacturing | imalat |
Many a man has breathed his last in this desert! | Nice adamlar bu çölde son nefeslerini vermişlerdir. |
many a... / a great many / rather a lot / how many | nice |
Many happy returns ! | Nice senelere ! |
map | harita |
Maple / Ahorn | akçaağaç |
Marabou stork | marabu |
marathon | maraton |
marble | mermer |
march | Mart |
mare | kısrak |
marine mammal of the whales living in pods(groups) in mild and warm seas that can reach a length of three meters | Balinalardan,ılık ve sıcak denizlerde sürüler durumunda yaşayan, boyları üç metreye kadar erişebilen, memeli deniz hayvanı |
marjory | mercanköşk |
marker /highlighter | (fosforlu) işaret kalemi |
market | pazar |
market (ç) | çarşı |
marketing | pazarlama |
marketing expert | pazarlama uzmanı |
marketing opportunity | pazarlama olanağı |
marketing presentation | pazarlama sunumu |
marketing ressearch | pazarlama araştırması |
marketing strategy | pazarlama stratejisi |
marketing tactic | pazarlama taktiği |
marriage /Ehe | evlilik |
marriage counseling | evlilik danışmanlığı |
married | evli |
marten / weasel / Marder | sansar |
martyrdom | şehitlik |
mask | maske |
mass / heap / bulk/ chunk /pile | yığın |
mass /bulk /block (k) | kütle |
mass media | kitle iletişim |
mass media and public opinion | kitle iletişim araçları ve kamuoyu |
massive /big | iri |
master / god | mevla |
master /maestro /topflighter /virtuoso | üstât |
masterpiece | başyapıt |
mat (foto) | mat |
match (sport) | maç |
match / Streichholz | kibrit |
match-making | çöpçatanlık |
match-making service | çöpçatanlık hizmeti |
matchless (e) | eşsiz |
matchstick /Streichholzstäbchen | kibrit çöpü |
material / fabric /cloth in the length of a tailor's span | bir terzi karışı boyu kumaş |
maths | matematik |
matter/ issue/ problem | mesele |
maximum | azami |
maximum dependable capacity | azami güvenilir kapasite |
May | Mayıs |
May he come quickly to rule over the world forever | dünyaya ebediyen egemen olmak için tez gelsin |
May his light not blind and burn (roast) you. | şavkı sizi kör edip kavurmasın diye. |
May the Day of his return come quickly(t) ! | Dönüş Günü tez gelsin! |
May these savages receive the severest punishment ! | Bu vahşiler en ağır cezayı alsın. |
may you grow old on one pillow / have a long lasting marriage | bir yastıkta kocayın |
maybe | belki |
maybe I have a lack of confidence | belki de güven eksikliğim var |
Maybe if he had some sleep, he could figure out tomorrow. | Belki biraz uykusunu alırsa, yarın çözebilirdi. |
Maybe it was good (fitting /useful) for Caroline's playing hide and seek with her friends (fem.). | Belki kız arkadaşlarıyla birlikte saklambaç oynayan Caroline'in işine yarıyordu. |
Maybe the green window shutters were closed. | Belki de yeşil panjurlar kapalıydı. |
Maybe the green window shutters were only closed because the night was now 'falling' behind the mountains.. | Belki de yeşil panjurlar, gece artık dağların arkasına çöktüğü için kapalıydı. |
Maybe they'll go to the theatre. | belki tiyatroya giderler |
Maybe this book is holding (hosting) a secret inside. | Belki de bu kitap, içinde bir sır barındırıyor. |
maybe tonight, maybe tomorrow | Belki bu akşam, belki yarın. |
Maybe we were much more cunning than him after all. | belki yine de ondan çok daha kurnazdık |
maybe.. I disguise myself | belki... kılık değiştiririm |
mayonnaise | mayonez |
mayor / maire | belediye başkan |
Me too / me neither / so do I / neither do I | Ben de |
meal (ö) | öğün |
meaning / significance / sense / point | anlam |
meanwhile / at that time / around that time / thereabouts | o sıralarda |
measuring beaker / Messbecher | ölçme beher |
meat | et |
meat pie | etli börek |
meatball-bread | köfte-ekmek |
mechanism | Mekanizma |
medal | madalya |
meddler /meddlesome | işgüzar |
media | medya |
mediation / intercession | aracılık |
medical science | Tıp bilimi |
medicine | ilaç |
Medicine (science) | tıp |
mediocrity | orta hal |
Mediterranean | akdeniz |
medium size | orta boy |
medium size pizza | orta boy pizza |
meek / sheepish / insecure / always bullied / looser | ezik |
meeting | toplantı |
meeting /encounter (k) | karşılaşma |
Meggie adored to read books by candlelight. | Meggie, mum ışığında kitap okumaya bayılıyordu. |
Meggie kept turning in her bed from one side to the other, somehow she couldn't sleep. | Meggie yatağında bir o yana bir bu yana dönüp duruyor, bir türlü uyuyamıyordu. |
Meggie threw bread crumps to them that had remained in her pocket from a picnic she had gone on a long (already) forgotten day | Meggie onlara montunun cebindeki, artık çoktan unuttuğu bir gün gittiği bir piknikten kalan ekmek kırıntılarını atmıştı |
Meggie threw bread crumps to them that had remained in her pocket from a picnic she had gone on a long (already) forgotten day,when suddenly the door opened. | Meggie onlara montunun cebindeki, artık çoktan unuttuğu bir gün gittiği bir piknikten kalan ekmek kırıntılarını atmıştı ki kapı bir anda ardına kadar açıldı. |
Meggie used to think that this first sound that came out of every book was different according to the story the book would tell. | Meggie her kitabın çıkardığı bu ilk sesin, kitabın anlatacağı öyküye göre değiştiğini düşünürdü. |
Meggie was pondering at least one hour over what this answer could mean. | Meggie, en az bir saat bu yanıtın ne anlama geldiği konusunda kafa yordu. |
melon | kavun |
member | Üye |
membership | Üyelik |
Membrane / skin | zar |
memory | anı |
memory / recollection (b) / Gedächtnis | bellek |
memory /Gedächtnis /mémoire | hafıza |
Memory stick / flash memory | taşınabilir bellek |
Men usually would come from there with ill boding (with the feeling that something bad was going to happen) | erkekler genellikle kötü bir şey olacağı hissiyle gelirlerdi oralardan. |
men's hairdresser | erkek berberi |
Men, even in stormy weather do not give up their habits and what they want to do. | Erkekler, fırtınalı havalarda bile alışkanlıklarından ve yapmak istedikleri şeylerden vazgeçmez. |
men, women and children struck by lightning flashing in the hallways | erkekler, kadınlar ve çocuklar koridorlarda çakan şimşeklerle çarpılmış |
menu | menü |
merchant / trader / dealer (t) | tüccar |
Merciless / cruel / pitiless / grim/ brutal | acımasız |
mercilessly / cruelly/ pitilessly / grimly | acımasızca |
mercury /Quecksilber | cıva |
merely / only / exclusively / just to (s) | sırf |
merely to set them off (fire them) | sırf onları ateşlemek için |
meringue | mereng |
meringue / creamy pastry | kremalı pastacık |
Mermaid/Meerjungfrau | deniz kızı |
merriment / cheerfulness / mirth / carnaval / kermes / festivity/ Heiterkeit /Fröhlichkeit | şenlik |
merry / jolly / sprightly (ş) | şen |
merry / jolly / sprightly / çok neşeli (ş) | şen şakrak |
Merry Christmas | Mutlu Noeller |
mess / chaos | rezalet |
message | Mesaj |
message (i) | ileti |
message title /header | ileti başlığı |
messy hair / uncombed | dağınık saç |
messy looking | dağınık görünen |
messy room | dağınık oda |
messy/ untidy / dispersed / coll. a sad sight | dağınık |
Metallic and silver mixed with bright, light gold color | Parlak, hafif altın rengi ile karışık metalik ve gümüş |
method / procedure (u) | usul |
metre | metre |
mica /Glimmer (of the group of silicate minerals easily slicable) | mika |
microwave | mikrodalga |
microwave | mikrodalga |
mid afternoon (i) | ikindi |
middle class / bourgeoisie | orta sınıf |
middle ear | orta kulak |
middle finger | orta parmak |
middle name | göbek adı |
middle-size /medium | orta |
might/may have x-ed | X-miş olabilir |
migrant smuggling | Göçmen Kaçakçılığı |
migrant/ migrating /migratory (animals) | göçücü |
mile | mil |
military | askeriye |
milk | süt |
milk rice | sütlaç pirinci |
milkman | s¨ütçü |
milky way | samanyolu |
Millet/ Hirse | darı |
millimetre | milim |
million | milyon |
mind (z) | zeka |
mind / intellect / wisdom | akıl |
mind twisting / mind boggling | akıllara durgunluk veren |
mine | mayın |
mined | mayın döşenmiş |
minimal | asgari |
minimum cost | asgari maliyet |
minister | bakan |
minor of age /underage person | reşit olmayan |
minority | azınlık |
minors (of age) | reşit olmayanlar |
minus / lacking / missing / insufficient/ incomplete | eksik |
minus / negative | eksi |
minus 13 | eksi on üç |
minute | dakika |
miracle | mucıze |
mirror | ayna |
mischief / malice / complot | fesat |
misconception | kavram hatasi |
miserable / wretched | sefil |
miserable /unfortunate (b) | bedbaht |
miserly / scabbily /ungenerously | cimrice |
misfortune (t) | tâlihsizlik |
misfortune / bad luck | şanssızlık |
misfortune / bad luck | şanssızlık |
misfortune / ill luck | terslik |
Misfortunes come always one upon another. It never rains but pours. Misfortunes never come singly. | Aksilikler hep üst üste gelir. |
mishap /misfortune | aksilik |
mission | misyonerlik |
missionary activity | misyonerlik faaliyeti |
mist / steam / Beschlag / condensation / vapor | buğu |
Mist wrapped around my ankles as if alive, stroking/caressing my skin with his wet fingers. | Sis canlıymış gibi ayak bileklerimi sardı, ıslak parmaklarıyla tenimi okşadı. |
mistake (h) | hata |
mistake / error (y) | yanılgı |
mistake /error | yanlış |
mistrusting /insecure | güvensiz |
mixed with shadow | gölgeyle karışmış |
Mo had forbidden her to lighten candles at night. | Mo, geceleri mum yakmasını yasaklamıştı. |
moaning / whimpering / groaning | inilti |
mob /crowd / mass | güruh |
mobile device | mobil cihaz |
mobile/moving camera | hareketli kamera |
mocking behaviour / Spott (a t) | alaycı tavır |
mode / mood | kip |
model | model |
Moiraine kneeled down next to each one in turn. | Moiraine sırayla her birinin yanında diz çöktü. |
mold / pattern (k) | kalıp |
mold /mildew /mouldiness | küf |
molten | erimiş |
moment | an |
moments of horror | dehşetin anları |
monday | pazartesi |
money | para |
monkey | maymun |
monotonous /monotone / uniform | tekdüze |
monsoon | muson |
monster | canavar |
monster / freak (u) | ucube |
month | ay |
monthly | aylık |
monument | anıt |
moon | ay |
moon light | ay ışığı |
moonstone /Mondstein (pearly white /consisting of alkali feldspar) | aytaşı |
moral obligation | manevi yükümlülük |
more / already | daha |
more colours than you can imagine | hayal edebileceğinizden daha çok renk |
more interest in his ideas / more paying attention to his ideas | fikirleriyle daha çok ilgilenme |
more opportunities to speak | konuşmasına daha çok fırsat |
More or less / approximately | aşağı yukarı |
more than bad / by far the worst | kötüden de öte |
more than enough | fazlasıyla |
more than good / by far the best | iyiden de öte |
more than mysterious / by far the most mysterious | gizemliden de öte |
more than one | birden fazla |
more than one moaning was heard (s. d.) | birden fazla inleme sesi duyuldu |
more than x / above x / beyond x | X-den öte |
More work will be done. | Daha çok çalışılacaktır. |
moreover (d) | dahası |
moreover /also (a) | ayrıca |
morning | sabah |
morning star | sabah yıldızı |
mortal | ölümlü |
Moses | Musa |
Mosquito buzz is music enough to those who (choose to) comprehend; drums and trumpets will not be adequate for those who do not (choose not to) comprehend. equiv: A word to the wise is enough. | Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. |
mosquito net | cibinlik |
mossy /lichenous /moosbewachsen | yosunlu |
mossy-ish/lichenous /moosbewachsen | yosunumsu |
most likely | büyük bir ihtimalle |
Most likely he is too busy to write to you. | Büyük bir ihtimalle size yazamayacak kadar meşgul. |
most of | çoğu |
most of / majority | çoğunluk |
most of the grass | otun çoğunluğu |
Most of the herbs were nettles. | Otun çoğunluğu ısırgandı. |
Most of the men and women here could have the same philosophy ve | Buradaki erkek ve kadınların çoğu aynı felsefeye sahip olabilirdi |
Most of the pine's needles had burned. | Çamların çoğunun iğneleri yanmıştı. |
Most of what the Ogers had made was preserved. | Ogerlerin yaptıklarından çoğu korunmuştu. |
Most people think this is a waste of time. | Çoğu kişi bunun zaman kaybı olduğunu düşünür. |
Most technical knowledge he does not dominate. | Çoğu teknik bilgilere hakim degil. |
mother | anne |
mother-in-law | kayınvalide |
mother-in-law (slang) | kaynana |
mothertongue / native language | anadil |
motion / slight movement | kımıltı |
motionless | kımıltısız |
Motorbike | Motosiklet |
mountain | Dağ |
mountain range | sıradağlar |
Mountain side / cliff /Bergwand /Abhang | Yamaç |
mournfully | kederle |
mouse /also:computer mouse | fare |
mouse button / Maustaste | fare düğmesi |
mouse hole | fare deliği |
mousse (dessert) | köpük tatlısı |
mousse au chocolat (ç) | çikolatali mus |
mouth | ağız |
move! | kımılda! |
movement | hareket |
movie star | film yıldızı |
moving /mobile/ animated/restless (h) | hareketli |
Moving out is like starting from scratch. | Evden taşınmak en baştan başlamak gibi. |
mp3 player (pronunciation) | mp3 çalar (m p üç çalar) |
Mr. X | X Bay |
Mrs. X | X Bayan |
much more valuable than they | onlardan çok daha değerli |
much and even too much | çok hem de çok fazla |
much water has passed under the bridge since / Many things have changed since then | köprünün altından çok sular geçti |
mud / muck | çamur |
mud huts | kilden kulübeler |
muffin | muffin |
multimedia presentation | çoklu ortam sunuşu |
Mungbohnen | mung fasulyesi |
mural paintings | duvar resimleri |
murder | cinayet |
murder weapon | cinayet silâhı |
murderer | katil |
murids / Mäuseartige | sıçangiller |
muscle | kas |
muscle pain | kas ağrısı |
muscular | adaleli |
museum | müze |
mushroom | mantar |
music | müzik |
music instrument | enstrüman |
musical instrument (s) | saz |
musical note | nota |
musician | müzisyen |
mussel (seashell/ the animal inside) | midye |
mustache / Schnurrbart | bıyık |
mustard | hardal |
Mustard seed / Senfkorn | hardal tohumu |
My (own) computer ıs old and slow. | Kendi bilgisayarım eski ve yavaş. |
my account | Hesabım |
My address information | Adres bilgilerim |
My arm hurts | kolum acıyor |
My arm turned purple because you hit so hard. | Çok sert vurduğun için kolum morardı. |
My arms and legs were revolting. | Kollarım ve bacaklarım isyan etti. |
My birthday is the fifth of May. | Doğum günüm beş Mayısta. |
My bones are too old for this wind. | Kemiklerim bu rüzgâr için fazla yaşlı. |
My brother studies at university | erkek kardeşim üniversitede okuyor |
My brother will graduate in a month. | Erkek kardeşim bir aya kadar mezun olacak. |
my brother's team have a pretty good chance of winning | kardeşimin takımının kazanma ihtimali oldukça yüksek |
My car broke down. | Arabam bozuldu. |
My car doesn't start because it is very cold outside. | Dışarısı çok soğuk olduğu için arabam çalışmıyor. |
My car was broken in / Mein Auto wurde aufgebrochen | arabama hırsız girdi |
My cat is very old. | Kedim çok yaşlı. |
my children don't need another video game | çocuklarımın başka bir video oyununa ihtiyacı yok |
My class is on Friday. | Dersim cuma. |
My classmatte said I could have a look at the textbook. | Sınıf arkadaşım ders kitabına bakabileceğimi söyledi. |
my computer is running out of power | bilgisayarımın şarjı bitiyor |
my corner | köşem |
my dad doesn't know anything about technology | babam teknoloji hakkında hiçbir şey bilmiyor |
my darling (my life) | hayatım |
my darling / my dear (s) | sevgilim |
My daughter goes to kindergarden | kızım anaokuluna gidiyor |
my daughter wants to be a popstar | kızım bir pop yıldızı olmak istiyor |
my destiny | alın yazım |
My dog is barking. | Köpeğim havlıyor. |
My dog will not bite you | Köpeğim seni ısırmaz. |
my everything / 'corner of my liver' (outdated) | ciğerimin köşesi |
My ex-husband, as soon as we divorced, he (immediately) found a new love! | Eskı kocam boşanır boşanmaz yeni bir aşk buldu! |
My eyes speed up your loneliness (from a poem of Attila İlhan ) | gözlerim hızlandırır tenhalığını |
my father is weary (because of age) /physically and mentally tired (not: collapsed!) | babam çöktü artık |
My father isn´t considering the same political ideas his own as my uncle . | Babam amcamla aynı siyasî düşünceleri benimsemiyor. |
My father thinks I was frightened of the shadows of the trees. | Babam ağaçların gölgesinden ürktüğümü düşünüyor. |
My father works together with his younger brother. (lit. my young uncle) | Babam küçük amcamla beraber çalışıyor. |
my favoured | en sevdiğim |
My friends and I are going out for dinner. | arkadaşlarım ve ben akşam yemeğine çıkacağız |
My German improved. | Almancam gelişti. |
My girlfriend hates art and music. | Kız arkadaşım sanat ve müzikten nefret eder . |
my grandma and grandpa still go skiing | büyükanne ve büyükbabam hâlâ kayağa giderler |
my grandma and grandpa went to Africa when they were young | büyükanne ve büyükbabam gençken Afrika'ya gittiler |
My hairs have started to turn white.(a) | Saçlarım ağarmaya başladı. |
my heart | yüreğim |
My heart skipped a beat. | Kalbim duraksadı. |
my honour | onurum |
my hope | umudum |
my hope is in Him | umudum Ondadır |
My house has one room | Evim tek odalı |
My house has two rooms | Evim iki odalı |
My house is for rent. | Benim evim kiralık. |
my husband said "I hope we don't get lost" | kocam 'umarım kaybolmayız' dedi |
my inside keeps stirring >I am really excited about something (e. g exam) | içim kıpır kıpır |
my iPod which I bought with my savings of a year | bir yıllık birikimimle aldığım iPod'um |
My joy in some way does not carry your joy. (from a poem of Attila İlhan ) | Sevincim bir türlü tutmaz sevincini. |
my knowing | bilmem |
My laptop has been stolen. | dizüstü bilgisayarım çalındı |
my learning /my instruction (not much used) | öğrenişim |
my leg throbbed | bacağım zonkluyordu |
my loneliness | tenhalığım |
My Lord is the Master of death. I will serve Him without expecting any reward towards the Day of his coming. (from the Wheel of time) | Benim Efendim ölümün Efendisidir. Hiçbir karşılık beklemeden onun geleceği Gün için hizmet ederim. |
my love | aşkım |
My luggage is too heavy | bagajım çok ağır |
my mighty rock / rock of my strength | güçlü kayam |
My mother also wants a watch. | Annem de bir kol saati istiyor |
My mother and I are going to watch my favoured TV show. | annem ve ben en sevdiğim TV programını izleyeceğiz |
My mother wants me to eat salad. | Annem salata yememi ister. |
my mother's cooking / the meals my mother cooks | annemin pişirdikleri |
my mum and dad got divorced | anne ve babam boşandılar |
my mum and dad will retire in about three years | anne ve babam yaklaşık üç yıl içinde emekli olacaklar |
My nose is bleeding. | Burnum kanıyor. |
My orders in process | İşlemde olan Siparişlerim |
my other half; my soulmate | ruh ikizim |
my people, the Kenaanians - were named by the False Romans as Phoenicians | benim insanlarım olan Kenaani'ler - yalancı Romanlılar tarafından Fenikeliler olarak isimlendirilmişlerdi |
my phone number | telefon numaram |
my previous offer is still valid. | önceki teklifi hâlâ geçerli |
my shame | utancım |
my shelter | sığınağım |
my soul / my darling | canım |
my stomach twisted (not a very common expression) | midem bukuldu |
my stomach twisted(k) so much that a lump sat in my throat | midem o kadar kasılmıştı ki boğazıma bir yumru oturdu |
my sweatheart | tatlım |
my table / my desk | masam |
My teacher, can you read and evaluate the story I wrote? | Hocam, yazdığım hikâyeyi okuyup değerlendirebilir misiniz? |
my teaching /lit. the way I teach | öğretişim |
My train takes you to the wrong cities ( from a poem of Attila İlhan ) | Yanlış şehirlere götürür trenlerim. |
My uncle who isn't very rich works a lot. | Zengin olmayan amcam, çok çalışır. |
My wallet has been stolen | cüzdanım çalındı |
Mysterious / geheimnisvoll | esrarengiz |
myth | mit |
Mümtaz, who had been very lonely for an important period of his childhood, liked to talk to himself. | Çocukluğunun mühim bir devrinde çok yalnız kalan Mümtaz, kendi kendisiyle konuşmayı severdi. |
naivety / innocence | saflık |
naked | çıplak |
name | isim |
Name/title | ad |
named / called | adlı |
namely / so / that is | yani |
Nandu | nandu |
nanny | dadı |
nape / back of the neck / Nacken | ense |
napkin | peçete |
narrator | anlatıcı |
narrow /tight / constricted | dar |
narrow minded | dar kafalı |
nation / People | ulus |
national | ulusal |
national and international | ulusal ve uluslararası |
national and international press members | ulusal ve uluslararası basın mensubu |
national lottery | milli piyango |
national lottery ticket | milli piyango bileti |
national lottery ticket | milli piyango bileti |
national park | ulusal park |
nationality (m) | milliyet |
nationality (u) | Ulusluluk |
natural | doğal |
natural /normal / usual/ common | olağan |
natural and chemical drugs | doğal ve kimyasal ilaçlar |
natural rice / Naturreis (brown /unpeeled) | doğal pirinç |
naturalness / spontineity / unaffectedness /Natürlichkeit | Doğallık |
nature | doğa |
naturlovers /Naturfreunde | doğa severler |
naughty / good for nothing / lazy | haylaz |
near /close | yakın |
near here / dans les environs | buralarda |
nearly / almost | Az kalsın |
Nearly / almost (a) | az daha |
necessary | gerekli |
necessity /requirement | icap |
neck /Nacken | boyun |
necklace | kolye |
need (g) | gereksinme |
need little / have little need of | az ihtiyaç duymak |
needle / sting | iğne |
needle eye | iğne deliği |
negative | olumsuz |
negatively charged / negative geladen | eksi yüklü |
neighbour | komşu |
neighbourhood /surroundings | muhit |
neither good nor wicked | ne iyi ne de aşağılık |
Neither nor | Ne... ne de |
Neither team won the game; they drew. | İki takım da oyunu kazanamadı; berabere kaldılar. |
Neon- Ne 10 | neon |
nerve /sinew / anger / temper | sinir |
nervous / irritable / pissed off | sinirli |
nervous /worried / uneasy | endişeli |
nest | yuva |
net /web | ağ |
net/ clearly / sharp | net |
nettle | ısırgan |
network services dedicated devices | ağ hizmetleri adanmış cihazlar |
never (a) | asla |
Never /no time | hiçbir zaman |
never mind | boşver |
Never tell a lie. | Hiçbir zaman yalan söyleme. |
Nevernever (Faeryland) | Olurolmaz |
new / early grown / out of season | turfanda |
new and stunning views / surprising landscapes / amazing sights at every turning | her dönemeçte yeni ve şaşırtıcı manzaralar |
new moon | Yeniay |
New year | yeni yıl |
news | haberler |
news speaker (tv) /anchorman | haber spikeri |
newspaper | gazete |
Newton's law of gravity | Newton'un yerçekimi kanunu |
Next I will try to go before the busses stop runnıng. | Bir sonraki sefer, otobüsler sona ermeden gitmeye çalışacağım. |
next (point in time); the future | gelecek |
next / following | ertesi |
next month | bir dahaki ay |
next month (ö) | önümüzdeki ay |
Next stop is Ankara | Bir sonraki durak Ankara. |
next to / near | yanında |
Next to the door there was a small barred window. / Neben der Tür war ein kleines vergittertes Fenster | Kapının yanında parmaklıklı küçük bir pencere vardı, |
next week / in a week | haftaya |
next year | bir dahaki yıl |
Nice (to meet) you too | ben de memnun oldum |
nice looking / appearing pleasant to the eye | göze hoş görünen |
Nice to meet you | (sizinle) tanıştığıma memnun oldum |
Nice to see you | Seni görmek ne güzel. |
nıche /bay / Nische | niş |
Nickel - Ni 28 (Parlak, hafif altın rengi ile karışık metalik ve gümüş) | Nikel |
nicknamed / called | adlandırılan |
night | gece |
nightdesk / Nachttisch | komodin |
Nightingale | bülbül |
Nightingale's nest, is a Turkish phyllo dough dessert. It takes its name from its hollow and circular shape. Having been baked, warm syrup is sprinkled, and the hollow center is filled with pistachios before being served. | Bülbül yuvası |
nightmare | kâbuş |
nine | dokuz |
nine energy flashes | dokuz enerji şimşeği |
nineteen | on dokuz |
ninety | doksan |
Nitrogen / Stickstoff - N 7 | azot |
no | Hayır |
no that has nothing to do with it / rien à voir | hayır ne alâka |
No entry / kein Zutritt | Girilmez |
No kidding /I'm not kidding | Dalga geçmiyorum. |
no longer / no more / from now on | artık |
no matter what (the) … is | ... ne olursa olsun |
no matter what, come what may, at all costs, regardless / unbedingt /besonders / vor allem | illa - ille |
No microbe can harm him. | Hiçbir mikrop ona zarar veremiyor. |
no more no less | ne fazla ne (de) eksik |
No need to fear (you don't need to fear) | Korkmana gerek yok. |
No need to fear (you don't need to fear) | Korkmana gerek yok. |
No need to worry | Endişelenme gerek yok. |
No news is good news. | Hiç haber olmaması, iyi haber demektir. |
no offense / no hard feelings | darılmak yok ama |
No one wants to hang out with me. | hiç kimse benimle takılmak istemiyor |
No pain no gain (a k y) | Acısız kazanç yoktur |
no pain no gain (lit. without labour there is no food) | emeksiz yemek olmaz |
no pain no gain (z) | zahmet olmadan rahmet olmaz |
No parking | Park edilmez |
No problem | sıkıntı yok |
no problem | sorun yok |
No problem. Everything is fine. | Sıkıntı yok, her şey yolunda |
No publishing house wanted to print it again. | Hiçbir yayınevi onu tekrar basmak istemedi. |
No smoking /Rauchen verboten | Sigara içilmez |
No use to wait | beklemenin yararı yok |
No use to work / study / try | çalışmanın bir faydası yoktur |
No use to x | x-menin yararı yok |
No user like this have been found (e.g. facebook) | Böyle bir kullanıcı bulunamamıştır. |
no voice came out | hiç ses çıkmadı |
no way /under no circumstances | hiçbir suretle |
No! (slang/rude / like Fuck off!) | Git ya! |
No, go ahead ( answer to eg Do you mind if I sit here?) | Yo, buyurun |
no, I didn’t (do that) | hayır, öyle değil |
No, it won't blow up in your face or bite off your head. | Hayır, yüzüne patlamayacak veya başını ısırarak koparmayacak. |
No, it won't blow up in your face. | Hayır, yüzüne patlamayacak. |
no/any | hiç |
Nobility / aristocrazy / noblesse | soylular |
nobility /dignity (a) | asalet |
noble (with lineage) | soylu |
nobleman / aristocrat | asilzade |
nobody / no one /anyone | hiç kimse |
Nobody called me. | Beni arayan yoktu. |
nobody came | kimse gelmedi |
Nobody seems to have enough money. | Kimsede yeterince para yok gibi. |
Nobody suspected him | Kimse ondan şüphelenmezdi. |
Nobody went there at night especially (not) alone. | Kimse geceleyin oraya gitmezdi, hele yalnız. |
Nobody would have to x | kimsenin x-mesi gerekmeyecekti |
nomade | göçebe |
Nominative | Yalın hâl |
non stop phone calls | ardı arkası kesilmeyen telefonlar |
Non stop/ without ceasing/ continuously / on and on | durmadan |
non-stop | aktarmasız |
none | hiçbir |
none (of them) came | hiçbiri gelmedi |
nonsense /bullshit / rubbish (s) | saçmalık |
Normally I would wear whatever cleanish was on thefloor, but today was special. | Normalde, yerde temize yakın ne varsa alır giyerdim, ama bugün özeldi. |
north | kuzey |
North Amerika | Kuzey Amerika |
Northpole | kuzey kutbu |
Norway | Norveç |
nose / muzzle /snout | burun |
nose bleeding | burun kanaması |
nostril | burun deliği |
not / it is not | değil |
not any more | artık hayır |
not anymore/no more | artık yok |
Not at all / not to worry / it doesn't cause a problem | Sorun değil |
Not bad | fena değil |
Not edited by the author either | Yazarı tarafından da kurgulanmamıştır |
Not even one | tek bir tane bile |
not fitting for anything / someone useless | hiçbir şeye yaramayan |
not in a million years ! (lit. not in life) | hayatta olmaz! |
not in the least / not ever / so far from | hiç mi hiç |
not intending to (without intending to) | hiç niyetlenmeden |
not knowing what to say / talk gibberish | kem küm etmek |
not long time ago /recently | az zaman önce |
not quite / not much | pek değil |
not refraining (particip pres act) from any sacrifice | hiç fedakarlıktan kaçınmayan |
not straight / bumpy | eğri büğrü |
Not that I won't x, but... | x-meyecek değilim, ama... |
Not that I don't x.... but | x-miyor değilim, ama... |
not to be (can 't be) bothered about | yapmaya istekli olmamak |
not to be alone in this | bunda yalnız olmamak |
not to be superior to x / not to be higher than x | x-den üstün değil(dir) |
Not to have all one's marbles | kafası dağınık olmak |
not to mind / not to pay any attention to a dative | aldırış etmemek |
not to pay the slightest attention / pano heed to something | (hiç) olmalı olmamak |
not to ressemble in the least | hiç mi hiç benzememek |
not to ressort to unlawful rules | hukuk dışı kurallara tevessül etmemek |
not very friendly | pek de dostça |
notch / nick /chip/ Kerbe | çentik |
note /memo | not |
notebook /Heft | defter |
nothing but / just / nothing else | yalnızca |
Nothing can save me anymore. | Artık beni hiçbir şey kurtaramaz. |
Nothing is sadder than the tears of a clown. | Hiçbir şey bir palyaçonun gözyaşlarından daha hüzünlü değildir. |
Nothing ventured, nothing gained. | Riske girmeden kazanılmaz. |
Nothing. Absolutely nothing! | Hiçbir şey. Kesinlikle hiçbir şey! |
novel | roman |
novelties / haberdashery / Kurzwaren | tuhafiye |
November | Kasım |
now | şimdi |
now and again/ now and then / every so often/from time to time/ occasionally | zaman zaman |
Now he behaves himself. | Artık uslu duruyor. |
Now let's see what's in the box. Nothing! Absolutely nothing! | Şimdi kutuda ne olduğuna bakalım. Hiçbir şey! Kesinlikle hiçbir şey yok! |
Now the truth comes out ! | Şimdi gerçek ortaya çıkıyor ! |
Now they were torn. | Şimdi onlar yırtıktı. |
Now, therefore (henceforth/from now on (b)) the sword shall never depart from (lack in) your house (root) | Bundan böyle, kılıç senin soyundan sonsuza dek eksik olmayacak. |
Nowadays | Günümüzde |
Nowadays preparations are being made to build (make) a thitd bridge to İstanbul. | Bugünlerde, İstanbul'a üçüncü bir köprü yapılması için hazırlıklar yapılmaktadır. |
Nowadays, in order to find a job, it is necessary to know a foreign language. | Günümüzde iş bulmak için yabancı dil bilmek gerekiyor. |
nowhere | hiçbir yerde |
nuclear waste | nükleer atık |
numb (limb) / stagnant /still (water)/calm /quiet / untroubled / serene | durgun |
number | sayı |
number plate (car) | plaka |
numbered/counted | sayılı |
numbness / drowsiness /somnolence / lethargy | uyuşukluk |
nurse (ha) | hastabakıcı |
Nuthatch /Kleiber | sıvacı kuşu |
nuts (k) | kuruyemiş |
o dear | aman allahım |
O you of little faith | Ey kıt imanlılar |
oak | meşe |
oak / Hafer | yulaf |
oasis | vaha |
oatmeal /porridge | yulaf lapası |
obedience | itaat |
obedient | itaatkâr |
Obelix (the greedy /gourmand) | Oburix |
object (gram.) | nesne |
objection | itiraz |
objection /inconvenience | sakınca |
obligation /responsibility /liability | yükümlülük |
obligatory / necessary / unavoidable | zorunlu |
obligatory /absolutely necessary | şart |
observation | gözlem |
obsession | sürekli endişe |
Obsidian (black shining stone) (o) | obsidyen |
Obsidian (black shining stone) (v) | volkan camı |
obstacle | engel |
obtained | elde edilen |
obvious (a) | aşikâr |
obviously | belli ki |
occurence /phenomenon /incident /happening (h) | hadise |
occuring as (big) blocks (k) | kütleler hâlinde bulunan |
ocean | okyanus |
ockergelb | koyu sarı |
October | Ekim |
octopus | ahtapot |
oddly enough / strangely enough | Tuhaftır ki |
of a good reputation / of high standing / important / estimable / creditable | İtibarlı |
of all criminal types | tüm suçlu tiplerinden |
of course /sicher | tabii ki |
Of course he likes salad. | Tabii ki salata sever. |
Of course I have some water. | tabii ki biraz suyum var |
Of course I speak English | tabii ki İngilizce konuşuyorum |
of old | çok önceleri |
of size / tall /high / long | boylu |
of the murids - M¨¨äuseartigen, a rodent, a mammal | sıçangillerden, kemirgen, memeli hayvan |
of/ from this (abl) | bundan |
off from work | işten izinli |
off his hand | elinden |
off shore / in the open (naut. term) here: away from | açığında |
off you go (go ahead / get started) | artık başlayın! |
offended / resentful / mimosa | küskün |
offer | teklif |
offer /bidding/ tender /Angebot / Preisvorschlag | ihale |
officer (fonctionnaire) | memur |
officer (military rank) | subay |
official vehicles | resmi araçlar |
officially / openly / for good | resmen |
offline | çevrimdışı |
often / frequently | sık sık |
often /mostly /most times / frequently | çoğu kez |
Often, I would see that the weather is nice and sunny. | Sıklıkla, havanın güzel ve güneşli olduğunu görürdüm. |
Oh Lord you are our Father. Your name is 'our Saviour' from time everlasting. (Is.63: 16) | Ya Rab, Babamız Sensin. Ezelden beri adın 'Kurtarıcımız'dır |
Oh my soul | Ey canım |
Oh no! | eyvah! |
Oh really ? | (Ya) öyle mi? |
ohrenbetäubend | kulakları sağır eden |
oil | yağ |
oil filter (car) | yağ filtresi |
ok / complete | tamam |
old (i) | ihtiyar |
old /former /ancient | eski |
old age / Alter | yaşlılık |
old and dirty boots | eski ve pis çizmeler |
old fashioned | eski kafalı |
Old – for people | Yaşlı |
older brother | ağabey |
Oleander | zakkum |
olive | zeytin |
olive oil | zeytinyağı |
on / at his hip | kalçasında |
on / in the ground | toprağın içinde |
on a book auction | bir kitap müzayedesinde |
on a higher seat | daha yüksek bir oturakta |
on a silver tray | gümüş bir tepsi içinde |
on a silver tray | gümüş bir tepsi içinde |
On account of/ by implication / because of | dolayısıyla |
on all of them (slang) | alayında |
on charges of "qualified plundering and criminal organization" | "nitelikli yağma ve suç örgütü kurma" iddiasıyla |
on charges of / alleged to (s) | suçlamasıyla |
on charges of making organized migrant trafficking | "Örgütlü olarak göçmen kaçakçılığı yapmak" suçlamasıyla |
on Chinese soil | Çin topraklarında |
on duty /on guard | nöbetçi |
On Friday he would do a presentation. | Cuma günü bir sunum yapacaktı. |
on her left foot | sol ayağında |
on her left front foot | sol ön ayağında |
on his back | Sırtında |
on judgement day | yargı günü |
on markets on fairs | pazarlarda, panayırlarda |
on Mondays | Pazartesileri |
on one condition ... | tek bir koşulla... |
On places where tight groups of trees dropped a deep shadow | Sıkı ağaç topluluklarının derin bir gölge düşürdüğü yerlerde |
on sale | indirimde |
on sunday | pazar günü |
on the back | sırtüstü |
on the brigdes the traffic is blocked (clogged/stuck) | köprülerde trafik tıkanıyor |
on the first hearing | ilk duyuşta |
on the Gravelstone way/ auf dem Kiesweg | Çakıl yolunda |
on the grill | mangalda |
on the north side | kuzey tarafında |
on the opposite side | karşı tarafta |
on the other hand | öte yandan |
on the other side of / on the far end of / beyond | ötesinde |
on the other side of Bela | Bela'nın öbür yanında |
On this page you can view, change or convert your orders into a single order. | Bu sayfada siparişlerinizi görebilir, değiştirebilir veya tek bir siparişe dönüştürebilirsiniz. |
on time | zamanında |
on top (...z) | üzerinde |
on top of it / in addition/ moreover / plus / also (b) | bir de |
on top of it / moreover / what's more | üstelik |
on top of the trees in the east | doğudaki ağaçların üzerine |
once (being) bright | bir zamanlar parlak olan |
once (upon a time) | bir zamanlar |
Once a thief always a thief / The addict is more desperate and dangerous than the rabid. ("Addiction" here has no special reference to drugs; it merely points to "one who is used to".) | Alışmış kudurmuştan beterdir. |
once a week | haftada bir |
once and for all | ilk ve son olarak |
once in a lifetime | hayatta bir kere |
Once there used to lodge a merciless band of robbers there. | Orada bir zamanlar acımasız bir eşkıya çetesi barınıyormuş. |
once upon a time / at one time (z. b.) | zamanın birinde |
once upon a time / es war einmal (Wahrscheinlich gab es ein, wahrscheinlich gab es kein) | bir varmış bir yokmuş |
One (i) could think some times that one is invisible, right? | İnsan bazen görünmez olduğunu düşünebiliyor değil mi |
One (of +gen) (t) | teki |
one and a half miles away from | bir buçuk mil açığında |
one and a half miles away from the trap area | tuzak alanının bir buçuk mil açığında |
one by one | birer birer |
one by one | teker teker |
One day dear Mother duck swam crying. Mother duck said (rep) quack quack, five ducks came back. (from a children's song) | Bir gün annecik ördek ağlıyormuş yüzerek Anne ördek vak vak demiş, beş ördek geri gelmiş. |
One day five small ducks secretly hid. Mother duck said (rep) quack quack, four ducks have come back. (from a children's song) | Bir gün beş küçük ördek saklanmışlar gizlice. Anne ördek vak vak demiş, dört ördek geri gelmiş. |
One day one small duck secretly hid. Mother duck said (rep) quack quack, the last duck didn't come back either. (from a children's song) | Bir gün bir küçük ördek saklanmışlar gizlice Anne ördek vak vak demiş, son ördek de gelmemiş |
one day you'll end up in a madhouse | bir gün tımarhaneyi boylayacaksın |
One flower is not proof that summer has arrived. equiv: One swallow doesn't bring the summer. | Bir çiçekle yaz gelmez. |
one for each | birer tane |
One hand washes the other. / manus manum lavat. | Bir el diğerini temizler |
One magpie as if she wanted to scold opened her wings and... | Bir tane saksağan azarlarcasına kanat çırpıp... |
One of the beautiful fictional fantasy novels | güzel kurgulanmış fantastik romanlardan biri |
one of the brandy barrels | brendi fıçılarından biri |
one of the important cities in history | tarihteki önemli şehirlerden biri |
one of the most important events in history | tarihteki en önemli olaylardan biri |
one of these | bunlardan biri |
One of these ordinary people | Bu sıradan kişilerden biri |
one quarter / a fourth | çeyrek |
One should remain seated until the plane lands. | Uçak yere inene kadar herkes yerinde oturmalı. |
one step (stair) from the top | en üstten bir alttaki basamak |
one upon another / one after the other / successively | üst üste |
One way / one direction | Tek yön |
one's fingers itch to do sthg | bir işi yapmaya çok heveslenmek |
one's lucky day | şanslı günü |
one(of) | biri |
onion | soğan |
online | çevrimiçi |
Only (s) his huge grey eyes revealed the restless (h) fire burning beneath this calm appearance. | Bu sakin görünüşün altında yanan huzursuz ateşi sadece iri gri gözleri açığa vuruyordu. |
only / lediglich / but / however | ancak |
only a fool / an idiot / just a fool | yalnızca bir aptal |
Only at the sea there was a little bit of wind. (At that moment, there was some wind only on the sea, and nowhere else.) | Yalnızca denizde biraz rüzgâr vardı. |
only he didn't dare to disobey | fakat itaatsizlik etmeye cesaret edemedi |
Only in winter there is snow. !it If it ever snows, it happens only in winter. (There may be winters when it doesn't.) | Yalnızca kışın kar olur. |
Only it seemed that there was no possibility (for him) to move | ancak kıpırdamasına olanak yokmuş gibi görünüyordu |
Only official and public transport vehicles were allowed at the event | Sadece resmi ve toplu taşıma araçlarına izin verilen etkinlikte |
Only on the trees were some leaves. | Yalnızca ağaçlarda biraz yaprak vardı. |
Only one magpie from inside one of the rhododendron bushes growing around the house... | Yalnızca, evin çevresinde büyüyen ormangülü çalılarının birinin içinden bir tane saksağan |
Only those who have a lot of money can buy a yacht. | Yalnız çok parası olanlar, bir yat alabilir. |
Only, there is one condition | Sadece, bir şartı var. |
onto his chest | göğüsüstü |
Onyx | oniks |
ooops ! / oh ! | aman! |
opal | opal |
Opal (p) | panzehir taşı |
Open the window that we get a little air. (lit. open the window and let it blow) | Pencereyi aç da essin. |
open to change / innovation | yeniliğe açık |
opera | opera |
operation (med) | ameliyat |
opinion / conviction | kanaat |
opinion / idea | görüş |
opponent /competitor / Konkurrent | rakip |
opportunity | fırsat |
opposite / adverse / spiteful (a) | aksi |
opposition /contrast / hostility | karşıtlık |
Oppossum / Beutelratte | keseli sıçan |
oppressed | mazlum |
optical trick | optik hile |
optician | gözlükçü |
optimism | iyimserlik |
optimistic | iyimser |
option / choice / alternative | seçenek |
or | veya |
Or (rather not)/ otherwise | Mi yoksa mı |
or (y) | ya da |
Or (y) should it never change | Yoksa hiç değişmemeli mi |
or caught in the fires pursuing them | veya onları kovalayan yangınlara yakalanmış |
or I will lose my patience | yoksa sabrım taşacak |
or perhaps | belki de |
oral presentation | sözlü sunum |
orange | portakal |
orange (colour) | turuncu |
orange juice | portakal suyu |
orangeish (s) | turuncumsu |
orangeish (t) | turuncumtrak |
orbit | yörünge |
orchard | meyvelik |
order (command)/ Befehl | emir |
order (tidiness) | düzen |
Order / Ordnung (biol.) (e.g. Carnivora/Raubtiere) | takım |
order /Bestellung | Sipariş |
order /comnand | komuta |
ordinary / common | sıradan |
ordinary people | sıradan kişiler |
oregano | yabanı mercanköşk |
organisation | organizasyon |
organization | örgüt |
organizations | kuruluşlar |
organized (ö) | örgütlü |
original | özgün |
ornated / decorated | süslü |
ostrich | devekuşu |
Others think that Allah made use of evolution to create our earth. | Başkaları Allah'ın dünyamızı yaratmak için evrimden yararlandığını düşünür. |
otherwise / if not / or else | aksi takdirde |
our ancestores | atalarımız |
Our customs must seem strange to you. | Geleneklerimiz size yabancı görünüyor olmalı. |
our family ties | aile bağımız |
Our love of our homeland never changed. | Vatan sevgimiz hiç değişmedi. |
Our meals are very varied. | Yemeklerimiz çok çeşitlidir. |
Our mother always watches the news. | Annemiz haberleri her zaman izler |
our obligations and ties | yükümlülüğümüz ve bağlarımız |
Our teacher is not a/ the man to be fired. | Bizim hocamız kovulacak adam değil. |
our tour guide was suddenly gone | tur rehberimiz aniden yok oldu |
our unwavering faith | sarsılmaz inancımız |
out east | doğuda |
Out of (in) the silence he thought that he heard tiny bare feet running | sessizliğin içinden minik çıplak ayakların koştuğunu duyduğunu sandı |
out of my spite | huysuzluğumdan |
out of print (not being present in a book publisher's) | kitap yayımcısında mevcut olmamak |
out of the blue / without any rhyme/reason / ohne Hand und Fuss /sans rime ni raison | durup dururken |
Out of the blue I stumbled over/came across the following : | Durup dururken şuna rastladım : |
Out of use / out of order / außer Betrieb | Kullanım dışı |
out west | batıda |
outbox | giden kutusu |
outer space | dış uzay |
outgoing messages | giden mesajlar |
outline | ana hat |
outlit | priz |
outside factor | dış faktör |
Outside the burning area the grass was flattened. | Yanan alanın dışındaki çimenler düzleşmişti. |
oval | elips |
Oven / stove / furnace (january) | ocak |
over winter | kış boyunca |
over-zealous | çok istekli bir biçimde |
overall average / with good and bad sides | iyi kötü |
overcrowded /chock-full | tıklım tıklım |
overenthousiastic | aşırı coşkulu bir hâlde |
overestimated | fazla tahmin edilmiş |
overjoyed (in a state full of joy) | neşe dolu bir hâlde |
overjoyed / grin from ear to ear (lit his mouth is in his ears) | Ağzı kulaklarında |
overlapping | örtüşen |
overseas | denizaşırı ülkelerde |
overtime | fazla mesai |
overview | genel bakış |
overweight | kilolu |
overweight | kilolu |
overweight | kilolu |
overwhelming | kahretici |
owl | baykuş |
owner | sahip |
owners | sahipler |
oxygen / Sauerstoff - O 8 | oksijen |
ozone hole | ozon deliği |
pack /package /bundle | bohça |
pack up and leave | tası tarağı toplayıp gitmek |
padlock / Vorhängeschloß | asma kilit |
page | sayfa |
pain | ağrı |
pain /twinge / pang /ache (s) | sancı |
pain that will never leave | hiçbir zaman terk etmeyecek olan acı |
pain that will never leave completely | hiçbir zaman tam olarak terk etmeyecek olan acı |
painful | acı verici |
painkiller | ağrı kesici |
paint | boya |
painting | tablo |
paintings and mural paintings | tablolar ve duvar resimleri |
pair (+ sg) / couple | çift |
palace | saray |
pale (...g) | solgun |
pale (...k) | soluk |
pale (a) | akça |
pale coloured | soluk renkli |
pale skinned | soluk tenli |
Pale(ly) | Solgun solgun |
Pale(ly) it had sat on top of the trees in the east | Solgun solgun doğudaki ağaçların üzerine oturmuştu |
palm ( hand) | aya |
Palm (hand) | avuç |
palmtree /Palme | palmiye |
palpitation / throb | çarpıntı |
pancake | krep |
Papaya | Papaya |
paper | kağıt |
paper / document (e) | evrak |
paper pieces | kağıt parçaları |
paper tissue /tissue | kağıt mendil |
paperclip /Büroklammer | ataş - ataç |
Paprika | (toz) kırmızıbiber |
parable / comparison | benzetme |
parachute /Fallschirm | paraşüt |
parachuting | paraşütle atlama |
paradise | cennet |
parallel / Paralele | paralel |
Paranuss | brezilyacevizi |
parasite | asalak |
parasitic (by being a parasite) | asalak olarak |
parcel / package | paket |
parent(s) | ebeveyn |
parents (a) | anababa |
park | park |
parking permit | park müsaadesi |
parking permit | park müsaadesi |
parliament | meclis |
parrot | papağan |
parsley | maydanoz |
part /section /segment / cut (k) | kesim |
partially /teilweise / une partie | bir kısmi |
participation / joining /contribution / taking part | iştirak |
particle | parçacık |
particle / speck / atom | zerre |
particle used at sentence beginning to signify 'what if' | ya |
partly / partially / to a certain extend / teilweise / zum Teil | kismen |
partly also because of the horrific nature of the events / und teilweise wegen der schrecklichen Natur der Ereignisse | kısmen de olayların dehşetengiz tabiatı nedeniyle |
partly to keep the identity of victims secret / teilweise, um die Identität der Opfer geheim zu halten | kısmen kurbanların kimliğini gizli tutmak amacıyla |
partner (o) | ortak |
Partridge /Rebhuhn | keklik |
party | parti |
Pass me the salt | Tuzu uzat |
passage | geçit |
passenger | yolcu |
passenger car /Personenwagen | binek aracı |
passion /ambition | tutku |
passionate | tutkulu |
passionate desire | aşırı istek |
Passionsfrucht (fortune wheel /catherine's wheel) | Çarkıfelek |
passport | pasaport |
password | Şifre |
pasta | makarna |
pastries (h.i.) | Hamur işleri |
pastry filled with cheese or meat / palm sized buns with or without filling | poğaça |
patch (piece of cloth for mending/Flicken) / informatic:a small piece of code inserted into a program to improve its functioning or to correct a fault. "a program patch that fixes a bug"/a language patch | yama |
pate de foie gras | kaz ciğeri ezmesi |
path / footpath / trail / track | patika |
Patience /forbearance/ steadfastness/ endurance | sabır |
Patience had marked a big part (b) of his life. (y) | Sabır, yaşamının büyük bir bölümüne damgasını vurmuştu. |
Patience is a virtue. | Sabır bir erdemdir. |
patriot (Heimatliebend) | yurtsever |
Pause (button ) | durdur (düğmesi - butonu ) |
pavement / sidewalk / trottoir | kaldırım |
Payment method | Ödeme Şekli |
payment status | Ödeme Statüsü |
pea / Erbse | beselye |
peace | barış |
peaceful /restful /at ease | huzurlu |
peach | şeftali |
peacock /Pfau | tavuskuşu |
peacock feather | tavuskuşu tüyü |
peak / height / climax | doruk |
peak traffic hours | trafiğin en sıkışık olduğu saatler |
pealed / geschält | (Kabukları) soyulmuş |
peanut | fıstık |
pear | armut |
pearl | inci |
Pecannuss | Pekan cevizi |
pectoral (chest muscle) | göğüs kası |
peddlar | çerçi |
peddler (g e) | gezici esnaf |
peddler (t) | tuhafiyeci |
pedestrians | yayalar |
Peewit /Kiebitz | kız kuşu |
pelican | pelikan |
pencil sharpener /Bleistiftanspitzer | kalem tıraş |
penetrating look /piercing look /steel gaze | delici bakış |
penguin | penguen |
Penny /sou / brass farthing | metelik |
people /folk | halk |
People like Yana always looked for exceptions, different possibilities and exoticism. | Yana gibi kişiler; kuraldışılıkları, farklı olasılıkları ve egzotikliği ararlardı. |
People like Yana always looked for exceptions. | Yana gibi kişiler hep kuraldışılıkları ararlardı. |
people who are always longed for (who are always missed) | hep özlenen kişiler |
People who do not harm anyone | kimseye zararı dokunmayan insanlar |
people who have the possibility of either dying of pest or being killed by traveling soldiers | ya vebadan ölmek ya da gezici askerler tarafından öldürülmek gibi olasılıkları olan insanlar |
pepper | biber |
pepper shaker | biberlik |
peppercorn | tane karabiber |
peppermint | nane |
per / apiece /each | beher |
per kilometre | Kilometre başına |
per year | beher yıl |
percent / in hundred | yüzde |
perch /Barsch | levrek |
Perch, turbot (Steinbutt), red mullet (Rotbarbe), lobster, shrimps and mussels | Levrek, kalkan, barbunya, istakoz, karidesler ve midyeler |
perfect / faultless / impeccable | kusursuz |
perfect/competent /mighty (y) | yetkin |
perform a marriage ceremony | nikâh kıymak |
perform five time islamic prayer in a day | günde beş vakit namaz kılmak |
Perhaps the ocker coloured (b) wall plaster looked/seemed only (s) by twilight so dirty. | Belki de koyu sarı boyalı duvar sıvası sadece alacakaranlık vakti bu kadar kirli görünüyordu. |
period (menstruation) | regl |
period /cycle /turnover /age | devir |
periodic table / Periodensystem | Periyodik tablo |
periodical (newspaper) | belirli aralıklarla çıkan gazete |
periodocally / at certain intervals | belirli aralıklarla |
permanent job | sürekli iş |
permanent damage (h) | kalıcı hasar |
persecution | zulüm |
persistant watchfulness/vigilance | ısrarlı uyanıklık |
persistingly | inatla |
person /human being | insan |
personal | Kişisel |
Personal development tests | Kişisel gelişim testleri |
personally / in person | bizzat |
pessimism | kötümserlik |
pessimistic | kötümser |
pessimistic (k) | karamsar |
pest (ilence) /plague | veba |
pet shop | evcil hayvan dükkanı |
Petal / Blütenblatt /('crown leaf') biol. otherwise ciçek yaprağı | taçyaprak |
pharmacy | eczane |
pheasant /Fasan | sülün |
philosophy | felsefe |
phoenicians | Fenikeliler |
Phosphorus /Phosphor-P 15 | Fosfor |
photo | fotoğraf |
photo album | fotoğraf albümü |
photo enthusiasts /photo freaks | fotoğraf düşkünleri |
photo frame | fotoğraf çerçevesi |
photographer | fotoğrafçı |
phrase /expression /locution | tabir |
Phylum /Stamm (biol.) (e.g. Chordata /Chordatiere (Wirbeltiere/ Schädellose /Manteltiere) | şube |
physics | fizik |
physiological | fizyolojik |
piano | piyano |
piccolo flute | pikolo flüt |
picnic | piknik |
picture / painting | resim |
piece | parça |
piece /grain / seed | tane |
piece by piece | parça parça |
pig | domuz |
pigeon | gücercin |
piggy | domuzcuk gibi |
piglet | domuz yavrusu |
pike /pickaxe | kazma |
pill | hap |
pillow /Kissen | yastık |
pin /Reisszwecke | raptiye |
Pine nut / Pinienkern | Çamfıstığı |
pine tree | çam |
pineapple | ananas |
pinetree / Kiefer | fıstık çamı |
pink | pembe |
pink tinted /rose coloured /bed of roses /rosarot | tozpembe |
pinkish (s) | pembemsi |
pinkish (t) | pembemtrak |
pipette (p) | pipet |
pique (cards) | maça - pik |
Pistazie | Antepfıstığı |
pit / (big) hole / hollow / Grube | çukur |
pitch darkness | zifiri karanlık |
place /environment ( where you are / not surroundings) / atmosphere (o) | ortam |
place /space /sight /locality | mekân |
plain / meadow | ova |
plain / prairie | düzlük |
plainness / simplicity / Nüchternheit | yalınlık |
plan | plan |
planed / gehobelt | rendelenmiş |
planet | gezegen |
planning | planlama |
plant | bitki |
plants / vegetation | bitkiler |
plaster | sıva |
plateau (geographical term) | plato |
Platin | platin |
playcard | oyun kağıdı |
player /actor | oyuncu |
pleasant | hoş |
please (slang) | nolur |
please - If you do this for me, I'll do anything for you / lit. Let me be your slave and disciple ! | Kulun kölen olayım ! |
Please accept my apology. | Lütfen özrümü kabul edin. |
Please answer the question honestly. | Lütfen soruyu dürüstçe cevaplayın. |
Please close the door when you get out. | Lütfen,çıkarken kapıyı kapatın. |
Please complete your exercise. | Lütfen eğitimini tamamla. |
Please consider me for the job. | İş için, lütfen beni göz önünde bulundurun. |
Please don't be offended | Lütfen şimdi bana darılma |
Please don't disturb him while he is studying. | Lütfen, ders çalıştığı zaman onu rahatsız etme. |
Please don't show us those pictures again | lütfen şu fotoğrafları bize tekrar gösterme |
Please leave me in peace ! | lütfen beni rahat bırak |
please let me know | lütfen haberdar edin |
Please repeat ! | Tekrar et lütfen ! |
please sit down | lütfen oturun |
Please text me ! | Lütfen bana mesaj at ! |
Please, have your boarding pass ready at the counter | Gişeye geldiğinizde, lütfen uçuş kartınız hazır olsun. |
pleased / satisfied / delighted (h) | hoşnut |
pleasing /gratifying / satisfactory | memnuniyet verici |
pleasurably/satisfactorily / pleasingly | memnun edici bir şekilde |
pleasure / delight | zevk |
pleasure / delight / bliss / merriment (k) | keyif |
pleasure /gratification | haz |
pleated /folded /Falten- | pilili |
plentiful / abundantly / generously / plenty | bol bol |
plenty | bol |
pliers /Zange | pense |
plum | erik |
plump /fat (t) | tombul |
plump /tactless /blunt | patavatsız |
plunder / looting / robbery | yağma |
plunder / looting / robbery | yağma |
plus / positif (e.g. electrons) | artı |
pneumonia | zatürree |
pocket | cep |
pocket knife | çakı |
point | puan |
point (in numbers) | nokta |
point / issue / matter (h) | husus |
point of view | bakış açısı |
poison | zehir |
poisonous | zehirli |
polar bear | kutup ayısı |
polar bear fur / Eisb¨arfell | kutup ayısı kürkü |
Pole / polar /terminal | kutup |
pole star | kutup yıldızı |
police | polis |
police (z) | Zabıta |
police headquarters / police department / security directorate | Emniyet Müdürlüğü |
police hotline | 155 polis imdat |
police officer | polis memuru |
police record / criminal record | adli sicil |
polished / glazed / finished | cilalı |
political asylum | siyasal iltica |
politician | siyasetçi |
politicians actually control nothing | siyasetçiler aslında hiçbir şey kontrol etmiyorlar |
politicians always promise to change the law | siyasetçiler her zaman kanunu değiştirmeye söz verirler |
politics | siyaset |
poll | anket |
pollen | polen |
polls (y) /inspections /examinations | yoklamalar |
poltergeist | afacan peri |
pond /small lake | gölet |
pony | midilli |
poor (y) | yoksul |
poor /needy | yoksul |
poor you /poor soul /die /der Ärmste /das arme Ding | zavallıcık |
popcorn | patlamış mısır |
poplar / Pappel | kavak |
popstar | pop yıldızı |
population | nüfus |
porc | domuz eti |
porcelain (p) | porselen |
portable | taşınabilr |
porthole /bull's eye / Bullauge | lomboz |
portrait | portre |
portrait drawing | portre çizimi |
portrait fotography | portre fotoğraf |
portrait page orientation | dikey sayfa düzeni |
portrait painting | portre resim |
portray (opposite to landscape) | dikey |
position / posture / stance / condition (v) | vaziyet |
positive | olumlu |
positively charged / positive geladen | artı yüklü |
possibility | olasılık |
possibility | olanak |
possible | mümkün |
possible but not necessarily | olabilir ama şart değil |
possible to be eaten / edible | yenebilen |
possible to be grasped/ understood | kavranabilmek |
Poste code | Posta Kodu |
Potassium / Kalium - K 19 (Gümüşümsü beyaz / alkali metaller) | potasyum |
potato | patates |
potion / elixir | ikisir |
potplants | saksı bitkileri |
poultry / Geflügel (specific) | kümes hayvanları |
poultry (very general /winged animals) | kanatlı hayvanlar |
pound | pound |
pounds (kilos) of | kilolarca |
pounds (kilos) of the best kind of Turkish delight | kilolarca en iyi cins Türk lokumu |
powdered sugar | pudra şekeri |
power | güç |
power (..v) | kuvvet |
power (t) | takat |
power /potential /capacity /capability (i) | iktidar |
power switches / Lichtschalter | elektrik düğmesi |
powerful | güçlü |
powerful/ violent/ furious/ hard / difficult | zorlu |
PowerPoint Presentation | PowerPoint sunuşu |
Powerpoint slide show | Powerpoint slayt gösterisi |
pragmatists | pragmatistler |
prairie / field | kır |
praise | övgü |
Praise ! | Övün! |
Praise (thank) the Lord for He is good ! (Ps 106:1) | RAB'be şükredin, çünkü O iyidir. |
prank / teazing remark /Streich | şaka |
prayer | dua |
prayer (islamic) | namaz |
prayer call | ezan |
prayer rug | namaz seccadesi |
prayer time | namaz vakti |
precaution /vigilance /prudence | ihtiyat |
precious stones | değerli taşlar |
precipitation (rain) | yağış |
precise / clearcut | kesin |
predatory | yırtıcı |
prediction /estimation / Einschätzung /Hochrechnung/ Vorhersage | tahmin |
pregnant | hamile |
preparations are (being) made | hazırlıklar yapılmaktadır |
preposition | edat |
present study | mevcut çalışma |
presentable ( with smooth appearance) | düzgün görünüşlü |
presentation /supply / offer (...m) | sunum |
presentation software | sunum - sunuş yazılımı |
presenting (verbal noun) | sunuş |
presenting /feature/ presentation /introduction (...ş) | sonuş |
president / chairman | başkan |
press members | basın mensubu |
pressure | basınç |
pressure / impression / print | baskı |
presumably / in any case / sans doute | her halde |
pretext / Vorwand | bahane |
Pretty much / considerably / quite a bit (b) | bayağı |
Pretty much / considerably / quite a bit (still in use but oldfashioned) | hayli |
prevention / measure / precaution | önlem |
previous / before | önceki |
previously unknown | önceleri bilinmeyen |
prey (a) | av |
price (to pay) | fiyat |
prickly pear/ Kaktusfeige | dikenli incir |
pride | gurur |
priest / pater / clergymen | rahip |
priesthood | rahiplik |
primary elections /Vorwahlen | önseçimler |
primary elections held in different states | farklı eyaletlerde yapılan önseçimler |
primates | primatlar |
prime minister / chancellor | başbakan |
primitive (cultures/ not technically advanced) | ilkel |
primitive /simple / easy / lowleveled | basit |
primitive culture | ilkel kültür |
primitive society | ilkel toplum |
Primitive tribe /clan | ilkel kabile |
primitivity / vulgarity | basitlik |
Prince of Peace | Esenlik Önderi |
principally / originally / true | asıl |
principle | prensip |
principle /guideline /rule /doctrine /precept /motto | ilke |
print layout | baskı sayfa düzeni |
printer | yazıcı |
printing shop | matbaa |
prison | hapis(hane) |
prison (t) | Tutukevi |
prison cell | hücre |
prisoner (m) | mahkum |
prisoner(..s) | tutsak |
prisoner(kl) | tutuklu |
privacy | mahremiyet |
private / special | özel |
priviledge | ayrıcalık |
probably | büyük olasılıkla |
probably / likely/ most likely | muhtemelen |
probably I have a lack of confidence | Herhalde güven eksikliğim var |
probation /supervised liberty / supervised release | Denetimli Serbestlik |
Probation Bureau teams (controlling people released on probation) | Denetimli Serbestlik Bürosu ekipleri |
problem | sorun |
Problem/ grievance / distress / nuisance / trouble | dert |
procedure, operation, transaction, process, proceeding, processing, treatment | işlem |
process | süreç |
Proclaim it from the rooftops | Damlardan duyurun |
product / fruit (ü) | ürün |
production / program | yapım |
Products are manufactured to whet the appetite (in a way to whet the appetite) / Produkte werden hergestellt, um den Appetit anzuregen (auf eine den Appetit anregende Weise) | Ürünler iştahını kabartacak şekilde imal ediliyor |
profession | meslek |
professional | profesyonel |
professor | profesör |
profile | profil |
program | program |
progressively / steadily / more and more | gittikçe |
prologue | Öndeyiş |
promise (s) / word (saying) | söz |
promise (v) | vaat |
Promise me to come back | döneceksin diye söz ver |
promontory /headland / Landzunge | burun |
pronunciation / utterance /articulation | telaffuz |
proper / properly | doğru dürüst |
properly | düzgün bir şekilde |
prophecy / oracle / divination | kehanet |
prosescutor / sollicitor | savcı |
protect it /keep an eye on it | ona göz kulak ol |
proton | proton |
proud / haughty | mağrur |
proverb / saying | atasözü |
province / county / provincial | il |
provincial directorate of security | il emniyet müdürlüğü |
Provincial Gendarmerie Command(er) | İl Jandarma Komutanlığı |
provision | karşılık |
provocative /tantalizing | kışkırtıcı |
prudent / cautious (t) | temkinli |
pry about, spy outkolaçan etmek, prowl, walk about | kolaçan etmek |
psychiatric hospital / madhouse / asylum | tımarhane |
psychologist | psikolog |
pub / bar | bar |
puberty | ergenlik |
public opinion | kamuoyu |
public opinion polls | kamuoyu yoklamaları |
public transport vehicles | toplu taşıma araçları |
publicity | reklam |
publishing house | yayınevi |
puddle /flaque d'eau /Pfütze | su birikintisi |
pufferfish /Kugelfish | balon balığı |
puffy /blown up / bulgy | şişkin |
Pumice/ Bimsstein (poröses glasiges Vulkangestein) | ponza |
Punch /Locher | delik zımbası |
punishment | ceza |
Puppet | kukla |
pure /innocent / naive/ fool | saf |
purple | mor |
purpose/goal / objective | amaç |
purposely | inadına |
purr (sound of a cat) Schnurren /ronronnement | mırlama |
pursuing (Pres Participle) | kovalayan |
pursuit / chase /Verfolgung | takip |
Push ! | itin(iz) ! |
Push pause ! | Durdura bas ! |
push play ! | playe bas ! |
Push reset ! | Resete bas! |
push stop ! | Stopa bas ! |
pushing the door handle (k) | kapının koluna bastırarak |
put in / cut in /connect / activate / enable | devreye sokmak |
Put on your life jacket. | Can yeleklerinizi giyin. |
put what has passed aside / put your past behind you | geçmişi bir kenara koy |
put your foot down (on the gas)! | Ayağını gaza bas ! |
putrid / evil smelling /malodourous (l) | leş gibi kokan |
puzzle / jigsaw | yap-boz |
qn impish look | muzip bir bakış |
Qnd his blood is used as fuel for the time travel machine (the time machine to send back into the past) | Onun kanı da geçmişe yollayacak olan zaman makinesi için yakıt olarak kullanılıyormuş |
qualified | kalifiye |
qualified / elligible / meritable / sufficient / having the quality of | nitelikli |
qualified looting and establishing a criminal organization | nitelikli yağma ve suç örgütü kurma |
qualified plunder /qualified robbery | nitelikli yağma |
qualitative | nitel |
quality | kalite |
quality /characteristic /qualification | vasıf |
quantity | miktar |
quarts (stone) | kuvars |
queen (cards) | kız |
Queen (chess) | vezir |
query /inquiry /question | sorgu |
question | soru |
quick / rapid/fast / hasty (adj) | hızlı |
Quick Order Line | Hızlı Sipariş Hattı |
quick/fast thinking | hızlı düşünme |
quickly (adv) all of a sudden fast | hızla |
quickly (adv) in no time (ç) | çabucak |
quickly (t) | tez |
quicksand /Treibsand | hareketli kum |
quiet / calm / serene | sakin |
quietly / noiselessly | sessizce |
quietness / calmness / serenity | dinginlik |
quilt /duvet | yorgan |
quinoa | kinoa |
quite / rather /pretty | oldukça |
quite elaborated /quite developed | oldukça gelişmiş |
quite wealthy(v) relatives | oldukça varlıklı akrabalar |
Quitte | ayva |
quiver (o) | okluk |
quiver (s) | sadak |
rabbit | tavşan |
race (biological) | ırk |
race (competition) | yarış |
race track / route / parcours | parkur |
Racoon / Waschbär (r) | rakun |
Racoon / Waschbär (regional) | çamaşırcıayı |
radio | radyo |
radish | turp |
radius | yarıçap |
raging /combattive /ill-tempered | hırçın |
rain | yağmur |
rainbow | gökkuşağı |
raincoat | yağmurluk |
raindrop | yağmur damlası |
rainfall / downpour / shower | sağanak (yağış) |
rainforest | yağmur ormanı |
Rand touched his arrow. | Rand okuna dokundu. |
random / casual | gelişigüzel |
ransom | fidye |
ransom | fidye |
rape / assault | tecavüz |
rapid improvement (d) | hızlı düzelme |
rapid improvement (g) | hızlı gelişme |
rapidly changing | hızla değişen |
rapidly increasing | hızla artan |
rapist | tecavüzcü |
rare (adj) | nadir |
rare /scarce /few and far between | seyrek |
rare /unusual /exeptional (e) | ender |
rare books | nadir bulunan kitaplar |
rare diseases | seyrek görülen hastalıklar |
rarely encountered | seyrek rastlanan |
rarer /sparesely | seyrek |
raspberry | ahududu |
rat /mouse | sıçan |
rate | oran |
Rather / more correctly | daha doğrusu |
rather small / dwarfish (k) | küçümen |
Rather than believing this I'd prefer to believe in the magic craw. | Buna inanmaktansa sihirli bir kargaya inanmayı yeğlerdim. |
rather than believing this /instead of believing this | buna inanmaktansa |
Rather than waiting 20 minutes for the bus let's go by taxi. | Yirmi dakika otobüsü beklemektense, taksiyle gidelim. Sinemaya |
rather than x | x- den ziyade |
rather than x-ing /instead off x-ing | x-maktansa - x-mektense |
ration /portion (t) | tayin |
raven | kuzgun |
raving /craving | doymak bilmez iştah |
ray (fish) | vatoz |
rayon / section / department | reyon |
re-confrontational procedure | yeniden ve yüzleştirme usulü |
reaction | tepki |
ready | hazır |
real estate agent /Makler | emlakçı |
realistic /down to earth / practical | gerçekçi |
reality | gerçeklik |
Really ! You shouldn't have (bothered yourself) | gerçekten! bu kadar zahmet etmeseydin! |
really / actually /honestly (s) | sahiden |
really / tatsächlich | sahi |
really / truly / indeed | gerçekten |
really / very (with adj / adv but not for verbs) | gayet |
Really ? | Sahi mi? |
realm (a) / world / jollificatian / party / boooze-up | alem |
rear (a) | art |
reason | sebep |
reason / cause | neden |
reason / motive (y) | yüz |
Reasoning with an ignorant is a lot more difficult than making a camel jump over a ditch | Cahile söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur. |
reasonnable | makul |
receiver (receiving person) /Empfanger | alıcı |
recently | son zamanlarda |
recently / the other day | geçenlerde |
receptive / innovative / progressive | Yenilikçi |
reckless / careless / fearless / unrestrained (p) | pervasız |
record /registration / enrolement | kayıt |
rectangle | dikdörtgen |
recycling /recyclable /biodegradable | geri dönüşümlü |
red | kırmızı |
red / rosy / scarlet | al |
red coral / Edelkoralle (for gems) | mercan |
red coral jewelry | mercan takı |
red currants / rote Johannisbeere | kırmızı frenküzümü |
red lentils | kırmızı mercimek |
red mullet / Rotbarbe (20cm (max 30cm) perchlike Mediterr,N.E Atlantik, Karadeniz. Live on muddy or sandy grounds) | barbunya |
red wine | kırmızı şarap |
red-handed | suçüstü |
reddish (s) | kırmızımsı |
reddish (t) | kırmızımtrak |
reed | saz |
reed (k) / Schilfrohr | kamış |
reedpipe / flute | kaval |
refectory / dining hall | yemekhane |
referee | hakem |
reflection | yansıma |
refreshing (f) | ferahlatıcı |
refuge | sığın |
refuge /asylum /Asyl | iltica |
region | bölge |
register /record / credentials | sicil |
registered / recorded / listed / enrolled | kayıtlı |
registration file | sicil dosyası |
registration number | sicil numarası |
Regretfully she puts the shoes back (in their place) | Üzülerek ayakkabıları yerine koyar. |
regular / usual / common / accustomed (a) | alışılmış |
reign / sovereignity | egemenlik |
rein / Zügel (d) | dizgin |
related to the consumed food | tüketilen gıdalarla ilgili |
release (button) / trigger / timer /shutter (camera) | deklanşör |
relevance / relation /connection / interest /concern | alâka |
relevant | alakalı |
reliable / trustworthy / dependable /faithful / treu | Güvenilir |
reliance on a man | adama dayanma |
Relief / embossment | kabartma |
religion | din |
religion is an important topic | din önemli bir konu |
religious (person) | dindar |
reluctant / inwilling/ ungern | isteksiz |
remarkable | dikkat çekici |
remboursement account | iade hesabı |
reminiscent | geçmişten konuşmaya istekli |
reminiscent/ reminding of (a) | andıran |
remote / obscure/ out of the way | ücra |
remote control | uzaktan kumanda |
renewed | yenilenmiş |
rent (fee to pay for renting e.g. a flat) | kira |
repairman / mechanic | tamirci |
reparation works | tamir işleri |
repelling | itici |
replacement / Ersatz- | yedek |
replacement shirt / Ersatzhemd (y.m.) | yedek mintan |
report was saved (computer) | rapor kaydedildi |
reported /announced | bildirilen |
representative | temsilci |
republic | cumhuriyet |
republican | cumhuriyetçi |
repulsiveness /being disgusting/ Widerwärtigkeit | iğrençlik |
Request/ appeal / prayer | Rica |
researchers | araştırmacılar |
resentment /indignation /Groll | içerleme |
reserve / disinterest / coldness / indifference / negligence / listlesness / lukewarmness | kayıtsızlık |
residential | yerleşim |
resignation /demission/Rücktritt | istifa |
resistant | dayanıklı |
resolution (pixel) | çözünürlük |
respect | saygı |
respect (h) | hürmet |
response; answer | yanıt |
responsibillity | sorumluluk |
responsible | sorumlu |
Ressearchers explain its reason as follows : | Araştırmacılar, bunun sebebini şöyle açıklıyor: |
restaurant | restoran |
restless | huzursuz |
restlessly /with steadily excited fidgeting movements /little by little but always moving | kıpır kıpır |
retaliation | kısas |
retired | emekli |
return / refund / restoration / repayment / giving back | iade |
return adres | iade adresi |
return date | iade tarihi |
Return it ! | bunu iade et |
return something to its real owner | asıl sahibine iade etmek |
return without opening | açılmadan iade |
returned item / good | iade mal |
revenge | öç |
revenge / vengeance | İntikam |
revolt /rebellion /uprising / riot | isyan |
reward / prize | ödül |
Rhabarber /rhubarb | Ravent |
Rhododendron | ormangülü |
Rhombus /Raute / diamond (geometr) | eşkenar dörtgen |
rib | kaburga |
ribbon (k) | kurdele |
rice | pirinç |
rich | zengin |
rich in vitamines | vitamince zengin |
rider | binici |
Riding bareback is not fun at all, especially if you don't have the control of the horse or its direction. | Eyersiz ata binmek hiç de eğlenceli değildir, özellikle de atın ya da gittiği yönün kontrolü sizde değilse. |
rifle / Jagdgewehr - a gun, especially one fired from shoulder level, having a long spirally grooved barrel intended to make a bullet spin and thereby have greater accuracy over a long distance. "a hunting rifle" | tüfek |
right (h) | haklı |
right (not left) | sağ |
right / true / correct | doğru |
right along / besides | yanı sıra |
right away | hemencecik |
right away /without thinking much | pat diye |
rıght here | tam burada |
Right in the center of the explosion lay a blue polished stone. | Patlama çapının tam ortasında cilalı mavi bir taş yatıyordu. |
right in the middle | tam ortasında |
Right in the middle (diameter) of the explosion | Patlama çapının tam ortasında |
right of asylum / Asylrecht /Asylanspruch/ droit d'asyl | iltica hakkı |
right on time / exactly on time / pünktlich | tam zamanında |
rim (inner part of a wheel) / Felge | jant |
ring (for the finger) | yüzük |
ring/cercle (h) | halka |
riot /turmoil /uproar /disturbance | kargaşa |
rip /tear /something torn /Riss /Laufmasche | sökük |
ripe / reif | olgun |
rise / uptrend | yükseliş |
risk | risk |
river (ı) | ırmak |
river (n) | nehir |
river rafting (Wildwasserschlauchbootfahren) | rafting |
ro repeat / quote | yinelemek |
road /way | yol |
road sign | tabela |
road signs /Verkehrsschilder | trafik levhaları |
roasted / geröstet | kavrulmuş |
Rob ignored (d) me. | Rob beni duymazdan geldi. |
robber | soyguncu |
robber stories / Räubergeschichten | eşkıya öyküleri |
robbery | soygun |
robin (k) | kızılgerdan |
robin (n) | nar bülbülü |
rock | kaya |
rodent | kemirgen |
roe deers and deers / Rehe und Hirsche | karacalar ve geyikler |
Roggen /rye | Çavdar |
Roggenmehl / rye flour | Çavdar unu |
Roggenmischbrot /rye mixed bread | Çavdar ekmeği karışık |
Roggenvollkornmehl / rye wholemeal flour | Çavdar kepekli un |
roh /uncooked | çiğ |
romantic / dreamy / poetic | romantik |
roof | çatı |
roof (d) | dam |
room | oda |
rooster | horoz |
root | kök |
root (d) | dip |
rope /string | ip |
roquette / rocket /kind of watercress / Garten-Senfrauke | roka |
rose | gül |
rosehip /églantier /Hagebutte | kuşburnu |
rosmary | biberiye |
rotor /propeller | pervane |
rotten | çürümüş |
rotten / foul / fetid / rancid (k) childish expression | kokuşmuş |
rough / turbulent | çalkantılı |
rough / uneven / bergig (with hills) | engebeli |
roughly (k) | kabaca |
roughly (k) / about what time ? | kabaca ne zamandı ? |
round | yuvarlak |
routine | yordam |
row (number...) | sıra |
rowan /sorbier /Eberesche | üvez ağacı |
rowanberry / Vogelbeere | üvez |
rubber boots / Wellingtons / Gummistiefel | lastik çizme |
rubberband /elastic / Schießgummi | paket lastiği |
ruby | yakut |
rude / impolite /mannerless/ discourteous | nezaketsiz |
rudeness | kabalık |
rug / carpet | kilim |
ruined /collapsed | yıkık |
ruined /devastated /ramshackle/ broken down / kaputt | harap |
rule | kural |
ruler /Lineal | cetvel |
rules of international law | uluslararası hukuk kuralları |
rumour | söylenti |
runaway / fugitive | firari |
Rundkorn | yuvarlak taneli tahıl |
rural | kırsal |
rush hours | sıkışık zaman |
Russia constitutes 17 million square kilometers of this. | Rusya bunun 17 milyon kilometre karesini oluşturmaktadır. |
Rustle/ rustling /crackling | hışırtı |
rusty | paslı |
Sable /Zobel (marder kind living in Sibiria /Mongolia) | samur |
sack (ç) | çuval |
sacrifice (rel.) | tanrıya sunma |
sad (h) / melancholic / gloomy | hüzünlü |
sad / sorry | üzgün |
saddle | eyer |
saddle girth /Sattelriemen/Sattelgurt | eyer kolanı |
safe | güvenli |
safe/ secure | güvencede |
safely / safe and sound | sağ salim |
safety | emniyet |
safety /security | güvenlik |
Safran | safran |
sage (herb) | adaçayı |
sailing (sport) | yelken sporu |
sailor/ Matrose | gemici |
salad | salata |
Salami | salam |
salary (= monthly payment) | aylık |
sale | indirim |
sales representative | pazarlama mümessili |
salesman | satış görevlisi |
salinization /Versalzung (soil) | tuzlanma |
saliva /Speichel | salya |
salt | tuz |
saltiness | tuzluluk |
salto / summersault /Purzelbaum | takla |
salvation | kurtuluş |
Samaritan | Samırıyeli |
Samaritans | Samırıyeliler |
same (t) | tıpkı |
sand | kum |
sandal (shoe) | çalık |
sandstone | kumtaşı |
Sandwich | Sandviç |
sapphire | safir |
sapphire (g) | gökyakut |
satellite | uydu |
satisfaction / pleasure | memnuniyet |
Satisfied (t) | Tatmin olarak |
satisfied / content / delighted /pleased | memnun |
saturday | cumartesi |
sauce | sos |
sausage (su...) | sucuk |
savage | yaban adam |
savages | vahşiler |
saved (k) computer | kaydedildi |
saving (b) | birikim |
saving /economy /retrenchment | tasarruf |
saviour | kurtarıcı |
saw | testere |
saxophone | saksafon |
scalp (s. d.) | saç derisi |
scalpel | neşter |
scandalous | çok ayıp |
Scandium - Sc 21 (geçiş metalleri /metalik gri) | Skandiyum |
scar | yara iz |
scarce / limited | kıt |
scarcely any /little if any /so little that it could be called not existing | yok denecek kadar az |
scared to death | ödü kopmuş |
scarf | atkı |
scary | korkutucu |
scary / terrifying / awful / terrible | korkunç |
scatterbrain | dağınık fikirli |
scattered stones | saçılmış taşlar |
schneeweiss | bembeyaz |
Schneewittchen und die sieben Zwerge | Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler |
Schnitzel | şnitzel |
school direktor | okul müdürü |
schoolboy humour | çocukça espri |
Schreibwarenhandlung | kırtasiyeci |
science | bilim |
science fiction films | bilim kurgu filmler |
science lessons | fen dersleri |
Scientists | bilimadamları |
Scientists were very surprised when they noticed this. | Bilimadamları bunu fark edince çok şaşırmışlar. |
scorch marks | yanık izleri |
Scotland | İskoçya |
scoundrel | alçak |
scrap /junk /completely worn out/ready for the scrap heap /Schrott | hurda |
scrape / dangerous situation / tight spot | varta |
scratch / Kratzer | çizik |
scratch / scar /(light wound) | sıyrık |
scratch about / grub up / scharren | eşelemek |
scratch and win (coupons) | kazı-kazan |
scream (ç) | çığlık |
scream for help | imdat çılığı |
screaming and shouting | çığlık çığlığa |
screen | ekran |
screw | vida |
screw driver | tornavida |
scrubb / rubb /massage | ovmak |
sculptured / chiseled | yontulmuş |
sea | deniz |
sea otter | susamuru |
sea urchin /Seeigel | deniz kastanesi |
seafood | deniz ürünleri |
seagull | martı |
seal | fok |
seam /stitch /sewing | dikiş |
Seashell (shell) | kabuk |
season (s - e.g a sport season) | sezon |
seasonal | mevsimlik |
seat / potty (Nachttopf) | oturak |
seat belt | emniyet kemeri |
seaweed | deniz yosunu |
second generation cordless telephone | ikinci nesil kablosuz telefon |
Second next stop is Ankara. | iki sonraki durak Ankara. |
secondary school | orta dereceli okul |
secret (s) | sır |
secret / hidden (adj) | gizli |
secretly | gizlice |
secretly | için için |
secretly / sneaky | gizliden gizliye |
security camera | güvenlik kamerası |
security guard | güvenlik görevlisi |
security in an abstract way e.g. insurance policy / plan B | güvence |
See you later | sonra görüşürüz |
See you next week | Haftaya görüşürüz |
See you soon ! | yakında görüşmek üzere! |
seed / germ | tohum |
Seek ye first His Reign and righteousness | Siz öncelikle Onun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin. |
seemingly / apparently /within sight | görünürde |
seen (Pres Part) | görülen |
seen (Pres Part) from different angles | değişik açılardan görülen |
seen by / to judge from the number of wolves | kurtların sayısına bakılırsa |
seen how you jumped | nasıl atladığına bakılırsa |
seen that / considering that/since/ étant donné que, vu que | Madem |
Seen/compared to the outside it is very warm inside. | Dışarıya göre içerisi çok sıcak. |
seine gedrungene Gestalt / his short stature | bodur yapısı |
seldom /rarely | nadiren |
self confidence | özgüven |
self portrait | otoportre |
selling tiny haberdashery articles | ufak tefek tuhafiye eşyası satan |
send box | gönderilen kutusu |
send him off! | onu oyundan at! |
sensitive /tender/ delicate (h) | hassas |
sentence | cümle |
separation | ayrılık |
seperate / dissimilar / distinct | ayrı |
seperated by / divided by... | ... ile ayrılmış |
seperately | ayrı ayrı |
September | Eylül |
serious / severe | ciddi |
seriously? | cidden mi? |
serpentine | yılansı |
service (h) | hizmet |
sesame seed /Sesamkorn | susam |
Set down the wireless frequency to one hundred kilohertz. | Telsiz frekansın yüz kilohertze indir. |
set square / Dreieck (tool for drawing) | gönye |
settlement | yerleşim merkezi |
seventy | yetmiş |
severe | şiddetli |
sewing machine | dikiş makinesi |
sewing room /Nähstube | dikiş odası |
sexy | cinsel istek uyandıran |
shabby / common | pespaye |
shabby /illbred / rude | seviyesiz |
shade (of a colour) | ton |
shadow | gölge |
Shaking his shoulders he smiled much more embarrassed. | Omuzlarını silkerek daha çok mahcubiyetle gülümsedi. |
Shall I close the door? | Kapıyı kapatayım mı ? |
Shall we add garlic to this yoghurt and then hide it? Or shall we not add garlic and hide it? | Şu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak? Yoksa sarımsaklamasak da mı saklasak? |
Shall we organize another festival? | Bir festival daha mı düzenleyeceğiz? |
Shall we x ? (e) | x -elim mi? |
shame | utanç |
shame / reproach /blemish / fault | ayıp |
Shame on you | ayıp sana |
shameful / vile / crappie / shitty / dishonourable | rezil |
shamelessness | utanmazlık |
Share ! (also information/ experiences) | Paylaş ! |
share /part / portion | pay |
shark | Köpekbalığı |
sharp / keen | keskin |
sharp / pointed | sivri |
sharp and thorny vegetation | sivri ve dikenli bitkiler |
sharp eyed / sharp sighted / pungent | keskin bakışlı |
sharp reflexes | keskin refleksler |
sharp-witted / quick-witted / elvish | cin gibi |
She also was covered up to her throat with white fur. | O da boynuna kadar beyaz kürklerle kaplıydı. |
She always makes him do his homework. | Ona her zaman ödevlerini yaptırtır. |
She always makes me do my homework. | Bana her zaman ödevlerimi yaptırtır. |
She asks (what is ) the price of the brown shoes. | Kahverengi ayakkabıların fiyatını (fiyatının ne olduğunu) sorar. |
She backed off panicking. | Panikleyerek geriledi. |
She began to run barefoot in the dark corridor | Karanlık koridorda yalınayak koşmaya başladı. |
She boiled water in a teapot. | Bir demlik su kaynattı. |
she cautioned us not to talk to anyone | kimseyle konuşmamayı bize tembihledi |
She clıcked her tongue / Sie schnalzte mit der Zunge. | Dilini şaklattı. |
she collects the dirty wash | kirli çamaşırlarını toparlayacak |
She could have bet everything that even during the day they were seldom opened | Onların gün boyunca bile nadiren açıldığına her iddiasına girebilirdi. |
She could have bet everything that they were opened | Onların açıldığına her iddiasına girebilirdi |
She couldn't hinder her voice to tremble from anger. | Sesinin öfkeden titremesini engelleyemedi. |
she couldn't interprete it | yorumlayamıyordu |
she couldn't move from her place | yerinden kıpırdayamıyordu |
she couldn't stand it / she couldn't resist/ endure | dayanamadı |
She crouched down beside one of the trees. /Sie kauerte sich neben einen der Bäume. | Kız ağaçlardan birinin yanında çömeldi. |
She cursed her ennemis and | Düşmanlarına küfredip |
she didn't mean to hurt you | seni incitmek istemedi |
She doesn't like tea or coffee | çay veya kahve sevmez |
She dripped a drop on the snow | karın üzerine bir damla damlattı. |
she enjoys playing badminton, but she likes sailing more | badminton oynamayı sever ama yelkeni daha çok sever |
She felt her grief lightened. | Kederinin haflediğini hissetti. |
She felt that her entire body tensened with fear. | Bütün bedeninin korkuyla gerildigini hissetti. |
She had a beauty that didn't reveal itself on first sight but is slowly discovered. | İlk bakışta kendini ele vermeyen ağır ağır keşfedilen bir güzelliği vardi |
She had a beauty that didn't reveal itself on first sight. | İlk bakışta kendini ele vermeyen bir güzelliği vardi |
She had a beauty that is slowly discovered | ağır ağır keşfedilen bir güzelliği vardı |
she had a pretty good career five years ago | beş yıl önce oldukça iyi bir kariyeri vardı |
She had a serious grudge against me. | O bana karşı ciddi bir garezi vardı. |
she had cautioned/charged me so many times | bunu bana defarlarca tembihlemişti |
She had difficulty to understand what was happening | Neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu. |
She had gathered the hair loosely with hairpins | saç tokalarıyla gevşek bir biçimde toplamıştı. |
She had hid a box of matches in the drawer of her night desk . | Komodinin çekmecesine bir kutu kibrit saklamıştı. |
She had not been mistaken | yanılmamıştı |
She has a comical way of saying things | Her şeyi komik bir şekilde söylüyor. |
She has a house in Istanbul. | İstanbul'da bir evi var. |
She has been my girlfriend for two months. | O, iki aydır kız arkadaşım. |
She has brown eyes and grey hair. | kahverengi gözleri ve gri saçları var |
She has too much money. | çok fazla parası var |
She herself had grown up between stacks of books | Kendisi kitap istifleri arasında büyümüştü |
She hopes that the Internet connection will be good. | İnternet bağlantısının iyi olmasını umuyor. |
She invited me for tea (colloq.) | çaya davet etti |
She is a pretty cute girl with dimples on her cheek(s) when she laughs. | Güldüğünde, yanağında beliren gamzeleriyle, oldukça sevimli bir kız. |
She is accustomed to fly outside. | Dışarıda uçmaya alışkın. |
She is afraid of water. | Sudan korkar. |
She is at least seventy years. | Hele yetmiş yaşında var. |
She is cleaning under her bed. | Yatağının altını da temizliyor. |
She is my friend I can't hurt her. | O, arkadaşım, onu incitemem. |
She is wonderful | o harika |
She kept a bag on her lap | Kucağında bir kese duruyordu. |
She kept pestering at me, what shall I do ? | Başımın etini yedi, ne yapayım ? |
she landed lightly on the ground and... | hafifçe yere inip |
She lay on ( her ) back, her mouth was half open | sırtüstü yatıyordu, ağzı yarı açıktı. |
She looked back | geriye baktı |
She looked back at her guards | geriye, korumalarına doğru baktı. |
She looked from one guilty face to the next. | Bir suçlu yüzden diğerine baktı. |
She loved the stories in which were evil spells and good fairies | Kötü büyüler ve iyi perilerin olduğu hikâyeleri seviyordu. |
She lowered her voice as she said the man's name, as if she believed that this would alleviate her eerie feeling a little. | Sanki ürkütücülüğünü biraz olsun hafifletir düşüncesiyle adamın adını söylerken sesini alçalttı. |
she never listens to me | beni hiç dinlemiyor |
She noticed the uneasiness (t) that was in his face. | yüzündeki tedirginliği fark etti. |
she obviously made a mistake | belli ki bir hata yaptı |
she obviously made a mistake | belli ki bir hata yaptı |
She photographed a rare bird. | Ender bir kuşun resmini çekti. |
she prefers thrillers | gerilimleri tercih eder |
She pretended to have fallen asleep /Sie tat so als wäre sie eingeschlafen. | uykuya dalmış gibi yaptı |
She reads a book but she falls asleep. | Bir kitap okur ama uyuyakalır. |
she rubbed her eyes and... | gözlerini ovuşturup |
she shouldn't tell anyone | hiç kimseye anlatmamalı |
She started to count the windows (lit. And if she tried...) she soon (immediately) gave up. | Pencereleri saymaya çalıştıysa da bundan hemen vazgeçti. |
She stood before them, her hands on her hips. | Onların önünde durdu, elleri belinde |
She stood upright/ firm | dimdik durdu. |
She talks even to the milkman about her visions. | O da vizyonlarından sütçüye bile söz ediyor. |
She thought she needed to go one or two steps backwards. | Bir-iki adım geri çekilmesi gerektiğini düşündü. |
She thought she ought to be more careful of herself | Kendi kendine daha dikkatli olması gerektiğini düşündü |
She took a sip of tea. | Bir yudum çay aldı. |
She tried to speak with an unconcerned voice. | Umursamaz bir ses tonunda konuşmaya çalışıyordu. |
She tries to stretch her legs. | Bacaklarını esnetmeye çalışır. |
She want to climb onto the table and perforate him with a fork. | Masanın üstüne çıkıp onu çatalla delik deşik etmek istedi. |
She was a bit chatty and inclined to say everything four times | biraz geveze ve her şeyi dört kez söylemeye meyilliydi |
She was bothered /uncomfortable by a light pneumonia. | Hafif bir zatürreeden rahatsızdı. |
She was crying, because they were arrogant to her. | Ağlıyordu, çünkü ona kabadayılık taslıyorlardı. |
She was disappointed to learn that her friend was not coming back. | Arkadaşının geri dönmeyeceğini öğrendiğinde hayal kırıklığına uğradı. |
She was keen to live this experience. | O, bu deneyimi yaşamaya hevesliydi |
She was like a lifeless marionette (puppet) whose strings had been cut (snatched off) .. | İpleri koparılmış cansız bir kukla gibiydi. |
She was not just pale, she was snowwhite as powdered sugar | sadece soluk renkli değil, pudra şekeri gibi bembeyazdı |
she was old enough | yaştaydı |
She was precisely the kind of student | O tam olarak öğrenci türüydü |
She was sure it was the latter. | sonuncusu olduğundan emindi |
She was the kind of... | O ... türüydü |
She was very pleased about my gift. | O, hediyemden çok hoşnuttu. |
She washes the laundry in the washing machine. | çamaşırlarını çamaşır makinesinde yıkayacak. |
She weighs sixty kilos | o altmış kilo |
She went abroad to learn English, I think | Yurt dışına İngilizce öğrenmeye gitti, diye düşünüyorum. |
She will go to Turkey next winter. | gelecek kış Türkiye'ye gidecek |
she won because she was better | kazandı çünkü daha iyiydi |
She wrapped the shawl even more tightly | şalına daha da sıkı sarındı |
she's always two steps ahead of me | her zaman benim iki adım önümde |
She's blond. | o sarışın |
sheath / scabbard | kın |
sheep | koyun |
sheep fold/ sheep pen | ağıl |
shelter | sığınak |
shelter /hiding place (of low quality e.g. a dog's hut / place for homeless people ) | barınak |
Shelter is one of the (our) three basic needs. | Üç temel ihtiyaçlarımızdan birisi barınaktır. |
shelves | raflar |
shingel /Schindel (wooden plates used for roofing) | padavra |
ship | gemi |
Shipping Costs / Versandkosten | Kargo masrafları |
shirt (old word -m) | mintan |
shit | sıç |
shoe | ayakkabı |
shoe (p) | pabuç |
shoe sole | ayakkabı tabanı |
shoebill / Schuhschnabel | pabuç gagalı |
shooting star /Komet | kayan yıldız |
shop | dükkân |
shopkeeper | dükkâncı |
shopping | alışveriş |
shopping list | alışveriş listesi |
shore | kıyı |
short | kısa |
short for 'No' (spoken) | Yo |
shortly after | kısa bir süre sonra |
shorts | şort |
Should he know, should he not know or should he never learn at all | Bilmeli mi bilmemeli mi yoksa hiç öğrenmemeli mi |
Should he love, should he not love or should he not like it at all ? | Sevmeli mi sevmemeli mi Yoksa hiç beğenmemeli mi |
Should he see, should he not see or should he better not look around at all | Görmeli mi görmemeli mi yoksa hiç bakınmamalı mı |
should I forgive my boyfriend? | erkek arkadaşımı affedeyim mi? |
should it be or not | Olmalı mı olmamalı mı |
should it be or not or should it never change | Olmalı mı olmamalı mı yoksa hiç değişmemeli mi |
should we get a meatball-bread at half-time? | devre arasında bir köfte-ekmek alalım mı |
Should we have done that much shopping ? | Bu kadar çok alışveriş yapmalı mıydık? |
Should we tell them about the argument? | onlara tartışmadan bahsedelim mi? |
shoulder | omuz |
shouts/ grudges | bağrışmalar |
show breads (OT) /offering breads | adak ekmekleri |
Show my orders | Siparişlerimi göster |
show us that video again | şu videoyu bize tekrar göster |
shower | duş |
showing his teeth (lit. in a fashion that his teeth would emerge) | dişleri ortaya çıkacak şekilde |
shredded wheat (cakes) egypt. kunafa | kadayıf |
shrill / high pitched / strident | tiz |
shrimp / crevette / Krabbe | karides |
shrine | türbe |
shrubbery/ bushes / Gebüsch | çalılık |
Shut up ! | Sus ! |
Shut up ya stupid dogs/bastards | Çeneler kapansın sizi ahmak itler! |
shy / fearful / timid / mousy / schreckhaft | ürkek |
sich in eine Decke wickeln | bir battaniyeye sarınmak |
sick | hasta |
sickening | mide bulandırıcı |
side (k) | kenar |
side burns / Koteletten | favoriler |
sideways / edgewise | yan yan |
sigh /curse | ah |
sign / signal | işaret |
sign language | işaret dili |
signal mixer | sinyal karıştırıcı |
Silence (lit. voiceless-ness) | sessizlik |
Silicon /Silicium -Si 14 | Silisyum |
silk | ipek |
silky | ipeksi |
silky hair (fur) | ipeksi tüyler |
sill /(Fenster)Rahmen | pervaz |
silly | aptalca |
silly (s) jokes (e) | saçma espriler |
silver | gümüş |
silver coin (lit. white coin) | ak akçe |
silver white | Gümüşümsü beyaz |
silvery | gümüşi |
similarity / ressemblance /Ähnlichkeit | benzerlik |
simple /plain / einfach /schlicht | sade |
sin | günah |
since (+abl) (referring to a completed action) | beri |
since a week | bir haftadan beri |
since about a year | yaklaşık bir yıldan beri |
Since his uncle fell ill he hadn't (properly) out to the street | amcasının hatalandığından beri doğru dürüst sokağa çıkmamıştı |
Since I came here (old form) I have been working a lot. | Buraya geleli çok çalıştım |
since I last X-ed | X- meyeli |
Since I moved we live so far away from each other. | Taşındığımdan sonra birbirimizden çok uzakta yaşıyoruz. |
since last year | geçen yıldan beri |
since she had last seen | görmeyeli |
since the beginning of his lecture | konuşmasının başından beri |
since the coming of winter (old form) | kış geleli beri |
since the coming of winter (recent form) | kış geldiğinden beri |
Since the region in which (this language) is spoken is on Chinese soil. | Konuşulduğu bölge Çin topraklarında olduğundan |
since the very beginning | en başından beri |
since then x years passed / x years ago | üzerinden x yıl geçmiş |
Since we are together (for once) ... | Madem bir aradayız... |
Since we are together (for once) I want to say a few things. | Madem bir aradayız bir şeyler söylemek istiyorum. |
since yesterday | dünden beri |
Since you are so curious... | Madem bu kadar merak ediyorsun ... |
sincerely | içtenlikle |
single | bekâr |
single / exclusive / only / solitary / unique / one | tek |
sinister /evil /unlucky | uğursuz |
sinner | günahkâr |
sip | yudum |
sip by sip | yudum yudum |
sister | kız kardeş |
six meters down (lower) | altı metre aşağı |
sixty | altmış |
size / magnitude / greatness | büyüklük |
size /dimension | boyut |
skillfully | beceriyle |
skillfully (m) | maharetle |
skills | beceriler |
skin / hide / cover / binding | cilt |
skin /peels/ Schale (fruit) | kabuk |
skin (d) | deri |
skin (t) | ten |
skin /hide /fur (p) | post |
skinny /mager (s) | sıska |
skirt | etek |
sky | gök |
sky | gökyüzü |
skyscraper | gökdelen |
slang for: penis | sik |
slang for:vagina | am |
slanting eyes /schräge Augen (unteres Augenlid hat eine Falte, die einen Teil des Auges bedeckt / häufig bei Asiaten) | çekik gözler |
slate /Schiefer | kayağan taşı |
slaughtered by traitors | hainlerin katlettiği |
slave | köle |
slave (auch im religiösen Sinne) | kul |
sledge | kızak |
sleep | uyku |
sleep something off e.g; sıkıntıyı/üzüntüyü | bir şeyi uyuyarak atlatmak |
sleeping bag | uyku tulumu |
sleepless | uykusuz |
sleepy | uyku sersemi |
sleeve | yen |
slide (e.g. Power point) | slayt |
slide view | slayt görünümü |
slightly sour/ tart / süßsauer /piquant /pungent | mayhoş |
slippers / flip flaps | terlik |
slippery | kaygan |
Slope /incline (y) Anstieg / a road/way going uphill | yokuş |
slot /slit /cleft / fissure | yarık |
slowly (a) | aheste aheste |
Slowly, painfully he pushed the panic to the back of his mind, locked it there and kept it there, though it tried to come out screaming. | Yavaşça, acıyla, paniği zihnin gerisine itti, oraya kapattı ve çığlık çığlığa dışarı çıkmaya çalışmasına rağmen orada tuttu. |
slug | Sümüklüböcek |
slut / Schlampe | sürtük |
small | Küçük |
small (u) | ufak |
small circles (d) | küçük daireler |
small forest / grove | koru |
small pasty / patty (usually filled with minced meat) / pie | börek |
smallpox | çiçek hastalığı |
smart ass / know-it-all / bighead | ukala |
Smell /scent /odor | koku |
smile | gülümseme |
smile (... y..) | gülümseyiş |
smile / laughter /cackle | gülüş |
smiling / cheerful / merry | Güleç |
Smiling a girl in white extended a tray full of crystal wine glasses towards him. | Gülümseyen, beyazlı bir kız ona kristal kadehlerle dolu bir tepsini uzattı. |
smilingly | güler yüzlü bir şekilde |
smokeless / rauchfrei | dumansız |
smoking /fuming | tüten |
Smoking again and again (participle) he got a headache. | Sigara içe içe başı ağrıdı. |
smooth (p) | pürüzsüz |
smooth / fluent /straight | düzgün |
smooth shaven | düzgün tıraşlı |
smug / bigheaded / arrogant / haughty | kendini beğenmiş |
smuggling / trafficking / fraud | Kaçakçılık |
snack | atıştırmalık |
snacks (fruit /soup / a 'meal' inbetween/not used for aperitive) | ara öğün |
snacks(chips /chocolat /nuts...) | çerez |
snail (with house) | salyangoz |
snake | yılan |
snappish /ein Stinker | gıcık |
snappishly | gıcık bir şekilde |
Sniffing I backed away and wiped my eyes with my palms, I was shaking. | Burnumu çekerek gerileyip avuçlarıma gözlerimi sildim, titriyordum. |
snob/ pretentious asshole / Schnösel /Lackaffe /Arschloch | züppe |
snout beetle (weevil) / Rüsselkäfer | hortumlu böcek |
snow | kar |
snow-capped | karla kaplı |
snow-capped peaks | karla kaplı zirveler |
snowball | kartopu |
snowman | kardan adam |
snowstorm / blizzard | tipi |
so | Öyle |
So (by implication) I always should have thought like this from the beginning. | Dolayısıyla benim baştan beri hep böyle düşünmem gerekiyordu. |
so far | Şimdiye dek |
So it was said," As many as there are protons and neutrons, that is the weight of the atomic nucleus." | O yüzden, 'kaç proton ve nötron varsa, atom çekirdeği o ağırlıktadır,' deniyordu. |
so little | amma az |
So long as any life remains in the body, we should not cease hoping. | Çıkmayan candan umut kesilmez. |
so many questions | çok fazla soru |
so much | amma |
so much /many | amma çok |
so much less | amma az |
so much longer | amma uzun |
so that / that / so | diye |
so that / that /as/which | ki |
so that /such that / in fact | öyle ki |
So that we could meet him for the first time. | onunla ilk kez tanışabilelim diye. |
so the holiday had passed relatively wonderful | bu yüzden tatil nispeten harika geçmişti |
So what ? | Ne olmuş? |
So what if you don't love me | ne çıkar beni sevmesen de |
So what's the obstacle in front of Burak? | Peki Burak'ın önündeki engel ne? |
So, the weight of an atom nucleus should be equal to the number of it's protons. But it is not. | Dolayısıyla, bir atom çekirdeğinin ağırlığı proton sayısına eşit olmalı. Ama değil. |
So/by implication we know how many protons and electrons are in an atom. | Dolayısıyla, bir atomda kaç proton ve elektron olduğunu biliyoruz. |
so; in order for ... ; thus / In this way | bu sayede |
soaked | sırılsıklam |
soaked by the rain | yağmurdan ıslanmış |
soap | sabun |
soap opera | arkası yarın (diziler) |
social | sosyal |
social media | sosyal medya |
social network | sosyal iletişim ağı |
social security registration number / insurance number | sigorta sicil numarası |
Socialize ! | Sosyalleş ! |
socially expected | toplumca beklenen |
socks | çorap |
soda lid /crown cork / crown cap | gazoz kapağı |
Sodium / Natrium - Na 11 | Sodyum |
soft /nice /gentle | yumuşak |
soft /tenderhearted (y.k.) | yumuşak kalpli |
soft or loud | yumuşak veya yüksek |
Solanaceae, or nightshades /Nachtschattengewächse (potatoes / eggplants/ chili /tomato / tobacco/petunia) | patlıcangiller |
soldier | asker |
soldier /pawn/ Bauer(chess) | piyon |
Sole / Seezunge ( Plattfisch - eyes on the right side / 60-70 cm / Northsea ,Mediterr,Marmara, Karadeniz | dil balığı |
solid / hard/ rigid/ stiff - for an object opposed to soft - hart (German) | sert |
solution / answer / remedy | çözüm |
solution to open a blocked/clogged sink | tıkalı lavabo açma için çözüm |
some (k) | kimi |
some - some (pl) (ba) | Bazı - Bazıları |
some /several / a certain number of | birtakım |
Some believe that God created the world with an instant miracle. | Bazıları Tanrı'nın dünyayı anlık bir mucızeyle yarattığına inanır |
Some clients are not very kınd. | Bazı müşteriler hiç nazik değildir. |
Some fishermen go to the Black sea to fish. | Bazı balıkçılar balık tutmak için Karadeniz'e gidiyorlar. |
some of the seeds | tohumlardan kimi |
Some of the seeds he sowed fell to the wayside. | Ektiği tohumlardan kimi yol kenarına düştü. |
some of the x | x-den kimi |
some people (bi) | birileri |
Some people apply a more religious approach. | Bazıları daha dindar bir yaklaşım uygular. |
Some people believe in destiny. | Bazı insanlar kadere inanır. |
Some people look at coffee grounds to learn about the future. | Bazıları gelecek öğrenmek için kahve telvelerine bakar. |
Some people try to change their fate. | Bazı insanlar kadelerini değiştirmeye çalışılar. |
some spots (places) not understood (o) | oturmayan bazı yerler |
some words quickly spilled from her lips | dudaklarından hızla bazı sözcükler döküldü. |
somebody I didn't know | tanımadığım bir kimse |
somehow / in one way or another (t) | bir türlü |
somehow she couldn't sleep | bir türlü uyuyamıyordu |
someone | birisi |
Someone came to the side of a cold and hungry dog staying in the cold air in front of an apartment block opposite the street. | Sokağın karşısındaki apartmanın önünde soğuk havada üşüyen ve aç kalan bir köpeğin yanına bir kişi geldi. |
someone I know | tanıdığım biri |
someone intelligent | akıllı biri |
someone stole the drugs | birisi uyuşturucuyu çaldı |
someone who is said not to be able to succeed to become anything | hiçbir şey olmayı başaramamış biri |
someone who is the centre of conversation at every table (lit the man of the place) | ortam adamı |
something about calculating non-divisible values | bölünemeyen değerlerinin hesaplanmasıyla ilgili bir şeyler |
something essential | esas olan bir şey |
something fishy (b) | bityeniği |
something like that | öyle sayılır |
Something weird happened to me. | Başıma garip bir olay geldi. |
sometimes | bazen |
sometimes / occasionally / from time to time | ara sıra |
Sometimes also they (it) were (was) ornamented (b) with reliefs. | Kimi zaman da kabartmalarla bezeliydi. |
Sometimes also they were ornamented (b) with reliefs that he decorated with gilded paint | Kimi zaman da yaldızlı boya ile süslediği kabartmalarla bezeliydi. |
Sometimes conflicts arise from overlapping job duties. | Çatışmalar bazen örtüşen görev dağılımı yüzünden olur. |
Sometimes he gives bagels to the sea gulls. | O bazen martılara simit veriyor. |
Sometimes I fall in love, sometimes I die. | Bazen aşık olur,bazen ölürüm. |
Sometimes it has also some practical advantages that our memory is not as powerful as (the one) of books. | Bazen belleğimizin kitaplar kadar güçlü olmamasının pratik yararları da var. |
Sometimes she wears a red dress | bazen kırmızı bir elbise giyer |
Sometimes when I watch moves I am as if I were inside the film. | Bazen film seyrederken,ben de filmin içindeymişim gibi olur. |
Sometimes you can hear their laughter. | Siz de bazen onların gülüşünü duyabilirsiniz. |
Sometimes, when I am ready to go, the weather is cloudy! | Bazen, tam gitmeye hazır olduğum zaman hava bulutlanır! |
son | oğul |
song | şarkı |
soon / close | yakında |
soot / Ruß | kurum |
sophisticated | sofistike |
sorrow / grief | keder |
Sorry for the mess | ortalık dağınık kusura bakmayın |
Sorry I didn't understand what you just said. Can you repeat it please. | Özür dilerim. Az önce ne söylediğini anlamadım. Bir daha söyler misiniz lütfen. |
Sorry to have bothered you | sana da zahmet oldu |
sort / kind (t) | tür |
sort of / kind of | sayılır |
sort of / kind of (n) | bir nevi |
Soul / life (c) | can |
sound | ses |
soup | çorba |
sour /sauer | ekşi |
south | güney |
South America | Güney Amerika |
Southpole | güney kutbu |
souvenir / Reiseandenken | hediyelik eşya |
sow | dişi domuz |
sower / farmer | ekinci |
soy sauce | soya sos |
space | uzay |
spaceship | uzay gemisi |
spade (b) | bel |
spaghetti (s) with ready-made sauce / Spaghetti mit Fertigsoße | hazır soslu spagetti |
Spam | gereksiz |
sparesely furnished | seyrek eşyalı |
sparesely populated | seyrek nüfuslu |
sparkling / foamy / fizzy | köpüklü |
sparkling / foamy / fizzy | köpüklü |
sparkling / glittering / radiant | ışıl ışıl |
sparkling water | gazlı su |
sparrow | serçe |
Sparse plants were gone(ended) on the rocky ground. | Kayalık zeminde seyrek bitkiler bitmişti. |
sparse vegetation (plant cover) | seyrek bitki örtüsü |
spatula / Spatel | spatül |
Speak in a manner that is becoming on you. | Sana yaraşır şekilde konuş |
speak slowly | yavaş konuş |
speaker | spiker |
speaking of which (lit. While the subject is being opened) | konusu açılmışken |
spear | mızrak |
special / specific to (preceded by dat) | has |
special police force /S. W. A. T team /more qualified police officers used for raids(e. g. drugs) | çevik kuvvet |
special to / peculiar to / particular (+ dat) | özgü |
species / Art (biol.) (e.g. wildcats) | tür |
specific to village people | vadililere has |
spectators / watchers | seyirciler |
spectators of another world | öbür dünyanın seyircileri |
speech /discourse | nutuk |
speech disorder | konuşma bozukluğu |
speed | hız |
sphare /Kugel (geometr.) | küre |
spice mixture / Kräutermischung | baharat torbası |
spices /Gewürze | baharatlar |
spicy / seasoned | baharatlı |
spicy dishes | baharatlı yemekleri |
spider | örümcek |
spinach pie | ıspanaklı börek |
spiral | sarmal |
spiritual / moral | manevi |
Spit downwards, but your beard gets in the way; spit upwards, but your moustache is there. : facing a situation in which one has to choose between two equally disaster-spelling options. | Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. |
Spittle /Spucke (t) | tükürük |
spoiled | şımarık |
spoiled by the horror of her last moments | son anlarının dehşeti ile bozulmuş |
spoilsport / Spielverderber | oyunbozan |
spooky / haunted | tekin olmayan |
spoon | kaşık |
Spoonbill / Löffler ( Löffelibis) | kaşıkçı(kuşu) |
sport | spor |
sport club | spor kulübü |
sport shoes | spor ayakkabı |
spotted / dotted / speckled | benekli |
spotted dalmatian | benekli dalmaçyalı |
Spring (b) | bahar |
Spring (i) | ilkbahar |
spring balance /Federwaage | el kantarı |
sprout / shoot/ bud | filiz |
spurge /euphobia /Wolfsmilch | sütleğen |
square / exposure /frame (=foto) | kare |
square kilometer | kilometre kare |
squirrel | sincap |
stable | ahır |
stack (orderly)/ Stapel | istif |
stacks of books / Bücherstapel | kitap istifleri |
stade | stadyum |
staff (music) Notenlinien | porte sistemi |
staff / personnel | personel |
staff /stick (d) | değnek |
stage /podium /Bühne | sahne |
stain / spot | leke |
stallion | aygır |
stand /Stativ | statif |
Stand up! Everybody(all of you) stand up! | Ayağa kalkın! Hepiniz ayağa kalkın! |
Standing on one leg (foot) he caught the balls without making any effort, even without having (feeling) the need to look at them. | Tek ayağının üzerinde durarak, hiç çaba sarf etmeden, onlara bakmaya bile gerek duymadan topları yakalıyordu. |
Stapler /Klammeraffe /Hefter | tel zımba |
star | yıldız |
star light | yıldız ışığı |
starch | nişasta |
starfish /Seestern | deniz yıldızı |
starling | sığırcık |
Start by saying your name. (colloq.) | adını söyleyerek başla bakalım |
starter / apéritive | aperatif |
State (e. g. of America) /province | eyalet |
state / government | devlet |
state / position/ status / location | konum |
state agency | Devlet dairesi |
statement of purpose (intention and goals) | niyet ve hedefler açıklaması |
station | istasyon |
stationary / Schreibwaren | kırtasiye |
statue/ sculpture | heykel |
Status /condition / situation | Hâl |
Staubgefäss (Blume) /stamen | çiçektozu borusu |
Stay at home until your dad comes. | Babanı gelene kadar, evde kal. |
Stay by yourself (alone) | Kendinizle kalın |
steadily / increasingly / ever | giderek |
steam baths / Dampfbäder | buhar banyoları |
steam baths / Dampfbäder were heated (rep) | buhar banyoları ısıtılmış |
steel | çelik |
steep | sarp |
steering wheel | direksiyon simidi |
Steinobst / fruit with stones | çekirdekli meyveler |
stem (plant) / Stängel /Stiel | sap |
step | adım |
step / Stufe | basamak |
step father | üvey baba |
step on / press / print / stamp | basmak |
step(of a ferry)/ gangway / scaffold / Anlegebrücke / Pier / Steg | iskele |
Steppe (flat unforested grassland) | bozkır |
Sternfrucht | Yıldızmeyvesi |
stew / ragout (y) | yahni |
sticky | yapış yapış |
Sticky tape /Tesafilm | seloteyp |
stiff | kasıntı |
stiff /solid /rigid / firm - for an object opposed to liquid / fest | katı |
stiffly / sharply | sertçe |
still | hâlâ |
still / yet / even so / nevertheless (g) | gene de |
stinker (l) | leş gibi kokan kimse |
stomach | karın |
stomach /Magen | mide |
stomachache | karın ağrısı |
Stomachripper (piercing through the stomach) | karındeşen |
stone | taş |
Stone (fruit) /pit / Kern | Çekirdek |
stone age | taş devri |
stony / rocky | taşlık |
Stop ! | Dur ! |
stop / arrêt / Haltestelle | durak |
stop / stand / stay | durmak |
Stop asking the same questions over and over | sürekli aynı soruları sorup durmayı kes |
Stop by the office sometime and say hi. | Bir ara ofise uğrayıp bir merhaba de. |
Stop here ! | Burada durun! |
stop it (d/k) | dur artık - kes artık |
Stop talking gibberish! | kem küm edip durma! |
Stop the thief ! / Haltet den Dieb ! | Hırsızı durdurun ! |
stop watch /timer | kronometre |
stop worrying | endişelenmeyi bırak |
store | mağaza |
stork | leylek |
storm | fırtına |
story (h) | hikâye |
story (ö) | öykü |
storyteller /poetrysinger with long flute /lover | âşık |
straight | düz |
straight (e.g. a straight line) | doğru |
straight ahead | dümdüz |
strange | tuhaf |
strange (a) /weird /odd /bizarre /grotesk/outlandish | acayip |
strange / odd / poor / helpless (g) | garip |
strange things | tuhaf şeyler |
straw /wicker / Stroh | hasır |
strawberry | çilek |
stream / Bach/ ruisseau | dere |
stream /current (a) | akıntı |
street | sokak |
street (c) | cadde |
Stress | Stres |
Stressful people are prone to get ill | Stresli kişiler hastalığı davet ediyor |
Stretch your feet according to your quilt / Don't spend more than you can afford. | ayağını yorganına göre uzat |
stricken by /suffering from | muzdarip |
Strike (against) /slap / hit/ bang / knock/ smash / bump into / crash | Çarpmak |
striking /stunning | çarpıcı |
striking ginger (colour) / bloodred | kıpkızıl |
strikingly handsome | çarpıcı derecede yakışıklı |
stripe / band | şerit |
striped / gestreift | çizgili |
striped / tabby / getigert cat | tekir kedi |
strong / powerful (k) | kuvvetli |
strong ties | güçlü bağlar |
structure/build / nature / form / texture / disposition | yapı |
struggling to understand | anlamak için çabalamak |
strutting / playful | çalımlı çalımlı |
stubborn / insistent / needs to always get his way | dediğim dedik |
stubborn / persistent (adj) | inatçı |
student | öğrenci |
stuff like that | onun gibi şeyler |
stuffy /oppressing/overwhelming | bunaltıcı |
stuffy nose | tıkalı burun |
stunning views / surprising landscapes / amazing sights | şaşırtıcı manzaralar |
stunning/ terrific / devasting /fabulous / entsetzlich / fürchterlich | müthiş |
stupid / blöd | salak |
stupid me | ah aptal kafam |
subject (gram) | özne |
subject of / citizen of / national of | uyruklu |
submission / confirmation / presentation / offering (...a) | sunma |
submission of evidence (court) | kanıt sunma |
submissive | uysal |
submissively | uysal uysal |
substance / essence / base | esas |
success | başarı |
successful | başarılı |
successful | başarlı |
Such (the following)/ like that | şöyle |
such a one that | öyle biri ki |
such an enthousiastic person | Öyle coşkun bir insan |
Such things / that sort of thing | bu tür şeyler |
such things did not happen | bu tür şeyler olmazdı |
suchlike /quasi / seinesgleichen/ihresgleichen/dergleichen | benzeri |
suchlike places | benzeri yerler |
suddenly | bir anda |
suddenly (a) I got very scared | aniden çok korktum |
suddenly (a...d) | aniden |
suddenly (a...z) | ansızın |
suddenly / all of a sudden (lit. from one to one) | birdenbire |
suddenly / at once (b) | birden |
sufficiently | yeterli miktarda |
sufficiently | yeterince |
Suffix | eki |
suffix | son ek |
sugar / candy | şeker |
sugar tongue | şeker tutacağı |
suggestion | öneri |
suit (clothes) | takım elbise |
suitability /compatibility | uygunluk |
suitable to queens / that would befit queens (aorist makes it hypothetical) | kraliçelere yaraşır |
suitcase | bavul |
sulfur / Schwefel -S 16 | kükürt |
summer | yaz |
summit | zirve |
sun | güneş |
sun cream | güneş kremi |
sun light | güneş ışığı |
Sunday | pazar |
sundial /Sonnenuhr | güneş saati |
sunflower (lit. moonflower) | ayçiçeği |
sunflower oil | ayçiçek yağı |
Sunflowerseed | ayçiçek çekirdeği |
sunken | battı |
sunlight made the dust particles hanging in the air glitter | güneş ışığı havada asılı toz zerrelerini parlatıyordu |
sunrise | güneşin doğuşu |
sunrise / daybreak | gündoğumu |
superfluous brain numbing gadgets (devices) | gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar |
supper / dinner | akşam yemeği |
supplier | tedarikçi |
supply | tedarik |
Supply Processing / in Arbeit /Beschaffung | Temini İşlemde |
support /Unterstützung | destek |
supporter | destekçi |
supreme /fantastic | fevkaladenin fevkinde |
supreme court of public accounts (From saymak) | Sayıştay |
supremecy / glory/ highness / sovereignity (y) | yücelik |
sure / certain / confident /positive / secure / reliable | emin |
surely / absolutely /without fail (m) | mutlaka |
Surely not | Kesinlikle hayır |
surface | yüzey |
surface / floor space | yüzölçümü |
surface / Fläche (geom) | alan |
surprise | sürpriz |
Surprising traffic accident on the carfree day in Brussels | Brüksel'de "Arabasız Gün"de şaşırtan trafik kazası |
surrounded | çevrili |
surroundings /environment (e) | etraf |
suspect | şüpheli |
suspended flowerpot / hängender Blumentopf | asma saksı |
suspicicion / distrust / fear | kuşku |
swallow | kırlangıç |
swamp | bataklık |
swan | kuğu |
sweat | ter |
Sweden | İsveç |
sweet | tatlı |
sweet apple cider | tatlı elma şırası |
sweet natured / civilized / obliging /kind/ gentle (n) | Nazik |
sweet-tempered / gentle | yumuşak huylu |
sweetness | tatlılık |
sweetness / cuteness / loveliness | sevimlilik |
Swimming is the healthiest sport. | Yüzmek en sağlıklı spordur. |
swimsuit | mayo |
Switzerland | İsviçre |
swollen /puffy / inflated | şişmiş |
sword | kılıç |
symbol | sembol |
symbol / token / emblem | simge |
sympathetic (Understand and share one's feelings) | birinin duygularını anlayıp paylaşan |
sympathetic / warm hearted / likeable/ appealing | Sempatik |
symphony | senfoni |
synagogue | havra |
synonym | eşanlamlı |
syringe | şırınga |
system | sistem |
T-shirt | tişört |
table | masa |
table (s) | sofra |
tablecloth (m) | masa örtüsü |
tablecloth (s) | sofra örtüsü |
tactfully (n) (lit. in a polite and understanding manner) | nazik ve anlayışlı bir şekilde |
tag (game of) | kovalamaca |
tail / cue / Schwanz /Schweif | kuyruk |
tailor /seanstress /Schneider(in) | terzi |
Take (load) my yoke and learn from me. | Boyunduruğumu yüklenip benden öğrenin |
take a day off | bir gün izin al |
take a weekend off | hafta sonu izin al |
take away | paket-servis |
Take care | kendine iyi bak |
take care of somebody /manage /come to grips with /slang: to kill | icabına bakmak |
Take it easy. / Be at ease. / may it be easy for you! | Kolay gelsin |
Take me out to a high rock ! | Yüksek bir kayaya çıkar beni! |
taken aback /astonished | afallamış |
taking a deep breath (s. a.) | derin bir soluk alarak |
Taking his bundle he proceeded(d) towards the door. | Bohçasını alarak kapıya doğru davrandı. |
talent /skill /ability | yetenek |
Talent/skill/ adeptness/ cunning / know how/ proficiency | beceri |
talented | yetenekli |
talısman /amulet /charm /spell | tılsım |
Talk to me | benimle konuş |
talkative /chatty | geveze |
talking about his relationships makes him embarrassed | ilişkilerinden konuşmak onu utandırıyor |
Tall oaks intermingled with somber walnut trees | uzun meşelerle kasvetli ceviz ağaçlarının birbirine karıştı |
tall oaktrees | uzun meşeler |
tank | depo |
tap / Wasserhahn / robinet | musluk |
tar / Teer | katran |
targeted / gezielt | hedeflenmiş |
task distribution | görev dağılımı |
tassel / Quaste | püskül |
Taste / switch (e.g.computer) | düğme |
tasteless / unenjoyable / of poor taste / styleless | Zevksiz |
tattoe | dövme |
tax | vergi |
tax collector | vergi görevlisi |
tax collectors | vergi görevlileri |
taxi | taksi |
te ruined remains of a house | bir evin harap olmuş kalıntıları |
tea | çay |
tea bag | çay poşeti |
tea seller | çaycı |
tea set /Teeservice | çay takımı |
tea with plenty of sugar | bol şekerli bir çay |
teacher | öğretmen |
teacher (h) | hoca |
teaching | öğretim |
teaching (profession) Lehramt enseignement | öğretmenlik |
teapot | demlik |
technique | teknik |
technology | teknoloji |
teddy bear | oyuncak ayı |
teleconference | telekonferans |
television | televizyon |
Tell her that (correct) / (Ankara dialect) | Öyle söyle - öyle de |
Tell me about your family | bana ailenden bahset |
Tell me about your relationship | bana ilişkinden bahset |
Tell me that ! | Bana bunu söyle! |
Tell me who are your friends and let me tell you who you are. | Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. |
Tell me/ give me a little cheaper price please | Biraz ucuz fiyat söyleyin, lütfen! |
temizleyeceğim -Slang (I will clean) | temizliycem |
tempel / Schläfe | şakak |
temperament /nature | mizaç |
temple | tapınak |
temple /sanctuary /chapel /shrine (m) | mabet |
temporarily | geçici bir süre |
temporary | geçici |
ten | on |
tenderhearted / easily forgiving / (someone compassionate who doesn't get angry) | yufka yürekli |
tennis | tenis |
tensely / nervously | gergin gergin |
Tension | Gerginlik |
tent / tabernacle | çadır |
term /rule / judgement | hüküm |
terminal | terminal |
terms and conditions | hükümler ve koşullar |
terrible times | berbat zamanlar |
terror / horror | dehşet |
test tube / Reagenzglass | deney tüpü |
testament | vasiyet |
testimony / witness (t) | tanıklık |
Text | metin |
Teşekkür ederim" demek için en A smile is the best way to say "thank you". | Teşekkür ederim" demek için en iyi yol bir gülümsemesi. |
Thai food | Thai yemeği |
Thailand / Thai | Tayland |
than /in comparison to / in proportion to | oranla |
than everybody | herkesten |
Thank God (b) owner of the voice was persistent. | Bereket sesin sahibi inatçıydı. |
Thank goodness ! | Hele şükür ! |
thank you | teşekkür ederim |
thank you for the compliment | iltifat için teşekkür ederim |
thank you for the compliment, that you made | yaptığınız iltifat için teşekkür ederim |
thank you for the compliment, that you made to my intelligence /wit | zekâma yaptığınız iltifat için teşekkür ederim |
Thank you for your help; you're an angel. | Yardımın için teşekkür ederim, sen bir meleksin. |
thankful (...kk..) | Müteşekkir |
thanks | Teşekkürler |
Thanks /Dank | Teşekkür |
Thanks to the 3D front design | 3 boyutlu yüz tasarımı sayesinde |
Thanks to you I love Turkish a lot. | Sayende Türkçeyi çok sevdim. |
that (refers to an object at distance / something to come up in the next sentence / an example not mentioned yet) | şu |
that asshole /that sneaky looking fellow (h) | şu sinsi suratlı herif |
That doesn't seem very interesting | Bu çok ilginç görünmüyor. |
that doesn't prove (i) anything | bu hiçbir şey ispatlamaz |
That he /they should | gerektiği |
that he didn't know whether the Fowler couple helped wounded PKK members | Fowler çiftinin yaralı PKK'lılara yardım edip etmediğini bilmediğini |
that he met with them in the club because he also was a manager | kendileriyle kulüpte menejerlik de yaptığı için tanıştığını, |
That house is ours. | O ev bizim(ki) |
That is a different pair of shoes/ that's another story | o başka |
that is between two hills | iki tepe arasındaki |
That is my friend from the States. | Bu Amerika'dan arkadaşım |
That isn't my daughter. | O kızım değil |
That isn't my grandma's necklace | o büyükannemin kolyesi değil |
that isn't my mum’s favourite car | o annemin en sevdiği araba değil |
That just means that your team has to work faster. | Yalnız bu demektir ki, senin ekibinin daha hızlı çalışması lazım. |
That one is actually bigger | aslında şu daha büyük |
that suits / that fits for / worthy of (pres part.) | Yaraşan |
that they wanted to come out | dışarı çıkmak istedikleri(ni) |
that they fell down | düştükleri(ni) |
That was a wise choice. | akıllıca bir seçimdi |
that was around (e) him | etrafındaki |
that was my top choice as well | benim de ilk seçimimdi |
That way our production will increase. | O şekilde üretimimiz artacak. |
that were under thick eyebrows | kalın kaşların altındaki |
that which sees / qui voit | Gören |
that would be fantastic | muhteşem olurdu |
That would be great. | bu harika olur |
that would be x | x olurdu |
that you have a need | gereksinmeniz olduğu |
that you have a need for these | bunlara gereksinmeniz olduğu |
That's a load of crap. / that's thoroughgoing stupidity | saçmalığın daniskası |
That's a mess | rezalet ya |
That's all | Hepsi bu |
That's enough | Bu kadar yeter! |
that's exactly what i'm saying | ben de öyle diyorum zaten |
That's great | bu harika! |
that's how it goes | bu işler böyle yürür |
that's just the way it is | durum bundan ibaret |
That's life | Hayat böyle işte |
that's right / exactly / precisely | aynen öyle |
that's true but ... | öyle, ama ... |
That's why I came here today. | Bugün buraya bu sebeple geldim. |
That's why you're gonna sit here and be good. | Bu yüzden burada uslu uslu oturacaksın. |
thatcher /Dachdecker | çatı tamircisi |
the 'flames' (lit. fire) of the fire | yangının ateşi |
the 'Gifted' (ones) | Yetenekliler |
The (top of the) lawn was covered with faded crocusses. | çimenlerin üzeri solmuş çiğdemlerle kaplanmıştı |
The (whole) day over | Gün boyunca |
the 2 Iraqi nationals detained for organizing illegal crossing | yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu |
the accidant in which 23 irregular migrants lost their lives | 23 düzensiz göçmenin hayatını kaybettiği kaza |
the actions carried out | gerçekleştirdiği faaliyetler |
The actors improvised the entire scene. | Aktörler tüm sahneyi doğaçlama yaptı. |
the actual cost | gerçek maliyet |
The aloe plants set/were established with their fleshy leaves like spiders on the road. | Sarısabır bitkileri etli yapraklarıyla örümcek gibi yola kurulmuslardı. |
The American priest Brunson was released after a last-minute decision by the court. | Mahkemenin son dakika kararı ile ABD'li rahip Brunson serbest bırakıldı. |
the Angel of the Lord / Jesus | RaB'bin meleği |
The Angel of the Lord encamps around those who fear Him, he delivers them. | RaB'bin meleği Ondan korkanların çevresine ordugah kurar, kurtarır onları. |
the angle of the the cold fire coming from the beacon (signal tower) | işaret kulesinden gelen soğuk ateşin açısı |
the angle of the the cold fire coming from the beacon (signal tower) showed (rep) the surface of the north waters like glass | işaret kulesinden gelen soğuk ateşin açısı kuzey sularının yüzeyini cam gibi gösteriyormuş |
The answer that uncle (a) gave with a/his disagreeing voice | Amca'nın onaylamayan sesiyle verdiği cevap |
The answer was very monotone. | Cevap gayet tekdüzeydi. |
the applicants | başvuranlar |
the area where her father was a priest | babası rahipliğini yapmakta olduğu bölge |
the area where her father was a priest | babası rahipliğini yapmakta olduğu bölge |
The arm is broken, it remains inside the sleeve (prov. When something shameful happened, tge family will cover it up. > We have doubts about, but we will never fibd out...) | Kol kırılır, yen içinde kalır. |
The arrival (coming) of Spring (b) | Baharın gelmesi |
the arrivals / the people coming | gelenler |
the arrow hasleft the bow / the dies are cast | ok yaydan çıktı |
The arrow plunged hissing into the darkness. | Ok tıslayarak karanlığa daldı. |
The arrow was ready to be pulled | Ok çekilmeye hazırdı. |
the art of lockpicking | kilit kırma sanatı |
the assumed weakness | farz edilen zaaf |
the athlete getting acquainted with the Fowler couple which is in the case file at the tennis club | iddianamedeki Fowler çifti ile tenis kulübünden tanışan milli sporcu |
the atmosphere was more pessimistic (k) | atmosfer daha karamsardı |
The audience applauded the juggler. | Seyirciler hokkabazı alkışladı. |
the autumn full moon | güz dolunayı |
The autumn rain started again. It's as if it competes with my crying. | Sonbahar yağmuru yine başladı. Gözyaşımla yarış yaparcasına. |
the azalee that was in a flowerpot standing on the small table in the corner | köşedeki sehpanın üzerinde duran saksıdaki açelya |
The bad twitching inside of me turned with slow but sure steps into a frightening reality. | içimdeki kötü kıpırtı yavaş ama kesin adımlarla korkunç bir gerçeğe dönüştü. |
the balcony of the minaret | şerefe |
the ball is in your court now | artık top sende |
The bank is open. | banka açık |
the barren land a.. z) | kıraç arazı |
The beach was at a one hour distance by car. | Plaj arabayla bir saatlik mesafedeydi. |
The bear knows as many means of escape as the multitude of tricks that the hunter knows. | Avcı ne kadar hile bilirse, ayı da o kadar yol bilir. |
the beginning of his lecture | konuşmasının başı |
The best is not to go there at all. | En iyisi oraya hiç gitmemek. |
the best kind | en iyi cins |
The best step about/on developement | Gelişim üzerine en iyi adım |
The best step on development begins with making a decision to change . | Gelişim üzerine en iyi adım değişime karar vermekle başlar. |
The best way to come up with / bring out new ideas | Yeni fikirler ortaya çıkarmanın en iyi yolu, |
The best way to come up with / bring out new ideas is to get really bored. | Yeni fikirler ortaya çıkarmanın en iyi yolu, gerçekten sıkılmaktır. |
The bird gas a worm in its beak. | Kuşun gagasında solucan var. |
The bird is sitting on a branch. | Kuş dalda oturuyor. |
the birds flying in the sky | gökte uçan kuşlar |
the black cloaked rider | siyah pelerinli binici |
the black wooden (a) house door / the house door (made)out of dark wood | Kara ahşaptan ev kapısı |
the blue of 'I am so deep in shit' - (term used by students who have exam in the morning and didn't study enough) | sıçtım mavisi |
The book called 1001 nights | 'Bin Bir Gece' adlı kitap. |
the book cover | kitap kapağı |
the book he borrowed | ödünç aldığı kitap |
The book she had read was under her head. | Okuduğu kitap başının altındaydı. |
the bookshop has a sale on | kitapçıda indirim var |
the bottomless cleft we opened ourselves | Kendi açtığımız dipsiz yarık |
the bought product getting cheaper after a week | alınan ürünün bir hafta sonra ucuzlaması |
The bow's arrow was nocked. | Yayın oku takılmış. |
The brain when it gets bored wants to fill this emptiness/gap. | Beyin sıkılınca bu boşluğu doldurmak ister. |
The branches spread brown webs over the stones. | Dallar taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu. |
the bridge is very close | köprü çok yakın |
The brightness and warmth of the sun | Güneşin aydınlığı ve ısısı |
the brutally slaughtered martyr | hunharca katledilen şehit |
the bulgy folds of the cloak | pelerinin şişkin kıvrımları |
the bulgy folds of the cloak hi d (g) that he stooped/slouched to desguise (g) his height | Pelerinin şişkin kıvrımları, boyunu gizlemek için çıkardığı kamburunu gizliyordu. |
The bus waiting at the station was ours. | Durakta bekleyen otobüs, bizimkiydi. |
The bus waiting at the station was ours. | Durakta bekleyen otobüs, bizimkiydi. |
The bus we waited for came late. | Bizim beklediğimiz otobüs çok geç geldi. |
the buses stopped running | otobüsler çalışmayı bıraktı |
The butterfly did not move from its place. | Kelebek yerinden kımıldamadı. |
The butterfly landed (perched) on her palm. | Kelebek avucuna kondu. |
the cacophonical echoes created (o) by the voices rising from cell phone conversations | cep telefonu görüşmelerinden yükselen seslerin oluşturduğu ahenksiz yankılar |
the cafeteria was noisy and dim. | Kafeterya gürültülü ve loştu. |
The car stood | Araba duruyordu. |
The car stood on the gravel in front of the big house. | Araba büyük evin önündeki çakılın üstünde duruyordu. |
the car stopped | Araba durdu. |
the case has already been solved by the police | vaka polis tarafından çoktan çözüldü |
the castle(ş) with its ghosts | hayaletleriyle şato |
the cat is out of the bag /the secret is no longer a secret | sır ifşa oldu |
The cat is playing with the trash. | Kedi çöp kutusu ile oynuyor. |
The ceiling was deteriorated with scorch marks (Plqpf) | Tavan yanık izleriyle bozulmuştu |
the center /Mittelpunkt | merkez |
the chair at her bedside | yatağın başucundaki iskemle |
the cheese boat is not walking with words /actions speak louder than words | lafla peynir gemisi yürümez |
the cheese boat is not walking with words /actions speak louder than words | lafla peynir gemisi yürümez |
The chef provides for you | şef sizi geçindirir |
The chef provides for you | şef sizi geçindirir |
the chick comes out of the egg (hatches) | civciv yumurtadan çıkıyor |
The child is busy (by) doing his homework. | Çocuk ödevini yapmakla meşgul. |
The child ran home shouting (participle) | Çocuk bağıra bağıra evine koştu. |
The children held (commanded over) the dark corner under the stairs. | Çocuklar merdivenin altındaki karanlık köşeye el koymuşlardı. |
The children skate on the pond once it is frozen solid. | Çocuklar gölet tamamen donunca paten kayıyor. |
The cinema is far away. | sinema uzak |
the classmate said he could take a look at the textbook | sınıf arkadaşı ders kitabına bakabileceğini söyledi. |
the click emitted by something hard | sert bir şeyin çıkardığı tıkırtı |
the cloudless night sky | bulutsuz gece göğü |
The cold began to penetrate the rain coat. | Soğuk, yağmurluğun içine işlemeye başladı. |
The cold stars looked at him without blinking their eyes. | Soğuk yıldızlar gözlerini kırpmadan ona bakıyordu. |
The colour of the sky had changed /turned to pink and lemon yellow. | Gökyüzünün rengi pembe ve limon sarısına dönmüştü. |
the colourful tapestries and paintings distorted by the deformed walls | bel veren duvarların çarpıttığı renkli duvar halıları ve tablolar |
the common thief | sıradan hırsız |
the consequences | sonuçlar |
the constructor / builder and his wive | insaatcıyla karısı |
The contents (matters -h) to be explained described must be arranged in accordance with the known and accepted rules of the language. | Anlatılacak, betimlenecek hususlar, dilin bilinen ve kabul edilen kurallarına uyularak düzenlenmek zorundadır. |
The continous side by side standing books | Aralıksız yan yana duran kitaplar |
the continuation of good neighborly relations | iyi komşuluk ilişkilerinin sürmesi |
the cook | aşçı |
the coolest person ever | gelmiş geçmiş en havalı kişi |
the coolness of the forest that even on the hottest days in summer can cool/chill people | yazın en sıcak gününde bile insanı üşütebilecek orman serinliği |
The country which has the largest surface in the world is Russia. | Dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi Rusya'dır. |
the countryside | kırsal kesim |
the cover of the book | kitabın kapağı |
the cover of the book pressed against the girl's ear | kitabın kapağı kızın kulağına baskı yapıyordu. |
The cover of the book pressed against the girl's ear as if it wanted to pull her again into its pages. | Kitabın kapağı, onu tekrar sayfalarının içine çekmek istercesine kızın kulağına baskı yapıyordu. |
the cracking whip of the dwarf | cücenin şaklayan kırbacı |
the creaking | gıcırtı |
the creaking of the axle | aksın gıcırtısı |
the creaking sounded loud | gıcırtı yüksek geliyordu |
the Creation | yaratılış |
the Creator | Yaratıcı |
The creatures began with grunts to descend the path. | Yaratıklar homurtuyla patikadan aşağı inmeye başladılar. |
The creatures clung faster to their weapons. | Yaratıklar silâhlarına daha sıkı sarıldılar. |
The criminal was sentenced (ç) to life imprisonment (m) | Suçlu müebbet hapis cezasına çarptırıldı. |
the crushed reed | ezilmiş saz |
The custom officer paid no heed and put the suitcase on a table. | Gümrük memuru oralı olmayıp bavulu bir masanın üzerine koydu. |
The customer is always right. | müşteri her zaman haklıdır |
The damage was minimal. | Hasar asgariydi. |
the Dark One | Karanlık Varlık |
The dark wooden house door just like lips tightly pressed together was so repellent that Meggie as they walked towards it involantarily gripped Mo's hand. | Kara ahşaptan ev kapısı, tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi öylesine itici duruyordu ki, Meggie oraya doğru yürürken istemsizce Mo'nun elini tuttu. |
The dark wooden house door just like lips tightly pressed together was so repellent that... | Kara ahşaptan ev kapısı, tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi öylesine itici duruyordu ki, |
the dark yellow (ocker) coloured (b) plaster(pl) | koyu sarı boyalı sıvalar |
the day after tomorrow / übermorgen | yarından sonraki gün |
the day before yesterday (e/ö) | dünden evvelki - önceki gün |
the day before yesterday/ vorgestern | önceki gün |
The dead are raised | ölüler diriliyor |
The deadly arrows of the Urgal dismounted the two Elves. | Urgalların ölümcül okları iki Elfi yere indirdi. |
the deaf hear (are hearing) | sağırlar işitiyor |
the deceitfulness of wealth | zenginliğin aldatıcılığı |
The deep dark sky was speckled with stars. | Kapkara gök yıldızlarla beneklenmişti. |
The deer that he pursued was still with the herd. | Peşinde olduğu geyik hâlâ sürüdeydi. |
The deer was with the herd. | Geyik sürüdeydi. |
the deers had nearly the size of ponies | Geyikler yaklaşık bir midilli büyüklüğündeydiler |
the demand for the products of the company in foreign markets is increasing. | yabancı pazarlarda şirketinin ürünlerine olan talep artmakta |
the dentist is looking at her tooth right now | şu anda dişçi onun dişine bakıyor |
The doctor had said he was coming at ten. | Doktor onda geleceğini söylemişti. |
The doctor says "Don't smoke any more, you are going to die", but he still doesn't care. | Doktor 'Artık sigara içme, öleceksin'diyor, ama o hâlâ umursamıyor. |
the doctor thinks he needs medicine | doktor ilaca ihtiyacı olduğunu düşünüyor |
The doctor thinks your leg is broken. | Doktor bacağının kırıldığını düşünüyor . |
The doe was still with the herd. | Dişi geyik hâlâ sürüdeydi. |
The dog who barks doesn't bite | havlayan köpek ısırmaz |
The dogs being on alert growled/snarled. | Tetikte duran köpekler hırladılar. |
The door closed. | Kapı kapadı. |
The door led to / opened up to a hall (h) reminding of a tube shaped tunnel | Kapı, tüneli andıran, boru şekilli bir hole açılıyordu. |
The door was closed with a bang. | Kapı vurularak kapandı. |
the dudes whistled (and) said | ıslık çaldı bebeler dediler |
the dust covering (k) his hair and his skin | saçlarını ve derisini kaplayan toz |
The eagle rises (k) the branch hangs down. The branch hangs down, the eagle rises. | Kartal kalkar, dal sarkar; dal sarkar, kartal kalkar. |
the edges of his cloak | pelerininin etekleri |
the edges of his pale grey cloak were dragged in the blood(pl) | solgun gri pelerininin etekleri kanların içinde sürüklendi |
the eighth | sekizinci |
The election was rigged./frauded | Seçime hile karıştırılmıştı. |
The electric charge can be calculated. | Elektrik yükü hesaplanabiliyor. |
The Elf seeing her dead friends | Ölü arkadaşlarını gören Elf |
the Elve's despair | Elfin çaresizliği |
The email may have accidentally gone into the junk mail folder. | E-posta, kazara önemsiz posta klasörüne gitmiş olabilir. |
the end of the sentence | cümlenin sonu |
The ends (of your hair) are split. (broken) Do you see the splits ? | Uçlarında kırıklar var. Çatalları görüyor musunuz? |
the essence of the event / the chief point of the incidence | olayın özü |
the evening air | akşam havası |
The evening air was quite cool. | Akşam havası oldukça serindi. |
the evening news | akşam haberleri |
the evening star (a y) | akşam yıldızı |
the evening star (ç y) | çoban yıldızı |
the everlasting God | Ebedi Tanrı |
the evidence indicates that you're guilty | kanıtlar suçlu olduğunuzu gösteriyor |
The exhaustion drained away | bitkinlik tükendi |
The exhaustion drained away like water running down a slope. | Bitkinlik, yokuş aşağı akan su gibi tükendi. |
the expense to bring him here | onu buraya getirme masrafı |
The experts at La Sapienza University in Rome put forward an equation to measure the power of the Internet to spread gossip. According to the equation, the spread rate of gossip can be calculated. | Roma’daki La Sapienza Üniversitesi uzmanları dedikodunun yayılması konusunda internetin gücünü ölçmek için bir denklem ortaya koydu. Denkleme göre dedikodun yayılma hızı hesaplanabilecek. |
The explosion frightened the people away. | Patlama, insanları korkutup kaçırdı. |
The extending ups and downs offered a new amazing view at every turn. | Uzanan inişler ve çıkışlar her dönemeçte yeni ve şaşırtıcı manzaralar sunuyordu. |
The eyes of the blind are being opened | Körlerin gözleri açılıyor |
The faces of those looking to Him are (shining) radiant | Ona bakanların yüzü ışıl ışıl parlar |
the fact that it is impossible to understand (lit. cannot be understood) | anlaşılamamasıdır |
the faint smell (pl) of oleander (pl) | zakkumların baygın kokuları |
the faithful will be exalted above the unbelievers (from the Wheel of time) | sadıklar inanmayanlardan yüce kılınacaktır |
the faithful will be exalted above thrones(from the Wheel of time) | sadıklar tahtlardan yüce kılınacaktır |
the fast(ing) | oruç |
The father gives to his son a vineyard, the son doesn't give to the father a bunch of grapes. | Babası oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş. |
the fear of the Lord is pure(p) | RAB korkusu paktır |
the feeling that something bad is goingto happen / ill boding | kötü bir şey olacağı hissiyle |
the feelings and thoughts to be expressed | dile getirilecek duygu ve düşünce |
the feelings and thoughts to be expressed must be clear and net in the narrator's mind. | dile getirilecek duygu ve düşünce anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
the fifth | beşinci |
The fight ended when one hit the other with a club hard on his head and left with the trophy. | Biri diğerini başına sopayla sertçe vurup ganimetle oradan ayrılınca kavga bitti. |
the figures of humans and animals | insan ve hayvan desenleri |
The file is too heavy, I can´t post it via Facebook. | Dosya çok ağır, Facebook'tan yollayamam. |
the final cost | kesin maliyet |
the fine woven fabric brought by merchants | tüccarların getirdiği ince dokunmuş kumaş |
the fine woven fabric of his clothes | giysilerinin ince dokunmuş kumaşı |
the finest / the best / thoroughgoing (d) | daniska |
The fire narrowed the area. | Yangın alanı daralttı. |
The fire thickening the band | Yangın şeridi kalınlaşarak |
the firm conviction I reached | vardığım kesin kanaat |
the first | birinci |
The first man who stepped on the moon | Aya ilk ayak basan insan |
the first president of Turkey was ... | Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanı ... |
the first thing I am going to say | ilk olarak söyleyeceğim |
The fish that has sunk will swim on the side ( what is done is done / you can't save the situation/in for a penny in for pound) | Battı balık yan gider. |
The fishermen are fishing until the evening. | Balıkçılar akşama kadar balık tutuyor. |
The flames were dancing on the logs in the fireplace. | Şöminedeki kütüklerin üzerinde alevler dans ediyordu. |
the flats of a building | apartmandaki daireler |
The flight (lit. plane) ticket costs too much. | Uçak biletinin ücreti çok fazla. |
The flight is delayed | uçuş gecikmeli |
the floor was covered with a mossy-ish rug | zemin yosunumsu bir kilimle kaplıydı. |
The floor was spread (s) with loose straw. | Yere gevşek hasır serilmişti. |
The fog glided by turning from the parched/scorched area towards the stone. | Sis kavrulan alanın üstünden döne döne taşa doğru süzüldü. |
the force of gravity | yerçekimi kuvveti |
the forlorn street | ıssız sokak |
the Forsaken | Terkedilmişler |
The fortune teller predicted your success. (that you will be successful) | Falcı, başarılı olacağını tahmin etti. |
the fossiles at the museum | müzedeki fosiller |
the fourth | dördüncü |
The Fowler couple in the case file | iddianamedeki Fowler çifti |
the from Eibe / yew tree made bow | porsuk ağacından yapılma yayı |
The fuel price went up. | Petrole zam geldi. |
the future generation (n) | gelecek nesil |
the gabbling of geese (gabbling like geese have the habit of doing) | kazların usul gevezelikleri |
the gasket (rubber sealing ring) / washer / Dichtungsring (aus Gummi) | conta |
the gasket (rubber sealing ring) of the tap / Dichtungsring des Wasserhahns | musluğun contası |
the General Staff Headquarters | Genelkurmay Karargahı |
The gentleman took of his gloves and his top hat (Zylinder) | Beyzade, eldivenlerini ve silindir şapkasını çıkardı. |
The girl hugged her father. | Kız babasına sarıldı. |
the girl who works in the cinema | sinemada çalışan kız |
The girl would spend hours in front of a lock prodding it with her wires and flirting with its mechanism | Kız, bir kilidin önünde, onu telleriyle dürtüp mekanizması ile flört ederek saatler harcardı. |
The girl would spend hours in front of a lock, prodding at it with her wires, flirting with the mechanism, exploring the lock with a casual fascination that is unknown to criminals. | Kız, bir kilidin önünde, onu telleriyle dürtüp mekanizması ile flört ederek, suçlular tarafından bilinmeyen gelişigüzel bir hayranlıkla keşfetmeye saatler harcardı. |
The girl would spend hours in front of a lock. | Kız, bir kilidin önünde saatler harcardı. |
The goblin who took the beating lay stunned for ashort while, but then he leaped to his feet in pursuit. (lit. he quickly rose to his feet and fell behind the other.) | Dayak yiyen goblin kısa bir süreliğine sersemledi ama sonra hızla ayağa kalkıp diğerinin peşine düştü. |
The goblins crouched and fled in all directions. | Goblinler büzülerek kaçıştılar. |
the god of our forefathers | atalarımızın Tanrı'sı |
The gospel is preached to the poor. | Müjde yoksullara duyuruluyor.. |
The government does not have much power/ authority. | hükümetin çok yetkisi yok |
the grass of the field | kır otu |
the great Lord of the Dark | Karanlığın Yüce Efendisi |
The great Lord of the Dark is my Master and I will serve him whole heartedly to the last shred of my very soul (from the Wheel of Time) | Karanlığın Yüce Efendisi benim Efendimdir ve ona ruhumun en son zerresine kadar canı gönülden hizmet ederim. |
the growth of export / the increase of export | ıhracat artması |
the gym is right here | spor salonu tam burada |
the habitual criminal | alışılmış suçlu |
the Haunted Court / the Unseelie Court (Court of Dark Pixies/Feries) | Tekinsiz Divanı |
the head of the hospital('s medical stuff) | hasta(ha)ne baştabibi |
the hearing / trial | duruşma |
the hearing started again. | Duruşma yeniden başladı |
The hearing was suspended for 1 hour | Duruşmaya 1 saat ara verildi |
the heat / temperature | sıcaklık |
the helicopter descended drawing a curve | helikopter kavis çizerek alçalıyordu. |
The hen is laying an egg. | Tavuk yumurtlamış |
The highway is too crowded to move. | Otoyol hareket edemeyecek kadar kalabalık. |
the holy law | Kutsal yasa |
The horned creatures | boynuzlu yaratıklar |
the horror of the last moments | son anların dehşeti |
The horse fell with his chest hard to the ground | At göğüsüstü yere gömüldü. |
the horse hit by the lightening stumbled and... | Şimşeğin çarptığı at tökezleyip |
The horse was a huge(d) black horse with a mane and a tail that rippled behind it. | At, yelesi ve arkasında dalgalanan kuyruğuyla devasa siyah bir attı. |
The horses snorted nervously and... | Atlar telaşla homurdanıp |
the hospital was closed by the authorities | hastane yetkililer tarafından kapatıldı |
The images obtained from security cameras | güvenlik kameralarından elde edilen görüntüler |
The images obtained from the security cameras of the General Staff Headquarters revealed that the martyrs were brutally murdered. | Genelkurmay Karargahı'nın güvenlik kameralarından elde edilen görüntüler şehitlerin hunharca katlettiğini ortaya çıktı. |
the impact hit the center (rep) | darbe merkezi vurmuş |
the importance | önem |
The Indian restaurant was definitly the best one. | Hint restoranı kesinlikle en iyisiydi |
the initiated investigation | başlatılan soruşturma |
the inside | içeri |
the interest that you showed | göstermiş olduğun(uz) alâka |
the intricate patterns on the mosaic floor | mozaik zeminindeki girift desenler |
the investigation launched after the accident | kaza sonrası başlatılan soruşturma |
The investigation revealed a scandal. | Soruşturma bir skandalı ortaya çıkardı. |
the Iraki born migrant smuggler | Irak uyruklu göçmen kaçakçısı |
the jingling of the bells | zillerin şıngırtısı |
the judge gave the robber five years in prison | hakim soyguncuya beş yıl hapis verdi |
the judicial court of Izmir. | İzmir Adliyesi |
the juridicial process (y.s.) | yargı sürecini |
the key to this (spoken) | bunun püf noktası |
the keypoint / the delicate point of a matter | işin püf noktası |
the king and queen stated that they were going to be parents | kral ve kraliçe ebeveyn olacaklarını açıkladılar |
the lame walk (are walking) | kötürümler yürüyor |
the last but not the least (but not the worst) | sonuncusu ama en kötüsü değil |
the last but not the least (the most important) | sonuncusu ama en önemlisi |
The last Gen carrier in Charlotte's lineage (family) was a lady by the name Miss Margret. | Charlotte'un sülalesindeki son Gen Taşıycı Magret adında bir hanımdı. |
the last moment | son an |
The last rider | Son binici |
The last thing I wanted was for my expensive thing(e) to get wet. | İstediğim son şey pahalı bir eşyamın islanması olurdu. |
the last word of the sentence | cümlenin son kelimesi |
the latter (of the two) | (ikisinden) sonuncusu |
The Law of the Lord is perfect | RABbin yasası yetkindir |
The Law of the Lord is perfect, it refreshes the soul | RABbin yasası yetkindir, cana can katar, |
The lawnmower needs gasoline. | Çim biçme makinası için benzin gerekli. |
the lead singer | esas şarkıcı |
the least | en küçük |
The lepers are cleansed | cüzamlılar temiz kılınıyor |
the letter I wrote this morning | Bu sabah yazdığım mektup |
The library is near the pub. | kütüphane barın yanında |
The light shines in the darkness. The darkness could not overcome it. | Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi. |
The line (phone) is very bad. | Hat çok kötü. |
the lion's den | aslanın ini |
The little hills/ mounds had turned into mountains and also the cliffs on both sides of the street steadily steepened. | Tepecikler dağlar hâline gelmiş, yolun iki tarafındaki yamaçlar da giderek dikleşmisti. |
the longest delay (waiting time) | en uzun bekletme |
the Lord | Rab |
The Lord has done great things for us. We are filled with joy. Mezmur 126: 3 | Rab bizim için büyük işler yaptı, sevinç doldu içimiz. |
The Lord is our salvation. Trusting in Him we shall not be discouraged. Jes. 12:2 | Tanrı kurtuluşumuzdur. Ona güvenecek, yılmayacağız. |
The Lord will fight for you. It is enough for you to be calm. Mısır'dan 14 : 14 | RAB sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter |
the magnificent century | muhteşem yüzyıl |
the male half of the True Source (magic power/wheel of time) had been corrupted | Gerçek Kaynak'ın eril yarıs>nı yezlaştırmıştı |
the man breaking out in sweat in his parka | parkasının içinde ter basan adam |
The man drummed / tapped with his finger on the counter. | Adam parmağıyla tezgâhta tempo tuttu. |
the man fell with his face flat to the ground | adam yüzüstü kapaklandı |
the man fell with his face flat to the ground an grunted because he hit the stone and hurt himself | adam yüzüstü kapaklandı ve taşa çarpıp yaralandığı için homurdandı. |
The man having a very busy week at work | Bu işte yoğun bir haftası olan adam |
the man of my dreams | hayallerimin erkeği |
the man of my dreams is brave and gentle | hayallerimdeki erkek cesur ve nazik |
the man who sees | Gören adam |
The man whom he sees | Gördüğü adam |
The man's lying was twice as painful | Adamın yalancılığı iki kat acı veriyordu. |
the maples at the mountain foot 'whose leaves had been dropped' | eteklerindeki yaprakları dökülmüş akçaağaçlar |
the mare's flank | kısrağın böğrü |
the mass/crowd of people | insan güruhu |
the matters to be covered (explained, described) | Anlatılacak, betimlenecek hususlar, |
the meeting has officially started | toplantı resmen başlamış bulunuyor |
The meeting is at nine. | Toplantı dokuzda. |
The metal expands if you heat it. | Metali ısıtırsan genişler. |
the Middleages | Ortaçağlar |
the mind twisting impact | akıllara durgunluk veren darbe |
The mischievous /naughty (h) student was warned by the teacher. | Haylaz öğrenci, öğretmen tarafından uyarıldı. |
The Misty Mountains | Puslu Dağlar |
The moment I am happy you get upset. (from a poem of Attila İlhan ) | Sevindiğim anda sen üzülürsün. |
The money transfer is completed | Havale tamamlanmıştır |
The moonlight reflected in the eyes of the hobby horse/Schaukelpferd | Sallanan atın gözlerine ay ışığı yansıyordu. |
The moonlight reflected in the eyes of the hobby horse/Schaukelpferd; this reflection was also in the eye(s) of the mouse when Tolly pulled her out from under her pillow to look at her. | Sallanan atın gözlerine ay ışığı yansıyordu; ayrıca ona bakmak için Tolly onu yastığının altından çıkardığında farenin gözünde de vardı bu yansıma |
The moonlight was illuminating a motionless lump (stack) consisting of up to twenty deers on the grass. | Ay ışığı, yirmi kadar geyiğin çimenlerin üstünde oluşturduğu hareketsiz yığını aydınlatıyordu. |
the more he ate | yedikçe |
The more he ate the more he wanted to eat. | Yedikçe, daha fazla yemek istiyordu. |
the more he got older | yaşlandıkça |
the more he got older the more it began to be difficult | yaşlandıkça daha zor olmaya başladı |
The more I study Turkish the more I understand (lit. I increasingly understand better) how to use the suffixes. | Türkçe çalıştıkça,son ekleri kullanmayı,giderek daha iyi anlıyorum. |
The more the darkness thickened the more also the humming approached. | Karanlık koyulaştıkça uğultu da yaklaşıyordu. |
The more the number of fireflies increased the more also the darkness deepened. | Ateşböceklerinin sayısı arttıkça, karanlık daha da koyulaşıyordu. |
The mosquitoes will not leave me alone! | Sivrisinekler beni rahat bırakmıyor! |
the most/ the X-est | en |
The mural paintings were defiled. | Duvar resimleri kirletilmişti. |
the murmur echoing in the arched room like the gabbling of geese | kemerli odada kazların usul gevezelikleri gibi yankılanan mırıltı |
the Name of the Lord | RABbin adı |
The name of this book is secret | Bu kitabın adı gizli. |
The nape is fine. Please cut the sides and the top a bit more. | Ense iyi.Yanları ve üstü biraz daha kesin, lütfen. |
the nature of my work | işimin niteliği |
the needed changes | ihtiyaç duyulan değişiklikler |
the new one | yenisi |
the news speaker's finishing the sentence smiling. (as a habit) | Haber spikerinin cümleyi gülümseyerek bitirmesidir. |
the news speaker's closing her eye | haber spikerinin gözünü kapatması |
the news speaker's closing her eye at the second last word of the sentence | haber spikerinin cümlenin sondan ikinci kelimesinde gözünü kapatması |
the news speaker's closing her eye at the second last word of the sentence and opening her eye after having said the word | haber spikerinin cümlenin sondan ikinci kelimesinde gözünü kapatması, kelimeyi söyledikten sonra gözünü açması |
the news speaker's opening her eye | haber spikerinin gözünü açması |
the news speaker's opening her eye after having said the word | haber spikerinin kelimeyi söyledikten sonra gözünü açması |
The newspaper issued a small (u) correction. | Gazete, ufak bir düzeltme yayınladı. |
the next | sonraki |
the next day / the following day | ertesi gün |
the next election is in two years | sonraki seçim iki yıl içinde |
The next two days passed in the blink of an eye. | Sonraki iki gün göz açıp kapayıncaya kadar geçti. |
the ninetenth | on dokuzuncu |
the ninetenth century | on dokuzuncu yüzyıl |
the ninth | dokuzuncu |
the noble horse | soylu at |
the nothern hemosphere | kuzey yarım küre |
the number of protons | proton sayısı |
The objections against it did not change the verdict. | Hakkındaki itirazlar mahkeme kararını değiştirmedi, |
The ocker coloured (b) wall plaster seemed so dirty. | Koyu sarı boyalı duvar sıvası bu kadar kirli görünüyordu. |
the old generation (n) | eski nesil |
The one having the helm on his head | Başında miğfer olan |
The one who took the horse passed Üsküdar (part of Istanbul ) - you waited too long. Can't change anything now. | Atı alan Üsküdar'ı geçti. |
the one's covering their faces | çehreyi örtenler |
the ones connecting | bağlayanlar |
the only meaning that I can see in this event | bu olayda benim görebildiğim yegâne mana |
the only thing he did | tek yaptığı |
the only thing she could perceive in the dark(ness) | Karanlıkta algılayabildiği tek şey |
The only thing that ghosts really could do was to scare people. | Hayatlerin gerçekten yapabilecekleri tek şey insanları korkutmakta. |
the operations in the Anti human traffic branch | İnsan Ticareti ile Mücadele Şubesindeki işlemler |
the other | diğer |
the other / the far | öbür |
the other day /any past day including önceki gün (the day before yesterday) except yesterday which is dün | geçen gün |
The other day I replace the seal/ gasket of the tap. | Geçen gün musluğun contasını değiştirdim. |
the other end / the far end | öbür uç |
the other hand | diğer el |
the others | diğerleri |
the outcoming/resulting consequences | doğacak sonuçlar |
the outlet is broken | priz bozuldu |
the outside | dışarı |
the oven | fırın |
the overwhelming / suffocating city life | boğucu şehir hayatı |
The package I waited for came yesterday. | Beklediğim paket dün geldi. |
the parable of the seed | Tohum benzetmesi |
the party has an excellent leader | partinin mükemmel bir lideri var |
The party that had the majority in the Parliament, formed the government. | Mecliste çoğunluğu olan parti, hükümet kurdu. |
The pasha's wife (h) died and he had only one daughter remaining | Paşa'nın hanımı ölmüş, bir kızı kalmıştı. |
The passenger of the vehicle was unharmed. | Aracın yolcusu sağ salimdi. |
The passports of people who go abroad are controlled. | Yurt dışına gidenlerin pasaportları kontrol edilir. |
the past | geçmiş |
the patient has to rest for at least a week | hastanın en az bir hafta dinlenmesi gerekiyor |
the patient should avoid unhealthy food | hasta sağlıksız yiyeceklerden kaçınmalı |
the pear falls to the root /the apple never falls far from the tree | armut dibine düşer |
The people being proud/happy of the arrival (coming) of the Ottoman forces to the region proclaimed their loyality (attachment) to the sultan. | Osmanlı güçlerinin bölgeye gelmesinden kıvançlı olan halk padişaha bağlılığını duyurdu |
the people want peace | halk barış istiyor |
The people were packed (crowded) shoulder to shoulder to the sides even to the windows and rooftops. | halk omuz omuza kenarlara, hattâ pencerelere ve çatılara yığılmıştı |
The person loving the hungry and cold dog gave him food and taking off the coat that was on him covered him. | Aç ve üşüyen köpeği seven kişi köpeğe yemek verip üstündeki montu çıkararak üstüne örttü. |
the person must be his own doctor | kişi kendisinin doktoru olmalıdır |
The person must first identify the aspects (sides) that need to be developed, | kişi, öncelikle geliştirmesi gereken yanlarını tespit etmeli |
the person taking off his jacket (which was on him) | üstündeki montu çıkaran kişi |
the person taking off his jacket (which was on him) and covering (upon) the dog who felt cold | üstündeki montu çıkarıp üşüyen köpeğin üzerine örten kişi |
the person to drive back home should not drink alcohol | eve dönüşte kullanacak olan kişi alkol içmemelidir |
The person who for a while stayed with (watched over) the dog later left the dog. | Bir süre köpeğin başında duran kişi daha sonra köpeğin başından ayrıldı. |
the person who is the one to drive back home | eve dönüşte kullanacak olan kişi |
The person you meet will never stay the same as you first knew. | Tanıştığınız insan, hiç bir zaman ilk tanıdığınız gibi kalmaz. |
The pillar of cloud by day and the pillar of fire by night did not depart from before the people. | Gündüz bulut sütunu, gece ateş sütunu halkın önünden eksik olmadı. |
the place was in a complete chaos/mess | Ortalık darmadağınıktı. |
The places gnawed by the worms had looked like tiny bullet holes. | Kurtların kemirdiği yerler minik mermi delikleri gibi görünmüştü. |
The police arrived late at the robbery scene. | Polis soygun yerine geç ulaştı. |
the police can't arrest the suspect without evidence | polis şüpheliyi kanıt olmadan tutuklayamaz |
the police caught the murderer red-handed | polis katili suçüstü yakaladı |
The police couldn't find the criminal in the swamp but the insects did. | Polis bataklıkta suçluyu bulamadı ama böcekleri buldu. |
The poor | yoksullar |
The poor girl started to cry bitterly. | Zavallı kız içli içli ağlamaya başladı. |
the potion master / teacher | ikisir hocası |
the powerless | takati olmayan |
the presence of others | başkalarının varlığı |
the presence of others can hinder your creativity. | başkalarının varlığı yaratıcılığınızı engelleyebilir. |
the present state / the current situation /present condition | mevcut durum |
the president who was in deep waters | güç durumdaki başkan |
The price of the brown shoes is 500 liras. | Kahverengi ayakkabıların fiyatı beş yüz lira. |
The printer is out of paper. | Yazıcının kağıdı bitti. |
the priviledge to know | bilme ayrıcalığı |
the priviledge to know the secrets | sırları bilme ayrıcalığı |
the priviledge to know the secrets of the Kingdom of heavens | Göklerin Egemenliği'nin sırlarını bilme ayrıcalığı |
the problem growing (with) each passing day | her geçen gün büyüyen problem |
The program lasted (extended) until the night / Das Program zog sich bis in die Nacht hinein | Program geceye sarktı |
The program was very intense. | Programı çok yoğundu. |
The prosecutor asked for(wanted the) removal of control requirement | Savcı kontrol şartının kaldırılmasını istedi |
The prosecutor began to give his deliberation on the merits/principles | Savcı esas hakkındaki mütalaasını vermeye başladı |
The protons are in the nucleus, the electrons in the orbit. | Protonlar çekirdekte; elektronlar yörüngededir. |
the Provincial Security Directorate teams | İl Emniyet Müdürlüğüne bağlı ekipler |
The purpose/aim of the American food industry | Amerikan gıda sanayiinin amacı |
the quiver swinging at his hip | kalçasında sallanan sadak |
the rain stopped so we went outside | yağmur durdu bu yüzden dışarıya çıktık |
the random (uncontrolled) oscillation of creeks | derelerin başıboş salınımı |
The rangers maintain the hiking trails (p) in the forest. | Korucular, ormandaki patikaların bakımını yapacak. |
the reason for this / this is because | bunun nedeni |
The reason(n) was not only (s) Prince Ash, though (g) he had sparked my desire not to be noticed. | Nedeni sadece Prens Ash değildi, gerçi fark edilmeme isteğimi tetiklemişti. |
The red shoes are too tight. | Kırmızı ayakkabılar çok sıkı. |
the refreshing clean night air | ferahlatıcı temiz gece havası |
The region in which (this language) is spoken is on Chinese soil. | Konuşulduğu bölge Çin topraklarında |
the remainder / rest | kalan |
The Republic of Turkey is the northern hemisphere | Türkiye Cumhuriyeti, kuzey yarım kürededir |
The Republican People's Party | Cumhuriyetçi Halk Partisi |
the Republican People's Party is pretty big | Cumhuriyetçi Halk Partisi oldukça büyük |
The ressemblance (likeness) is obvious. (a) | Benzerlik aşikâr. |
the rest (g) of the forest | ormanın gerisi |
the rest of (g) | gerisi |
the rest of the herbs | otun kalanı |
The rest of the herbs were sharp and thorny vegetation. | Otun kalanı sivri ve dikenli bitkiler idi. |
the revival of nature | doğanın yeniden canlanması |
The rider was tall and lean (thin) | Binici uzun ve zayıftı. |
The riders gallopped towards the trap | Biniciler tuzağa doğru eşkin gidiyordu. |
The riders stiffened | Biniciler kaskatı kesildi |
the right amount of (lit. in the suitable number) | uygun olan sayıda |
the ringleader / gang-leader / chief | elebaşı |
the ringleader / gang-leader / chief of the criminal organization | suç örgütü elebaşı |
the rising/new generation/ the younger generation (n) | yeni nesil |
the room used to be rarely (s) ventilated/aerated | oda seyrek havalandırılırdı |
the rugged plains | engebeli düzlükler |
the ruined walls of the city | kentin yıkık surları |
the rules of the LORD are true, and righteous altogether. | RABbin ilkeleri gerçek, tamamen adildir. |
the same (adj) | aynı |
the same / ditto / exactly / just the same ( adv) | aynen |
the same dull beech leaves | aynı donuk kayın ağacı yaprakları |
the same thing | aynı şey |
The scalp of the bald man is visible. | Kel adamın saç derisi görünüyor. |
the scariest | en korkunç |
the school she went to | gittiği okul |
the scratches on the mailbox | posta kutusundaki çizikler |
the screen was blurred and cracked | ekran bulanık ve çatlamıştı |
The sea is very rough. | Deniz çok çalkantılı. |
The seagulls follow the steamboat and eat the bagels. | Martılar vapuru takip ediyorlar ve simitleri yiyorlar. |
the season (s) always begins in August | sezon her zaman Ağustos'ta başlar |
the second | ikinci |
the second last word of the sentence / (lit. second word from the end...) | cümlenin sondan ikinci kelimesi |
the second section of the way | yolunun ikinci kesimi |
The secret has not been solved yet | Sırrı henüz çözülemedi |
the security camera's pictures | güvenlik kamerasının görüntüleri |
the security cameras of the General Staff Headquarters | Genelkurmay Karargahı'nın güvenlik kameralar |
The servants were gone, and the Trollocs as well , though he had not seen them go. | Hizmetkârlar gitmişti, gittiklerini görmemesine rağmen Trolloclar da. |
the seventh | yedinci |
The ships (t) pass slowly | Tekneler yavaş yavaş geçiyor. |
The shoes are not comfortable. They are too tight. | Ayakkabılar rahat değil. Onlar çok sıkı. |
The shopkeeper enjoys chatting with the customers. | Dükkâncı müşterilerle sohbet etmekten keyif alır. |
the shutter of a camera taking a picture | fotoğraf çeken fotoğraf makinesi deklanşörü |
the side (t) | taraf |
the sides of my eyes had become crusted | gözlerimin kenarları çapaklanmıştı |
The sight /view of the sled was great | kızağın görüntüsü harikaydı |
the sight was great | görüntü harikaydı |
The silver coin is for dark days. ( Save something for a rainy day) | Ak akçe kara gün içindir. |
The sin of someone talking a lot is not lacking (=When words are many, transgression is not lacking) | Çok konuşanın günahı eksik olmaz, |
The sink blocked, how can I open it ? | Lavabo tıkandı nasıl açabilirim |
the sink is filled with water, it does not go... | lavabo su ile doldu, gitmiyor... |
The situation and the event to be explained /told | Anlatılacak hâl ve olay, |
The situation and the event to be explained, must be clearly and net defined in the mind of the narrator. | Anlatılacak hâl ve olay anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
The situation and the event to be explained, the view and the intuition to be described | Anlatılacak hâl ve olay, betimlenecek görüş ve sezgi, |
The situation and the event to be explained, the view and the intuition to be described, must be clearly and net defined in the mind of the narrator. | Anlatılacak hâl ve olay, betimlenecek görüş ve sezgi, anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
The situation and the event to be explained, the view and the intuition to be described, the feelings and thoughts to be expressed must be clearly and net defined in the mind of the narrator. | Anlatılacak hâl ve olay, betimlenecek görüş ve sezgi, dile getirilecek duygu ve düşünce anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
the situation is as follows / the situation is this | durum şöyle |
the sixth | altıncı |
the sixty-third | altmış üçüncü |
the size (greatness) of his promise | vaadin büyüklüğü |
The skirt looks good but my legs are cold. | Etek iyi gözüküyor ama bacaklarım üşüyor. |
the sky is clouded over | gökyüzü bulutlanıyor |
the sky is clouded over | gökyüzü bulutlanıyor |
The sky was clear and dark | gökyüzü berrak ve karanlıktı |
The slope was steep and led to the side(shore) of a big lake. (Der Abhang war sehr steil und fiel zum Ufer (zur Seite) eines grossen Sees herab . | Yamaç dimdikti ve büyük bir gölün kenarına iniyordu. |
the slopes were steadily rising/getting steeper (d) rep. | yamaçlar giderek dikleşmişti |
the small sunspots on top of its varnish | Cilasının üstündeki ufak güneş lekeleri |
The smallest dog is also the smartest. | En küçük köpek aynı zamanda en akıllı olan. |
The smoke coming out of the chimneys gave a woody smell to the air. | Bacalardan çıkan duman havaya odunsu bir koku veriyordu. |
The smoke rising to the air carried a burning (scorched) odor. | Havaya doğru yükselen duman yanık kokusu taşıyordu. |
the snow melted (lit. lifted) (spoken language) | kar kalktı |
the soft creaking of the axle | aksın yumuşak gıcırtısı |
the sole /the only | yegâne |
the solid rows of the Queen's soldiers | Kraliçenin Askerleri'nden katı sıralar |
the Son of man | insanoğlu |
The song is stuck in my brain. (lit. the song is tangled around my tongue) | Şarkı dilime dolandı |
The sooner the better. /Je früher desto besser. | Ne kadar erken olursa o kadar iyi. |
the sound of my heart (beat) was ringing in my ears | kalbimin sesi kulaklarımda çınlıyordu |
The sources from whom you took this information instructed you (pl) wrong./misinformed you | Bu bilgiyi aldığınız kaynaklar sizi yanlış bilgilendirmiş. |
the sources informed you (pl) wrong | kaynaklar sizi yanlış bilgilendirmiş. |
the speaker came up with an emotionless expression until the end of the news | spiker donuk bir ifadeyle haberin sonuna kadar geldi |
The spider is weaving a net. | Örümcek ağ örüyor. |
the spitting image of / Doppelgänger (t..k.. a... ) | tıpkısının aynısı |
The squat (dwarfish/gedrungen) ugly creatures were gnawing on bones. | Bodur, çirkin yaratıklar kemik kemiriyordu. |
the squirrels of a cartoon | çizgi filmlerindeki sincaplar |
the story can be something real or fictional | hikâye gercek veya kurgulanmış bir şey olabilir |
the stranger coming at night | gece gelen yabancı |
the strangest | en garip |
The stuffed animal's head had been torn off, and cotton spilled from the ( hole in the) neck. | Pelüş oyuncağın başı kopmuştu ve pamukları boynundan dışarı saçılmıştı |
the summary | özet |
The sun is giving light and warmth. | Güneş ışık ve ısı veriyor. |
The sun was giving a bright light. | Güneş aydınlık bir ışık veriyordu. |
the surface of the waters | suların yüzeyi |
the suspect (z) | zanlı |
the suspect has no alibi | şüphelinin gerekçesi yok |
The suspects were referred to the judicial court of Izmir. | Zanlılar İzmir Adliyesine sevk edildi. |
The sweetness of a friend comes from the counsel of the soul. (Prov 27 : 9) | Dostun tatlılığı candan gelen öğüttendir. |
the tag (game of purchase) kept us fit | kovalamaca bizi zinde tuttu |
the taste of victory | zaferinin tadı |
The teacher explained to me the answer of the question. | Öğretmen sorunun cevabını bana açıkladı |
The teacher answered my questions as if he was mocking me. | Öğretmen sorularıma alay edercesine cevap veriyordu. |
The teacher caused sb to explain the answer of the question to me.) (namely: he told someone else to explain it to me, and that person did. | Öğretmen sorunun cevabını bana açıklattırdı |
The teacher made me explain the answer of the question. | Öğretmen sorunun cevabını bana açıklattı |
The teacher tells her to stretch her legs. | Öğretmen ona bacaklarını esnetmesini söyler. |
The teacher told me to stretch my legs. | Öğretmen bacaklarımı esnetmemi söyler. |
The technician will connect the wires /cables (k) | Teknisyen kabloları bağlayacak. |
The telephone is ringing. | Telefon çalıyor. |
the temperature of this place/location | ortam sıcaklığı |
the tension in the region | bölgedeki gerilim |
the tenth | onuncu |
The text is easier to understand. | Metnin anlaşılması daha kolaydır. |
the thing is / the trouble was | mesele şu ki ... |
the things at the side | kenardaki şeyler |
the third | Üçüncü |
the third generation (n) | üçüncü nesil |
the times he tried | denediği zamanlar |
the times he tried to tug | çekiştirmeyi denediği zamanlar |
the tiny winzy caves hidden in the heights of the mountains | dağların yükseklerine gizlenmiş minik minik mağaralar |
the tip of his sword | kılıcının ucu |
the tired one / the fading | yorulan |
the tool had turned into scrap(totally ruined) | alet hurdaya dönmüştü |
the tools on the workbench | Tezgâhtaki aletler |
the trace / track / trail | iz |
The traces showed that the deer had been on the grassland only half an hour before. | İzler geyiğin yalnızca yarım saat önce otlakta olduğunu gösteriyordu. |
the traffic is dense the whole day | trafik b¨ütün gün sıkışık |
the transactions / the procesdures / operations have been completed | işlemleri tamamlandı |
the trap area | tuzak alanı |
the treatment doesn't seem to have an effect, does it? | tedavinin etkisi yok gibi görünüyor, öyle değil mi? |
The trees will flower in a few weeks. | Ağaçlar birkaç haftaya kadar çiçek açacak. |
the trial of the case | davanın duruşması |
the trial of the case is held at this campus. | davanın duruşması bu yerleşkede yapılıyor. |
The trollocs having already fallen their bellies to the ground were writhing as if they wanted to dig and enter into the ground. | Trolloclar kendilerini çoktan karın üstü yere atmışlar, yeri kazıp içine girmek istemiş gibi kıvranıyorlardı. |
the Troyan war | Truva Savaşı |
the truck driver | kamyonun sürücüsü |
The truth is (in a place) out there (= for you to be discovered) | Gerçek orada (bir yerde) |
The truth will set you (sg) free / Veritas vos liberabit | Gerçek seni özgür kılar |
the Turkic language spoken in China's Xinjiang (Sincan) region. | Çin'in Sincan bölgesinde konuşulan Türki dil. |
The Turkish language patch of the game cane out. | Oyunun Türkçe yaması çıktı. |
the Turkish Republic | Türkiye Cumhuriyeti |
The twigs (thin branches) looked like fine sharpened blades. | İnce dallar iyi bilenmiş ince bıçaklar gibi görünüyordu. |
The two teams tied. (were even) | İki takım berabere kaldı. |
The ugly duckling grew up to be a beautiful swan. | Çirkin ördek yavrusu, büyüyünce güzel bir kuğu oldu. |
the unavoidable costs | kaçınılamaz maliyet |
The United Kingdom | Birleşik Krallık |
The United States of America | Amerika Birleşik Devletleri |
the up and down going melody | iniş çıkışlı ezgi |
The uprising brought about the needed (social) changes. | Ayaklanma, ihtiyaç duyulan değişiklikleri getirdi. |
the ups and downs | inişler ve çıkışlar |
the Urgals' deadly arrows | Urgalların ölümcül okları |
the usual thing | alışılmış şey |
the value of rare books | nadir bulunan kitapların değeri |
the veranda had a shabby and unused look | Verandanın pespaye ve kullanılmayan bir hali vardı |
the verdict / court order | mahkeme kararı |
The victim got /took revenge on the wrongdoer. | Olayın kurbanı, suç failinden intikam aldı. |
the view and the intuition to be described | betimlenecek görüş ve sezgi |
The wages (sg) of sin are death but (whereas) the gift of God is eternal life (fact) in our Lord Jesus Christ. (Rom 6:23 ) | Çünkü günahın ücreti ölüm, Tanrı'nın armağanı ise Rabbimiz Mesih İsa'da sonsuz yaşamdır. |
The walking leaflet said there wouldn't be any phone reception in the mountains. | Yürüyüş broşüründe dağlarda telefonun çekmeyeceği yazıyordu. |
the walls were made out of smooth turkish pine | duvarlar pürüzsüz kızılçamdan yapılmıştı |
The walls were/had been deteriorated (Plqpf) | Duvarlar bozulmuştu |
the warmth that was in his smile | gülümseyişindeki sıcaklık |
the warning (u) | uyarı |
the water surface, flat as a mirror / die spiegelglatte Wasseroberfläche | suyun ayna kadar düz yüzeyi |
the waters were flowing down the mountains in streams | sular dereler hâlinde dağlardan aşağıya akıyordu |
the way he looked at me | bana bakma tarzı |
The way made (drew) a curve | Yol bir kavis çizdi. |
the way of teaching | öğretiş |
The way passed the forest and the rugged plains. | Yol ormandan ve engebeli düzlüklerden geçiyordu. |
the way to power | iktidar yolu |
The weather became very cold. | Hava çok soğudu. |
The weather is cold in February. | Şubatta hava soğuktur. |
the weather will probably clear up down south | güneyde büyük olasılıkla hava düzelecek |
The wedding guests start to arrive. | Düğün misafirleri gelmeye başladı! |
the weight of the nucleus | Çekirdek ağırlığı |
the White House (lit. white palace) | Beyaz Saray |
the whizzing trafic | vızır vızır akan trafik |
the wind breezing on her skin (t) | teninde gezinen rüzgâr |
the wind changed direction and... | rüzgâr yön değiştirip |
The wind snatched the coat off his hand. | Rüzgâr ceketi elinden kopardı. |
the wind that caused his cloak to sway like a flag | pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgâr |
The wind was howling (like wolves) | Rüzgâr uluyordu. |
the witness saw the suspect | görgü tanığı şüpheliyi gördü |
The witness who pointed out that he had made these statements feeding himself with hatred becaused they had sacked him on grounds of removing the unrest from the Manisa | Manisa kilisesinden huzursuzluk çıkardığı gerekçesiyle kovdukları için kendisinin düşmanlık besleyerek bu ifadeleri verdiğini belirten tanık |
The witnesses at Manisa were connected to the court via teleconferencing | Manisa'daki tanıklar telekonferans yöntemi ile mahkemeye bağlandı |
the witnesses listened to so far/ up till today | bugüne kadar dinlenen tanıklar |
the witnesses were confronted | tanıklar yüzleştirildi |
The wolf was howling | Kurt uluyordu. |
The woman got pregnant and bore him (k) a son. | Kadın hamile kalıp kendisine bir oğul doğurdu. |
the woman of my dreams | hayallerimin kadını |
The woman stood on one step from the top | Kadın en üstten bir alttaki basamakta durdu. |
the woman who fainted in the bus | otobüste bayılmış kadın |
the words from something like an incantation (e) | bir efsun kabilinden sözcükler |
the words he said | Söyledikleri |
the words hung temporarily in space | kelimler geçici bir süre boşlukta asılı kaldı |
the World | Dünya |
The world's surface area is approximately 510 million square kilometers. | Dünyanın yüzölçümü yaklaşık 510 milyon kilometre karedir. |
the writing desk whose surface we were not allowed to touch under any cicumstances | yüzeyine hiçbir süretle dokunmamıza izin verilmeyen yazı masası |
The young man could hardly stand it./ The young man could hardly bear it. | Genç adam buna pek dayanamıyordu |
the zeal of the Lord | Rabb'in gayreti |
the zipper is broken | fermuar bozuldu |
theater play | tiyatro oyunu |
theatre | tiyatro |
theft / shoplifting/ robbery | hırsızlık |
Their capes shining in the moonlight. | Örtüleri ay ışığında parlayarak |
their desire to conquer people who do not harm anyone | kimseye zararı dokunmayan insanları fethetme arzuları |
their desire to conquest (f) | fethetme arzuları |
Their faces don't turn red from shame | Yüzleri utançtan kızarmaz |
their forked horns (ihr Geweih) | çatallı boynuzları |
their hair (fur) was so white that compared to them even the snow seemed less white | tüyleri öylesine beyazdı ki kar bile onlara oranla daha az beyaz görünmekteydi |
their heads upright | başları dik |
Their hides have a vivid and shiny colour, with reddish yellow and black spots. | Canlı ve parlak renge sahip postları kırmızımsı sarı ve siyah benekli. |
their numbers could be calculated | onların sayıları hesaplanabiliyordu |
their presence was obvious, even if they did not manifest themselves (show themselves openly) once | kendilerini bir kere bile açıkça göstermeseler de varlıkları barizdi |
theme / subject / topic (t) | tema |
then / in that case | o zaman |
then again I shouldn't even know these things myself | kaldı ki bunları ben bile bilmemeliyim |
Then for a while nothing happened. | Sonra bir süre için hiçbir şey olmadı. |
then giggling and whispering | sonra kıkırdamalar ve fısıldamalar |
Then he is stuck where he was. / Dann sitzt er fest. | O zaman olduğu yere çakılıp kalır. |
Then he took three arrows and nocked the first, the two others he held in his left hand. | sonra üç tane ok alıp birini yaya taktı, diğer ikisini sol elinde tuttu. |
Then I hope to be able to go the following day to the beach. | O zaman plaja ertesi gün gidebilmeyi umarım. |
then let me convince you | o zaman seni ikna etmeme izin ver |
then surely | sonra kesinlikle |
then take off your coat | öyleyse paltonu çıkar |
there | Orada |
There almost happened a car accident | Az kalsın trafik kazası oluyordu! |
There are advertisements on the board. | Panoda ilanlar var. |
There are Chinese influences in the language. | dilde Çince etkisi var |
There are clients from every country. | Her ülkeden müşterisi vardır. |
there are hundreds of people trying all to leave at once | tek seferde gitmeye çalışan yüzlerce insan var |
There are no problems, there are only challenges (difficulties). | Sorunlar yoktur, sadece zorluklar vardır. |
there are no toilets available | müsait tuvalet yok |
There are particles inside the atom that we call proton. | Atomun içinde proton dediğimiz parçacıklar var. |
There are those people who are always longed for (who are always remembered/missed) | hep özlenen o kişiler vardır |
There are those people who are always longed for (who are always remembered/missed) (even) loved for an unknown reason | Hep özlenen o kişiler vardır ya sebebi bilinmeden sevilirler |
there are/ there is / gibt es | var |
There has not been any accident on the road for many years, this road seems to be used. | Yolda herhangi bir kaza yaşanmamış yıllardır bu yolu kimse kullanmamış gibi gözüküyor. |
there is a chance that it will be sunny today | bugün güneşli olma ihtimali var |
There is a crack in the cup. | Fincanda bir çatlak var. |
There is a fine (massive/solid) crystal chandelier hanging in the room. | Odada som kristalden bir avize asılı. |
There is a lot more to life than just breathing. (Life doesn't flow by breathing alone) | Hayat sadece nefes almakla akmaz. |
there is a need for my x-ing /for me to x | x-meme gerek var |
There is a noise downstairs (lit. There are noises coming from downstairs.) | Aşağıdan gürültüler geliyor. |
there is a risk of lightning | yıldırım riski var |
There is a thief! Stop him! | Hırsız var ! Durdurun! |
there is always hope | her zaman umut vardır |
there is no case without evidence | kanıtsız bir vaka yoktur |
there is no exeption (to this) | istisnası yoktur |
There is no food. | yiyecek yok |
there is no goal in / no use to... | yararı yok |
There is no king or queen in the United States. | Amerika Birleşik Devletleri'nde kral veya kraliçe yok. |
there is no limit to the account of his wealth | servetinin haddi hesabı yokmuş |
there is no need | gerek yok |
There is no night, it's always day, what the heck ... | Gece yok, hep gündüz yahu. |
There is no permanent damage. (h) | kalıcı hasar yok. |
There is no shame in not knowing, shame lies in not finding out. | Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp. |
There is no snow or any such thing (spoken language) | Kar mar yok. |
there is nothing strange about that | bunda bir gariplik yok ki |
There is nothing to say actually. | Söyleyecek bir şey yok aslında. |
There is one more (another) essential thing | esas olan bir şey daha vardır |
there is some truth in that | bunda doğruluk payı var |
There is something fishy about. / something isn't right about this | Bu işte bir iş var. |
There ıs something I have to do. | yapmam gereken bir şey var |
There is sthg I didn't fully understand (a thing got stuck to my mind) | bir şey(e) aklıma takıldı |
there is/was no possibility to x (rep) | X- mesine olanak yokmuş |
There used to be some wind only on the sea,( and not elsewhere.) (It's not the case now. Now there's wind everywhere.) | Yalnızca denizde biraz rüzgâr olurdu. |
there was | vardı |
There was little (p) laughter to be heard. | Pek az kahkaha duyuluyor. |
there was (a sound of) dictatorship in his voice | sesinde bir buyurganlık vardı |
there was a chance of sunshine | güneş açma ihtimali vardı |
There was a door at each end of the room. | Odanın iki ucunda birer tane kapı vardı. |
there was a fight | kavga cıktı |
There was a long straight wand of gold in her right hand (and) a golden crown on her head, | sağ elinde uzun, düzgün, altından bir asa, başında altın bir taç vardı. |
there was a lot of snow on the ground | yerde çok kar vardı |
there was a risk of strong wind | kuvvetli rüzgâr riski vardı |
There was also compassion in his voice. | Sesinin tonunda merhamet de vardı. |
There was no star (to be seen) in the inky night. | Zifiri karanlıkta hiç yıldız yoktu. |
there was not even one | tek bir tane bile yoktu |
There was the real light that came to earth, illuminating every human being. | Dünyaya gelen, her insanı aydınlatan gerçek ışık vardı. |
There were at least fifty people in the party. | Partide en az(ından) elli kişi vardı. |
There were few (p) people not getting their share | payını almayan pek az kişi vardı |
There were no good films to watch. | izleyecek iyi film yoktu |
There were no squirrels crackling in the branches. | Dallarda çıtırdayan sincaplar yoktu. |
there were witnesses everywhere | her yerde görgü tanıkları vardı |
there will be showers out west | batıda sağanak yağışlar olacak |
There's inflammation in your tonsils. (Mandeln) | Bademciklerinizde iltihap var. |
There's little time, (but nonetheless) you go out | Vakit az çıkarsın |
therefore | bu yüzden |
therefore | bu yüzden |
Therefore (o.i.) do not fear. | Onun için korkmayın. |
therefore /for this (reason) /because of this | bundan dolayı |
Therefore do not fear them. | Bu yüzden onlardan korkmayın |
Therefore Dobby will shut his ears in the oven door. | Dobby bu yüzden kulaklarını fırın kapağına kıstıracak. |
Therefore don't look at the law all of you = so sorry for all of you | o yüzden kusura bakmayın hepiniz |
Therefore Jesus entered a boat and sat down. | Bu yüzden İsa tekneye binip oturdu. |
Therefore she participated in the conversation with twice as much interest. | Bu nedenle sohbete iki kat fazla ilgi ile iştirak ediyordu. |
Therefore they thought of a trick. | Bu yüzden bir hile düşündüler. |
thermometer | termometre |
these (following) words proclaimed by the prophet Isaiah | Peygamber Yeşaya aracılığıyla bildirilen şu söz |
These are not things one can actually see. | Bunlar aslında görülebilen şeyler değil. |
These are tough times. | bunlar zor zamanlar |
These consist of a king, a queen, two bishops (Läufer), two knights (Pferde), two rooks (Türme) and eight pawns (Bauern). | Bunlar bir şah, bir vezir, iki fil, iki at, iki kale ve sekiz piyondan oluşur. |
These flowers are for my mum | bu çiçekler annem için |
These images revealed the true face of these murderers. | Bu görüntüler bu katillerin asıl yüzünü ortaya koydu. |
these products leave you hungry for more / Diese Produkte machen hungrig nach mehr | bu ürünler sizi daha fazlasına da aç bırakıyor |
These shoes are very comfortable. | Bu ayakkabılar çok rahat. |
These trees are ours. | Bu ağaçlar bizimki. |
they | onlar |
they began to stay (d) away | uzak durur oldular |
They ( will ) do it without blinking their eyes. | Bunu gözlerini kırpmadan yerine getirirler. |
They (these) were so shiny, that Jill couldn't decide whether they were jewels or butterflies. | Bunlar öylesine parlakti ki, Jill mücevher mi, kelebek mi karar veremedi. |
They / it ressembled a crown. | bir taca benziyordu |
They all come from the sea merrily, giggling loudly, shouting. | Hepsi şen şakrak, sesli sesli gülüşerek, haykırışarak denizden geliyorlar. |
They all take to the same door / all roads lead to Rome | hepsi aynı kapıya çıkar |
They applauded me, they accompanied my songs. | Beni alkışlıyor,şarkılarıma eşlik ediyorlardı. |
They are expected to defend the rights of others. | Başkalarının haklarını savunmaları beklenir. |
They are fishing with barques. | Onlar sandallarla balık tutuyorlar. |
They are following us. /We are being followed /Sie sind hinter uns her. | peşimizdeler |
They are frıendly to him. | Onlar ona karşı dost canlısı |
They are good at many things. | birçok şeyde iyiler |
They are making fun of me. | Bunlar da bana bakıp eğleniyorlar. |
They are robbing the bank. | Bankayı soyuyorlar. |
They are swimming in the sea at the moment. | Şu anda denizde yüzüyorlar. |
They are thirsty | Onlar susamışlar. |
They are thirsty, they want to drink | susamışlar,su istiyorlar. |
They are thirsty, they want to drink | susamışlar,su istiyorlar. |
They are watching like hawks. | şahin gibi gözlüyorlar |
They began to gallop away | dörtnala uzaklaşmaya başladılar |
They believe in what they can see, hear, touch, taste and smell. | Görebildikleri, işitebildikleri, dokunabildikleri, tadabildikleri ve koklayabildikleri şeylere inanıyorlar. |
They bought a plane ticket to go to Istanbul. | İstanbul'a gitmek için uçak bileti aldılar. |
They call you "generous" and cause you to lose your property and possessions; they call you "valiant; brave-hearted" and cause you to lose your life. meaning: People mislead you by flattery. | Çömert derler maldan ederler, yiğit derler candan ederler. |
They called the lady a pilgrim and all her neighbours respected (her.) | Hacı hanım diyorlar ve bütün komşuları hürmet ediyorlardı. |
they chose to spend the money on a new lamp | parayı yeni bir lambaya harcamayı seçtiler |
they claim they were only protecting the children | sadece çocukları koruduklarını iddia ediyorlar |
They closed the only escape route. | Tek kaçış yolunu kapadılar. |
they collect food | yiyecek biriktirirler |
They couldn't share and began to quarrel | paylaşamayıp didişmeye başladırlar |
They decide on a restaurant. | Bir restorantta karar kıldılar. |
They did not want to load the responsablity on one single person. | Sorumluluğu tek bir kişi üzerine yüklemek istememişler. |
They didn't eat dinner with us. | bizimle akşam yemeği yemediler |
They didn't pay any attention to us | bize pek aldırmazlardı |
They didn't see anything. | Hiçbir şey görmediler. |
they differ in kind | çeşitleri ayrı |
they disappeared (were lost from sight) one by one | teker teker gözden kayboldular |
they don't get along (well) | iyi geçinmiyorlar |
they don't have a chance | hiç ihtimalleri yok |
they don't speak to each other anymore | artık birbirleriyle konuşmuyorlar |
They fell of their noble horses (to the ground) and... | Soylu atlarından yere düşüp |
They formed a blood lake | bir kan gölü oluşturdular |
They gave away more (secrets) than they knew. | Bildiklerinden daha fazlasını ele veriyorlardı. |
They go to bed at eight. | Saat sekizde yatarlar. |
they got engaged after three weeks | üç hafta sonra nişanlandılar |
they had been buried under the stones of the palace | sarayın taşlarının altına gömülmüşlerdi |
They have an impressive climate-controlled wine cellar. | Etkileyici, iklim kontrollü bir şarap mahzenleri var. |
they have developed a new computer program | yeni bir bilgisayar programı geliştirdiler |
They help each other with homework. | Birbirlerine ev ödevlerinde yardım ederler. |
They live in Ankara. | Ankara'da yaşıyorlar |
They lived in China for eight years. | sekiz yıl Çin'de yaşadılar |
they made our hearts bleed | yüreğimizi kanattılar |
They make themselves get noticed. ( They attract attention to themselves) | Kendilerini fark ettirirler. |
they might win the league, but it's unlikely | lig şampiyonu olabilirler, ama çok olası değil |
they must not forget their rubber boots | lastik çizmelerini unutmamalılar |
they nearly sat down | oturayazdılar |
they need to find another arrangement | başka bir düzenleme bulmaları gerekir |
They neither sow nor reap | Ne eker ne de biçerler |
They never gave (rep.) him proper gifts (a) for his birthday. | Ona doğum gününde hiç doğru dürüst armağan vermemişlerdi. |
they open (their) wings and rise | Kanat açıp yükselirler |
They opened the door, and the Spartan army entered the castle. | Kapıları açtılar ve Sparta ordusu kaleye girdi. |
They prefer (y) Turkish | Türkçeyi yeğliyorlar. |
They put their heads together. rep. ( lit. They extended their heads to one another) | Başlarını birbirlerine uzatmıştı. |
They put their son to bed at eight. | Oğullarını saat sekizde yatağa yatırırlar. |
they realized they couldn't afford it | paralarının yetmeyeceğini anladılar |
they relax | rahatlar |
They shot black arrows after them. | peşlerinden siyah oklar fırlattılar. |
they should be defined as (being) | olarak tanımlanmalıdırlar |
they should have been here a month ago | bir ay önce burada olmalıydılar |
they should not rattle /let them not rattle (imp neg pl) | takırdamasınlar |
THey showed an archive image from the mobile phone | cep telefonundan bir arşiv görüntüsü gösterdiler |
They showed an archive image of previous passages by sea from the mobile phone | cep telefonundan deniz yoluyla önceki geçişlere ait bir arşiv görüntüsü gösterdiler |
they spin yarn | iplik eğirirler |
they stood biting on their bits (Kandare) and panting | gemlerini ısırıp soluyarak dikildiler. |
They surrounded her. | Etrafını sardılar. |
they take advantage of an oddity the human brain of making him addicted to the product sold | insan beyinin, insanı satılan ürüne bağımlı hale getirmek tuhaflığından istifade ediyorlar |
they take advantage of an oddity the human brain of making him addicted to the product sold | insan beyinin, insanı satılan ürüne bağımlı hale getirmek tuhaflığından istifade ediyorlar |
They think that if we sacrificed an animal God would approve of us. | Hayvan kurban edersek Allah bizden razı olur diye düşünürler. |
They think they own the world. | Dünya onların sanıyorlar. |
they thought I made up these stories to attract attention | bu hikâyeleri ilgi çekmek için uydurduğumu düşünüyorlardı |
They threw the blabbermouth into Hell; he shouted "The logs are wet!" | Boşboğazı cehenneme atmışlar; "odun yaş" diye bağırmış. |
They tossed their heads(k) left and right (to the two sides) | Kafalarını iki yana savurdular. |
They used to embarass me | Utandırıyorlardı beni |
they used to torment me | acı çektiriyorlardı bana |
They walk but don't get tired | Yürür ama yorulmazlar |
They went (proceeded) straight ahead without talking. | Konuşmadan dosdoğru ilerlediler. |
They were a group of nomades | göçebe bir gruptu |
They were afraid, but they also afraid to say no. | korkuyorlardı, ama hayır demeye de korkuyorlardı. |
They were at the edge of a cliff. | Bir uçurumun kenarındaydılar. |
they were covered (ö) with the same dust which covered (k) his hair and his skin | saçlarını ve derisini kaplayan aynı tozla örtülmüştü |
They were hoping we would be all in the same dormitory. | Hepimizin aynı koğuşta kalacağını umuyorlardı. |
They were imprisoned by the Creator. | Yaratıcı tarafından tutsak edildiler. |
They were making some weird (a) sounds | acayip sesler çıkarıyorlardı |
They whirled their horses around (d) | Atlarını döndürdüler |
they will find us and unleash their guards on us | bizi bulup muhafızları üzerimize salacaklar |
they will remain imprisoned | tutsak kalacaklar |
They will stay with us for three or four days. | Üç-dört gün bizde geceleyecekler. |
They work hard and are successful at school. | Sıkı çalışırlar ve okulda başarılıdırlar. |
they would feel fifty times as bad/worse | elli kat daha kötü hissederlerdi |
they would find | bulurlardı |
they would find a place to sleep | uyuyacak bir yer bulurlardı |
they're arriving in Ankara right this second | tam şu anda Ankara'ya varıyorlar |
they're for example pretty good at maths | mesela matematikte oldukça iyiler |
they're six points ahead now | şimdi altı sayı öndeler |
They/he would be discussing this festival. | Bu festivalı konuşuyor olacaktı. |
thick | kalın |
thick arms | kalın kollar |
thickness | kalınlık |
thief | hırsız |
thigh /Oberschenkel | Uyluk |
thin | ince |
thing | şey |
things (e) | eşyalar |
things that are none of your business | işin olmayan şeyler |
think positively | olumlu düşün |
thinking about what he should say | ne söylemesi gerektiğini düşünerek |
thinking it might be able to facilitate their careers | kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen |
thinking the art of lock picking might be able to facilitate their careers | kilit kırma sanatının, kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen |
thirstily / to one's heart content | kana kana |
thirty | otuz |
Thirty years ago, lightning struck that clock tower. | Otuz yıl önce saat kulesine yıldırım çarptı. |
this | bu |
this afternoon he would go to the place he every month grudgingly avoided to visit. | O gün öğleden sonra da her ay istemeye istemeye uğramaktan çekindiği yere gidecekti. |
This afternoon I will take care of it. | Bu öğleden sonra icabına bakacağım. |
This alone (even this) is worth the expense. | Bu bile masrafına değer. |
This banquet looks nice. | Ziyafet güzel görünüyor. |
This can happen | Bu olabilir |
This can spoil everything. | Bu her şeyi berbat edebilir. |
This cliff could not be compared /was uncomparable to any cliff in our world. | Bu uçurum dünyamızdaki hiçbir uçurumla kıyaslanamazdı. |
This clown is not funny at all. | Bu palyaço hiçte komik değil |
This country is not theirs. | Bu ülke onların değil. |
This dress suits you. | Bu kıyfate sana yakışıyor. |
this early in the morning /at this time of the morning | sabah sabah |
This emotions they kept merging/fusing inside of me | Bu duygular içimde kaynaşıp dururlardı |
this event happened | bu olay olmuştu |
this grief that she wouldn't dare to disclose towards her aunt | teyzesinin karşısında ifşa etmeye cesaret edemeyeceği bu keder |
This happened so that the (following) words proclaimed by the prophet Isaiah would be fullfilled: | Bu, Peygamber Yeşaya aracılığıyla bildirilen şu söz yerine gelsin diye oldu: |
This happened, so that the word/promise would be fullfilled | Bu söz yerine gelsin diye oldu. |
this hidden paradise | bu gizli cennet |
This hidden paradise also gives (offers) photographers a chance to capture beautiful frames. | Bu gizli cennet, aynı zamanda fotoğraf düşkünlerine de çok güzel kareler yakalama fırsatı sunar. |
This image did not seem odd at all. | Bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
this is (the thing) what I always (saw and) dreamed of | Bu hep (görüp) hayal ettiğim şey |
this is a matter of opinion | bu bir görüş meselesi |
this is a once in a lifetime experience | bu hayatta bir kere yaşayacağın bir tecrübe |
This is a photo of me | bu benim bir fotoğrafım |
This is an emergency. | bu acil bir durum |
this is beneath you | bu sana yakışmıyor |
This is delicious. | Bu lezzetli |
this is how it happens I've seen it before | bu işler böyle oluyor daha önce de gördüm |
this is how it works / that's the way the cookie crumbles | bu işler böyle |
this is just a silly argument | bu sadece aptalca bir tartışma |
This is my last offer. | bu son teklifim |
this is my principle | bu benim prensibim |
This is nothing that can be called food. | Yiyecek denebilecek bir şey değil |
This is one of my favorite songs. | Bu benim favori şarkılarımdan biri. |
this is so unfair | bu o kadar adaletsiz ki |
this is the best way | en iyisi böyle |
this is the biggest stadium in Europe | bu Avrupa'daki en büyük stadyum |
This is the highway (a) to Ankara. | Burası Ankara anayolu. |
this is the match of the century | bu yüzyılın maçı! |
this is the safest way | en emniyetlisi böyle olur |
This is the thing I 've been longing for for years (s) . | Senelerdir özlemini duyduğum şey işte buydu. |
This is unbearable./ This is irresistible. | Bu dayanılmaz. |
This is very good. / It's good | Bu çok iyi |
this isn't fair | bu adil değil |
this kind of behaviour wasn't becoming on you (it was too low for you. You shouldn't have done that.) | Bu davranış sana yakışmadı. |
This kind of polite compliment | bir neyi kibar bu iltifat |
this kind of pressure | bu tarz bir baskı |
This kind of stuff is on the market. | Bu tip şeyler pazarda var. |
This luxury he also withheld from himself and... | Bu lüksü kendisinden de esirgeyip |
This means that (the distance) between home and work is far. | Bu da ev ile iş arasının uzak olması demek. |
This milk's expiration date has come and gone! | Sütün son kullanım tarihi geldi de geçti bile! |
This mocking behaviour of his burned like nettels. | Onun bu alaycı tavrı ısırgan otu gibi yakıyordu. |
This morning there are many fishermen in the Bosporos. | Bu sabah Boğaz'da çok balıkçı var. |
This much is enough for introduction. | Bu kadar giriş için yeterlidir. |
This one is cheaper | bu daha ucuz |
This oppressed (man) cried out (to God). the Lord heard him, he saved him from all his troubles. (s) | Bu mazlum yakardı, RaB duydu, bütün sıkıntılarından kurtardı onu. |
this plant's starchy rich edible tubers | bu bitkinin nişastaca zengin, yenebilen yumruları |
this reflection was also in the eye(s) of the mouse | farenin gözünde de vardı bu yansıma |
this reflection was also in the eye(s) of the mouse when Tolly pulled her out from under her pillow | Tolly onu yastığının altından çıkardığında farenin gözünde de vardı bu yansıma |
This song is very long, can you sing it ? | Bu şarkı çok uzun, onu söyleyebilir misin? |
This symbol had a meaning. | Bu simgenin bir anlamı vardı. |
This thought was only a little less painful. | Bu düşünce de yalnızca biraz daha az acı vericiydi. |
this time /for once (s) | bu sefer |
This time you will have to go without me. | Bu kez bensiz gitmek zorunda kalacaksın. |
this treatment works immediately | bu tedavi hemen işe yarıyor |
this very moment / a minute ago / just right now | daha demin |
this vision petrified her | Bu görüntü aklını başından alıyordu . |
this was (rep) my destiny | buymuş benim alın yazım |
this was a great success! | müthiş bir başarıydı! |
This was a laughter of relief. | Bir rahatlama kahkahasıydı bu |
this was an overwhelming loss | Bu kahretici bir kayıptı. |
this was an overwhelming loss, of which the emotional wounds in her heart (k) still were unclosed. | Bu kalbindeki duygusal yaraları hâlâ kapanmayan kahretici bir kayıptı. |
this was extremely vexing | bu son derece eziyetliydi |
This was our first visit to that restaurant. (here: restorant = restoran - depending on pronunciation) | Bu bizim o restoranta ilk gidişimizdi. |
This was their first visit to that restaurant. (here: restorant = restoran - depending on pronunciation) | Bu onların o restoranta ilk gidişleriydi. |
This weak I wore myself out. (exhausted myself/got very tired) | Bu hafta kendimi çok yıprattım. |
This year a traffic accident occured. | Bu yıl trafik kazası meydana geldi. |
this year the Democratic Party will get better results | bu yıl Demokrat Parti daha iyi sonuçlar alacak |
This year the prices are higher than last year. | Bu senenin fiyatları geçen seneninkilerden daha yüksek. |
thistle /Diestel (lit camel thorn) | devedikeni |
thorny | dikenli |
thorougly / quite / fully / completely (i) | iyice |
Those are your earrings | şunlar senin küpelerin |
those organizing illegal transition | yasa dışı geçişi organize ettikleri |
Those streets were kept open by the red-cloaked (coat - c) pikemen. | O sokaklar kırmızı ceketli mızraklı askerlerle açık tutuluyordu. |
Those streets were kept open. | O sokaklar açık tutuluyordu. |
those who claim | iddia edenler |
Those who claim that the reason why they don't believe in God is science | Allah'a inanmama sebebinin bilim olduğunu iddia edenler |
Those who do not have time don't watch tv. | Vakti olmayanlar, televizyon seyretmiyor. |
those who wanted | istedikleri |
though /although (g) | gerçi |
though a bit strange | biraz tuhaf da olsa |
though he was ashamed to admit it to himself | kendisine itiraf etmeye utansa da |
Though it is the hand (=man) that grabs the credit, it is in fact the tool that does the work. This is the inverted way of saying, "A bad workman (always) blames his tools. A poor workman blames his tools." | Alet işler, el övünür. |
Though it was a beautiful house,it seemed as little inviting as the iron street gate. | Çok güzel bir ev olmasına rağmen, tıpkı demir sokak kapısı gibi o da hiç davetkâr gözükmüyordu. |
Though the trees grew longer/tall | Ağaçlar uzasa da |
Though the trees grew longer/tall and the sky shone brightly | Ağaçlar uzasa ve gökyüzü pırıl pırıl parlasa da |
Though the trees grew longer/tall and the sky shone brightly very (ç) few people could stay there for long without having an accident. | Ağaçlar uzasa ve gökyüzü pırıl pırıl parlasa da çok az insan bir kaza geçirmeden orada uzun süre kalabilirdi. |
thought | düşünce |
thought /thinking | düşünme |
thoughtless / unthinking / unconsiderate / tactless / impulsive /headlong/ incautious (d) | düşüncesiz |
thoughts (e) | efkâr |
thousand | bin |
Thousand enemies outside are better than one enemy inside. - Arabic saying | Dışarıdaki bin düşman içerideki bir düşmandan daha iyidir. - Arap atasözü |
thousands | binlerce |
Thousands of books disappeared in the Middleages, because with their pages steam baths were heated. | Ortaçağda binlerce kitap yok olmuş, çünkü sayfalarıyla buhar banyoları ısıtılmış. |
Thousands of books disappeared in the Middleages. | Ortaçağda binlerce kitap yok olmuş. |
thousands of fair stars | binlerce sevimli yıldız |
thousands of times | binlerce kere |
threatening / bedrohlich | tehditkâr |
three | üç |
three by three | üçer üçer |
three of his men | adamlarından üçü |
three weeks ago | üç hafta önce |
Three white horses with their riders on top | Üzerinde binicileri olan üç beyaz at |
thriller (literature) / tension (e.g politics) | gerilim |
throat /Hals | boğaz |
Through this door no child ever passed. | Bu kapıdan asla hiçbir çocuk geçmedi. |
thrush nightingale (dotted nightingale) | benekli bübül |
Thumb /Daumen | başparmak |
thunderstorm | gökgürültülü fırtına |
Thursday | Perşembe |
Thus / so | Böylece |
Thus your souls (will) find (reunite with) rest. | Böylece canlarınız rahata kavuşur. |
thyme | kekik otu |
ticket | bilet |
Tickets please | Biletler lütfen |
tide /Gezeiten (g) | gelgit |
tie | kravat |
ties /bindings /bonds | bağlar |
tiger | kaplan |
tight / fast / firm / strict | sıkı |
tight / narrow / short | sıkı |
tight groups of trees | sıkı ağaç toplulukları |
tight groups of trees dropped a deep shadow on the places | sıkı ağaç toplulukları yerlere derin bir gölge düşürdü |
tight schedule | sıkışık program |
tighten /cramp /contract (k) | kasılmak |
tightly closed lips / zusammengepreßte Lippen | sımsıkı kapalı dudaklar |
tiled walls | seramik kaplı duvarlar |
time / while | süre |
time (v) | vakit |
time (z) | zaman |
time / Mal | defa |
time and space | zaman ve mekan |
time before sunrise / sky is getting light blue / sun not yet to be seen ('whitening') | ağarma |
Time seemed to slow down. | Zaman yavaşlamış gibiydi. |
time to go for supper | akşam yemeğine gitme zamanı sayılır |
Time to go! | Gitme zamanı geldi! |
times / mal (calculation ) | çarpı |
Tin / Zinn | Kalay |
tinsy winsy | ufak tefek |
tinsy winsy (m) | minicik |
tiny (m) | minik |
tiny (m) naked feet | minik çıplak ayaklar |
tip / trick | püf noktası |
tips (how) to make salty patries (h) | Tuzlu hamur işi yapmanın püf noktaları |
tips / Trinkgeld / pourboire | bahşiş |
tired | yorgun |
tissue /texture | doku |
Titanium / Titan -Ti 22 ( geçiş metalleri / Gümüş gri metalik beyaz) | Titanyum |
to approach s.o. / sich an jemanden wenden / auf jemanden zusteuern | birisine yönelmek |
to confuse sb (z k) | zihni karıştırmak |
to organize / arrange / line up | düzenlemek |
to sigh | ah çekmek |
to 'go' shopping | alışverişe gitmek |
to (also) enjoy x-ing | x-mekten (de) keyif almak |
to (do) harm / to damage | zarar vermek |
to (quickly) soften | yumuşayıvermek |
to /at what (dat. of what) | neye |
to abandon / to put/leave on the ground | yere bırakmak |
to abdicate / to stand down / to disclaim / to rennounce | feragat etmek |
to abdicate in favour of | lehine feragat etmek |
to accelerate | hızlandırmak |
to accept for yourself/ accept, seize, settle for, concede, confess, give in, own, stand for / eingestehen / nicht länger bestreiten | kabullenmek |
to accept s.o.'s wedding proposal | evlilik teklifini kabul etmek |
to accompany /to take s. o. out / to keep s. o. company /to escort | eşlik etmek |
to accompany a song | bir şarkıya eşlik etmek |
to accompany songs | bir şarkılara eşlik etmek |
to accredit/ esteem | itibar etmek |
to accumulate (intransitive) sich anhäufen | birikmek |
to accuse | suçlamak |
to acknowledge / affirm /confirm | onaylamak |
to act / strutt / to play a role / to show off | caka satmak |
to act bravely/courageously | cesur davranmak |
to act fast | hızlı davranmak |
to act jealous | kıskanç davranmak |
to add | eklemek |
to add (+) | toplamak |
to add (i) | ilave etmek |
to add dimension | boyut kazandırmak |
to add distraction | ayrıcalık kazandırmak |
to add fuel to the fire (increase a dispute) | kızgınlığını körüklemek |
to add meaning to / to give a new meaning to | anlam kazandırmak |
to adjust /regulate /set (a) | ayarlamak |
to admire | hayranlık duymak |
to adress s.o. (dative) as (x-i diye | hitap etmek |
to advance/ to progress / proceed | ilerlemek |
to advice /sermon /counsel (n) | nazihat etmek |
to aerate/ ventilate / fan (out) | havalandırmak |
to affect / influence /impress | etkilemek |
to agree / bargain/ settle (a) | anlaşmak |
to agree; to be of the same opinion | aynı fikirde olmak |
to aim at (in order to hit) (n) | nişan almak |
to allow / to render possible | mümkün kılmak |
to allow a dative | izin vermek |
to almost cover his feet | neredeyse ayaklarını örtmek |
to an extreme degree / extremely | aşırı derecede |
to animate / move | hareketlendirmek |
to another / to the other / to the far(ther) | ötekine |
to answer (c) | cevap vermek |
to answer (y) | yanıt vermek |
to answer; to respond | yanıtlamak |
to answer; to respond | yanıtlamak |
to apologize | özür dilemek |
to appear (b) | belirmek |
to appear in person | şahsen icap etmek |
to appear in person | şahsen mevcut olmak |
to applaud | alkışlamak |
to apply | uygulamak |
to apply (e.g. for a job) | başvurmak |
to apply for a park permit | park müsaadesi için başvurmak |
to appoint s. o. as a heir /to designate a heir | mirasçı tayin etmek |
to appoint s. o. as an arbitrator | hakem tayin etmek |
to approach /to go next to (to the side of) | yanaşmak |
to approach/ to get closer | yaklaşmak |
to arrange /line up (shape) | dizmek |
to arrest | tutuklamak |
to ask | sormak |
to ask for / to demand / to claim | talep etmek |
to ask for a fee | ücret talep etmek |
to ask for an appointment | randevu talep etmek |
to ask for compensation / to claim damages | tazminat talep etmek |
to ask for God's forgiveness (b) | bağışlanması için Tanrı'ya yalvarmak |
to ask for help | yardım talep etmek |
to ask for reduction | indirim talep etmek |
to ask in | buyur etmek |
to ask slyly | sinsi sinsi sormak |
to ask somebody out on a date | çıkma teklif etmek |
to aspire / to long for /to desire | heveslenmek |
to assign someone to do some job | birini işe koşmak |
to assume | varsaymak |
to assure/ make (someone) feel sure/ to obtain, get, procure | temin etmek |
to attach (a file) | eklemek |
to attack / assail / assault | saldırmak |
To attack was still the best defense. | Saldırmak hâlâ en iyi savunmaydı. |
to attempt | kalkışmak |
to attempt / try /dare /move to | yeltenmek |
to attempt to walk away | yürüyüp gitmeye kalkışmak |
to attend / give ear / pay attention/ listen carefully / hark(en) | kulak vermek |
to attend / join - to be added / slipped in | katılmak |
to attend the meeting | toplantıya katılmak |
to avoid | kaçınmak |
to avoid / beware/ refrain / be cautious of + Abl | sakınmak |
to avoid drinking / to not drink /lit. to flee from drinking | içkiden kaçınmak |
to awaken interest / to stimulate interest | ilgi körüklemek |
to award / reward / recompense | ödüllendirmek |
to back off / to fall back | gerilemek |
to bake in the oven | fırında pişirmek |
to barely escape drowning | boğulma tehlikesi atlatmak |
to bark | havlamak |
to battle / struggle / fight / make war | savaşmak |
to be given | verilmek |
to be a couple | beraber olmak |
to be a living example | canlı bir örneği olmak |
to be able to come until here | buraya kadar gelebilmek |
to be about to understand | anlamak üzere olmak |
to be accused by | suçlanmak |
to be accused of fraud | sahtekarlıkla suçlanmak |
to be accused of fraud | sahtekarlıkla suçlanmak |
to be alone (stay alone) | yalnız kalmak |
to be angry | kızmak |
to be arrogant towards x | X-e kabadayılık taslamak |
to be ashamed / embarrassed | utanmak |
to be ashamed / to lose face (r) | rezil olmak |
to be astonished / surprised | hayret etmek |
to be awestruck (n) | nutku tutulmak |
to be bad at ... | ... -de kötü olmak |
to be banged shut /zugeknallt (e. g. door/the door was banged ) | vurularak kapanmak |
to be blessed | kutsanmak |
to be bored | sıkılmak |
to be bored / to get bored (s) | sıkılmak |
to be born | doğmak |
to be brave | cesur olmak |
to be broadcasted live | canlı yayınlanmak |
to be brought (out) / expelled / to be taken | çıkarılmak |
to be bullied | Kendini ezdirmek |
to be buried / to sink into +dat | gömülmek |
to be buried alive | canlı canlı gömülmek |
to be calculated | hesaplanmak |
to be called | denmek |
to be captivated /mesmerized / bewitched /to be under a spell | büyülenmek |
to be charged with drunk driving | alkollü araç kullanmakla suçlanmak |
to be charged with leaving the scene of an accident | kaza mahallini terk etmek ile suçlanmak |
to be charged with murder | cinayetle suçlanmak |
to be charged with property damage | mala zarar vermekle suçlanmak |
to be charged with rape | tecavüzden suçlanmak |
to be cheated/fooled / to be satisfied / to fall for a lie | kanmak |
to be commemorated / refered to / mentionned | anılmak |
to be concerned about how safe it is to travel by plane | uçakla seyahat etmenin ne kadar güvenli olacağından endişeli olmak |
to be confirmed | doğrulanmak |
to be confronted | yüzleştirilmek |
to be connected via teleconferencing | telekonferans yöntemi ile bağlanmak |
to be convenient / suitable/ apropriate for (u.o.) | uygun olmak |
to be convenient / suitable/ apropriate for (y) / that would befit (aorist makes it hypothetical) | yaraşır |
to be counted | sayılmak |
to be covered by an instrumental case (ile/la) | örtülmek |
to be crazy about | hastası olmak |
to be crushed / grinded | ezilmek |
to be cultivated | yetiştirilmek |
to be cursed for one's cruelty | ah almak |
to be cut | kesilmek |
to be decribed / characterized | nitelenmek |
to be defiled | kirletilmek |
to be deported / expulsed | sınırdışı edilmek |
to be deprived of an ablativ | -den yoksun kalmak |
to be determined | saptanmak |
to be determined / defined | belirlenmek |
to be devastated | harap olmak |
to be disappointed | hayal kırıklığına uğramak |
to be discovered | keşfedilmek |
to be dispersed /to be driven away / to be scattered (s) | savrulmak |
to be dissatisfied with | -den memnun olmamak |
to be divorced | boşanmak |
to be dragged into an undiscovered unknown world | keşfedilmemiş bilinmeyen dünyaya sürüklenmek |
to be drawn (painted) | çizilmek |
to be easy on s.o. / to treat s.o. kindly | birisine nazik davranmak |
to be eaten | yenmek |
to be eaten alive | canlı canlı yenmek |
to be emphasized / to be underlined | vurgulanmak |
to be engraved (script) e. g. on a stone | kazınmak |
to be engulfed | yutulmak |
To be enterprising (impulsive) improves your life. | Atılgan olmak, hayatınızı geliştirir. |
to be enthousiastic about (sthg / a subject) | (bir konuda) istekli olmak |
to be exalted (to be rendered high) above an ablative | yüce kılınmak |
To be expected | beklenmek |
to be expected to defend the rights of others | başkalarının haklarını savunması beklenmek |
to be exposed / displayed | sergilenmek |
to be exposed to a dative | maruz kalmak |
to be expressed | ifade edilmek |
to be expressed / to be voiced | dile getirilmek |
to be expressed in a clear and open manner | net ve açık bir şekilde ifade edilmek |
to be fed | beslenmek |
to be fed for guardian work | bekçilik işler için beslenmek |
to be fed for hunting purposes /work | avcılık işler için beslenmek |
to be few and far between | çok seyrek olmak |
to be fictionalized /to be made up / to be composed / to be formulated | kurgulanmak |
to be finished/ completed (t) | tamamlanmak |
to be fixed / determined in the narrator's mind | anlatıcının zihninde belirlenmek |
to be focussed /to focus on work | çalışmaya odaklanmak |
to be focussed on a dative /to stay focussed /to concentrate /to set sight on sthg | odaklanmak |
to be forced to / to sweat to / to have difficulties to / to suffer violence / to be bullied | zorlanmak |
to be found / to be (somewhere) / to exist | bulunmak |
to be glad to meet you | tanıştığına memnun olmak |
to be going | ... gidiyor olmak |
to be gone / to disappear | yok olmak |
to be grasped /understood | kavranmak |
to be grateful | minnettâr olmak |
to be green with envy | hasetten çatlamak - kıskançlıktan çatlamak |
to be happy with / to be pleased with | - den memnun olmak |
to be haughty | mağrur olmak |
to be heard | duyulmak |
to be heated | ısıtılmak |
to be hit / shoot | vurulmak |
To be honest I didn't do much. | Açıkçası pek bir şey yapmadım. |
to be honest with you ... / if it is needed to say the truth | doğruyu söylemek gerekirse ... |
to be impressed | etkilenmek |
to be imprisoned / to be held captive | tutsak edilmek |
To be impulsive is/means a socially expected number of social skills to be found in flesh and bone | Atılgan olmak, toplumca beklenen birtakım sosyal becerilerin vücut bulmuş, hâlidir |
to be in a bad mood (lit. one's nerves are on the hill) | sinirleri tepesinde olmak |
to be in a bad mood/ to feel out of sorts | keyfi yerinde olmamak |
to be in a embarrasing situation/"in a mess despite the money | parasıyla rezil olmak |
to be in a tight corner / to have one's back against the wall /to be trapped / cornered/ in Schach gesetzt | köşeye sıkışmak |
to be in control of one's destiny | kendi kaderini tayin etmek |
to be in finanacial difficulties | paraya sıkışık olmak |
to be in good spirits | keyfi yerinde olmak |
to be in luck (t) | tâlihli olmak |
to be in need of | ihtiyaç duymak |
to be in need of someone to talk to | konuşacak birine ihtiyaç duymak |
to be in pain | ağrısı olmak |
to be in the mission | misyonerlik yapmak |
to be in the need of the help of others / to end up in the poorhouse | ele güne muhtaç olmak |
to be in the seventh heaven /to not be able to contain oneself (because of an ablativ e. g. sevinçten) | içi içine sığmamak |
to be in the way | ayak altında olmak |
to be in touch with (i - h) | iletişim içerisinde olmak - iletişim halinde olmak |
to be in trouble | hapı yutmak |
to be in trouble (b.d.) | başı dertte olmak |
to be in urgent need of | acil ihtiyaç duymak |
to be indicted / to be charged with crime / angeklagt sein | hakkında soruşturma açılmak |
to be infested with lice | bitlenmek |
to be inherited from generation to generation | kuşaktan kuşağa aktarılmak |
to be injured | zedelenmek |
to be interested | ilgisi olmak |
to be interested in / to look after | ile ilgilenmek |
to be introuble /to be on deep waters /to be in a tight corner /to in an awkward situation | güç durumda (olmak) |
to be involved in an activity / to be engaged in / to operate | faaliyette bulunmak |
to be kept open | açık tutulmak |
to be kidding | şaka yapıyor olmak |
to be known | bilinmek |
to be late | gecikmek |
to be late | geç kalmak |
to be left dumbstruck / to be left open-mouthed | kalakalmak |
to be left in a helpless state (frozen/speechless...) | x-akalmak |
to be liked | beğenilmek |
to be locked (in) | kilitlenmek |
to be looked for | aranmak |
to be lost in thought | dalgın olmak |
to be lost in thought | düşünceye dalmak |
to be mistaken | yanılmak |
to be nailed | çivilenmek |
to be named | isimlendirilmek |
to be necessary | icap etmek |
to be obliged (m) | mecbur olmak |
to be offended ) to be angry | küsmek |
to be on diet | diyet yapmak |
to be on edge | sinirleri gerilmek |
to be on guard /to be alert (lit. to be on the trigger) | tetikte durmak |
to be on the safe side / to err on the side of caution | tedbiri elden bırakmamak |
to be on the verge /brink of x-ing | x-menin eşiğine gelmek |
to be out of ... | ... kalmamak |
to be out of control | kontrolden çıkmak |
to be outside | dışarıda olmak |
to be over the moon / for the mouth to reach the ears | ağzı kulaklarına varmak |
to be packed (crowded) shoulder to shoulder | omuz omuza yığılmak |
to be painted / to make-up | boyanmak |
to be petrified (by fear) | korkudan donakalmak |
to be piled up | yığılmak |
to be pleased (h) | hoşnut olmak |
to be pleased / to feel pleased | memnuniyet duymak |
to be pleased with oneself | kendinden memnun olmak |
to be postponed until next (g h) week | gelecek haftaya ertelenmek |
to be predicted | öngörülmek |
to be prevented | önlenmek |
to be promoted (...e) | terfi edilmek |
to be pronounced / uttered | telaffuz edilmek |
to be protected / preserved | korunmak |
to be proud of ... | ...-le gurur duymak |
to be publicly disgraced | konu komşuya rezil olmak |
to be punctured / to be pierced / to be worn through | delinmek |
to be punished | cezalandırılmak |
to be put to bed | yatırılmak |
to be put under house arrest | ev hapsine alınmak |
to be refreshed /replenished | tazelenmek |
to be registered / recorded | kaydedilmek |
to be required | zorunlu olmak |
to be revealed/ to be brought into the open (ç) | açığa çıkarılmak |
to be right (h) | haklı olmak |
to be roasted (meat) / scorch (e.g. grass) | kavrulmak |
to be sad / to be sorry | üzülmek |
to be satiated / to get satisfied (not hungry) | doymak |
to be satisfied | doyum olmak |
to be saturated | doygun hale gelmek |
to be scared / to be frightened | ürkmek |
to be scattered / spilled (s) | saçılmak |
to be seen | görülmek |
to be seized with / to be taken by / to abandon oneself to | kapılmak |
to be sent to court | adliyeye sevk edilmek |
to be sentenced | cezaya çarptırılmak |
to be shaken / shattered (e.g. by an earthquake) | Sarsılmak |
To be shaken / to shake oneself / to jerk oneself out of a somnolent state | silkelenmek |
to be sharpened / honed / gewetzt werden | bilenmek |
to be shot /to be struck by love (poetic way) | vurulmak |
to be shot /to be struck by love (poetic way) | vurulmak |
to be shot /to be struck by love (poetic way) | vurulmak |
To be so close as to feel(d) his warmth | Onun sıcaklığını duyumsayacak kadar yakınında olmak |
to be soaked in blood | al kanlara boyanmak |
to be someone's side / to take sides with | birinden yana olmak |
to be started /initiated/ launched | başlatılmak |
to be stranded in the desert | çölde mahsur kalmak |
to be struck by lightning (living beings only/electrocuted) | şimşeklerle çarpılmak |
to be stuck | çakılıp kalmak |
to be stuck / to be blogged | tıkanmak |
to be stuck /limited /isolated /stranded /besieged /shut up | mahsur kalmak |
to be stuck in / to sink into / to get stuck | saplanmak |
to be stuck in the middle of nowhere | dağ başında mahsur kalmak |
to be sufficient / genügen | yetmek |
to be suggested / proposed / recommended | önerilmek |
to be sunny | güneşli olmak |
to be superior to x / to be higher than x | x-den üstün(dür) |
to be superstitious and ignorant | batıl inançlı ve cahil olmak |
to be supposed to | farz edilmek |
to be taken into custody | gözaltına alınmak |
to be talked | Konuşulmak |
to be talking through one's hat / to talk ignorantly ./ to talk about something without understanding what you are talking about | cahil cahil konuşmak |
to be thirsty / to feel thirsty | susamak |
to be thrilled / his skirts ring bells | etekleri zil çalmak |
to be thrown into the furnace | ocağa atılmak |
to be thrown/to plunge / dash | atılmak |
to be thunderstruck / paralyzed / shocked by surprise / dumbstruck | donakalmak |
to be told / to be explained | anlatılmak |
to be too familiar / unceremonius | laubali olmak |
to be too lazy to | üşenmek |
to be transferred | aktarılmak |
to be turned (ç) | çevrilmek |
to be unable to handle the pressure | baskıyı kaldıramamak |
to be unable to sleep at night- pres. part. fut. | geceleri uyuyamayacak |
to be understood (a) | anlaşılmak |
to be used to / to be accustomed to | alışmış bulunmak |
to be very good at ... | ... -de iyi olmak |
to be very miserable (the world coming down on one's head) | dünya başına yıkılmak |
to be well disposed towards s.o. | birine karşı iyi - nazik olmak |
to be worried about how safe it will be | ne kadar güvenli olacağından endişeli olmak |
to be worth(y) of a dative / to touch a dative | değmek |
to bear / endure | katlanmak |
to bear a striking resemblance to | tıpatıp benzemek |
To beat / hit (d) / several times / to knock out | dövmek |
to beautify / to embellish | güzelleştirmek |
to become | olmak |
to become / to get / to turn | hale gelmek |
to become a nuisance / to become unbearable / to become obnoxious | çekilmez bir hale gelmek |
to become addicted | bağımlı hale gelmek |
to become available | mevcut hale gelmek |
to become available / usable | kullanılabilir hale gelmek |
to become curved / to warp | eğrilmek |
to become debatable /to become a highly controversial topic | tartışılır hale gelmek |
to become different / to change / sich verändern | farklılaşmak |
to become discouraged | hevesi kırılmak |
to become efficient | verimli hale gelmek |
to become familiar | tanıdık hale gelmek |
to become famous | ünlenmek |
to become frostbitten | kırağı çalmak |
to become helpless | aciz hale gelmek |
to become important /signification | önemli hale gelmek |
to become known | bilinir hale gelmek |
to become legend(ary) | efsaneleşmek |
to become lighter/ to become/turn white | ağarmak |
to become lofty (of imposing height) | yücelmek |
to become mentally ill | ruhen yıkılmak |
to become more independent | daha bağımsız hale gelmek |
to become necessary | gerekli hale gelmek |
to become open / to get lighter(heller) / to open up into... / to lead to | açılmak |
to become operative | işler hale gelmek |
to become pointed / to advance rapidly | sivrilmek |
to become risky | riskli hale gelmek |
to become smaller (k) | küçülmek |
to become smaller (u) | ufalmak |
to become steamed up, become misted over / se couvrir de buée / sich beschlagen / anlaufen | buğulanmak |
to become the favourite of the group of friends/new people which is entered (= which one has entered) | girilen ortamın favorisi olmaktır. |
to become the league champion; to win the league | lig şampiyonu olmak |
to become thin / to slim / to slim down / to thin | incelmek |
to become unrecognizable | tanınmaz hale gelmek |
to become useless /disfunctional / unusable | kullanılamaz hale gelmek |
to become wide-spread | yaygın hale gelmek |
to become/turn purple | morarmak |
to befit | yakışmak |
to beg / to ask for alms | dilenmek |
to beg for forgiveness | affetmesi için yalvarmak |
to begin | başlamak |
to begin to / se mettre à (k) | koyulmak |
to behave shamefully /disgrace | ayıp etmek |
to believe | inanmak |
to believe that everything will be fine | her şeyin yoluna gireceğine inanmak |
to belittle /to underestimate / to despise / to look down on (k) | küçümsemek |
to bend / bow / double up / stoop | eğilmek |
to bend / lean (something) to (one side)/ to crook, bend/ to set or make (sthg) askew/put (sthg) at an angle/ to distort, willfully to misinterpret / verzerren | çarpıtmak |
to beseem / to be proper / sich gehören | yakışık almak |
to bet / enter a wager (b) | bahse girmek |
to bet everything | her iddiasına girmek |
to bet that | -e iddiaya girmek |
to betray | ihanet etmek |
to beware / to abstain from/ to fear / to hesitate / to shy away from | çekinmek |
to bind / bond / connect | bağlamak |
to bind books | kitap ciltlemek |
to bite | ısırmak |
to bite off | ısırarak koparmak |
to bite on one's bit (Kandare/ piece of the rein that is in the horses mouth) | gemini ısırmak |
to blame | sorumlu tutmak |
to bleed | kanamak |
to bless | kutsamak |
to blink | göz açıp kapamak |
to blink / clip / crop | kırpmak |
to blister / swell / surge / heave | kabarmak |
to block / blockieren | bloke etmek |
to block / hinder / obstruct | engellemek |
to blossom / to come into flower / to bust out | çiçeklenmek |
to blow | esmek |
to blow (chewing gum) bubbles | (sakız) balon şişirmek |
to blow one's nose | burnunu sümkürmek |
to blow out / to errupt / to spout (p) - (either air or a force behind the movement /movement has a concrete target) intransitive | püskürmek |
to blow out / to errupt / to spout (p) - (either air or a force behind the movement /movement has a concrete target) transitive | püskürtmek |
to blow up / explode | patlamak |
to blow-dry/ fönen | fön çekmek |
to boast / pride on / sing one's own praises | övünmek |
to boil with rage / to be hopping mad / to be pissed off | sinir(in)den kudurmak - öfkeden kudurmak |
to bold / burst / jump / spring /fling | fırlamak |
to borrow | ödünç almak |
to bother / to take the trouble to / Sich sie Mühe machen | zahmet etmek |
to bother /to take the trouble (z. g) /to enter into trouble to... | zahmete girmek |
to bound /run ricocheting | sekerek koşmak |
to brag /boast | böbürlenmek |
to break (+acc) | kırmak |
to break / interrupt / suspend / lay off / discontinue | ara vermek |
to break down / to get out of order / to deteriorate | bozulmak |
to break loose a storm in a glas of water / much ado about nothing | bir bardak suda fırtına koparmak |
to break one's neck to do something (lit the bloodvessel on one's forehead) | alnının damarı çatlamak |
to break out (prison) | özgürlüğünü kazandırmak |
to break out / explode /erupt | patlak vermek |
to break out in sweat | ter basmak |
to break the spell | tılsımı bozmak |
to breath heavily (fast) | çok hızlı solumak |
to brighten / to lighten | aydınlatmak |
to bring closer/ to move closer | yaklaştırmak |
to bring down the cost / to keep down the cost / to reduce the cost | maliyet düşürmek |
to bring down the cost / to keep down the cost / to reduce the cost | maliyet düşürmek |
to bring s.o/sthg in /to make gain | kazandırmak |
to broadcast | yayın yapmak |
to broadcast live | canlı yayınlamak |
to brood | kuluçkaya yatmak |
to build / construct / erect | inşa etmek |
to bully (k) | kabadayılık etmek |
to burn | yanmak |
to burn furiously | cayır cayır yanmak |
to burn something | yakmak |
to burp | geğirmek |
to burst into laughter / to laugh out loud | kahkaha atmak |
to burst out laughing | gülmekten çatlamak |
to bury s.o. / dig in s.o. /to commit s.o. to the ground | gömmek |
to bustle about / to cause to run | koşturmak |
to buy | satın almak |
to buy some extra time | fazladan zaman kazandırmak |
to cackle | kesik kesik gülmek |
to calculate | hesaplamak |
to call (out)/ to shout | çağırmak |
to call / search / seek / look for / to call (someone on the phone) | aramak |
to camp | konaklamak |
to cancel | iptal etmek |
to care / to attach importance to / emphasize/ to pay attention to | önem vermek |
to care / to consider important (u) | umursamak |
to care a lot for X | X'in üstüne titremek |
to care about / für wichtig halten / beachten | umursamak |
to carry | taşımak |
to carry loads | yük taşımak |
To carry my yoke is easy, my burden is light. | Boyunduruğumu taşımak kolay, yüküm hafiftir. |
to catch (ye) the train | trene yetişmek |
to catch / catch up with / keep up with | yetişmek |
to catch / get hold of / seize | yakalamak |
to catch a breath (s) | soluklanmak |
to catch a glimpse / den Blick streifen / to catch s.o.'s eye | gözüne ilişmek |
to catch s.o. 's eye (x'yle...pl verb) | göz göze gelmek |
to catch the last evening news | son akşam haberlerini yakalamak |
to catch unguarded / to catch by surprise | gafil avlamak |
to cause | neden olmak |
to cause | sebep olmak |
to cause a storm / to break loose a storm | fırtına koparmak |
to cause s.o. to feel cold / to chill / to catch cold / to go crazy | üşütmek |
to cause s.o. to worry a lot / to perturb s. o. strongly (much more than telaşlandırmak) | kaygılandırmak |
to cause sb to cause sb to cause sb to make sb explain sth | açıklattırttırmak |
to cause sb to cause sb to make sb explain sth | açıklattırtmak |
to cause sb to make sb explain sth | açıklattırmak |
to cause someone to do a thing | bir şeyi birine yaptırmak |
to cause someone to x a thing (a) | bir şeyi birine x-tırmak |
to cease / to be soothed / to pass into a calmer state (rain, snow, hail) | dinmek |
to change | değiştirmek |
to change channels | kanalı değiştirmek |
to change the diapers | bezini değiştirmek |
to characterize / to describe / to qualify / to specify (n) | nitelendirmek |
to charge /to caution | tembihlemek |
to charm / attract faszinate | cezbetmek |
to check | kontrol etmek |
to check (d) | denetlemek |
to check if s.o. x-ed or not / to check whether s.o. x-ed or not | x -ip x -mediğini kontrol etmek |
to cheer up / aufheitern | keyiflendirmek |
to chew chewing gum | sakız çiğnemek |
to choke s.o/ to strangle/ to suffocate s.o. / erwürgen | boğmak |
to choose / opt / prefer / favour / give preference to (y) | yeğlemek |
to choose / select | seçmek |
to chop /cut to pieces (d) | doğramak |
to chuckle | kısık sesle gülmek |
to claim; to assert /allege | iddia etmek |
to clarify /to bring in clarity (a.k.) | açıklık kazandırmak |
to clash /conflict / be on conflict | çatışmak |
to clean out /sweep away /mop up /clean away /slang: to gulp down /garbage down food | silip süpürmek |
to clean the house | evi temizlemek |
to clean up /array /spruce up | çeki düzen vermek |
to clean, to make sth clean | temizlemek |
to cleanse (r.g. from sin) | arındırmak |
to cleanse (to render clean) | temiz kılmak |
to clear / absolve /purge | temize çıkarmak |
to clear one's throat | boğazını temizlemek |
to clear up; to be okay; to be alright | düzelmek |
to click (computer) | tıklamak |
to click / tap | tıkırdatmak |
to climb | tırmanmak |
to climb / ascend / to go out/ to go with a specific purpose / to be off/ to date | çıkmak |
to clink / clank (sword) | şakırdatmak |
to close (get closed) | kapamak |
to close / to be closed / to close down /to cicatrize | kapanmak |
to close sth / to turn off | Kapatmak |
to coil (up)/ to wind / to meander /to get wound around / to wander around without purpose | dolanmak |
to collapse / cave in / sink / give way | çökmek |
to collect / to put aside / accumulate / save | biriktirmek |
to collect food | yiyecek biriktirmek |
to collect sth / gather sth/ hoard (t) | toplamak |
to combine /associate (b) / assemble | birleştirmek |
to come | gelmek |
to come back to life (from death) | dirilmek |
to come back; to get back; to return | geri gelmek |
to come in handy | kullanışlı olmak |
to come one after the other | üst üste gelmek |
to come to an end / to be exhausted / to run out / to be consumed | tükenmek |
to come/go somewhere even though you hate it and you dont want to do it, but you know that you have to do it whether you like it or not | tıpış tıpış gelmek / gitmek |
to communicate / correspond | haberleşmek |
to communicate / pour out one's grief to each other / to have a heart-to-heart talk | (biriyle) dertleşmek |
to complain | şikayet etmek |
to complete /to finish (t) | tamamlamak |
to completely ignore (b.b.g.) | büsbütün bilmezlikten gelmek |
to completely refuse | bütünüyle reddetmek |
to concentrate | konsantre olmak |
to concern (to involve) | ilgilendirmek |
to condem /sentence | çarptırmak |
to confess / admit | itiraf etmek |
to confirm / support (d) | doğrulamak |
to confront / expose | yüzleştirmek |
to confuse sb/ perplex / puzzle (a k) | aklını karıştırmak |
to conquer (f) | fethetmek |
to conquer / capture / seize / lay hands on | ele geçirmek |
to consent / to approve | razı olmak |
to consider | göz önünde bulundurmak |
to consider (feel) oneself lucky | kendini şanslı hissetmek |
to consider harmful /risky | sakınca görmek |
to consider one´s own, to feel one´s own | benimsemek |
to consider sth/sb important (ö) | önemsemek |
to consist of / to be formed by | oluşmak |
to console / comfort / cheer up / delude | avutmak |
to continue (d) | devam etmek |
to continue to say the same things | aynı şeyleri söyleyip durmak |
to contort | çarpılmak |
to contradict | çelişmek |
to control /master onself | Kendine hâkim olmak |
to convert | dönüştürmek |
to cook / bake | pişirmek |
to cool down / to become cold | soğumak |
to cool off / to cool down | serinlemek |
to cooperate (lit. give head to head) | Baş başa vermek |
to cooperate / collaborate | Işbirliği yapmak |
to copy | kopyalamak |
to correct /improve | düzeltmek |
to correspond by e-mail | e-posta ile haberleşmek |
to corrupt | yezlaştırmak |
to cost | mal olmak |
to count | saymak |
to count oneself lucky | kendini şanslı saymak |
to cover | örtmek |
to cover (k) | kaplamak |
to crack / to die from overeating / exhaustion/ zerspringen / bersten | çatlamak |
to crack a whip | kamçı şaklatmak |
to crack one's skull | kafatası çatlamak |
to crackle | çıtırdamak |
to creak | gıcırdamak |
to create | yaratmak |
to create problems | sıkıntı yaratmak |
to create/ form / constitute | oluşturmak |
to criticize | eleştirmek |
to cross one's arms | kollarını kavuşturmak |
to cross one's arms | kollarını kavuşturmak |
to cross; to exceed | aşmak |
to crouch (down) / kauern | çömelmek |
to crouch / shrink (usually more for objects /for persons rather çömelmek) | büzülmek |
to crouch /duck /cringe (s) | sinmek |
to crown all / worst of all | üstelik en kötüsü |
to cry | ağlamak |
to cry one's eyes out | hüngür hüngür ağlamak |
to cry out to God | Tanrı'ya yakarmak |
to cultivate | yetiştirmek |
to curse (s) | sövmek |
to curse a dative / swear | küfretmek |
to cut | kesmek |
to dance | dans etmek |
to dare | cüret göstermek |
to dare / to venture | cesaret etmek |
to dash / to quickly run | hızla koşmak |
to dazzle / bedazzle the eye | göz kamaştırmak |
to deal with / to cope with | ile baş etmek |
to deal; to do business | iş yapmak |
to deceive /to lose | yitirmek |
to decide | karar vermek |
to decide / determine | kararlaştırmak |
to decide on/ settle / opt pour un locative | karar kılmak |
to decorate (d) | dekore edilmiş |
To decorate (s) with gilded paint / mit Goldfarbe verzieren | yaldızlı boya ile süslemek |
to decorate / adorn (b) | bezemek |
to decoy away from | hile ile uzaklaştırmak |
to decrease / reduce (intransitive) | azalmak |
to decrease / reduce sthg | azaltmak |
to deepen / darken / thicken | koyulaşmak |
to defend | savunmak |
to defend the rights of others | başkalarının haklarını savunmak |
to delight /satisfy / make happy / charm | memnun etmek |
to deliver / to hand over | teslim etmek |
to demand a guarantee | garanti talep etmek |
to demand money from someone | birinden para talep etmek |
to demand revenge | intikam talep etmek |
to deny (to deny something whether it is claimed that it is true, or not) | inkâr etmek |
to deny something which is claimed that it is true | yalanlamak |
to depend on | bağlı olmak |
to derive | türemek |
to describe (a quality nice /beautiful /newly constructed - not for giving directions !) | betimlemek |
to describe (tf) (also for way directions - turn left, second to the right..) | tarif etmek |
to describe (tv) (a quality nice /beautiful /newly constructed - not for giving directions !) | tasvir etmek |
to desire | arzu etmek |
to despise | hor görmek |
to despise, to run sb down, to degrade /humilate | aşağılamak |
to destroy (i) | imha etmek |
to destroy / ruin /to mess up | mahvetmek |
to destroy /extinguish | yok etmek |
to determine /to name /to designate | tayin etmek |
to devastate /to inflict damage on | hasar vermek |
to develop / evolve / progress /take place | gelişmek |
to develop at a ... rate | ... oranında artmak |
to develop something / improve / cultivate / advance / build up | geliştirmek |
to deviate /detour / divert from /lead away from | sapmak |
to die | ölmek |
to die to know something / vor Neugierde platzen | meraktan çatlamak |
to differentiate | ayırt etmek |
to dig | kazmak |
to dig a grave | mezar kazmak |
to dig a trench | siper kazmak |
to dillute / thin down / rarify | seyrelmek |
to dirty, to make sth dirty | kirletmek |
to disappear (y. g.) | Yitip gitmek |
to disappear / to be lost / to get lost | kaybolmak |
to disappear / vanish/ to fly off / fly away | uçup gitmek |
to disassemble / to take apart/ to pull out / to take down / to disconnect | sökmek |
to discharge / frei werden / sich entladen | boşalmak |
to discipline /housebreak /teach manners / bändigen | terbiye etmek |
to discourage / to argue out of an Ablativ/X-maktan | vazgeçirmek |
to discuss / to argue | tartışmak |
to disguise / to masquerade /sich verkleiden | kılık değiştirmek |
to disgust / sicken/bore | bıktırmak |
to dispute | tartışma yaşamak |
to dissatisfy | memnun edememek |
to distract /divert /ablenken | oyalamak |
to distribute / hand out | dağıtmak |
to distrust / suspect / fear / worry/ smell a rat/ be suspicious/ disbelieve | kuşkulanmak |
to disturb / to break / to spoil /to disrupt | bozmak |
to disturb / to offend | rahatsız etmek |
to divide | bölmek |
to do / make | etmek |
to do a robbery | vurgun yapmak |
to do as one pleases (negative) | keyfi bilmek |
to do by halves /to make a half-assed-attempt /to fudge | yarım yamalak yapmak |
to do dishes | bulaşıkları yıkamak |
to do laundry | çamaşır yıkamak |
to do one's part | üzerine düşeni yapmak |
to do overtime | fazla mesai yapmak |
to do prayer | namaz kılmak |
to do shopping | alışveriş yapmak |
to do something through gritted teeth | istemeye istemeye yapmak |
to do the work right | işi düzgün yapmak |
to dodge / avoid / slide over/ to pass off | geçiştirmek |
to dominate / triumph over (b.g.) | baskın gelmek |
to dominate / triumph over (b.ç.) | baskın çıkmak |
to doodle (draw things absent mindedly) | dalgın dalgın şekiller çizmek |
to doubt / suspect / be skeptical about | şüphe etmek |
to drag / to sweep | sürüklemek |
to draw | çizmek |
to draw /tie (sport) / unentschieden spielen | berabere kalmak |
to draw a cross | bir çarpı çizmek |
to draw a picture | bir resim çizmek |
to draw attention | dikkat çekmek |
to draw attention | ilgi çekmek |
To draw much attention / to stick out / hit one in the eye | göze batmak |
to draw s. o.' s fury upon oneself | birinin gazabını üzerine çekmek |
to dread / be intimidated / despair / verzagen /désespérer / to get frustrated (fed up and wanting to give up) | yılmak |
to dream /imagine (h. k.) | hayal kurmak |
to dress somebody / to robe | giydirmek |
To drink | içmek |
to drink to one's heart content/ to guzzle down | kana kana içmek |
to drip / drop /trickle from an ablative | damlamak |
to drive (s) | sürmek |
to drive crazy / to make s.o. mad | delirtmek |
to drive crazy /to run nuts | çıldırtmak |
to drive s.o. nuts | sinir etmek |
to drive s.o. nuts | sinir etmek |
to drive too fast (s/k) | biraz hızlı sürmek - kullanmak |
to drizzle | çiselemek |
to drop / to lower / to download/ bring down / let down / dismount | indirmek |
to drop to (e. g. on one's knees / to throw / to lower | düşürmek |
to drop/drip sthg | damlatmak |
to drown | suda boğulmak |
to drum (with one's fingers) | (Parmaklarıyla) tempo tutmak |
to dry oneself / to wipe oneself / to be dried | kurulanmak |
to dwell in your tent | çadırında oturmak |
to dye hair | saçları boyamak |
to dynamize | dinamizm kazandırmak |
to easily get broken | kolayca kırılmak |
to eat | yemek |
to eat like a pig / to tug in like a pig | domuz gibi tıkınmak |
to economize / save | tasarruf etmek |
to embarrass / to shame | utandırmak |
to embitter a quarrel | bir kavgayı körüklemek |
to embrace / hug (k) | Kucaklamak |
to embrace nature | doğayla kucaklaşmak |
to empty /to dump / to unload | boşaltmak |
to empty /to dump / to unload | boşaltmak |
to empty into something/ a place (e.g. a river) | yere dökülmek |
to encamp | ordugah kurmak |
to enclose /surround / encircle | çevrelemek |
to encounter / experience persecution | zulme uğramak |
to encounter; to face | yüzleşmek |
to encourage to / incite / motivate | teşvik etmek |
to end | bitmek |
To end / expire / come to an end / discontinue | Sona ermek |
to end /to finish something | bitirmek |
to end up / to land in | boylamak |
to endeavour/to struggle / make an effort | çabalamak |
to engage in missionary activities | misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak |
to enjoy (z) an ablative | zevk almak |
to enjoy / drink in / relish | tadını çıkarmak |
to enjoy a good family life | iyi bir aile hayatının keyfini sürmek |
to enjoy oneself / attend to one's pleasures (positive) | Keyifine bakmak |
to enter / to get in / insert (g) | girmek |
to enter a group of friends/ to be around new people | ortama girmek |
to enter by mistake | yanlışlıkta girmek |
to enter the countryside | kırlığa girmek |
to enter the new year | yeni yıla girmek |
to entertain | eğlendirmek |
to entertain / welcome / receive / show hospitality | ağırlamak |
to entitle / to put a name | isimlendirmek |
to erect /straighten also to get stubborn | dikleşmek |
to escalate | tırmandımak |
to escape / run away | kaçmak |
to escape with one's life | canlı kurtulmak |
to establish a criminal organization | suç örgütü kurmak |
to establish an open communication | açık iletişim kurmak |
to establish; to discover; to conclude | saptamak |
to esteem | değer vermek |
to evaluate | değerlendirmek |
to exaggerate | abartmak |
to exalt / glorify / promote / aggrandise | yüceltmek |
to examine | muayene etmek |
to exercise | egzersiz yapmak |
to exist | var olmak |
to exist / to become available / to subsist | mevcut olmak |
to expand the company | şirkete genişletmek |
To expect / wait for | beklemek |
to explain | açıklamak |
to explain (i. e.) | izah etmek |
to explain who he is | Kim olduğunu açıklamak |
to explode /effervesce /bubble over | köpürmek |
to exploit / take advantage off | -den istifade etmek |
to explore mountain roads | dağ yollarını keşfetmek |
to expose / exhibit / display | sergilemek |
to expose /display (s) | gözler önüne sermek |
to expose /exhibit /display (t) | teşhir etmek |
to expose /reveal /betray (a secret) | ifşa etmek |
to express an idea or opinion /to ponder over an idea (to make an idea walk through your mind) | fikir yürütmek |
to express sth / to mention / to make a statement | ifade etmek |
to extend | uzatmak |
to extend /last until next week | gelecek haftaya sarkmak |
to extend his/one's life | ömrünü uzatmak |
to extinguish / to put out / to dampen | söndürmek |
to fabricate | uydurmak |
to facilitate / to simplify / to ease | kolaylaştırmak |
to fade / wither / wilt | solmak |
to fail a class / to fail an exam / sitzen bleiben | kalmak |
to faint / to adore | bayılmak |
to faint /to pass out | yere yığılmak |
to fall | düşmek |
to fall asleep | uyuyakalmak |
to fall asleep (d) | uykuya dalmak |
to fall flat to the ground | kapaklanmak |
to fall for s.o.'s words / to be cheated by them into doing sthg / to let s.o. deceive you to do sthg stupid/to be seduced | birine uymak - birinin aklına uymak |
to fall in love | aşık olmak |
to fall like dew | çiy gibi düşmek |
to fall on the ground (d) | yere düşmek |
to fall to the ground /prostrate oneself /grovel | yere kapanmak |
to fan / blow up / waken / instigate / embitter / "put oil into the fire" | körüklemek |
to fan the flames (to make the fire bigger) | ateşi körüklemek |
to fascinate / to cast a spell on | büyülemek |
to fast | oruç tutmak |
to fear / to be afraid of | korkmak |
to feast /regale | ziyafet çekmek |
to feed/ to satisfy | doyurmak |
to feel (d) literary verb | duyumsamak |
to feel / to sense | hissetmek |
to feel cold / to be cold | üşümek |
to feel fit | kendini zinde hissetmek |
to feel love | Sevgi duymak |
to feel pleasure | haz duymak |
to feel pressure | baskıyı hissetmek |
to feel sleepy | uykusu gelmek |
To feel the wind breezing on her skin much more she closed her eyes | Teninde gezinen rüzgâr çok daha hissetmek için gözlerini kapadı. |
to feel very stressed | çok stresli hissetmek |
To fetch/ bring | Getirmek |
to fight | kavga etmek |
to fill / to get full /to clog / to swell | dolmak |
to fill s.o. with pride | gururlandırmak |
to fill up | fullemek |
to fill with water / to moisten (eyes gözleri/ trees) | yaşarmak |
To filter something/ to infiltrate/ to drain | süzmek |
to find | bulmak |
to find hiking trails | yürüyüş parkurlarını bulmak |
to find odd /to find strange (y) | yadırgamak |
to find strange | garipsemek |
to fire (k) | kovmak |
to fire / to dismiss from work / to discharge / to give the sack | işten atmak |
to fit /match | uymak |
to fit like a glove | tıpatıp uymak |
to fit the car into a tight space (parking lot) | arabayı sıkışık bir yere yerleştirmek |
to flap / ripple / undulate/ flattern / wogen / schlingern (Boot) | dalgalanmak |
to flatten | düzleşmek |
to flirt | flört etmek |
to flow down the mountains | dağlardan aşağıya akmak |
to flow in streams | dereler hâlinde akmak |
to flow over /to bubble over / effervesce /gush | coşmak |
to flower /bloom | çiçek açmak |
to flush the toilet | tuvaletin sifonunu çekmek |
to fly | uçmak |
to fly at an arrow speed | bir ok hızıyla uçmak |
to fly back and forth /hin und herfliegen | ileri geri uçmak |
to focus | odaklamak |
to focus (be focussed) on the main points | en önemli şeylere odaklanmak |
to follow | takip etmek |
to follow a hint | ipucu izlemek |
to forage /delve into /pull to shreds/taking out and examinating every bit and piece | didiklemek |
To forbid / ban /prohibit / interdict | yasaklamak |
to forget | unutmak |
to forgive | affetmek |
to freak out /see red /blow up /flip one's handle | tepesi atmak |
to freeze | donmak |
to fry (in oil) | kızartmak |
to fulfill / carry out / execute / complete | yerine getirmek |
to fullfill a promise | sözü yerine getirmek |
to function / to act as | işlevi görmek |
to function properly | düzgün çalışmak |
to fuse / melt / merge | kaynaşmak |
to gallop | eşkin gitmek |
to gallop (away) | dörtnala uzaklaşmak |
to gamble | kumar oynamak |
to gasp for breath | soluğu tutulmak |
to gather / to come together / to assemble /to swarm together | toplanmak |
to gather food in barns | ambarlara yiyecek biriktirmek |
to gather mushrooms | mantar toplamak |
to gawp / gawk /gaze | bön bön bakmak |
to get accustomed to / to get trained to | alıştırılmak |
to get deadly injuries / take fatal wounds | ölümcül yaralar almak |
to get a bad reputation | adı çıkmak |
to get a beating | dayak yemek |
to get a new job | yeni bir işe girmek |
to get a promotion | terfi almak |
to get along (well) | iyi geçinmek |
to get away from | bir şeyi birinden uzak tutmak |
to get caught | yakalanmak |
to get cheaper | ucuzlamak |
to get crazy /to get mad | delirmek |
to get crusted (eyes) | çapaklanmak |
to get decompression sickness (diving /when getting upwards to quickly) | vurgun yemek |
to get dirty, to become dirty | kirlenmek |
to get done with / en finir avec | halledip kurtulmak |
to get drowned by x (e.g. a sound) | X- menin içinde boğulup gitmek |
to get drunk | sarhoş olmak |
to get drunk as a skunk | zurna olmak |
to get engaged | nişanlanmak |
to get excited / to get thrilled | heyecanlanmak |
to get fat | şişmanlamak |
to get filled up to the brim with things /to get crowdy /to get clustered | ıkış tıkış bir hâl almak |
to get fired / to get dismissed from work | işten atılmak |
to get frustrated (angry) | sinirlenmek |
to get grumpy / ill-tempered | huysuz olmak |
to get heavy / to get harder / to get serious / to spoil (food) | ağırlaşmak |
to get heavy with the smell of the Urgals | Urgalların kokusuyla ağırlaşmak |
to get hungry / to be hungry / to feel hungry | acıkmak |
to get ill | hastalanmak |
to get in somebodies good graces / to get on the good side of someone /to get into someone's favour /to be into someone's good book | birinin gözüne girmek |
to get in trouble | sıkıntıya sokmak |
to get infected / be transmitted by / catch | bulaşmak |
to get irrititated (g) | gıcık olmak |
to get on a dativ (bus -train - horse - bicycle) from an ablativ (station- platform..) | binmek |
to get on well with / to comply with / to consort / to agree with | bağdaşmak |
to get one's share | payını almak |
to get out alive somewhere | bir yerden canlı çıkmak |
to get out of its burrow/den | ininden çıkmak |
to get out of the hinges /aus den Angeln geraten | menteşelerinden çıkmak |
to get out/to go out | dışarı çıkmak |
to get over (btw a shock) | üzerinden atmak |
to get over / to bypass / to survive | atlatmak |
to get pregnant | hamile kalmak |
to get ready | hazır hale gelmek |
to get ready / to get prepared | hazırlanmak |
to get really bored | gerçekten sıkılmak |
to get revenge | intikam almak |
to get rich / to become rich | zenginleşmek |
to get rid of (to avoid) this thought | bu düşünceden kurtulmak için |
to get rid of the braces / die Zahnspange loswerden | diş tellerinden kurtulmak |
to get s.o. adopt a habit | alışkanlık kazandırmak |
to get satiated /to get filled up to the brim | tıka basa doymak |
to get shaved / to shave | tıraş olmak |
to get someone's hackles on /to drive s.o. crazy /to give s.o. the pip | gıcık etmek |
to get stranded / to get stuck | yolda kalmak |
to get stranded/ stuck in the park | parkta yolda kalmak |
to get strangled / choke /ersticken | boğulmak |
to get up | kalkmak |
to get used to | alışmak |
to get used to getting up early | Erken kalkmaya alışmak |
to get wet / to soak / dampen | ıslanmak |
to get what one deserves / lit. to find one's punishement | cezasını bulmak |
to get worse | daha da kötü bir hale gelmek |
to giggle | kıkırdamak |
to give | vermek |
to give a lot of joy and health /to enliven /to revive/to refresh | cana can katmak |
to give a point of view | bakış açısı kazandırmak |
to give a promise | söz vermek |
to give a speech / to lecture to a dat. | söylev çekmek |
to give away / betray | ele vermek |
to give birth | doğurmak |
to give confidence / to reassure a dative | güven vermek |
to give full satisfaction | tamamen memnun bırakmak |
to give full satisfaction / to literally (in the strict sense) satisfy | tam anlamıyla memnun etmek |
to give insight to | anlayış kazandırmak |
to give pleasure / satisfaction / to gratify | memnuniyet vermek |
to give prizes | ödül vermek |
to give rein to (k) /to get carried away by | kaptırmak |
to give up / to surrender | pes etmek |
to give way to a dat. | yerini bırakmak |
to glance /skim / cast an eye on | göz gezdirmek |
to glitter / sparkle / twinkle/ scintillate | parıldamak |
to glue / to fix / to stick / to paste sthg | yapıştırmak |
to glue /stick/ adhere (intrans) | yapışmak |
to gnaw | kemirmek |
to go | gitmek |
to go (out) shopping | alışverişe çıkmak |
to go abroad | yurtdışına çıkmak |
to go after these things | bu şeylerin peşinden gitmek |
to go beserk / to freak out | çılgına dönmek |
to go down/descend /land | (yere) inmek |
to go for a run | koşuya çıkmak |
to go for a walk | yürüyüşe çıkmak |
to go home | eve gitmek |
to go in for / to rank / to be situated / to enter | yer almak |
to go into detail | detaya girmek |
to go on on outing (around the city) | gezmeye çıkmak |
to go out for dinner | akşam yemeğine çıkmak |
to go out for lunch | öğle yemeğine çıkmak |
to go skiing | kayağa gitmek |
to go swimming | yüzmeye gitmek |
to go the extra mile | biraz daha çabalamak |
to go to bed | yatmak |
to go to toilet | tuvalete gitmek |
to go wrong /to backfire | ters gitmek |
to go/get ahead/to pass to the front | öne geçmek |
to google - or more common... | gugıllamak - google'lamak |
to graduate from | mezun olmak |
to grant | nasip etmek |
to grant a delay | mühlet vermek |
To grasp / understand / clutch / grip | kavramak |
to grill | ızgara yapmak |
to grin / smirk | sırıtmak |
to grind / grit / gnash (teeth) | gıcırdatmak |
to groan | ah etmek |
to grow | büyümek |
to grow by ... percent | yüzde ... büyümek |
to grow impatient | sabırsızlanmak |
to grow longer | uzamak |
to grow old | kocamak |
to grow old | yaşlanmak |
to grudge / begrudge / withhold | esirgemek |
to grumble 1. to mutter angrily to oneself, grumble in low tones. 2. (for a bear) to growl. | homurdanmak |
to guess /estimate | tahmin etmek |
to gurgle | çağlamak |
to gush out from / spring from/ errupt / spurt (f) (not with much force /randomly /accidentally /splashing water with the hand/intransitive) | fışkırmak |
to gush out from / spring from/ errupt / spurt (f) (not with much force /randomly /accidentally /splashing water with the hand/transitive) | fışkırtmak |
to hammer /bang | küt küt vurmak |
to handle / to be about /to deal with a subject | konu işlemek |
to handle the situation | durumun icabına bakmak |
to hang | asmak |
to hang (on) / to be suspended | asılmak |
to hang down / to dangle/ to drop (s) / hängen / bammeln/ to last - dauern (often in a negative sense) | sarkmak |
to hang out (with) | -le takılmak |
to hang out / to stick around / to jam in / to hook / to fit / to attach / to install / to insert | takılmak |
to hang out with many people (to flow into the places/environments) | ortamlara akmak |
to happen (to s.o.) | Başa gelmek |
to harden / to grow dull | duygusuzlaşmak |
to harm / do harm (z. d.) | zararı dokunmak |
to harness | koşmak |
to harvest /reap (h) | hasat etmek |
to hate (+ abl) n.e. (most common term) | Nefret etmek |
to hate (n.d.) | nefret duymak |
to hate (slang) (g) | gıcık almak |
to haunt / to impost oneself / to pester | musallat olmak |
to have a chance ... | ... ihtimali olmak |
to have a dream /a fancy | düş görmek |
to have a frog in one's throat | boğazında gıcık olmak |
to have a red carpet spread out in front of s.o. | önüne kırmızı halı serilmek |
to have a soft spot for s.o. | birine (karşı) zaafı olmak |
to have a talk with / confer / discuss / reason / argue /powwow | görüşmek |
to have basic knowledge about a subject | bir konu hakkındaki temel bilgilere sahip olmak |
to have breakfast | kahvaltı yapmak |
to have difficulty to x | x-mekte güçlük çekmek |
to have difficulty to x (z) | x-mekte zorluk çekmek |
to have difficulty to x (z) | x-mekte zorlanmak |
to have dinner | akşam yemeği yemek |
to have it said | dedirtmek |
to have it's source in/ to root in / to be derived from / to originate | kaynaklanmak |
to have no objection | itirazı olmamak |
to have one's head in the clouds | sürekli düş kurmak |
to have one's luck run out (it no longer smiles to your face) | artık şans yüzüne gülmemek |
to have one's share (n.a.) | nasibini almak |
to have something signed (double causative to increase interest of speech) | imzalattırmak |
to have the authorization to perform a marriage ceremonial | nikâh kıyma yetkisine sahip olmak |
to have the stomach getting scratched / 'damaged' by hunger = to be hungry / to feel like eating | Midesi kazınmak |
to head back home | Eve (doğru) yönelmek |
to head for / to steer towards / sich wenden / to turn towards / to direct oneself towards + Dat | yönelmek |
to head towards a crisis | bir krize yönelmek |
to heal | iyileştirmek |
to hear | duymak |
to hear / vernehmen | işitmek |
to hear from ... | ...-den haber almak |
to heat up / to warm up | ısıtmak |
to help | yardım etmek |
to hesitate | tereddüt etmek |
to hesitate to visit /to avoid going to | uğramaktan çekinmek |
to hide oneself / to be concealed / to disguise / to be kept secret / to take cover | gizlenmek |
to hide oneself / to take cover (s) | saklanmak |
to hide something (s) | saklamak |
to hide sthg (g) | gizlemek |
to hinder / prevent | engel olmak |
to hint / to imply | ima etmek |
to hire / rent | kiralamak |
to his back | sırtına |
to his neck | boynuna |
to hiss | tıslamak |
to hit /strike (v) / one strike + dative / kick the ball | vurmak |
to hobble /limp / hinken / humpeln (a ) | aksamak |
To hold /grip/ keep / take | tutmak |
to hold one's breath | soluğunu tutmak |
to hold together | bir arada tutmak |
to hold/ hesitate /hobble | duraksamak |
to hold/ support/ lean on (d) | dayamak |
to hold/stand one's ground | davasından vazgeçmemek |
to honour | teşrif etmek |
to honour s.o. / to treat to/ to offer | ikram etmek |
to hope / to expect | ummak |
to hope in a dat. | umut bağlamak |
to howl | ulumak |
to howl /roar | uğuldamak |
to hug / cuddle / clasp / cling | sarılmak |
to hug / embrace (k) | kucaklaşmak |
to hum / to be buzzing with activity (v.v.ç. / v.v.i) | vızır vızır çalışmak - vızır vızır işlemek |
to hunt for prey (a) | av aramak |
to hurt (to be painful); to pity | acımak |
to hurt s.o. | incitmek |
to hurt someone/something | yaralamak |
to ice over / to frost over | buzlanmak |
to ice skate | paten kaymak |
to identify | tespit etmek |
to identify (someone) (s) | kimliğini saptamak |
to identify / define (math/ chemistry/NOT: in criminology) | tanımlamak |
to identify who he is | kim olduğunu saptamak |
to identify whose it is | kimin olduğunu saptamak |
to idle / to hang around / to potter / to linger | oyalanmak |
to ignite / fire /set off / let fly | ateşlemek |
to ignore | göz ardı etmek |
to ignore (b ) | bilmezlikten gelmek |
to ignore/ to pretend not to see / to turn a blind eye on | görmezden gelmek |
to imagine / daydream/ phantasieren / sich ausmalen / to picture | hayal etmek |
to imitate | taklit etmek |
to immunize | bağısıklık kazandırmak |
to imprison / to hold captive | tutsak etmek |
to improve oneself (morals/ skills) | kendini geliştirmek |
to improvize | doğaçlama yapmak |
to include / to cover / to contain | kapsamak |
to increase | artmak |
to increase something | artırmak |
to increase the cost | maliyet artırmak |
to increase the pressure on someone | birinin üzerindeki baskıyı artırmak |
to increase the tension / to escalate the tension | gerilimi tırmandırmak |
to increase your creativity | yaratıcılığını artırmak |
to indicate (in traffic) | sinyal vermek |
to infect / spread infection / transmit infection | bulaştırmak |
to infiltrate / leak / to seep/ drain (ı) (e.g. water/ light/ a secret) | sızmak |
to inflame the crisis / to escalate the crisis | krizi tırmandırmak |
to inform / instruct | bilgilendirmek |
to ingurgitate / tuck in / stuff oneself | tıkınmak |
to injure / to bruise | zedelemek |
to insist | ısrar etmek |
to intend | niyeti olmak |
to intend / mean /imply | kastetmek |
to intend / to aim at / to target + acc | amaçlamak |
to intermingle | birbirine karışmak |
to internalize | özümsemek |
to interprete/ explain | yorumlamak |
to interrupt | sözünü kesmek |
to intervene in /to enter a conversation / se mêler à une conversation | söze karışmak |
to introduce a new word into a language | bir dile kelime kazandırmak |
to invent (i) | icat etmek |
to investigate / search research/ explore/ survey / study | araştırmak |
to involve sb in sth (affair)/ drag sb into sth (discussion /dispute) | birini bir şeye karıştırmak |
to involve; to require | gerektirmek |
to iron / bügeln (ü) | ütü yapmak |
to isolate | mahsur bırakmak |
to itch /jucken colloquial : to provoke s. o. | kaşınmak |
to jam (in) / tighten / squeeze (s) | sıkışmak |
to jam / to be clamped in place / (for one´s hands) to be firmly clasped together /(for one´s jaws) to be locked. | kenetlenmek |
to join /participate / chip in | iştirak etmek |
to join the story | hikayeye katılmak |
to joke around with one another /to fool around with | şakalaşmak |
to judge (y) | yargılamak |
to juggle / jonglieren | Hokkabazlık yapmak |
to juggle with coloured balls | renkli toplarla hokkabazlık yapmak |
to jump (over) | atlamak |
to jump / splash / leap / bounce (once) | sıçramak |
to jump at something /to fling oneself at something / to dive headfirst into something (d/a) | balıklama dalmak - balıklama atlamak |
to jump at the opportunity | firsata balıklama atlamak |
to jump from (the top of) the horse | atın üstünden atlamak |
to jump on a trampolin | trambolinde zıplamak |
to jump onto X | X’e atlamak |
to jump to one's feet | ayağa fırlamak |
to keep a promise | sözünü tutmak |
to keep an eye on sthg /to protect sthg | göz kulak olmak |
to keep at s.o. (for doing sthg) | birine sürekli bir şeyi yapması için dırdır etmek |
to keep awake | ayık tutmak |
to keep away from / to keep out of / to get away from + Abl | uzak tutmak |
to keep fit | zinde tutmak |
to keep hanging | asılı durmak |
to keep one's balance | dengesini korumak |
to keep one's eyes on the prize | sonuca odaklanmak |
to keep out of harm's way | birini kötülüklerden uzak tutmak |
to keep s.o. in ignorance | cahil bırakmak |
to keep secret / to cover up / verheimlichen / vertuscheln | örtbas etmek |
to keep the change | üstü kalmak |
to keep the flame(fire) alive in our hearts | kalplerimizde ateşi canlı tutmak |
to keep warm | sıcak tutmak |
to keep X-ing / to do something continuously/again and again | X-ip durmak |
to kick | tekmelemek |
to kick (s. o.) senseless | bilinci kaybolana kadar tekmelemek |
to kick /give a kick | tekme atmak |
to kick against smthg | bir şeyi tekmelemek |
to kick s.o.'s ass. / jem. in den Hintern treten | kıçını tekmelemek |
to kid (slang) | dalga geçmek |
to kill | öldürmek |
to kindly request | nazikçe talep etmek |
to kneel | diz çökmek |
to knock one's head against a brick wall / get blood out of a stone (lit. to cause the camel to jump over/ to bypass the ditch.) | deveye hendek atlatmak |
to know | bilmek |
to know/learn from a reliable source | güvenilir bir kaynaktan öğrenmek |
to lament / beat one's chest | dövünmek |
to land (on the ground) | yere inmek |
to laugh | gülmek |
to laugh out loud | kahkahayla gülmek |
to lay an egg | yumurtlamak |
to lead a life of crime | suç hayatı sürmek |
to leak out (secret information ) | ifşa olunmak |
to lean against a dative / to rest against a dative | yaslanmak |
to lean back | kaykılmak |
to lean forward /to stoop /to duck down | öne doğru eğilmek |
to leap for joy | sevinçten zıplamak |
to leave (behind) / to stop / to quit | bırakmak |
to leave / to abandon (t) | Terk etmek |
to leave behind / to outdistance | geride bırakmak |
to leave for good /für immer weggehen | bütün bütün gitmek |
to leave one's mark on /to mark /to label /to stigmatize | damgasını vurmak |
to leave s.o. / sthg | başından ayrılmak |
to leave the shop | mağazayı terk etmek |
to leave; to depart; to break up | ayrılmak |
to lecture / give a speech | bir nutuk atmak |
to legitimize | meşruluk kazandırmak |
to lend / loan | ödünç vermek |
to let out a bellow / to break out into a bellow | bir böğürtü koparmak |
to let s.o. sleep / to put s.o. to sleep / to anesthesize / hypnotize | uyutmak |
to let someone get bullied by others | Birini ezdirmek |
to let sth prey on ones mind / to trouble / occupy oneself with (a worrying problem) | dert etmek |
to let the chance slip by | fırsatı yitirmek |
to lick | yalamak |
to lick boots /to bow and scrape | yaltaklanmak |
to lie (in bed) | uzanmak |
to lie / to tell a lie | yalan söylemek |
to lift up/ to erect / to raise | kaldırmak |
to lift weights | ağırlık kaldırmak |
to light a fire | bir ateş yakmak |
to lighten up / to brighten / to become enlighted | aydınlanmak |
to like | beğenmek |
to like (+abl) | hoşlanmak |
to like to do | yapmayı sevmek |
to limp / hobble (t) | topallamak |
to line up /array | sıralamak |
to listen (d) | dinlemek |
to listen live | canlı dinlemek |
to live | yaşamak |
to live a simple life | sade bir hayat yaşamak |
to live by begging (to be in need for a slice of bread) | bir dilim ekmeğe muhtaç olmak |
to live from hand to mouth / to make both ends meet / to earn a bare living | kıt kanaat geçinmek |
to live through lively times (days) | hareketli günler yaşamak |
to load | yüklemek |
to locate (s) | yerini saptamak |
to locate someone by following s.o.'s hints / to trace | bazı ipuçlarını izleyerek birinin yerini saptamak |
to lock up / detain / einsperren | hapsetmek |
to long for x ( more common expression) | x'in özlemini duymak |
to long for x (less common expression) | x'e özlem duymak |
to look | bakmak |
to look after / to mastermind /manage / run a business / keep the homefires burning | çekip çevirmek |
to look around / to look about | bakınmak |
to look at s.o. with misty eyes | birine sisli gözlerle bakmak |
to look at something in detail | süzmek |
to look back on one's accomplishments with satisfaction | geriye dönüp baktığında başarılarından memnun olmak |
to look brave | cesur görünmek |
to look carefully at / to stare / to scrutinize / to set (beedy) eyes on | dikkatle bakmak |
to look for exceptions | kuraldışılıkları aramak |
to look forward to ... (lit. to wait for impatiently) | ... -i sabırsızlıkla beklemek |
to look in every nook and corner /to comb through with a fine comb /to ramble through | didik didik etmek |
to look nice | güzel görünmek |
to look on Internet | internetten bakmak |
to look/appear cheerful | neşeli görünmek |
to loosen up | gevşetmek |
to lose (leaves/needles) / to pour /dump /effuse /diffuse | dökmek |
to lose (to not find) | kaybetmek |
to lose (to stop having) | kaçırmak |
to lose consciousness | bilincini yitirmek |
to lose control | kontrolü kaybetmek |
to lose face / to become disreputable | rezil rüsva olmak |
to lose hope | umudunu yitirmek |
to lose it's value | değerini yitirmek |
to lose its charm | cazibesini yitirmek |
to lose its meaning | anlamını yitirmek |
to lose one's balance | dengesini yitirmek |
to lose one's case (law suit) | davasını kaybetmek |
to lose one's clear mind | akıl sağlığını yitirmek |
to lose one's faith /confidence | inancını yitirmek |
to lose one's influence | etkisini yitirmek |
to lose one's life | yaşamını yitirmek |
to lose one's memory | belleğini yitirmek |
to lose one's passion(h) | hevesini yitirmek |
to lose one's patience | sabrı taşmak |
to lose one's patience with s.o. | birine olan sabrını yitirmek |
to lose sight of | gözden uzak tutmak |
to lose weight | kilo vermek |
to love | sevmek |
to love one's privacy | mahremiyetini sevmek |
to lower (a) | alçaltmak |
to lower / to descend (intransitive) | alçalmak |
to lower the costs | maliyet azaltmak |
to madly love / to adore / to be infatuated with | delicesine sevmek |
to maintain / save / keep / protect | korumak |
To maintain /sustain / keep up / carry on | sürdürmek |
to maintain /to service | bakımını yapmak |
to make | yapmak |
to make (chewing gum) bubbles explode | (sakız) balon patlatmak |
to make ... angry | kızdırmak |
to make ... nervous | endişelendirmek |
to make /cause a difference | fark ettirmek |
to make a barbecue | mangal yapmak |
to make a deal / to make an agreement | bir anlaşma yapmak |
to make a decision to change | değişime karar vermek |
to make a living from / to live from / to get along with a gen+la | geçinmek |
to make a mistake | hata yapmak |
to make a pounce /jump/ move | Bir hamle yapmak |
to make a proposal (marriage) | evlilik teklif etmek |
to make a tremendous effort | çok çabalamak |
to make a wish | dilek tutmak |
to make a wrong move | yanlış bir hamle yapmak |
to make addicted | bağımlı hale getirmek |
to make an effort | emek vermek |
to make an effort (s) | çaba sarf etmek |
to make an offer / to offer | teklif etmek |
to make contact | İrtibat kurmak |
to make dissimilar / to differentiate / to diversify | farklılaştırmak |
to make do / content oneself/manage | idare etmek |
to make efforts in vain / to beat one's head against the wall / to run one's head against a brick wall | boş yere çabalamak |
to make friends | arkadaş edinmek |
to make fun of an acc / to laugh about an acc/ sich lustig über /jem. auslachen | alay etmek |
to make no noise / sound / mucksmäuschenstill sein | çıt çıkarmamak |
To make oneself get noticed / to attract attention | kendini fark ettirmek |
to make organized human trafficking | Örgütlü olarak göçmen kaçakçılığı yapmak |
to make people dependent on the product sold | insanı satılan ürüne bağımlı hale getirmek |
to make point of / to fuss / to take pains to /to take care to | özen göstermek |
to make s. o. drowsy | mayıştırmak |
to make sense | anlam ifade etmek |
to make sense of /to catch the meaning /to interprete | anlamlandırmak |
to make somebody explain something | açıklatmak |
to make someone feel | hissettirmek |
to make someone miss /to make someobe long for | özletmek |
to make something bleed | kanatmak |
to make something valuable | bir şeye değer kazandırmak |
to make sth flap /to cause (water) to break into waves/to cause (sth) to undulate; to cause (sth) to wave/sway (as in a wind)/ripple | dalgalandırmak |
to make strong / to strengthen | güçlendirmek |
to make sure | emin olmak |
to make the most spectacular show of your life / to put on the performance of a life time | hayatının en muhteşem gösterisini yapmak |
to make things worse (lit. To take out the eye when saying 'let me do the eyebrow' ) | kaş yapayım derken göz çıkarmak |
to make up | barışmak |
to make your life beautiful | hayatınızı güzelleştirmek |
to make/have someone sign something /ı,a/ to have (someone) sign (something); to get (someone) to sign (something); to have (someone) autograph (something); to have (someone) endorse (a check); to get (someone) to endorse (a check). | imzalatmak |
to manage / to get something done (careful- not use with human direct object) | becermek |
to manhandle /jostle /push and shove/ push around /rough handle | itip kakmak |
to manifacture / produce / fabricate | imal etmek |
to marry | evlenmek |
to marry | evlilik yapmak |
to match / pair | eşlemek |
to match / to marry off | evlendirmek |
to match-make | çöpçatanlık yapmak |
to me (dat) | bana |
to mean / to intend | demek istemek |
to meet / to introduce (t) | tanışmak |
to meet /come across /fall upon | rastlamak |
to meet /receive / welcome | karşılamak |
to meet s.o. | buluşmak |
to meet the conditions | koşulları sağlamak |
to meet the requirements for graduation | mezun olması için gereken şartları karşılamak için |
to mend / repair / restore | onarmak |
to mess up sthg / to make a mess of / to screw up / to muck up /to make a pig's ear out of | eline yüzüne bulaştırmak |
to mesure | ölçmek |
to miss (to feel sad) | özlemek |
to miss / be off target | ıskalamak |
to mix /blend / merge | karışmak |
to mix sth /stir sth / liquidize (in a blender) | karıştırmak |
to mix sth together with sth | bir şeyi bir şeyle karıştırmak |
to mix the cards | oyun kartları karmak |
to mix up sth / mistake / confuse / | karıştırmak |
to moan | inlemek |
to moan / complain / whine | sızlanmak |
to mock about s. o. /sthg. /to make s. o. /sthg a laughing matter | birini /bir şeyi dalga konusu yapmak |
to mount /to build 7 to fictionalize | kurgulamak |
to mourn / lament / wail | ağıt yakmak |
to move (from somewhere) | taşınmak |
to move /stir something | kıpırdatmak |
to move very fast | çok hızlı hareket etmek |
To move/ act | hareket etmek |
to mow / to reap | biçmek |
to multiply (fig. ) | çoğalmak |
to multiply (×) | çarpmak |
to mumble | gevelemek |
to mumble | gevelemek |
to murder /slaughter (k) | katledilmek |
to murmur / mutter | mırıldanmak |
to nag at s.o. (for sthg) / to pester /keep on someone (about something)/to badger someone to death / plague somebody's life out | başının etini yemek |
to nail | çivilemek |
to narrow / constrict / bother | daraltmak |
to nearly x / faillir de x-er | x-eyazmak |
to need a dictionary | sözlüğe ihtiyaç duymak |
to need like a hole in the head | hiçbir şekilde ihtiyaç duymamak |
to neglect | ihmal etmek |
to neutralise / counteract / desactivate / cancel | etkisiz hale getirmek |
to never omit / to always have | eksik etmemek |
to never take more than one's right | hiçbir zaman hakkından fazlasını almamak |
To nick/sneak /walk away with /make away with | yürütmek |
to not appeal | çekicilik arz etmemek |
to not be able to get over the shock | şoku üzerinden atamamak |
to not believe one's eyes / to be rooted to the spot | şaşkınlıktan donakalmak |
to not explain | açıklamamak |
to not explain who he is /was | Kim olduğunu açıklamamak |
to not give an inch to /to fail to | yanaşmamak |
to not have the intention to X | X-maya niyetli değil |
To notice / to make a difference | Fark etmek |
to obey a comnand /to comply to a command | komuta uymak |
to object /contest /protest | itiraz etmek |
to obtain | elde edilmek |
to obtain / acquire | edinmek |
to offer / proffer / introduce / present | sunmak |
to offer an unforgettable experience | unutulmayacak bir deneyim sunmak |
to offer praises | övgüler sunmak |
to offer wine | şarap ikram etmek |
To open (one's ) wings | kanat açmak |
to open / to turn on/up | açmak |
To open that door you need to give it (li. you'll give it) a good kick. | Kapıyı açmak için, güzel bir tekme atacaksın. |
to oppress / ho overwhelm / to weigh down / stupefy | bunaltmak |
to order / bestellen | sipariş vermek |
to organize illegal transition | yasa dışı geçişi organize etmek |
to outdistance | daha hızlı gitmek |
to overcome / beat / overwhelm | alt etmek |
to overcome the difficulties / to surmount the difficulties / to resolve the problems | sorunları atlatmak |
to overdo | fazla özen göstermek |
to overturn | devrilmek |
to owe / to have debt | borcu olmak |
to paint (a wall) + Dat. in ... colour (e.g. yeşilE) | boyamak |
to paint a picture | resim yapmak |
to park | park etmek |
to pass | geçmek |
to pass / spend / undergo | geçirmek |
to pass away / decease (v) | vefat etmek |
to pass something (food) around | bir şeyi (herkese) ikram etmek |
to pass the most difficult part of something | birşeyin en sıkıntılı kısmını atlatmak |
to pay | ödemek |
to pay attention | dikkat vermek |
to pay attention | dikkatini vermek |
to pay attention/ mind/ heed/ take heed of/ bother about/ care | aldırmak |
to pay back | iade etmek |
to pay sth off/ to pay and get rid of debt | ödeyip kurtulmak |
to penetrate /to work (its way into) /perpetrade / operate / process /indwell /travel | işlemek |
to perceive /wahrnehmen | algılamak |
to perforate | delik deşik etmek |
to persecute / bully / tyrannise | zulmetmek |
to persist / to be obstinate | inat etmek |
to petrify | aklını başından almak |
to pick (birds) / picken | gagalamak |
to pick one's nose | burun karıştırmak |
to pick out /sort out /pluck /extract | ayıklamak |
to pierce /penetrate /transfix (d g) | delip geçmek |
to pierce through | Deşmek |
to pile something up | yığmak |
to pinch | çimdiklemek |
to pinch / jam in / shut in (k) / einquetschen | kıstırmak |
to pinpoint the ennemy ('s location) | düşmanın yerini saptamak |
to pity and lower expectations /make it easier for someone /relent (eg. a boss towards his employee) | insafa gelmek |
to plan to give a kick /to intend to kick | tekme atmayı planlamak |
to play | oynamak |
to play a game | oyun oynamak |
to play a trick / to deceive / to manoeuver / to manipulate / to play dirty | hile yapmak |
to play along (cooperate) | Işbirliği etmek |
to play guitar | gitar çalmak |
to play hide and seek | saklambaç oynamak |
to play music | çalmak |
to play tag | kovalamaca oynamak |
to play with / to finger / to handle / to touch | ellemek |
to plead / flehen | Yalvarmak |
to please everyone | herkesi memnun etmek |
to plunder / to loot (y) | yağmalamak |
to point out / indicate | işaret etmek |
to point out / to specify / to note / to mention | belirtmek |
to poison | zehirlemek |
to polish / shine / brighten / make glitter | parlatmak |
to ponder / to puzzle one's brains/ to wear one's head / to think hard / to chew | kafa yormak |
to pop out / to burst into scene | ansızın ortaya çıkıvermek |
to pop up /to turn up / to show up /to happen to | çıkagelmek |
to position / to situate / to locate | konumlanmak |
to possess / to dominate / to master / to control / to rule over | hâkim olmak |
to post (on social media) (i) | ileti bırakmak |
to post / to send | yollamak |
to pour out of/ to come out of / to spill | dökülmek |
to praise | övmek |
to predetermine /to predestine | önceden tayin etmek |
to predict | öngörmek |
to preen /get oneself into shape /make oneself presentable /get one's act together/to adapt /sich zurechtmachen | kendine çeki düzen vermek |
to prefer | tercih etmek |
to prefer expert advice | uzman danışmanlıklar tercih etmek |
to prefere one thing over another | bir şeyi başka bir şeye yeğlemek |
to prepare / to make ready | hazırlamak |
to prepare the table / lay out the table cloth | sofrayı hazırlamak |
to present / make a presentation | sunum yapmak |
to press / make pressure / squeeze / bear against | baskı yapmak |
to press together /to tighten /to squeeze / to hold tight zusammenbeißen | sıkmak |
to presume /assume /suppose /imagine | farz etmek |
to pretedetermine | önceden saptamak |
to prevent /avoid | önlemek |
to prickle /to tickle | karıncalanmak |
to proclaim/ announce / advertise | duyurmak |
to prod | dürtmek |
to prod (continously) | dürtüklemek |
to produce | üretmek |
to produce / bring forth / yield | ürün vermek |
to produce / bring forth / yield hundredfold | yüz kat ürün vermek |
to profit / benefit / utilize / take advantage of / make use of / exploit | yararlanmak |
to promise (v) | vaat etmek |
to promote | terfi ettirmek |
to pronounce / utter | telaffuz etmek |
to prophesy / to inform in advance | olacakları önceden bildirmek |
to protect from the fog | sisten korumak |
to prove (i) | ispatlamak |
to prove (i) | ispat etmek |
to prove (k) | kanıtlamak |
to prove right / to justify /to legitimize | haklı çıkarmak |
to provide experience | deneyim kazandırmak |
to provide for | geçindirmek |
to provoke / agitate / incite / excite | kışkırtmak |
to provoke its nestlings to fly | yavrularını uçmaya kışkırtmak |
to provoke to fly | uçmaya kışkırtmak |
to prowl /lurk /sneak | sinsi sinsi dolaşmak |
to publish | yayımlamak |
to puff up / to blow up / cause to swell | kabartmak |
to pull (at both hands)/ to tug / ( to backbite /criticize maliciously) | çekiştirmek |
to pull / draw / tow /haul / attract / absorb | çekmek |
to pull oneself together / sich fassen / sich aufrappeln | toparlanmak |
to pull up | yukarı çekiştirmek |
to punch / thump | yumruklamak |
to punch / thump (lit to throw a fist) | yumruk atmak |
to punish | cezalandırmak |
to purchase / chase / go after (p g) | peşinden gitmek |
to purchase / chase / go after (p.o.) | peşinde olmak |
to purify (a) (chemically ) | arıtmak |
to pursue / chase / give chase / run after | kovalamak |
to put | koymak |
to put age on s.o. | yaşlandırmak |
to put forth / to produce | ortaya koymak |
to put it another way | bir de şu şeklide ifade edersem |
to put it kindly (k/n) | en kibar - nazik ifadeyle |
to put on / settle / perch | konmak |
to put on paper / to write down / to transcribe / to redact | yazıya dökmek |
to put s.o. to bed | yatırmak |
to put something into something | sokmak |
to put the effort / to try hard | çaba göstermek |
to put to sleep | bayıltmak |
to quarrel / bicker | çekişmek |
to quarrel /bicker /squabble | didişmek |
to quickly /suddenly realize/ grasp | kavrayıvermek |
to quickly stand/get up | hızla ayağa kalkmak |
to quickly x | x-ivermek |
to quit smoking | sigara içmeyi bırakmak |
to quit x-ing | x-meyi bırakmak |
to rage / rave / go mad / boil over / get furious | kudurmak |
to raid | baskın yapmak |
to rain | Yağmur yağmak |
to rain / pour / fall | yağmak |
to rain cats and dogs | gök delinmek |
to raise / increase something | yükseltmek |
to raise a child | çocuk yetiştirmek |
to raise awareness /consciousness | bilinç kazandırmak |
to raise concern about | bir şey hakkındaki endişeleri dile getirmek |
to rasp (voice) | törpülemek |
to rattle /clatter (e. g. teeth) | takırdamak |
to raze / shave completely /to take a tattoo off | kazıtmak |
to reach (e) | erişmek |
to reach / attain / achieve (e) | ermek |
to reach / come to an end | sona ermek |
to reach / get to / attain / arrive | varmak |
to reach a compromise | orta yol bulmak |
to reach a final judgement /to reach a final conclusion | kesin yargıya varmak |
to reach a judgement / pass judgement on | yargıya varmak |
to reach/ arrive (u) | ulaşmak |
to react | Tepki vermek |
to read | okumak |
to read books on mobile devices | mobil cihazlarda kitap okumak |
to really jnderstand sthg/to grasp sthg (o) | oturmak |
to REbound / hop / skip (keep bouncing) | sekmek |
to receive a nasty blow | acı bir darbe yemek |
to receive a wedding proposal | evlilik teklif almak |
to receive e-mails | e-posta almak |
to recite | ezbere okumak |
to recite/do the prayer call | ezan okumak |
to recoil / to get startled | irkilmek |
to recover | iyileşmek |
to recover from shock | şoku atlatmak |
to recover quickly / to overcome quickly (ç) | çabuk atlatmak |
to reduce | indirgemek |
to reduce the number of competitors on the way to power | iktidar yolundaki rakiplerin sayısını azaltmak |
to refer to /to touch (upon) / to speak about /to deal with | değinmek |
to reflect | yansıtmak |
to refresh / renew / freshen up (replenish drinks / strength) | tazelemek |
to refund | iade yapmak |
to regret to have ever said | dediğine diyeceğine pişman olmak |
to regret to have ever x-ed | x-diğine x-eceğine pişman olmak |
to regularize | devamlılık kazandırmak |
to reign /to possess /to have control over /to dominate | egemen olmak |
to reintegrate s.o. into society | birisini topluma kazandırmak |
to release / discharge / deliver | serbest bırakmak |
to remain imprisoned | tutsak kalmak |
to remain sober | ayık kalmak |
to remember | hatırlamak |
to remember /to commemorate / to mention / gedenken | anmak |
to remind again and again/continuously | hatırlatıp durmak |
to remind oneself | kendine hatırlatmak |
to remind s.o. (Dat) | hatırlatmak |
to remove /to emit / issue / extract /ausziehen | çıkarmak |
to rename | yeniden isimlendirmek |
to render (h.g.) | hale getirmek |
to render (make/transform) | kılmak |
to render impossible / to make impossible | imkânsız kılmak |
to renew the contract | kontratı yenilemek |
to renovate / reintegrate | restore etmek |
to repair | tamir etmek |
to repatriate | ülkesine iade etmek |
to repeat | tekrarlamak |
to report | bildirmek |
to represent | temsil etmek |
to request /ask /desire / beg | rica etmek |
to request a lawyer | avukat talep etmek |
to request an autopsy | otopsi talep etmek |
to require | icap ettirmek |
to require attention | ilgiye muhtaç olmak |
to rescue / recover | kurtarmak |
to reserve / to book | ayırtmak |
to respect (h) | hürmet etmek |
to respect /to esteem a dat. | saygı duymak |
To ressemble /look like /remind of | benzemek |
to ressort to | tevessül etmek |
to rest / relax | dinlenmek |
to restore / to make regain /to bring together | kavuşturmak |
to restore clarity / to get straight | açıklığı kavuşturmak |
to restore something to its owner | bir şeyi sahibine iade etmek |
to retire | emekli olmak |
to retrieve / reunite / meet / regain | kavuşmak |
to return (something) | geri vermek |
to reveal | ortaya çıkarmak |
to reveal | açığa vurmak |
to reveal / to bring to the open (ç) | açığa çıkarmak |
to reveal oneself | kendini ele vermek |
to revenge /avenge | öcünü almak |
to revive | canlandırmak |
to revive/ revitalize / to make lively | canlılık kazandırmak |
to revolt against / to rebel | isyan etmek |
to ride a bike (s) | bisiklet sürmek |
to rig /fraud /cheat | hile karıştırmak |
to rise / increase | yükselmek |
to rise in price / to get more expensive | zam gelmek |
to risk /dare / der Gefahr ins Auge sehen | göze almak |
to roar / thunder | gürlemek |
to roast / parch / bake / parboil - meat | kavurmak |
to rob (e.g. bank) | Soymak |
to roll over / to around in (dog/horse) intransitiv | yuvarlanmak |
to roll sthg (transitiv) | yuvarlamak |
To rot / decay / go bad (ç) | Çürümek |
to rot / to go bad (k) / childish expression | kokuşmak |
to rotate | dönüşümlü olmak |
to row against the tide | güçlüklere karşı çabalamak |
to rubb (against each other) | ovuşturmak |
to rubb (over)/ massage | ovalamak |
to ruin /devastate / ravage / make havoc of (h) | harap etmek |
to rule over | hükmetmek |
to run | koşmak |
to run / manage / maintaian a household | evi çekip çevirmek |
to run / race / rush (s) | seğirtmek |
to run a coffee shop | kafe işletmek |
to run a red light / to jump a red light / bei rot durchfahren | kırmızı ışıkta geçmek |
to run around like crazy | deli gibi koşturmak |
to run fast | hızlı koşmak |
to sail | yelken açmak |
to salt | tuzlamak |
to satisfy / eliminate / supply for | gidermek |
to say | demek |
to say / speak / tell | söylemek |
to say goodbye / to take one's leave | veda etmek |
to scan /sweep /comb | taramak |
to scare | ürkütmek |
to scare / intimidate | korkutmak |
to scatter / spill (s) | saçmak |
to scatter / to run in different directions / auseinanderlaufen | kaçışmak |
to scold | azarlamak |
to score | sayı yapmak |
to scowl /frown / knit one's brows | kaşlarını çatmak |
to scratch (damaging the surface / to see what is underneath) | kazımak |
to scratch (the body) | kaşımak |
to scream / yell (h) monolog | haykırmak |
to scream for ice cream | çığlık çığlığa dondurma istemek |
to scrubb one's eyes | gözlerini ovmak |
to scrubb the bathtop | banyo küveti ovmak |
to scrubb with a brush | fırça ile ovmak |
to sculpture /chisel | yontmak |
to search for a house for rent | kiralık ev aramak |
to secrete / excrete | salgılamak |
to secretly rejoice | için için sevinmek |
to see | görmek |
to see the world through rose coloured glasses | dünyayı tozpembe görmek |
to see through rose coloured glasses | tozpembe görmek |
to see to / to manage / to take care of | icabına bakmak |
to see whether there was any danger | tehlike olup olmadığını görmek |
to seem / to appear / to show up / to see (a specialist); | (gibi) görünmek |
to seem /look / appear (...k) | gözükmek |
To seep / filter/ be filtered/ drain / float | süzülmek |
to seize /capture/confiscate /hold/ command (a place) /usurp a dative | el koymak |
to sell | satmak |
to send | göndermek |
to send off (the game) | ... oyundan atmak |
to serve tea | çay ikram etmek |
to set /lay down /put conditions | şart koşmak |
to set a target /to set a goal | hedef tayin etmek |
to set foot on | ayak basmak |
to set the dogs on s. o. /die Hunde auf jemanden hetzen | köpekleri (birinin) peşine salmak |
to set up a tent | bir çadır kurmak |
to set; to establish; to found | kurmak |
to settle / to install oneself | yerleşmek |
to settle down / ease up | rahatlamak |
to sew | dikiş dikmek |
to sew /to erect (e. g. a building /a tower) /to plant (e. g. a flower) | dikmek |
to shake / agitate / shatter (e.g. earthquake) | Sarsmak |
to shake a disease or illness off | hastalığı atlatmak |
to shake all over / to tremble like an aspen leaf | tir tir titremek |
to shake hands | el sıkışmak |
to shake sth (e.g. hands) | sallamak |
to shape /give form | şekillendirmek |
to share /partake | paylaşmak |
to share the rent | kirayı paylaşmak |
to sharpen a pencil | kalem açmak |
to shatter/ to tear to pieces / to tear apart /to make mincemeat of | paramparça etmek |
to shave / cut short | tıraş etmek |
to shelter / to take refuge | sığınmak |
to shine | parlamak |
to shine (ı)/glitter /sparkle | ışıldamak |
to shiver (for one second) | ürpermek |
to shiver / tremble (constantly) / quake / shake | titremek |
to shoot a ball high (football) | topa yükselik kazandırmak |
to shoot an accusative | vurmak |
to shoot straight | düzgün ateş etmek |
to shorten / to become shorter | kısalmak |
to shout / cry/ yell / call | seslenmek |
to shove / push / thrust | itmek |
to show / to indicate (g) | göstermek |
to show good will | iyi niyet göstermek |
to show interest | alâka göstermek |
to show one's best endeavours | elinden geleni eksik etmemek |
to show up / come into the open | ortaya çıkmak |
to show what you are made of / to show your true face | asıl yüzünü göstermek |
to shuffle (cards) | karmak |
to shuffle one's feet / schlurfen | ayaklarını sürümek |
to shut /close (eyes/hands only) | yummak |
to sigh | iç çekmek |
to sigh over sthg / s.o. | ah vah etmek |
to sign something | imzalamak |
to sin | günah işlemek |
to sing | şarkı söylemek |
To sing / crow / caw/ hoop /warble / whistle | ötmek |
to sink (soleil) | batmak |
to sink into silence | sessizliğe gömülmek |
to sip | yudumlamak |
to sit | oturmak |
to sit around (do nothing) | avare avare oturmak |
to sit tilted / leaning towards so | eğri oturmak |
to skim /skip a stone - Steine flitschen / ditschen (to throw a stone in a way that it hits a watersurrface multiple times ) | taş sektirmek |
to slaughter /kill /slay | katletmek |
to sleep | uyumak |
to sleep in | geç kalkmak |
to slip / slide / glide | kaymak |
to slow down (lit. to give inactivity to the minds) | akıllara durgunluk vermek |
to smack / snap / click / swish / flick / crack / schnalzen | şaklatmak |
To smash | ezmek |
to smell (of) | kokmak |
to smell / sniff /stink | koklamak |
to smell /catch a smell | koku almak |
to smell nice | güzel kokmak |
to smile | gülücük atmak |
to smirk | kendinden memnun bir şekilde sırıtmak |
to smirk / verschmitzt lachen | bıyık altından gülmek |
to smoke | sigara içmek |
to smoke (e.g. cigarettes) | tüttürmek |
to smoke (intrans) /fume | tütmek |
to snack | atıştırmak |
to snatch | koparmak |
to sneeze | hapşırmak |
to sniff (after crying) /schniefen | burnunu çekmek |
to sniff at/to consider unimportant / to turn up one's nose / die Nase rümpfen | burun kıvırmak |
to snigger / to laugh in one's sleeve | kıs kıs gülmek |
to snore | horlamak |
to snort | homurtuyla gülmek |
to snow | kar yağmak |
to snuggle down with something / sich in etwas einwickeln | bir şeye sarınmak |
to sob / hiccup / schluchzen | hıçkırmak |
to solve / figure out / untangle / puzzle out / unravel | çözmek |
to solve / to settle /figure out | halletmek |
to some of them | kimilerine |
to sow | ekmek |
to spark /trigger /set off /induce | tetiklemek |
to speed up | hız kazandırmak |
to spell | hecelemek |
to spend / use up/ expend | harcamak |
to spend /consume /use up (s) | sarf etmek |
to spend hours | saatler harcamak |
to spend money irresponsably | para sorumsuzca harcamak |
to spin | eğirmek |
to spin one's head / to go to s. o. 's head / to carry away / to bedazzle | başını döndürmek |
to spit | tükürmek |
to spoil / coddle / indulge | şımartmak |
to spoil / to make mess of | berbat etmek |
to spoor / to track (game) /eine Spur verfolgen | av izi sürme |
to spot /dapple /dot /freckle /speck | beneklemek |
to sprain /twist /get twisted | burkulmak |
to sprain /twist one's ankle | ayağı burkulmak |
to spray / spit / versprühen / ausspucken /speien | püskürtmek |
To spread (intransitive)/ to get diffused | yayılmak |
to spread /to unfold / to lay out | sermek |
to spread out (y) | yaymak |
to spread over /to sprawl | serilmek |
To spread/ disperse / scatter (*usually has to do with destruction of something) | dağılmak |
to sprout / shoot out/ bud | filizlenmek |
to spy | casusluk yapmak |
to spy on / pry / watch / observe / peek | gözetlemek |
to squander an opportunity | bir fırsatı yabana götürmek |
to stab | bıçaklamak |
to stab in the back/ to betray / to play foul | hainlik etmek |
to stabilize | istikrar kazandırmak |
to stagger / stumble (s) | sendelemek |
to stagger / stumble / trip | tökezlemek |
to stain | lekelemek |
to stalk | sinsi sinsi izlemek |
to stand (stay standing) | ayakta durmak |
to stand guard / monter la garde | bekçilik etmek |
to stand next to something in order to watch it / protect it | başında durmak |
to stand s. o. up (to not come to an appointment) jemanden versetzen | birisini ekmek |
to stand sth /to put up with sth / to bear/ endure | dayanmak |
to stand trial | yargılanmak |
to stand up | ayağa kalkmak |
to stand up to / to face / resist /die Stirn bieten (lit. die Brust aufspannen) | göğüs germek |
to start /initiate / launch | başlatmak |
to start from scratch /to start from the very beginning | en baştan başlamak |
to startle oneself / sich selbst erschrecken | kendi kendine ürkütmek |
to stay / remain / keep | kalmak |
to stay at the edge of the mob/crowd of people | insan güruhunun kıyısında kalmak |
to stay cool / to keep up appearances | istifini bozmamak |
to stay hopeful | umudunu korumak |
to stay motionless | kımıltısız durmak |
to stay overtime | mesaiye kalmak |
to stay somewhere (only) at night | gecelemek |
To stay this long in one place is dangerous. | Bir yerde bu kadar uzun süre durmak tehlikelidir. |
to stay up | uyanık kalmak |
to steal | çalmak |
to step on top of | üstüne basmak |
to step up / to work one's way up / to advance | terfi etmek |
to stew / cook on a low fire / dämpfen | kısık ateşte pişirmek |
to stick to the point | konuya odaklanmak |
to stiffen / raidir | kaskatı kesilmek |
to sting | iğne sokmak |
to stink (p) | pis kokmak |
to stir / flap / shake something/flutter | çırpmak |
To stir / move / toss / wriggle | kıpırdanmak |
to stir /move (k) | kımıldamak |
To stir up/ to whip up/ to whisk / to flutter/ to struggle/ to flail | çırpınmak |
to stoop /to arch the back /to slouch | kamburunu çıkarmak |
To stop someone/ something | durdurmak |
to stop/hinder the continuerons flow of words I pushed Ctrl /Alt/Del. Nothing happened. | Kelimelerin sürekli akışını engellemek için Ctrl Alt Del'e bastım. Hiçbiri işe yaranadı. |
to straighten up (intransitive) | doğrulmak |
to stretch / (also : to cause to yawn) | esnetmek |
to stretch (oneself) | gerinmek |
to stretch the law | yasayı esnetmek |
to stretch the rules | kuralları esnetmek |
to stroll / stray / wander about (g) breeze (wind) | gezinmek |
to stuff oneself | tıka basa yemek |
to stumble and fall | tökezleyip düşmek |
to stutter /stottern | kekelemek |
to substract (-) | çıkarmak |
to suffer | acı çekmek |
to suffer damage / hurt | zarar görmek |
to suggest / propose / recommend | önermek |
to suit for / to do for / to fit for / nützen / sich eignen/taugen (y) | (işe) yaramak |
to sunbathe | güneşlenmek |
to supply / offer | arz etmek |
to support a team (t) | takım tutmak |
to suppress | bastırmak |
to surprise / amaze | şaşırtmak |
to surround / to ring in | etrafını sarmak |
to survive a crisis / to weather the storm / endure the difficult situation | badire atlatmak |
to swallow / to gulp | yutmak |
to swear + dat | yemin etmek |
to sweep | süpürmek |
to swim | yüzmek |
to swing / to rock / to shake | sallanmak |
to swing / toss / flap | savurmak |
to swob /exchange | takas etmek |
to tack/strike / drive in / hammer/ flash | çakmak |
to take | almak |
to take a breath /to breath in (s. a.) | soluk almak |
to take a foto | fotoğraf çekmek |
to take a French leave (to go without saying goodbye) | veda etmeden gitmek |
to take a great pleasure in | büyük zevk almak |
to take a hot bath | sıcak banyo yapmak |
to take a nap | şekerleme yapmak |
to take a picture (r) of | resmini çekmek |
to take a shot | bir yudum almak |
to take a shower | duş almak |
to take a step | bir adım atmak |
to take a taxi | taksi tutmak |
to take along | Yanına almak |
to take an interest in / to be interested in | alâka duymak |
to take away / remove / to drive someone (somewhere) | götürmek |
to take away /remove /kill /eliminate / to do away with | ortadan kaldırmak |
to take away the meaning/sense | manayı ortadan getirmek |
to take bribes | rüşvet almak |
to take care | iyi bakmak |
to take great pain (to do something) / große Mühe haben(z. ç.) | (bir şeyi yapmak için) çok zahmet çekmek |
to take into pieces / to seperate / to disassemble | ayırmak |
to take it personally | üstüne alınmak |
to take much trouble to do sthg / to take great pain to do a thing | bir şeyi yapmak için büyük zahmete girmek |
to take offense | darılmak |
to take over / to absorb | devralmak |
to take painkillers | ağrı kesici içmek |
to take roots | kök salmak |
to take shelter / harbour / lodge /unterkommen / hausen (longer than sığınmak which is only looking for a temporary shelter) | barınmak |
to take shelter / to take cover | siper almak |
to take the consequences | sonuçlarını göze almak |
to take the horse to the stable | atı ahıra götürmek |
to take the pressure of someone | üzerindeki baskıyı almak |
to take upon oneself / to take over / to be stuck with / to be loaded with | yüklenmek |
to take vaccination | aşı tutmak |
to talk about ... ; to speak about ... | ... -den konuşmak |
to talk about / to mention / to speak off | söz etmek |
to talk about everything and anything (chitchatting) | havadan sudan konuşmak |
to talk in front of a great audience | büyük bir seyirci önünde konuşmak |
to talk in whispers | fısır fısır konuşmak |
to talk inappropriate / curse ( lit. to festively open one's mouth) | bayramlık ağzını açmak |
to talk nonsense, to prate, to talk about unnecessary things stupidly | boş boş konuşmak |
to tamper witb / to irritate | kurcalamak |
to taste | tatmak |
to teach | öğretmek |
to teach / ein Lehramt ausüben / être dans l'enseignement | öğretmenlik yapmak |
to tear into pieces (p) | parçalamak |
To tear into pieces/ to rip /to slash | yırtmak |
to tell (in conversation) | bahsetmek |
to tell about ... | ... -den bahsetmek |
to tell in all colours /to go in raptures about | ballandıra ballandıra anlatmak |
to tell on and on / to describe in all details | (enine) boyuna anlatmak |
to tense / to strain / to tighten | gerilmek |
to text | mesaj atmak |
to thank | teşekkür etmek |
to thank / praise /to be grateful for | şükretmek |
to the back / backwards | geriye |
to the best of my ability | elimden geldiğince |
to the last shred of my very soul | ruhumun en son zerresine |
to the left | soldaki |
to the right | sağdaki |
to the side of the cart /wagon | arabanın kenarına |
to thicken | kalınlaşmak |
to think | düşünmek |
To think / suppose /fancy | sanmak |
to threaten | tehdit etmek |
to threaten the national security | milli güvenliği tehdit etmek |
to throb /pulsate | zonklamak |
to throw | atmak |
to throw caution to the wind | tedbiri elden bırakmak |
to throw into the mailbox | posta kutusuna atmak |
to throw into the mailboxtes | posta kutularına atmak |
to throw mud | çamur atmak |
to throw something (acc.) at someone (dat) / to fling (f) / / shoot / catapult | fırlatmak |
to throw yourself at the feet of s.o. / to plead to s.o. | birine yalvarmak |
to thump violently | güm güm atmak |
to tick all the boxes (to satisfy all of the apparent requirements for success ) (lit.to be a cure in/for every pain) | her derde deva olmak |
to tidy up the kitchen | mutfağa çeki düzen vermek |
to tilt / to lean to the side / to be lopsided | yana yatmak |
to tinkle /clatter | tıngırdamak |
to tire / o wear out / to exhaust | yorulmak |
to tire / o wear out / to exhaust s.o. | yormak |
to tolerate /to suffer /to endure | tahammül etmek |
to torment / agonize / persecute | acı çektirmek |
to torture | işkence yapmak |
to toss / to shake off / to shake oneself | silkinmek |
to totter /stagger (under a burden) / wobble | yalpalamak |
to touch / to be woven | dokunmak |
to towel oneself / to dry oneself with a towel | havluyla kurulanmak |
to train /to start (a machine) | çalıştırmak |
to train s.o. to accept sth / to make sth go smooth / to allow s.o. to get addicted | alıştırmak |
to transmit / to convey | iletmek |
to travel (g) | gezmek |
To treat /act / to behave /to conduct oneself /to proceed | davranmak |
to treat /cure | tedavi etmek |
to treat s.o. to / invite s.o. for / to order | ısmarlamak |
to trick / cheat/ deceive / fool | kandırmak |
to trust / to count on | güvenmek |
to try | denemek |
to try hard | uğraşmak |
to try on | üstünde denemek |
to try to get into someone's favour by licking boots | yaltaklanarak, gözüne girmeye çalışmak |
to try to purge | temize çıkarmaya çalışmak |
to try to x | x-meye çalışmak |
to tuck in *to stuff one's mouth | ağzını tıka basa doldurmak |
to tuck in /to overcrowd /to fill to ocerflowing /to clutter/ | tıka basa doldurmak |
to turn | dönmek |
to turn / translate / convert | çevirmek |
to turn a summersault / einen Purzelbaum schlagen | takla atmak |
to turn around / spin / whirl / rotate | döndürmek |
to turn back / to return | geri dönmek |
to turn black / to get dark | kararmak |
to turn colourless / to become transparent | şeffaflaşmak |
to turn down the volume | sesini kısmak |
to turn from one side to the other (lit. to turn once to that side once to this side) | bir o yana bir bu yana dönmek |
to turn green, to become green | yeşermek |
to turn into | dönüşmek |
to turn into a mess | berbat bir hal almak |
to turn into a mess | berbat bir hal almak |
to turn red in the face (from shame) | (utançtan) yüzü kızarmak |
to turn red, to redden, to be fried, to toast (intransitive) | kızarmak |
to turn to a threat | tehdit eder hale gelmek |
to turn up the volume | sesini açmak |
to turn white as chalk /to turn pale from fear | beti benzi atmak |
to turn yellow | sararmak |
to turn/transform into a poisonous snake | zehirli bir yılana dönüşmek |
to twist / distort | bükmek |
to undergo / experience / run against / incur | uğramak |
to understand (a) | anlamak |
to undress | soyunmak |
to unfold/ stretch (one's) wings and take off | kanat germek |
to unleash / to release / to let out / to unbind | salmak |
to upset s.o. | üzmek |
to us (dat) | bize |
to use / to drive | kullanmak |
to use a x pattern | x-in kalıbını kullanmak |
to use as a shield | siper etmek |
to vacuum (the house) | (evi) elektriklemek |
to veil oneself / to cover oneself | örtünmek |
to venture /to take a risk | riske girmek |
to verify (s) | doğrusunu saptamak |
to violate (a law) /break / run over | çiğnemek |
to violate /infringe | ihlal etmek |
to visit | ziyaret etmek |
to visit / call on | uğramak |
to visualize / picture / imagine | gözünde canlandırmak |
to voice / to put into words / utter | dile getirmek |
to vomit | kusmak |
to wake up | uyanmak |
to wake up sb | uyandırmak |
To walk | Yürümek |
to walk along | yanı sıra yürümek |
to walk and go = to walk away | yürüyüp gitmek |
to walk on the sidewalk / auf dem Bürgersteig gehen | kaldırımda yürümek |
to walk past a place / to pass in front of a place walking | bir yerin önünden yürüyerek geçmek |
to walk up the stairs | basamakları çıkmak |
to walk up the stairs one by one | basamakları tek tek çıkmak |
to wander /to circulate/ with purpose / precise parcours | dolaşmak |
to wander around idly / to roam / ramble / fool about | avare avare dolaşmak |
to want | istemek |
to want /lack / to need / to require | -e muhtaç olmak |
to want to fill this space | Bu boşluğu doldurmak istemek |
to warn | uyarmak |
to warn (i) | ikaz etmek |
to wash | yıkamak |
to waste | ziyan etmek |
to watch | seyretmek |
to watch / observe / spy | gözlemek |
to watch / to keep a good lookout for (k) | kollamak |
to watch / track / trace / follow | izlemek |
to watch live | canlı izlemek |
to watch on the screen (telephone/pc ) | ekranda izlemek |
to watch tv | televizyon seyretmek |
to water / sprinkle | sulamak |
to wave | el sallamak |
to waver /flounder /get confused /hesitate | bocalamak |
to weaken / to grow weak ( because of illness) | zayıf düşmek |
to weaken / to grow weak ( to get thin) | zayıflamak |
to wear | giymek |
to wear braces / eine Zahnspange tragen | diş teli takmak |
to wear oneself out | kendini yıpratmak |
to wear out / get exhausted / die | Canı çıkmak |
to weave | dokumak |
to weave / braid | örmek |
To weigh (out) / deliberate | tartmak |
to welcome guests / to host | konuk ağırlamak |
to whet s.o.'s appetite / das Wasser im Munde zusammenlaufen lassen | iştahını kabartmak |
to whine / to whimper | sızlamak |
to whine /heulen /quengeln | mızmızlanmak |
to whinny / to neigh (horse) / hennir / wiehern | kişnemek |
to whip / lash | kamçılamak |
to whirl / to whizz (through) | vızır vızır geçmek |
to whisper | fısıldamak |
to whistle | bir ıslık çalmak |
to widen / broaden / extend / spread out (g) | genişlemek |
to widen sthg / to spread out sthg / to expand sthg | genişletmek |
to wiggle / to worm | kıvrıla kıvrıla gitmek |
to win | kazanmak |
to win a competition (get the deal) | bir ihaleyi kazanmak |
to win points | puanlar kazanmak |
to win the lottery (k) | piyango kazanmak |
to win the lottery (ç) | piyango çıkmak |
to wipe off / delete / efface / cross out | silmek |
to wipe one's nose | burnunu silmek |
to wish / want | istemek |
to wish / yearn (i.d.) | istek duymak |
to withdraw /to fall back | geri çekmek |
to withdraw /to retreat /to be pulled / to quit | çekilmek |
to withdraw money | para çekmek |
to withdraw money from the bank | Bankadan para çekmek |
to withraw money from the account | Hesaptan para çekmek |
to withraw money from the bank account | Banka hesabından para çekmek |
to witness / testify (t) | tanıklık etmek |
to work / to try | çalışmak |
to work /function | işe yaramak |
to work like a beaver | harıl harıl çalışmak |
to worm one's way | hile ile sokulmak |
to worry (k) | kaygılanmak |
to worry / bother / mind / to feel uneasy about / to fret about(e) | endişelenmek |
to worry s.o. / jem. beunruhigen / perturb a bit (not as strong as kaygılandırmak) | telaşlandırmak |
to worship / serve | kulluk etmek |
to wrap / to take on | bürünmek |
to wrap / twine/ encircle / surround /wind /embrace | sarmak |
to wrap into the cloth /in das Tuch einwickeln | beze sarmak |
to wrap oneself up / to gird oneself | sarınmak |
to write | yazmak |
to writhe /struggle /flounder | debelenmek |
to yabber ( speak so fast that it won't be understood) | anlaşılmayacak şekilde hızlı konuşmak |
to yawn | esnemek |
to yell at someone | bağırmak |
to yelp /squeak /squawk | ciyaklamak |
to you all | sizlere |
to zoom (airplane) | dikine yükselmek |
to zoom (airplane) | dikine yükselmek |
to) sprint | tam hızla koşma(k) |
to/at them | onlara |
toastbread | kızarmış ekmek |
today | bugün |
Today is Monday, so tomorrow is Tuesday | bugün Pazartesi yani yarın Salı |
Today is the second of January | bugün iki Ocak |
Today we will handle complex numbers. | Bugün karmaşık sayılar konusunu işleyeceğiz. |
toe | ayak ucu |
toes | ayak parmakları |
together (with)- | (-le) birlikte |
Together we walked down the stone staircase that lead to the niche where James always sat. | Birlikte James'in her zaman oturduğu nişe giden taş merdivenleri indik. |
together with it | onunla beraber |
together with the outlines | ana hatlarla birlikte |
together with this / at the same time /however | Bununla birlikte |
toilet | tuvalet |
toilet break / pause pipi | tuvalet molası |
toilet paper | tuvalet kâğıdı |
tomato | domates |
tomb / sepulchre | kabir |
tomorrow | yarın |
tomorrow morning | yarın sabah |
tong /Greifzange (to hold e.g. cotton balls/medicin) | tutma pensesi |
tongue twister / (nursery) rhyme | tekerleme |
tonight | bu gece |
tonne | ton |
tonsilitis / Mandelentzündung | bademcik iltihabı |
tonsils / Mandeln (body) | Bademcikler |
too many / too much (ç) | çok fazla |
too many emotions | çok fazla duygu |
too much (p) | Pek fazla |
too old (f) | fazla yaşlı |
tool / equipment /instrument /devise / outfit / gadget | alet |
tool / means (could be a car e.g.) | araç |
tooth | diş |
toothbrush | diş fırçası |
top hat /Zylinder | silindir şapka |
topaz | sarı yakut |
topic /subject | konu |
torch | meşale |
torn | yırtık |
tornado /hose | hortum |
torture (noun) | işkence |
tossing cloud (pile /heap-k) of power like snow into the air | toz gibi kardan bir kümeyi havaya savurarak |
totalitarian (relating to a system (or a person belonging to it ) of government that is centralized and dictatorial and requires complete subservience to the state. | bütüncül |
touchiness /squeaminess / sensitiveness / Empfindlichkeit | alınganlık |
tour guide | tur rehberi |
tourist | turist |
tournament | turnuva |
towards me / against me / in front of me | karşımda |
towards the end | sonuna doğru |
towards the jagged granit block (piece) | çentikli granit parçasına doğru |
towards/ into (+ dat) | doğru |
tower | kule |
town (small) | kasaba |
town people / city people (k) | kentliler |
town people / city people (ş) | şehirliler |
toy | oyuncak |
toy tank / Spielzeugpanzer | oyuncak tank |
trade secret / Berufsgeheimniss | Meslek sırrı |
tradesman /artist | esnaf |
traditional coffee shop | kahve |
traditionnel / conventionnel | geleneksel |
Traffic has continued to deteriorate steadily/ progressively in the past years. | Geçen yıllarda trafik gittikçe kötüleşmeye devam etti. |
train | tren |
train station | tren istasyonu |
train station (more commonly used) | gar |
train whistle | tren düdüğü |
train whistles | tren düdükleri |
training | antrenman |
traitor | hain |
transfer (e.g. money) | havale |
transformation / alteration / transmutation | dönüşüm |
transient | çabuk gelip geçen |
transition point / crossing point / | geçiş noktası |
transparent | şeffaf |
transport /freight | nakliye |
transportation (u) | ulaşım |
transported with joy / impassioned / exhilarated /enthousiastic (c) | coşkulu |
trap | tuzak |
trapezoid / irregular / skewed / schief | yamuk |
trash (box) /garbage bin | çöp kutusu |
trash / garbage | Çöpü |
Travelling tradesman selling small haberdashery items by traveling in villages, markets and similar places | Köy, pazar ve benzeri yerlerde dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan gezici esnaf |
tray | tepsi |
treason / treachery /betrayal / foulplay / nastiness / disloyality | hainlik |
treatment (m) | muamele |
treatment / cure | tedavi |
tree | ağaç |
tree which is partially seen / arbre dont on voit une partie | bir kısmi görünen ağaç |
trees that keep (do not lose) their needles | iğnelerini dökmeyen ağaçlar |
trees that lose their leaves | yapraklarını döken ağaçlar |
trees that lose their leaves in winter | kışın yapraklarını döken ağaçlar |
trefle / Kreuz (cards) | sinek |
trench (Schutzgraben) / shield / bulwark | siper |
trend | akım |
triangle | üçgen |
trick / deception cheating / gimmick / decoy / subterfuge | hile |
trickster / prankster / mischievous / teasing /impish | muzip |
trigger / Auslöser | tetik |
trip (g) | gezi |
troll | muzip cüce |
trollocs (half human half animal creatures from the Wheel of time) | trolloclar |
trophy /plunder / loot / booty | ganimet |
tropical belt / tropics | tropikal kuşak |
tropical fruit /Südfrüchte | tropikal meyveler |
trouble (b) | bela |
trouble magnet | sürekli olarak başını belaya sokan kimse |
troublemaker | baş belâsı |
troublesome / inconvenient / painful /hard (z) | zahmetli |
trousers | pantolon |
trumpet | trompet |
trunk /stem /body /Rumpf | gövde |
trust /confidence / faith | güven |
truth; fact; real | gerçek |
Try not to forget. | Unutmamaya çalış. |
try something (lit: just look once at its taste) | bir tadına bak |
trying to appear as strong as possible | olabildiğince güçlü görünmeye çalışarak |
trying to find a flight way | bir kaçış yolu bulmaya çalışarak |
trying to prevent the actions to be carried out | gerçekleştirdiği faaliyetlerin engellenmeye çalışılması |
trying to prevent the activities carried out in accordance with international law | uluslararası hukuka uygun gerçekleştirdiği faaliyetlerin engellenmeye çalışılması |
tuber | yumru |
tubular / röhrenförmig | boru şeklinde |
tuesday | salı |
tulip | lale |
tulips | laleler |
tumble / collapse / fall down | yıkılmak |
tuna /thon /Thunfisch (o) | orkinos |
tuna/thon /Thunfisch (t) | tonbalığı |
tune / timber | tını |
Turbot / Steinbutt - Plattfisch 50-70 cm, eyes on the right side, Northsea, Estsea,Mediterr.,Atlantik, Marmara, Karadeniz | kalkan |
turkey (bird) | hindi |
Turkey has territories in both the European and the Asian continent. | Türkiye'nin hem Avrupa hem de Asya kıtasında toprakları vardır. |
Turkey is on 37 th place. (refers to surface) | Türkiye ise 37. sıradadır. |
Turkey is surrounded by seas on three sides. | Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrilidir. |
Turkish | Türkçe |
turkish currency | lira |
Turkish Dative (used for directions) | Yönelme hâli - -e hâli |
turkish pine /Türkische Kiefer /Kalabrische Kiefer /Pinus brutia /found in the Aegean region, mainly in Southern Turkey | kızılçam |
turn left | sola dön |
Turn on the air conditioner, please. | Klimayı aç lütfen. |
Turn on the television at ten o'clock today. | Bugün onda televizyonu aç. |
Turn the TV off | TV'yi kapat |
Turning around (to my back) I prepared to run, my mind was full of rapists and murderers. | Arkamı dönüp koşmaya hazırlandım, zihnim tecavüzcüler ve katillerle doluydu. |
turning to his followers/grovelers/bootlickers he puffed up his chest. | yalakalarına dönerek göğsünü kabarttı |
Turns out the guy I watched was my husband. / Seems like the man I watched was my husband. | İzlediğim adam meğer eşimmiş. |
turquoise (f) | firuze taşı |
turquoise (t) | turkuaz |
turtle | kaplumbağa |
tutoyer | senli benli konuşmak |
tv program | televizyon programı |
tweezers / Pinzette | çımbız |
Twelve animals rule over this kingdom. | On iki hayvan bu krallığa hükmeder. |
twenty | yirmi |
twig / Zweig | sürgün |
twilight | alacakaranlık |
twitch /wriggle/ motion /unsteadiness | kıpırtı |
two | iki |
two by two | ikişer ikişer |
two hours, twenty minutes and five seconds | iki saat yirmi dakika beş saniye |
two middle-size cups of coffee | iki tane orta şekerli kahve |
two sacks (ç) of potatoes | iki çuval patates |
two thousand | iki bin |
two thousand and one | iki bin bir |
two thousand seventeen | iki bin on yedi |
Two watermelons will not fit in one armpit; One cannot carry two watermelons under one armpit. meaning: This is meant to be a warning against doing more than one thing at a time.) | Bir koltuğa iki karpuz sığmaz. |
two winged | iki kanatlı |
Two years earlier he had passed away and left her alone. | İki sene evvel vefat etmiş, onu yalnız bırakmıştı. |
types of cement | çimento çeşitleri |
types of cheese | peynir çeşitleri |
types of dessert | tatlı çeşitleri |
types of salad | salata çeşitleri |
ugliness / Häßlichkeit | çirkinlik |
ugly /unattractive /hideous | çirkin |
ultimately /after all / at length / at last / finally | eninde sonunda |
ultramarine / darkblue | lacivert |
umbrella | şemsiye |
un cercle(ç) half black, half white | yarısı siyah, yarısı beyaz bir çember |
unagitated/ unruffled/ calm/ steady | telaşsız |
unaware / unguarded | gafil |
unbearable/unendurable /irresistible /intolerable | dayanılmaz |
unbelievable ! | inanılmaz! |
uncle (maternel) | dayı |
uncle (paternel) | amca |
Uncommon/ unusual /extraordinairy/ abnormal (d) | olağandışı |
unconcerned / gleichgültig | umursamaz |
unconsconcious | bilinçsiz |
uncontrolled / unpredictable / random | başıboş |
uncooperative | Işbirliği yapmayan |
undammaged | zarar görmemiş |
under | altında |
under (dat.) the stones of the palace | sarayın taşlarının altına |
under a gigantic oak tree | devasa bir meşe ağacının altında |
Under a huge(d) oak tree stood a horse with its rider and they were as immobile/motionless as the trees. | Bir at ile binicisi devasa bir meşe ağacının altında duruyordu ve ağaç kadar sabittiler. |
under a mossy cypress tree | yosunlu servi ağacının altında |
under bad weather conditions | Kötü hava şartlarında |
under everybody's nose | herkesin burnunun dibinde |
under house arrest | ev hapsine |
under no circumstances | hiçbir koşulda |
under no circumstances | hiçbir şart ve koşulda |
under present circumstances | mevcut koşullarda |
under whatever condition /under any circumstance(s) whatsoever | her ne şart altında olursa olsun |
underground | yeraltı |
Underneath it hang another sign. | Onun altında bir tabela daha asılıydı. |
underpants | külot |
understanding/ comprehensive | anlayışlı |
understood / roger | anlaşıldı |
uneasiness (t) | tedirginlik |
uneasy (t) | tedirgin |
uneasy/ uncomfortable /sick | rahatsız |
unemployed (jobless) | işsiz |
unemployed(not used) / forlorn /forsaken / deserted / einsam / leer /verödet | ıssız |
Unexpected /Unforeseen /surprise | beklenmedik |
unfailing | (hiç) eksilmeyen |
unfair | adaletsiz |
unforgettable experiences | unutulmayacak deneyimler |
unfortunate | kötü tâlihli |
unfortunate /illfated (b) | bahtsız |
unfortunately | maalesef |
unfortunately | ne yazık ki |
unfortunately not / unfortunately there are none | maalesef yok |
unfortunately the police couldn't find the murder weapon | maalesef polis cinayet silâhını bulamadı |
Unfortunately there was no free seat | maalesef boş koltuk yoktu |
unhappiness | mutsuzluk |
unhappy | mutsuz |
unhealthy | sağlıksız |
Unhurriedly / steadily | telaşsızca |
unimportant (e) | ehemmiyetsiz |
uninformed /ignorant / unlearned | bilgisiz |
unique (b) | benzersiz |
uniqueness /incomparability / dissimilarity | benzersizlik |
universal | evrensel |
universe | evren |
university | üniversite |
Unknown / strange/ obscure / mysterious / that is not known | bilinmeyen |
unmixed /unblended /pure /entire /clean | katışıksız |
unnecessary things | gereksiz şeyler |
unperturbed | istifini bozmadan |
unpleasant | hoş olmayan |
unpretentiousness /modesty | tevazu |
unprovided / for free (no provision in return) | karşılıksız |
unregistered / reckless / carefree / careless / lightheaded / unreserved | kayıtsız |
unreliable | güvenilmez |
unreliable /untrustworthy alliances | güvenilmez ittifaklar |
unrewarding | memnuniyet vermeyen |
unripe grape | koruk |
unsatiable / rapacious | doymak bilmez |
unshakable faith / unwavering faith | sarsılmaz inanç |
unsociable /reserved / shy | çekingen |
Unsubstantial fog winding/curling like ivy branches | Cisimsiz sarmaşık dalları gibi kıvrılan sis, |
unsympathetic/ unsympathisch | sevimsiz |
Unterarm /forearm | ön kol |
until + dat | dek |
Until Frodo comes the safest place for it will be there. | Frodo gelinceye kadar onun için en emniyetli yer orası. |
until I come (...in.. d) | Ben gelinceye dek |
until I come (...ne k) | ben gelene kadar |
until I/you(...) come(s) | gelinceye dek |
Until our next meeting | Bir dahaki karşılaşmamıza kadar |
until that day | o güne kadar |
until the end | sonuna kadar |
until the end of the news | haberin sonuna kadar |
until the end of time | zamanın sonuna |
until the Son of man comes (...in.. d) | insanoğlu gelinceye dek |
until they formed a ring of fire | bir yangın halkası oluşturana dek |
Until tonight I had hoped that everything was just a joke (ş) | bu akşama kadar her şeyin sadece bir şaka olmasını ummuştum. |
Until we are drowning in the water of the bottomless cleft we opened ourselves | Kendi açtığımız dipsiz yarıktaki suda boğulana kadar |
unusual / unconventional / eccentric | alışılmamış - alışılmadık |
unusual / unordinary | alışılmış olmayan |
unwillingly /grudgingly /halfheartedly | istemeye istemeye |
up | yukarı |
up ahead / in the future | ileride |
up and down (lit. Down and up) | aşağı ve yukarı |
Up and down / seesaw / Wippe | iniş çıkış |
up north | kuzeyde |
up to a week | bir haftaya kadar |
up to his cheek | yanağına kadar |
update | güncelle |
Upon this answer (y) Mo had pinched her nose. | Bu yanıt üzerine Mo kızın burnunu sıkmıştı. |
Upon(following) his release he has been viewed while preparing his suitcases at home. | Tahliyesinin ardından evinde bavullarını hazırlarken görüntülendi. |
upright / rigid / erect | dimdik |
upright /erect | dik |
uprising /riot /revolt | ayaklanma |
upsetting / depressing | moral bozucu |
upside down /topsy turvy | başaşağı |
upstairs | üst kat |
urgent request | acil istek |
urine/ pee | çiş |
use / benefit / exploitation | istifade |
Use it with pleasure | güle güle kullan |
used to / accustomed (..k..) | alışkın |
useful | kullanışlı |
useful / helpful / beneficial | faydalı |
useless /unfitting | yaramayan |
useless stuff / anything and everything /a bit of this and that | öteberi |
user | kullanıcı |
using his spear as being a walking stick | mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak |
usually (g) | genellikle |
usually /generally (g) | genelde |
Usually I (would) look outside to check the weather. | Genellikle, havayı kontrol etmek için dışarıya bakardım. |
Usually I am tired during weekdays. | Genellikle hafta içi yorgun oluyorum. |
Usually I find my bathsuit finally in my wardrobe. | Genellikle sonunda mayomu gardrobumda bulurum. |
Usually they dress black like field crows | Genelde tarla kargaları gibi kara giysiler giyerler |
utterly ignorant | zır cahil |
vaccination | aşı |
vacuum cleaner | Elektrikli süpürge |
vacuum cleaner dust bag / Staubsaugerbeutel | Elektrikli süpürge toz torbası |
vaguely / indistinctly / faint / nebulous | belli belirsiz |
valiant , hero | yiğit |
valid | geçerli |
valley | vadi |
valuable / precious / dear | değerli |
value | değer |
Vanadium - V 23 (Geçiş metalleri /gümüşi gri) | Vanadyum |
vanilla | vanilya |
varnish / Lack | Cila |
vegetable | sebze |
vegetable section | sebze reyonu |
vegetarian | vejetaryen |
veine / Vene | damar |
venes(to) pulsate | damarlar atmak |
vengance prophecies | intikam kehanetleri |
verb | fiil |
verbforms / structures | fiil yapıları |
version | sürüm |
very (ç) | çok |
Very /quite/ much (p) | Pek |
very black beady eyes | simsiyah boncuk gözler |
very different / utterly different / quite different | bambaşka |
very green | yemyeşil |
very little / few (p) | pek az |
very long | upuzun |
very old and rusty | eski püskü |
very purple | mosmor |
very round | yusyuvarlak |
very x | x mi x |
vest / waistcoat / Weste | yelek |
vexing | eziyetli |
victim | kurban |
victory / triumph ( z) | zafer |
video | video |
video game | video oyunu |
Video games? They were invented by the devil, they were leading kids into crime and turning them into serial-killers. | Video oyunları? Onlar şeytan icadıydı, çocukları suça yönlendiriyor ve seri katillere dönüştürüyordu. |
video teleconferencing | görüntülü telekonferans |
view | gör |
view / sight / landscape | manzara |
view menu (computer) | sunuş menüsü |
vigilance /watchfulness | uyanıklık |
vigorously /energisch | kuvvetlice |
Vikings lived on these soils. | Vikingler bu topraklarda yaşamış. |
vile / wicked / mean | aşağılık |
villa | konak |
village | köy |
villager / village man | vadili |
villagers /village people | vadililer |
vinegar | sirke |
vineyard | bağ |
Vintage /Weinlese/ vendange | Bağ bozumu |
violent /intensive snowstorm | yoğun tipi |
violet /purple | menekşe rengi |
violin | keman |
viper | engerek |
virgin | bakire |
virtue | erdem |
visa | vize |
visible /in sight / observable | gözle görülür |
Visit my Facebook profile. | Facebook profilimi ziyaret et. |
visitors per weekday | hafta içi günlerindeki ziyaretçi |
voice / sound / volume | ses |
voiceless / silent | sessiz |
volcano | yanardağ |
Vollkorn /complete (e.g. rice) | tam (taneli ) tahıl |
volume | hacim |
vote | oy |
vouvoyer | sizli bizli konuşmak |
vow / offering | adak |
vulgar / lowly | adi |
vulgarly /coarsely /abjectly | adice |
Wad / Stapel /Bündel (e.g. banknotes, letters) | tomar |
Wade /Unterschenkel /shank | baldır |
wage | ücret |
waist /loins /Taille | bel |
Wait a minute | bir dakika bekleyin |
Wait here ! | Burada bekleyin ! |
waiter | garson |
walk / pace | yürüyüş |
walking stick | yürüyüş asası |
wall | duvar |
wall (s) | sur |
wall carpets/ tapestries | duvar halıları |
wallet | cüzdan |
walls, ceilings and floor | duvarlar, tavanlar ve zemin |
walnut | ceviz |
walnut trees | ceviz ağaçları |
walrus/Walross | mors |
wand | asa |
Wanted: nanny for two kids. | İki çoçuk için dadı aranıyor. |
war | savaş |
war is never necessary | savaş hiç gerekli değil |
wardrobe | elbise dolabı |
warehouse / storage / barn / storehouse | ambar |
Warn me! | Beni uyar! |
was / were ( defect Verbform) | idi |
was it ? | miydi ? |
Was the car he showed you new? | Gösterdiği araba yeni mi? |
Wash them now. | Şimdi yıka onları. |
washing line | çamaşır ipi |
washing machine | çamaşır makinesi |
washing powder | çamaşır tozu |
waste | atık |
Wastepaper basket / Papierkorb | kağıt sepeti |
Watch out ! | dikkat et ! |
Watch your development and celebrate your success. | Gelişimini izle ve başarını kutla. |
watchman / guard | bekçi |
watchman´s duty / Aufsicht/ la garde | bekçilik |
Watchtower (Jehovah witnesses) | gözcü kulesi |
water | su |
watercourse /channel / conduct / media | mecra |
waterfall | çağlayan |
waterfall (ş) | şelale |
watermelon | karpuz |
waterpipe | nargile |
wave (slang:hashish/ love affair / darling/thingummy) | dalga |
way / manner (t)/ style /fashion | tarz |
wayside | yol kenarı |
we | biz |
We are addicted to sugar. | şekere bağımlıyız |
We are doing our best (not lacking..) | elimizden geleni eksik etmiyoruz |
We are filled with joy | sevinç doldu içimiz |
We are going for a run tomorrow night. | yarın gece koşuya gideceğiz |
We are going to France in the summer. | yazın Fransa'ya gideceğiz |
we are going(out) to the mountain. | dağa çıkıyoruz |
We are in France over Christmas. | Biz Noel boyunca - Noel'de Fransa'dayız. |
We are in trouble. | hapı yuttuk |
We are living in the twenty-first century. | Biz yirmi birinci yüzyılda yaşıyoruz. |
We are lost | kaybolduk |
We are not technophobic people. | Teknofobik insanlar değiliz. |
We are selling our house. | Biz evimizi satıyoruz. |
We are shaping the future | Geleceği şekillendiriyoruz |
We are six (persons). | Altı kişiyiz. |
we are taking(going) a shortcut | kestirmeden gidiyoruz |
We are the only one's to spoil/disrupt his plans. / Wir sind die Einzigen, die seine Pläne durchkreuzen können | Onun planlarını bozabilecek olan yalnızca bizleriz. |
We arrived without any mishap. | Hiçbir aksilik olmadan vardık. |
we both stepped (went) a little backwards and smiled sweetly with a respectful expression. | ikimiz de biraz geriye gidip, tatlı tatlı, saygılı bir ifadeyle gülümsedik. |
we broke up | ayrıldık |
We came to this country years ago. | bu ülkeye yıllar önce geldik |
we can always talk about the weather | her zaman havadan konuşabiliriz |
We can call him and his friend. (phone) | Onu ve arkadaşını arayabiliriz. |
We can go to the library to read a book, but of course we can read at a café, too. | Kitap okumak için kütüphaneye gidebiliriz; ama tabii bir kafede de okuyabiliriz. |
We can meet on September 10th. | 10 Eylül'de buluşabiliriz |
We can't e (a) | -emeyiz (-amayız) |
We can't go fishing in Winter. | Kışın balık tutmaya gidemeyiz. |
We can't spend all of our money. | bütün paramızı harcayamayız |
We could feel the watching us. (We could feel their eyes upon us) | Gözlerini üzerimizde olduğunu hissedebiliyorduk. |
We could go to the cinema | sinemaya gidebiliriz |
We did not decide yet | henüz karar vermedik. |
We did not decide yet what we will do. | Ne yapacağımıza henüz karar vermedik. |
We did not decide yet where we will go. | Nereye gideceğimize, henüz karar vermedik. |
we did what was right | doğru olanı yaptık |
we didn't score in the first half | ilk yarıda hiç sayı yapmadık |
we didn't take it personally | üstümüze alınmadık |
We don't agree | aynı fikirde değiliz |
We don't deal with this now. /We do not mention for now | Hiç değinmiyoruz şimdilik |
We don't know whether our bluff will function or not | Blöfümüzün işe yarayıp yaramayacağını bilmiyoruz |
We don't know whether our bluff will function or not and we will never get a chance to find out. | Blöfümüzün işe yarayıp yaramayacağını bilmiyoruz ve bunu öğrenmek için asla bir şansımız olmayacak. |
We don't negotiate | Pazarlık yapmıyoruz. |
We don't want to attract attention. | Dikkatleri üzerimize çekmek istemeyiz. |
We drank too much last night. | dün gece çok fazla içtik |
we followed the river(n) so (s) we didn't get lost | nehiri takip ettik bu sayede kaybolmadık |
We got (won) a great deal from the government. | Devletten büyük bir ihaleyi kazandık |
We got another problem. / Another problem arose (took shape) for us. | bizim başka bir sorunumuz oluştu. |
We got hungry. Come on let's go and eat ! | Biz acıktık,hadi yemek yiyelim. |
We have a large selection / Wir haben eine grosse Auswahl | Çeşitlerimiz çok. |
We have a problem | Bir sorunumuz var |
We have to be brave to win this war. | Bu savaşı kazanmak için cesur olmalıyız. |
We have to continue to fight for human rights. | İnsan hakları için savaşmaya devam etmemiz gerek. |
We have to fly to Japan tonight. | bu gece Japonya'ya uçmamız gerekiyor |
We have to take a taxi. | Bir taksi tutmamız gerekiyor . |
We help each other with homework. | Birbirimize ev ödevlerinde yardım ederiz. |
We live in a new flat. | Yeni dairede yaşıyoruz. |
We ll talk later | sonra konuşuruz |
we look forward to meeting you (pl) / we are waiting impatiently.... | sizinle tanışmayı sabırsızlıkla bekliyoruz |
We need to talk about iur feelings. | Hislerimiz hakkında konuşmamız gerek. |
We need to talk about our feelings. | Hislerimiz hakkında konuşmamız gerek. |
We need to think outside the box (mold /pattern) | Kalıpların dışında düşünmeliyiz. |
We ordered four starters (food) | dört aperatif siparişi verdik |
We played guitar and sang songs. | Gitar çalıp şarkı söyledik. |
we recommend that you stay away from any interference | her türlü girişimden uzak durmasını tavsiye ediyoruz |
We see each other tomorrow if nothing goes wrong /See you tomorrow... | bir terslik olmazsa yarın görüşürüz |
We shall be happy to welcome you in our hotel. | Sizleri otelimizde ağırlamaktan mutlu olacağız |
We shook(squeezed) hands as if we knew each other from before. | Pek eskiden tanışırmışcasına el sıkıştık. |
we should have met her by now | onunla şimdiye kadar tanışmış olmalıydık |
we should make up | barışmalıyız |
we shouldn't have left (b) | bırakmamalıydık |
We shouldn't have left her in trouble. | Onu zor durumda bırakmamalıydık. |
we still play badminton together on Wednesdays | Çarşambaları hâlâ birlikte badminton oynuyoruz |
We suspected him to order Italian or chinese food and regaling himself. | Onun Italyan ya da Çin yemeği siparişi verip kendine ziyafet çektiğinden şüpheleniyorduk. |
We think the bazaar police should check the tradesmen everyday | Zabıtaların esnafları her gün denetlemesi gerektiğini düşünüyoruz. |
We too belong to the Lord (M) 2 Korintiler 10:7 | Biz de Mesih'e aitiz. |
we tried walking towards the waterfall, but it was too dangerous | şelaleye doğru yürümeye çalıştık, ama fazla tehlikeliydi |
we used to be a couple, but not anymore | beraberdik, ama artık değiliz |
we used to live abroad | yurtdışında yaşardık |
we used to live in America, but we moved | Amerika'da yaşardık, ama taşındık |
we usually go abroad in the winter | genellikle kışın yurtdışına çıkarız |
we waited for two weeks | iki hafta bekledik |
we walked and walked (until we reached..) /in story telling | az gittik uz gittik |
we walked into the jungle | ormana girdik |
We want you to transmit an official emergency cal.... l. | Acilbbir resmi bildiri iletmeni istiyoruz. |
We want you to transmit an official emergency call /announcement. | Acil bir resmi bildiri iletmeni istiyoruz. |
we went to a nice hotel by the sea | deniz kenarında güzel bir otele gittik |
We went to a remote village | ücra bir köye gittik |
We were a family which barely made both ends meet, never taking more than our rights and living with honour | Biz kıt kanaat geçinen, hiçbir zaman hakkından fazlasını almayan, onuruyla yaşayan bir aileydik. |
We were arguing about whether the man was a thief spying out the neighbourhood, a privat detective or an evil magician. | Adamın çevreyi kolaçan eden bir hırsız, özel dedektif ya da kötü bir büyücü olup olmadığı konusunda tartışmıştık. |
We were eating like crazy. | Deliymişcesine yiyorduk. |
We were friends. | Biz arkadaştık. |
we were on the side of the detective | dedektiften yanaydık |
We will be living far away from each other after I move. | Ben taşındıktan sonra birbirimizden çok uzakta yaşayacağız. |
We will do our best | elimizden geleni yapacağız |
we will spread light on / flash on some not understood spots | oturmayan bazı yerleri ışık tutmuş olacağız, |
we will wait for you ( lady) / we'd like to see you anytime/again / we hope to see you again / come qgqin | yine bekleriz (hanımefendi) |
We will watch the girls run away/ scatter | Kızların kaçışmasını seyredeceğiz |
We would like some food | yiyecek bir şey istiyoruz |
We'll go to the market and the pub | markete ve bara gideceğiz |
We'll have to take care of him now. (can mean to beat him down /even kill) | Artık onun icabına bakmamız gerekecek. |
We'll make big money | Büyük para kazanacağız |
we're in big trouble | büyük bir beladayız |
We're invited to dinner tonight. | Bu akşam yemeğe davetliyiz. |
we're looking forward to seeing you (pl) /we are waiting impatiently.... | sizi görmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz |
We've been living too far from each other since I moved. | Taşındığımdan sonra birbirimizden çok uzakta yaşıyorduk. |
weak (g) | güçsüz |
weak / thin | zayıf |
weakness | zaaf |
wealth | zenginlik |
wealthy ( v) | varlıklı |
weapon / arm | silâh |
Wear your helmet when you ride your bike. | Bisikletine binerken kaskını tak. |
weary | çökmüş |
weather forecast | hava tahmini |
weather forecaster | hava tahmincisi |
weather report | hava raporu |
Website | web sayfası |
wedding | düğün |
wedding (n) | nikâh |
wedding day | evlilik günü |
wedding invitation | evlilik davetiyesi |
wedding reception | evlilik resepsiyonu |
wedding ring | evlilik yüzüğü |
wedding vows | evlilik sözü |
wednesday | çarşamba |
week by week | haftadan haftaya |
weekday(s) | hafta içi |
weekends | Hafta sonları |
weight | ağırlık |
weight lifting | ağırlık kaldırma |
weight lifting | ağırlık kaldırma |
weird /eerie /unlucky (t) | tekinsiz |
Weird stories were told about (i) these mountains | Bu dağlarla ilgili garip hikâyeler anlatılırdı |
Weird stories were told about (i) these mountains | Bu dağlarla ilgili garip hikâyeler anlatılırdı |
weiße Bohnen / white beans (lit. dry beans) | kuru fasulye |
Weizenschrot | buğday kırması |
welcome | hoş geldin(iz) |
welcoming / inviting/ einladend | davetkâr |
well / ok / good /alright - interjection / 'denn (so)' in Fragesatz | peki |
well /jolly well / well enough | pekâla |
well behaved /well mannered | edepli |
Well done ! /Bravo | Aferin ! |
well kept / snug / geplegt | Bakımlı |
well played ! / But it was a good game | iyi maçtı ama! |
Well, how many books do you have? / Wieviele Bücher haben Sie denn? | Peki kaç kitabınız var? |
Well, yes, Alihan is difficult and all, but... | Yani evet , Alihan zordur mordur ama... |
well-being/ soundness (peace) | esenlik |
west | batı |
westwards | batıya |
wet | ıslak |
wet (y) | yaş |
wet (y) | yağışlı |
wet / damp (n) | nemli |
whale | balina |
what ? | ne |
What a chilly day! | Ne serin bir gün! |
What a coincidence ! | Ne tesadüf ! |
What a coincidence ! Me, too! | Ne tesadüf ! Ben de ! |
What a determination | Bu ne kararlılık |
What a difference a day makes! | Bir gün nasıl fark ettiriyor! |
What a haughtiness / disdainfulness | Bu ne mağrurluk |
what a lot of things there are that you can do / there is so much you can do | yapabileceğin ne de çok şey var |
What a mess ! | Bu ne dağınıklık. |
What a shame / pity | çok yazık! |
what an idiot! | ne aptal! |
What an ordinary day this has been! | Ne kadar da sıradan bir gün oldu! |
What an x | bu ne x |
What are the charges against this man? | Bu adam hakkındaki suçlamalar ne? |
What are we doing ? Slang | Nabıyoruz |
What are we going to do with the fireworks ? | havaifişekleri ne yapacağız ? |
What are you doing bro (slang) | Napıyon krdş |
what are you doing on the weekend ? | Hafta sonu ne yapıyorsun ? |
What are you getting ready for this much? / What are you preparing (e. g. dressing) for this much? | Neye hazırlanıyorsun ki bu kadar? |
What are you getting ready for? / For what are you preparing (e. g. dressing)? | Neye hazırlanıyorsun? |
What are you getting ready for? / For what are you preparing (e. g. dressing)? | Neye hazırlanıyorsun? |
What are you interested in ? | Neye ilgin var? |
What are you talking about in whispers over there? | Fısır fısır ne konuşuyorsunuz orada? |
What are you(sg) doing ? Slang | Nabıyon ? |
What beautiful girls especially Ayşe. | Ne güzel kızlar, hele Ayşe. |
What can I get you? | sana ne ikram edebilirim? |
What comes to you (pl) even every hair on your (pl) head is counted. Matta 10:30 | Size gelince, başınızdaki bütün saclar bile sayıldır. |
What desserts do you have? | Tatlı olarak ne var? |
What did he tell you ? Was hat er dir erzählt? | Sana ne anlattı? |
What did I just say to you ? | Sana demin ne dedim? |
what did I just tell you? | sana az önce ne dedim ben? |
What did you cook? | Ne yemek yaptın? |
What did you do after our last meeting? | Neler yaptın en son görüşmemizden sonra? |
what did you just say? | az önce ne dedin sen? |
What did you say? | Ne dedin? |
What did you say? I'm sorry, I was lost in thought. | Ne dedin? Özür dilerim, düşünceye dalmışım. |
What do you call this? / What are you saying? | Buna ne diyorsunuz? |
What do you like to do in the morning? | sabahleyin ne yapmayı seversin? |
What do you mean (when you said), that was not your brother? | O kardeşin değil derken ne kastettin? |
What do you think the speech implied? | Konuşma sence neyi kastetti? |
What do you think? | ne düşünüyorsun |
What do you want to buy ? | Ne almak istiyorsun? |
what do you want to do (slang)? | napmak istersin |
What do you want to do in life ? | hayatta ne yapmak istiyorsun? |
What do you(sg) want to do today ? | bugün ne yapmak istiyorsun? |
What does he like to eat ? | Ne yemeyi sever? |
What does he love to do? | Ne yapmayı çok sever? |
What does it matter ?!? | Ne önemi var ki? |
What does it mean? /was bedeuted das? | Bu ne anlama geliyor ? |
What else would he do on Friday? | Cuma günü başka ne yapacaktı? |
What exactly do you want? | Tam olarak ne istiyorsun? |
what for (spoken) | neyden |
What happened? | Ne oldu? |
what happens (to s.o.) has to be endured (is endured) | Başa gelen çekilir. |
What has this got to do with me? | Bunun benimle ne alâkası var ki ? |
what he said | ne söylediği |
what he sees / qu'il voit | Gördüğü |
what I say to you in the dark | Size karanlıkta söylediklerim |
What I say to you in the dark, tell it in the daylight. | Size karanlıkta söylediklerimi, siz gün ışığında söyleyin. |
What if he does not love me? | Ya o beni sevmiyorsa? |
What if we can't finish the project on time? | ya projeyi zamanında bitiremezsek? |
What if you go out ? | Ya dışarı çıkarsan ? |
what is happening ? what is going on? | neler dönüyor ? |
What is his crime ? / What is he accused of ? | Neyle suçlanıyor ? |
What is next | Sırada ne var |
What is that (this) supposed to mean? | Bu ne demek oluyor. |
What is that to me ? Qu'est- ce que cela peut me faire ? | Bana ne ? |
What is the meaning of tbese symbols (i)? | Bu işaretlerin anlamı ne? |
What is whispered into your ear, proclaim it from the rooftop | Kulağınıza fısıldananı damlardan duyurun |
What is whispered to your ear, proclaim it from the rooftops. | Kulağınıza fısıldananı, damlardan duyurun. |
What is with one hand, two hands have a voice / two heads are better than one / it takes two to tango | bir elin nesi var iki elin sesi var |
What is your favoured song ? | En sevdiğin şarkı nedir? |
What is your job? | Ne iş yapıyorsun? |
What is your phone number ? | Telefon numaran ne ? |
what just happened | az önce yaşadığımız şey |
what kind of films does your friend prefer? | arkadaşın ne tür filmler tercih eder? |
What languages do you speak ? | Hangi dilleri biliyorsun? |
What liitle grass remained was yellow and dying. | Tek tük kalan otlar sararmış, ölüyordu. |
what part of me | nerem |
what part of you | Neren |
What places do you want to see ? | Nereleri görmek istiyorsun? |
what shall we do (slang)? | Napalım |
What should I do for my child who is sick? | Hasta olan çocuğuma, ne yapmalıyım? |
what things (a lot of things) can happen before sunrise /every cloud has a silver lining / tomorrow is another day | gün doğmadan neler doğar |
What time shall we meet ? | Ne zaman buluşacağız ? |
What was he confused about ? (spoken) | Onun neyden kafası karışmıştı? |
What was he supposed to do? | Ne yapması gerekiyordu |
What was his name? | Neydi adı ? |
what was told in the lesson confused him | derste anlatılanlar kafasını karıştırmıştı |
What was told in the lesson confused me | derste anlatılanlar kafamı karıştırmıştı |
What was your best experience ? | En iyi tecrüben neydi? |
What were you confused about ? (spoken) | Senin neyden kafanı karışmıştı? |
What will the others do this afternoon ? | öğleden sonra diğerleri ne yapacak? |
What will we drink? | Ne içeceğiz ? |
What will we eat ? | Ne yiyeceğiz ? |
What will we eat and what will we drink? | Ne yiyip ne içeceğiz ? |
What would happen if the parachute doesn't open? | Eğer paraşüt açılmazsa ne olur |
What would they usually do together? | Birlikte genellikle ne yaparlardı? |
What would they usually do together? | Birlikte genellikle ne yaparlardı? |
What would you hope for ? / What did you hope for ? | Ne umardın ? |
what would you like to eat? | ne yemek istersiniz? |
what would you like? (have / take) | ne alırsınız? |
what would you like? (want) | ne istersiniz? |
What would you recommend to us? | Bize ne tavsiye edersiniz? |
what you just said to me | az önce bana söylediklerin |
What's inside the box? | Kutuda ne var? |
What's on your mind? | aklında ne var? |
What's that ? | Şu ne ? |
What's the date today? | bugünün tarihi ne? |
What's the difference ?!? | Ne farkı var ki? |
What's the magic word? | Sihirli kelime neydi ? |
what's the man of your dreams like? | hayallerindeki erkek nasıl birisi? |
What's the matter ? | mesele ne? |
What's the plan ? | plan ne? |
What's the point? / What's the meaning? | ne anlamı var? |
what's the point?!? | Ne anlamı var ki? |
What's the problem ? / Whats the matter ? | Sorun ne? |
What's the time ? | Saat kaç ? |
what's wrong with that | ne var bunda? |
What's your complaint? | Şikayetiniz ne? |
What's your hurry ? | Acelen ne böyle? |
What's your opinion ? | görüşün ne? |
whatever | her neyse |
Whatever floats your boat / Whatever makes you happy | seni ne mutlu edecekse |
whatever I do | yaparsam yapayım |
whatever I do it's not good enough | ne yaparsam yapayım yeterince iyi değildir. |
whatever I do it's not good enough for him | ne yaparsam yapayım onun için yeterince iyi değildir. |
whatever I say | ne söylersem söyleyeyim |
whatever I x (e) | ne x-ersem x-eyim |
whatever the methodes/ egal durch welche Methoden | ne şekilde olursa olsun |
whatever you say | ne dersin de |
whatever you say | öyle diyorsan öyledir |
Whatever you say / I don't care what you say, I liked it | Ne dersin de. Beğendim |
wheat | buğday |
wheat flour | buğday unu |
wheel | çark |
wheel (t) | teker(lek) |
wheelbarrow | el arabası |
When | ne zaman |
when /while (i) | iken |
When are you going to leave ? | ne zaman ayrılacaksın? |
When can we see him? | Ne zaman onu görebiliriz? |
When do you lock up / close ? | Ne zaman kapatacaksınız ? |
When does the bus leave? | Otobüs ne zaman kalkar ? |
when he came | geldiğinde |
When he experiences persecution because of (due to) the Word of God | Tanrı sözünden ötürü zulme uğrayınca |
When he looked at her pale bandaged face he freaked out and insisted to go immediately to the hospital. | Onun solgun, bandajlı yüzüne bakınca çılgına döndü ve hemen hastaneye gitmek için ısrar etti. |
when he moved with the grace of a viper | engerek zarafetiyle hareket ederken |
When he was beginning to snore in the back. | O, arkasında horlamaya başladığında |
when he was/had made completely sure (...c.) that she had fallen asleep | onun uykuya daldığından iyice emin olunca |
when he was/had made completely sure (...c.) that she had fallen asleep he made a move about to enter her room. | Onun uykuya daldığından iyice emin olunca odasına girmek üzere hareket geçti. |
when he was/had made sure (...c.) | emin olunca |
when he x-ed | x-diği zaman |
when he x-ed (-e) | x- diğinde |
When his disciples were hungry they plucked heads of grain and began to eat. | Öğrencileri acıkınca başakları koparıp yemeye başladılar. |
When I got a bad grade in the turkish exam yesterday I was very sad. | Dün Türkçe sınavında kırık not alınca çok üzüldüm |
When I had decided for this reason (s) | Bu sebeple kararlaştırmışken |
When I had decided to live a few more years in the city where I have been the last six months | altı aydan beri bulunduğum bu şehirde, daha birkaç sene için oturmayı kararlaştırmışken |
When I passed a short while ago the place where I had gone only one time (before) | Az önce, sadece bir kez gittiğim yerin önünden geçerken |
When I passed a short while ago the place where I had gone only one time (before), the place was exactly as I remembered. | Az önce sadece bir kez gittiğim yerin önünden geçerken yeri tam olarak hatırladım, |
When I reached the bustop I was soaking wet. s | Otobüs durağına vardığımda sırılsıklam olmuştum. |
When I saw the images, I was very sad and cried. | Görüntüleri izleyince çok üzüldüm ve ağladım. |
when I was young | gençken |
When I'm done we feed the pigs together, ok? | işim bitince birlikte domuzları besleriz, tamam mı? |
When in Rome do as the Romans do / si fueris Rōmae, Rōmānō vīvitō mōre; si fueris alibī, vīvitō sīcut ibī | Roma'daysan, Romalılar gibi davran |
When is he going to come? | Ne zaman gelecek? |
When is her birthday? | onun doğum günü ne zaman? |
when is the next election? | sonraki seçim ne zaman? |
When is your date/appointment ? | Buluşman ne zaman? |
when it collapses / sinks/grows weary - gerund | çökünce |
when it comes to me /concerning me | bana gelince |
when it hit | çarparken |
When it is like this | öyle olduğunda |
When it is like this I usually decide to go to the beach. | Öyle olduğunda, genellikle plaja gitmeye karar veririm. |
When it needed to be kept secret/to be a secret | sır olması gerekirken |
when it was so unnecessary | bu kadar gereksizken |
When John came he fasted and didn't drink | Yahya geldiği zaman oruç tutup içkiden kaçındı |
when Mo and Meggie arrived at (came to) the door | Mo'yla Meggie kapının önüne gelince |
when Mo and Meggie arrived at (came to) the door he stood a few steps behind (g) them and... | Mo'yla Meggie kapının önüne gelince o onların birkaç adım gerisinde durup |
When one of them managed to open the soda pop and to spray bubbling soda everywhere, his friends squawked angrily. . | Bir tanesi gazoz kapağını açmayı başarıp köpüren gazozu her yere püşkürtünce arkadaşları öfkeyle ciyakladılar. |
When one opens the handle the trigger emerges | tutma yerini açınca tetiği ortaya çıkıyor |
When our neighbour Emre was young he had a big family. | Komşumuz Emre'nin gençken büyük bir ailesi vardı. |
When protons and electrons were discovered for the first time they were believed to be the smallest particles found in nature. | Protonlar ve elektronlar ilk kez bulundukları zaman, onların doğada bulunan en küçük parçacıklar olduğuna inanılıyordu. |
When scientists noticed this they realized that there were also other substances than the protons in the nuclear. | Bilimadamları bunu fark edince, çekirdekte protonlardan başka maddelerin de olduğunu anlamışlar. |
When she got tired she leaned against a tree. | Yorulunca bir ağaca yaslandı. |
When she is unhappy she is irritable. | Mutsuz olduğu zaman asabidir. |
when she opened the book | kitabı açtığında |
When she opened the book, the pages rustled as if they promised a lot of things. | Kitabı açtığında sayfalar çok şeyler vaat edercesine hışırdadı. |
When she pushed the doors open hot and smoky air blasted out. | Kapıları iterek açınca sıcak ve dumanlı hava dışarı püskürdü. |
When she saw me, she kissed me twice on the cheeks. | Beni görünce, yanaklarımdan iki kez öptü. |
When she saw that there was no way | Bir yol olmadığını görünce |
When she talked about lords and kings a romantic glance/glow appeared in those always ice cold looking eyes of hers | Lordlar ve krallardan söz ederken, o her zaman buz gibi soğuk bakan gözlerinde romantik bir parıltı beliriyordu. |
When she was taking shelter next to her father after a bad dream | kötü bir düşten sonra babasının yanına sığındığında |
when she was tired | yorulunca |
When Spring comes the surroundings turn green | Bahar gelince ortalık yeşerir |
when taking his talent for imitation into consideration | taklit yeteneği dikkate alındığında |
when taking his talent for imitation into consideration, this image did not seem strange at all | taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
when taking his talent for imitation into consideration, this image did not seem strange at all | taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
when taking his talent for imitation into consideration, this image did not seem strange(y) at all | taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
when taking into consideration | dikkate alındığında |
When the brain gets bored | Beyin sıkılınca |
When the craw said let me imitate the partridge (Rebhuhn) it confused its own walk. | Karga kekliği taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü şaşırmış |
when the daylight reflected | günışığı yansıdığında |
When the door closed behind him | Kapı arkasından kapanırken |
When the girl gracefully moved away... | Kız zarafetle ulaşırken |
When the Great Lord of the Dark returns he will choose new Dreadlords and you will cower(s) before them. | Karanlığın Yüce Efendisi geri döndüğünde yeni Dehşetlordlarını seçecek ve se onların önünde sineceksin. |
when the helicopter gained altitude | helikopter irtifa kazanırken |
When the helicopter went up (ç) to thousand three hundred meters, it zoomed over the ice canyons and crevices. | Helikopter bin üç yüz metreye çıkarken, buzul kanyonları ve yarıkları üstünden dikine yükseliyordu. |
When the iman farts the public shits./ Wenn der Imam furzt, scheißt das Publikum. -meaning, the people who are the experts of something should do it correctly, otherwise everyone else will take their example and do even worse things | İmam osurursa cemaat sıçar. |
When the research (pl) is complete, I hope that diabetics will not need to make insulin injections. | Araştırmalar tamamlandığında, şeker hastalarının insülin iğnesi yapmasına gerek kalmayacağını umuyorum |
When the rising light indicates the birth of a new world will you close your eyes ? | Yükselen ışık yeni bir dünya'nın doğuşunu işaret ederken gözlerinizi mi kapayacaksınız ? |
When the soul does not leave, the habit won't leave. /Bents and habits live on till one's dying moment, implying, usually as a negative comment, that it is futile to expect an improvement. | Can çıkmayınca huy çıkmaz. |
When the Urgals dashed ahead.. | Urgallar ileri doğru atılırken |
When the Urgals ran towards the dead Elves | Urgallar ölü Elflere doğru koşarken |
When they passed in front of a burned down castle red spots appeared on Elinor's face from excitement. | Yakıp yıkılmış bir kalenin önünden geçerken Elinor'un yüzünde heyecandan kırmızı lekeler beliriyordu. |
when they persecute you | zulmettikleri zaman |
When they realized this it was understood that there were also materials other than the protons in the nucleus. | Bunu fark edince, çekirdekte protondan başka maddeler de olduğu anlaşıldı. |
when they went up | çıkar(lar)ken |
when Tolly pulled her out from under her pillow | Tolly onu yastığının altından çıkardığında |
When was the paper tissue invented and by whom ? | Kağıt ne zaman ve kimler tarafından icat edilmiştir? |
When we saw the picture, we laughed out loud. | Resmi gördüğümüzde kahkahayla güldük. |
When were you born ? slang | Kaç doğumlusun? |
When will that be? | Ne zaman olacak? |
When women said a wrong word they were burned being declared to be witches. | Kadınlar yanlış bir söz söylediğinde cadı ilan edilerek yakılıyorlardı. |
When X were discovered for the first time | X ilk kez bulundukları zaman |
When you enter this year God wants to be also your Father | Tanrı bu yıla girerken senin de baban olmak istiyor. |
When you get to know him you (will) like him a lot | tanıyınca çok seversin |
Whenever a washing rope dropped its wash in the dirt | Ne zaman bir çamaşır ipi çamaşırları çamura düşürse |
whenever he fancied to have determined (found) a weakness in the people he now served) | Artık hizmetinde olduğu kişilerde ne zamanbir zaaf saptadığını sansa, |
Where / what part of | nere |
Where / where is he / where is it | nerede |
Where are the matches ? | Kibritler nerede ? |
Where are you from? | Nerelisin ? |
Where are you going? | nereye gidiyorsun? |
Where are you? | Neredesin? |
Where does his claustrophobia come / originate from ? | Kapalı alan korkusunu nereden kaynaklanıyor ? |
Where does it hurt? | neresi acıyor? |
where I (we) live | bizim orası |
Where is everybody hiding ? (Where did everybody hide?) | Herkes nereye saklandı ? |
Where is our cabin? | Kabinimiz nerede? |
Where is the toilet ? | tuvalet nerede? |
Where is theirs? | Onlarınki nerede ? |
Where on earth did this come from now? | şimdi durup dururken nereden çıktı bu? |
Where shall we go ? | Nereye gidelim? |
Where shall we meet ? | Nerede buluşacağız ? |
where the sun touches the horizon | güneşin ufka değdiği yer |
whereas / however | oysa |
whereas now / but now | şimdiyse |
whereupon / upon this | bunun üzerine |
whether far or close | ister uzak ister yakın |
whether I will ever x | asla x-ip x-eceğim |
whether or / either | ister |
Whether our bluff will function or not | Blöfümüzün işe yarayıp yaramayacağı |
whether you have an idea | bir fikrinin olup olmadığı |
whether you return now or not | artık dönsen de dönmesen de |
whether you want or not | isteyip istemediğiniz |
Which | hangi |
Which boots are mine? | hangi çizmeler benim? |
Which bus do we need (l) to take to go to the hospital? | Hastaneye gitmek için hangi otobüse binmemiz lazım? |
Which city should we visit ? | Hangi şehri ziyaret edelim? |
which day of the week is today? | bugün haftanın hangi günü? |
which is a possibility that should not be ignored | ki göz ardı edilmemesi gereken bir olasılık |
which is an option | ki bir olasılık |
which is at the foot (lit. seam) of a mountain | eteklerindeki |
which is why / that's why / schon allein deshalb | işte bu yüzden |
Which is your favoured Turkish food? | Senin en sevdiğin Türk yemeği hangisi? |
Which one of you | Hangi biriniz |
Which team do you support? | Hangi takımı destekliyorsun? |
While a number of representatives from the United States is expected to attend the hearing, especially the foreign journalists are interested in the case. | Duruşmaya, ABD tarafından da bir takım temsilcilerin katılması öngörülürken, özelikle yabancı basın mensuplarının da davaya ilgisi dikkat çekiyor. |
while having started to relish | tadını çıkarmaya başlamışken |
While he ate | O yerken |
While he ate the Queen continued to ask questions. | O yerken, Kraliçe soru sormaya devam etti. |
While he dressed /while he put on his clothes | elbisesini giyinirken |
While he had already started to relish the taste of his victory | şimdiden zaferinin tadını çıkarmaya başlamışken |
while he x-ed | x-diği sırada |
while her heart thumped violently | yüreği güm güm atarken |
while I /he/she/it(etc.) had determined/decided | kararlaştırmışken |
while I was trying to make myself a way through the overcrowded hallway | tıklım tıklım koridorlarda kendime yol açarken |
while moaning (ken- Gerund) | inlerken |
While my stomach lurched, I held my breath. | Midem bulayınca nefesimi tuttum. |
While reading a book she had fallen asleep. | Kitap okurken uyuyakalmıştı |
While standing in front of the stone, the moon light gave him a pale shadow. | Taşın önünde dururken ay ışığı ona solgun bir gölge veriyordu. |
While the attendance of a number of representatives is being predicted (envisaged) | bir takım temsilcilerin katılması öngörülürken |
while the ground was swelling | zemin kabarırken |
While the two of us are alone here /While we both ... | Burada ikimiz yalnızken |
While the young girl dropped on her knees and began to cry | Genç kız diz çökerek ağlamaya başladığı sırada |
while they were always interested in simple solutions | Onlar hep basit çözümlerle ilgilenirken |
While they were always interested in simple solutions, the easy way | Onlar hep basit çözümlerle, kolay yolla ilgilenirken |
while they were looking for the easy way | Onlar kolay yolla ilgilenirken |
while trying to escape | kaçmaya çalışırken |
while trying to escape | kaçmaya çalışırken |
while waiting for the bus I took refuge under a mossy cypress tree | otobüsü beklerken yosunlu servi ağacının altında sığındım |
whip / scourge / horsewhip / Gerte | kırbaç |
whip /Geissel / Peitsche | kamçı |
whipped cream | krem şanti |
whipped cream syphon | krem şanti sifonu |
whirlpool /swirl | girdap |
whisper | fısıltı |
white | beyaz |
white currants / weiße Johannisbeere | beyaz frenküzümü |
white paper (presentation paper) | sunuş belgesi |
white rice | beyaz pirinç |
white wine | beyaz şarap |
white-skinned / fair | beyaz tenli |
white/close to white | ak |
whitewash /Putz | duvar sıvası |
who | kim |
Who are they? | onlar kim? |
Who are you? | siz kimsiniz? |
Who asked you! /Nobody asked you! | Sana soran olmadı. |
who cares (spoken) | kimi bağlar |
who crackles / crackling (Present Participle) | çıtırdayan |
Who doesn't ! / Wer würde würde das nicht tun! | Kim etmiyor ki? |
Who exalts himself will be humiliated but who humiliates himself will be exalted. Matta 23: 12 | Kendini yücelten alçaltılacak, kendini alçaltan yüceltilecektir. |
who forgives all your sins (s), who heals all your disease (Ps. 103:3) | Bütün suçlarını bağışlayan, Bütün hastalıklarını iyileştiren, |
Who he is /was | Kim olduğu |
Who is at the door? | Kapıda kim var? |
Who is the tallest between us? | İçimizde en uzun boylu olan kim? |
Who is this boy? | bu erkek çocuk kim? |
Who is your favoured singer? | En sevdiğin şarkıcı kim? |
who knows / who can know | kim bilebilir |
Who loves the rose endures its thorn. | Gül seven, dikenine katlanır. |
Who wants to join me ? | Kim bana katılmak ister? |
Who wants to kill/slaughter (k) me ? (a bit unnatural though) | Beni kim katletmek ister ? |
Who wants to live forever? | Kim sonsuza dek yaşamak ister? |
Who wants to play a game ? | Kim oyun oynamak ister? |
who was the first president of Turkey? | Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanı kimdi? |
whoever | her kimse |
whoever the unfortunates might be | bahtsızlar kim olsa olsun |
whole heartedly | canı gönülden |
Whom to fear /whom you should fear | Kimden korkmalı |
whose | kimin |
Whose notebook is this ? | Bu kimin defteri ? |
whose pillow is this? | bu yastık kimin? |
Whose satellite am I ? | Ben kimin uydusuyum? |
whosoever / anyone | kim olsa |
why | neden |
Why are you finding strange that I tell this? | Bunu anlatmamı niye garipsiyorsun? |
Why are you going to Berlin. Go to Vienna instead. | Berlin'e gideceğine Viyana'ya git |
Why are you so sad ? | Neden o kadar üzgünsün? |
why are you worrying | neden kaygılanıyorsunuz |
Why are you worrying about clothing? | Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz ? |
Why did he have to stop? | Neden durması gerekti? |
Why did you block me on Twitter my friend ? | Beni Twitter'da neden engelledin arkadaşım? |
why did you fall in love? | neden aşık oldun? |
Why did you go to Europe? | Neden Avrupa'ya gittin? |
Why didn't you tell (s) us ? | Neden bize söylemediniz ? |
Why do I have to tell (a) you (pl) ? | Neden size anlatmak zorundayım? |
Why do I say that ?!? | Neden mi böyle söylüyorum ? |
Why do you ask all these questions? | Bütün bu soruları neden soruyorsunuz? |
why do you hang out with me all this time | neden bunca zamandır benimle takılıyorsun |
Why do you say that? | Neden böyle söylüyorsun? |
Why do you talk in (with) parables to the people ? | Halka neden benzetmelerle konuşuyorsun ? |
why don't you come /do come! (sg/pl) | gelsene - gelsenize |
why don't you eat /go on eat (sg/pl) | yesene - yesenize |
Why don't you go / come on go (insisting imp.) (Pl) | gitsenize |
Why don't you go / come on go (insisting imp.) (Sg) | gitsene |
Why don't you go ahead and say something too! | Sen de bir şeyler söylesene! |
Why don't you go ahead and understand my hopelessness | Ümitsizliğimi olsun anlasana |
why don't you quit /go on quit (sg/pl) | bıraksana - bıraksanıza |
Why don't you sit / come on sit down (insisting imp.) (Pl) | otursanıza |
Why don't you sit / come on sit down (insisting imp.) (sg) | otursana |
Why don't you x / come on x (insisting imp.) (Pl) | x-sanıza x-senize |
Why don't you x / come on x (insisting imp.) (Sg) | x-sana x-sene |
Why is this important to you? Why does this matter to you? | Bu sizin için neden önemli? |
Why not ? | neden olmasın? |
why not? | olamaz mı? |
Why you ask out of the blue such a question ? | Durup dururken niye böyle bir soru sordun? |
wick / Docht | fitil |
width | genişlik |
wife / husband / spouse | eş |
Wife of an uncle (also used among close friends for the other's girlfriend) | Yenge |
wild / brutal / barbaric / vicious | vahşi |
wild / untamed / uncultivated | yabanı |
wild /uninhabited /uncultivated/ wilderness | yaban |
wild rice (black) | yabanı pirinç |
Wild/ uncontrollable fire | yangın |
will / desire / yearn / motivation | istek |
Will Lebanon's snow be missing from rocky hills (b)? | Kayalık bayırlardan Lübnanın karı hiç eksik olur mu? |
Will she now get transparent? | Şimdi şeffaflaşacak mı ? |
Will you be back before or after dinner? | akşam yemeğinden önce mi sonra mı döneceksin? |
Will you marry me? | Benimle evlenir misin? |
Will you not be sad that you'll have to pass the rest of your life as a mouse ? | ömrünün geri kalan kısmını bir fare olarak geçirmek zorunda kalacağına üzülmeyecek misin ? |
willow /Weide | söğüt |
win/earn Xpert points | Xper puanlar kazan: |
wind | rüzgâr |
Wind (y) | yel |
winding / turn / curve / bend (only for roads) | dönemeç |
winding streams /meandering streams | kıvrıla kıvrıla akan dereler |
windmill | yel değirmeni |
window | pencere |
window pane | cam |
window shutters | panjurlar |
windy | rüzgârlı |
wine | şarap |
wine cellar | şarap mahzeni |
wings | kanatlar |
winter | kış |
Winter had passed hard enough on the farms | Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti. |
wiping the last crusts from my eyes | gözlerimde kalan son çapakları silerek |
wire | tel |
wireless communication | kablosuz iletişim |
wires | teller |
wisdom | bilgelik |
wise | akıllıca |
wish /request /petition (t) | temenni |
wishlist | istek listesi |
witch (c) | cadı |
witchcraft | cadılık |
with | ile |
with / by worrying | kaygılanmakla |
with / of little faith | kıt imanlı |
with a casual fascination unknown to criminals | suçlular tarafından bilinmeyen gelişigüzel bir hayranlıkla |
with a big body/ big sized | iri gövdeli |
with a bone handle | kemik saplı |
With a casual fascination | gelişigüzel bir hayranlıkla |
with a clear authority | belirgin bir otoriteyle |
with a contempt befitting queens | kraliçelere yaraşır bir küçümsemeyle |
with a disagreeing voice | onaylamayan bir sesle |
With a flourish of trumpets / with a lot of toedoe | davul zurna ile |
with a husky voice (k) /in a low voice | kısık sesli |
with a military skill(fulness) | askeri maharetle |
with a mock smile(t) /with a make-believe smile | yapmacık bir tebessümle |
with a monthly salary | aylıkla |
with a mournful voice | acılı bir sesle |
with a not very friendly smile | pek de dostça olmayan bir gülümsemeyle |
with a piece of fried egg hanging down from his brush-like moustache | fırça gibi bıyığından sarkan bir parça sahanda yumurtayla |
with a record that is hardly reliable / mit einer nicht sehr Vertrauen erweckenden Bilanz (Register) | pek de güvenilir sayılmayan bir sicille birlikte |
with a relaxed attitude (impolite) | rahat tavırlı |
with a repelling power | itici bir güçle |
with a sheepish grin /insecure smile | ezik gülümseyişle |
with a sullen /gloomy face | asık suratla |
with a sure/confident touch | emin bir dokunuşla |
with a swift movement | çevik bir hareketle |
with a very strident voice | tiz mi tiz bir sesle |
with all his might | olanca kuvvetiyle |
With all of / with the utmost of | olanca ... ile |
with all the heavyness (impact/weight) of his task/office | görevinin olanca ağırlığı ile |
with amber and gold ornated | kehribar ve altınla süslü |
with an extraordinary speed (...ü) | olağanüstü bir hızla |
with an instant miracle | anlık bir mucızeyle |
with appetite / heartily / hungrig / mit Lust und Laune | iştahlı |
with authority | otoriteyle |
with care / sorgfältig | dikkatle |
with dust | tozla |
with estonishment | hayretle |
with faith | imanlı |
with four huge doors sculptured from ivory, pearl, jade and bones. | fildişi, inci, yeşim ve kemikten yontulmuş dört kocaman kapılı |
with great difficulty / hardly | zar zor |
with grunts | homurtuyla |
with her dimples appearing on her cheek(s) when she laughs | Güldüğünde, yanağında beliren gamzeleriyle, |
With her hand she scrubbed her eyes, that were puffy from crying. | Eliyle ağlamaktan şişmiş gözlerini ovdu. |
with her wires | telleriyle |
with him | onunla |
with his broad chest and face | geniş göğsü ve yüzüyle |
with his experienced eyes / with his expert eyes | deneyimli gözleriyle |
With his hand he pointed at his knee level. (h) Er deutete mit der Hand auf seine Kniehöhe. | Eliyle diz hizasını işaret etti. |
with ingenious ways /auf geniale Art und Weise | ustaca yollarla |
with long black forelocks | uzun siyah perçemlerle |
with me | benimle |
with my coat (m - not often used word for fem. coat) | mantomla |
with one hand only / with a single hand | tek elle |
with plenty of sugar | bol şekerli |
with pointed ears (adj.) | sivri kulaklı |
with pure(k) fear in his gaze / its very gaze fear | bakışlarında katışıksız korkuyla |
with purple flowers in your hand | elinde mor çiçeklerle |
with raven-black hair / mit rabenschwarzen Haar | kuzguni saçlı |
with soot | kurumla |
With surprise (ş) I noticed that it was the man on the horse who had watched me that day from the forest. | Şaşkınlıkla onun o gün beni ormandan izleyen at üzerindeki adam olduğunu fark ettim. |
with the banner of Andor waving on each altitude | her yükseltide dalgalanan Andor bayrağı ile |
with the consolation (t) | teselliyle |
with the first peddlar of the year | yılın ilk çerçisi ile |
with the grace of a viper | engerek zarafetiyle |
with the hand | elle |
with the security forces | Emniyet güçleri eşliğinde |
with the sugar tongue clamped to his nose | burnuna kenetlenmiş şeker tutacağıyla |
with the whole family | evcek |
with them | onlarla |
With this I gain (ensure) my lifelihood. | Geçimimi bununla sağlıyorum. |
with us | bizimle |
with wheelbarrows | el arabalarıyla |
with white (snow) all around | beyaz içinde |
with who(m) | kiminle |
With whom are you (pl) going? | kiminle gideceksiniz? |
with x-ing /by x-ing | x-makla x-mekle |
with you | seninle |
with you (pl) | sizinle |
with/at the speed of an animal | hayvanı bir hızla |
within / within the scope of / within the context of | kapsamında |
within four hours | dört saat içinde |
within ten minutes | on dakika içinde |
within the possible extend especial to / for ( a dativ) | mümkün mertebe ... özgü |
without | olmadan |
without a fight /kampflos | savaşmadan |
without a hidden purpose/agenda | gizli bir amacı olmaksızın |
without any doubt | kuşkulanmaksızın |
without appetite / appetitlos | iştahsız |
without being/becoming a prey | yem olmadan |
without blinking | kırpmadan |
without doubting anything | hiçbir şeyden kuşkulanmaksızın |
Without eating anything the drink has no taste | Bir şeyler yemeden, içmenin tadı olmaz. |
without fairytale | masalsız |
without me | bensiz |
Without noticing he approached the wine glass to his lips. | Fark etmeden kadehi dudaklarına yaklaştırdı. |
without seeing / before seeing | görmeden |
without stones / kernlos | çekirdeksiz |
Without thinking of any other reason (s) | Başka herhangi sebepten düşünmeden |
without waiting to see whether there was someone else moving | Hareket eden başka birinin olup olmadığını görmek için beklemeden |
witness (t) / Zeuge | tanık |
wobbling | yalpalaya yalpalaya gelmek |
wolf | kurt |
Wolves attacked the sheep pens (rep) | Kurtlar koyun ağıllarına saldırmış |
woman | kadın |
Women and men are completely equal! | Kadınlar ve erkekler tamamen eşit! |
women in magnificent dresses | görkemli giysiler içinde kadınlar |
Women on the other hand are more careful about it. | Kadınlar ise bu konuda daha dikkatli. |
Won't she wake up ? | Uyanmaz mı? |
wonder / confusion / surprise / astonishment / amazement (ş) | Şaşkınlık |
wonderful / fantastic | harika |
wonderful / fantastic (ş) | şahane |
Wonderful Counselor | Harika Öğütçü |
wood (t) floor | tahta zemin |
wood / forest / jungle | orman |
wood / wooden (t) | tahta |
wooden (a) | ahşap |
woody / holzig | odunsu |
wool / woolen | yün |
woolen cloth | yün kumaş |
word (l) | lâkırdı |
word /talk (l) | laf |
word at a sentence end to express an urge. ex. Where THE HECK is he ?/Wo bleibt er BLOSS? | sanki (Nerede kaldı sanki?) |
word by word / Wort für Wort | Kelimesi kelimesine |
word order | sözcük dizimi |
Words are fleeting, writing stays | Söz uçar, yazı kalır |
Words borrowed (passed) from Russian) | Rusçadan geçmiş sözcükler |
Words from something like an incantation against danger came to the tip of his tongue. | Dilinin ucuna tehlikeye karşı bir efsun kabilinden sözcükler geldi |
words to say | söyleyecek söz |
work of an idiot | bön iși |
worker | işçi |
Working all day long I run out of energy. | Gün boyu çalışmaktan enerjim tükeniyor. |
working iron glitters / a rolling stone gathers no moss /wer rastet rostet | işleyen demir ışıldar |
workmanship / maitrise | işçilik |
workshop (activity) | çalıştay |
workshop (place) | atölye |
world cup | dünya kupası |
worldly / earthly | dünyasal |
worldly cares | dünyasal kaygılar |
worm | Solucan |
worse | daha kötü |
worse (b) | beter |
worse (d.f) | daha fena |
worse than not having any | hiç yoktan daha kötü |
worst | en kötü |
worst-case scenario (not idiomatic) - idiomatic | en kötü durum senaryosu - en k¨ötü |
worth the expense | masrafına değer |
worth the paid money / das Geld wert, das wir bezahlt haben / ein gutes Preis-Leistungs-Verhältnis | ödenen paraya değer |
worthy (l) | layık |
would you be friends with me? | Benimle arkadaş olur musun? |
Would you close the door ! / close the door ! | kapıyı kapar mısın |
Would you like a bottle or a glass? | Bir şişe mi yoksa bir bardak mı istersiniz? |
Would you like some more beer ? | biraz daha bira istiyor musunuz? |
Would you like some water or anything? | Su mu içer misin? |
Would you like to hike through the woods(coppice/Wäldchen) ? | Korulukta yürüyüşe çıkmak ister misin? |
would you mind / if there's no objection | sakıncası yoksa |
WOuld you mind if I sat here? / If there is no objection can I sit here? | Bir sakıncası yoksa buraya oturabilir miyim? |
Would you please write it down somewhere ! | Lütfen bir yere yazar mısınız. |
Would you put the volume down | Sesi kısar mısın lütfen |
wound / injury | yara |
woven (passive form) | dokunmuş |
wrath / rage /fury (g) | gazap |
wrench / Schraubschlüssel / clef anglaise | ingiliz anahtarı |
wrestling | güreş |
wrestling competition | güreş müsabakası |
wrist /ankle | bilek |
wristwatch | kol saati |
Write when you get there | gidince yaz |
writer / author | yazar |
writing desk /Schreibtisch | yazı masası |
written | yazılı |
wrong (h) | haksız |
Invalid character in entity name
Line: 0
Column: 10
Char: | x ve Ortakları |
X consists only of Y / x is just y | X Y-den ibaret |
x is very stubborn / x needs to always have his way | X çok dediğim dedik biri. |
Y that he/she Xed (Y is the object of X) | X-diği Y |
Y that X'es (Y is the subject of X) | X-en Y |
Yana was precisely the kind of student her mentor Arthcamu despised:'the professional amateur'. | Yana, 'profesyonel amatör' olarak, öğretmeni Arthcamu'nun tam olarak nefret ettiği öğrenci türüydü. |
Yaralı bir hayvanın çaresız sesini benzer bir sesle hıçkırdı. | She sobbed with a voice similar to the desperate sounds of a wounded animal |
yarn | iplik |
Yay ! Hooray! | yaşasın! |
year | yıl |
year (s) | sene |
yeast | maya |
yellow | sarı |
yellowish (s) | sarımsı |
yellowish (t) | sarımtrak |
yes | evet |
Yes a little | Evet biraz |
yes in many ways / lit from many angles | Evet pek çok açıdan |
Yes of course | Evet tabii |
Yes please ? (e.g. Waiter asking for orders) | Buyurun? |
Yes, I am cold | Evet,üşüyorum. |
yes, I did (do that) | evet, öyle |
yesterday | dün |
Yet/ still | Henüz |
yet; by now | şimdiye kadar |
yoghurt | yoğurt |
yoke (agricul.) | boyunduruk |
You (pl) will go Slang | Gitçeniz |
You (pl) will like this discovery quite. | Bu keşif oldukça hoşunuza gidecektir. |
You (pl) will x Slang (x-eceksiniz) | X-çeniz |
you all /royal plural (thou) / describing a whole generation | sizler |
You are a lucky guy | şanslı bir adamsın |
You are always happy | her zaman mutlusun |
You are always welcome. (May it be, I always wait) | Olsun, her zaman beklerim. |
You are an example to all of us! | Hepimize örnek oluyorsun. |
You are brave. | cesursun |
you are continously yawning | esneyip duruyorsun |
You are curious. | Meraklısın. |
You are driving me crazy. (D) | Beni delirtiyorsun |
you are in a mess despite the money (e. g. you bought an expensive plain ticket and still got late) | Paranla rezil oldun. |
You are looking for thrill (h) in the wrong place. | Yanlış yerde heyecan arıyorsun. |
You are my Fatger, my God and the Rock of my salvation. (Ps 89: 27) | Babam sensin ... Tanrım, kurtuluşum kayası ! |
You are not afraid to lead a life of crime. | Suç hayatı sürmekten korkmuyorsun. |
You are not afraid. (You don't fear.) | Korkmuyorsun. |
You are not helping me very much. | Bana çok fazla yardım etmiyorsun. |
You are smoking too much inside the room , the curtains have started to turn yellow. | Odanın içinde çok sigara içiyorsun, perdeler sararmaya başladı. |
You are so kind | Çok kibarsın |
You are so rude | Çok kabasın |
You are very young. | çok gençsin. |
You are welcome | Rica ederim |
You are welcome / It's nothing | bir şey değil |
You are wrong (h) | haksızsın |
you aren't going to die | ölmeyeceksiniz |
You ask questions about things that are none of your business. | İşin(iz) olmayan şeyler hakkında soru soruyorsun(uz). |
You ate up my life and you are not satisfied. I am done. | Ömrümü yedin de doymadın. Bittim ben ya. |
You attend the meeting | toplantıya katılırsın |
You begin to think strange things | tuhaf şeyler düşünmeye başlıyorsun |
You can ask me | Bana sorabilirsin |
You can be more creative | daha yaratıcı olabilirsiniz |
you can count on me | bana güvenebilirsin |
You can cut your ties with the rest of the world. | Dünyanın geri kalanıyla bağınızı kesebilirsiniz. |
You can easily find a pretext to do this | Bunu yapmak için kolaylıkla bir bahane bulabilirsin |
you can either describe the woman or you can draw a picture of her | kadını ya tarif edebilirsin ya da bir resmini çizebilirsin |
you can get in trouble | sıkıntıya sokabileceksin |
You can go out on the balcony to get fresh air. | Temiz hava almak için balkona çıkabilirsin. |
You can play until lunch is cooked. | Yemek pişirilene kadar, oynayabilirsin. |
you can see how much impressed everybody is | Herkesin nasıl etkilendiğini görebiliyorsunuz |
You can tell a lion from its lair. meaning: How well one cares for and maintains the place where he lives is the real tell-tale account of his habits. | Aslan yattığı yerden belli olur. |
You can't please everyone. | herkesi memnun edemezsin |
you can't walk idly around here | burada aylak aylak dolaşamazsın |
you cannot blame me / you cannot hold me responsable | beni sorumlu tutamazsın |
you cannot blame me for the outcoming consequences / results | doğacak sonuçlardan beni sorumlu tutamazsın |
You cannot teach an old dog new tricks | Yaşlı köpeğe yeni numara öğretemezsin |
You don't care, especially if in the end you get what you want. | umursamazsın özellikle de sonunda istediğini elde edeceksen. |
you don't know much about the nature of my work | işimin niteliği hakkında çok şey bilmezsin |
you don't understand (pl) | anlamıyorsunuz |
You don’t necessarily need to ask your teacher to find an answer to this question; it’s enough to google it. | Bu soruya cevap bulmak için illa hocana sormana gerek yok; gugıllamak yeter. |
You draw a cross on the floor with that chalk and run home | O tebeşirle yere bir çarpı çizip eve koşarsın |
You drive me crazy (ç) | Beni çıldırtıyorsun. |
You forgot the magic word | Sihirli kelimeyi unuttun |
you get up | kalkarsın |
you get up at seven in the morning | Sabah yedi(de) kalkarsın |
You go back home, you go to bed | Ev döner, yatarsın |
you go to bed | yatarsın |
you got that right /you are right in that /damit hast du recht | bunda haklısın |
you have a rare disease | nadir bir hastalığınız var |
You have been a tower of strength against the enemy | Düşmana karşı güçlü bir kule oldun. |
You have been yawning continuously, I fell sleepy, too. | Esneyip duruyorsun, benim de uykum geldi. |
you have crossed the line | çizgiyi aştın |
You have given me joy. In peace (e) I lay down and sleep. For you alone,Lord keep me in safety. (Ps.4: 7-8) | Bana sevinç verdin. Esenlik içinde yatar uyurum. Çünkü yalnız Sen, ya Rab, beni güvenlik içinde tutarsın. |
You have to (l) explain some circumstances to your mother. | Annene bazı durumları izah etmen lazım. |
You have to comply with the desired conditions. | Sen istenilen şartlara uymak durumundasın. |
You have to do something. At least call him and tell him that there is a problem. | Bir şeyler yapman lazım. En azından onu arayıp bir sorun olduğunu söyle. |
You have to have a ticket and a visa . | bir biletin ve vizen olması gerekiyor |
You have to have... | ... -n olması gerekiyor |
You have to look professionel for the interview. | Görüşmesi için profesyonel görünmek zorunda |
you have to make an effort | emek vermen gerekiyor |
You have to show your passport in the airport. | havaalanında pasaportunu göstermen gerekiyor |
You have to work hard to be successful | Başarılı olmak için çok sıkı çalışmak zorundasınız |
you hurt him | onu incittin |
you just made the biggest mistake of your life | az önce hayatının en büyük hatasını yaptın |
you know very little | çok az biliyorsundur |
You learn non-stop new things | Devamlı yeni şeyler öğreneceksin |
you lined up so many more things not to do | yapılmaması gereken amma çok șey sıraladın |
You ll never guess whom I ran across a few days ago | birkaç gün önce kime rastladım tahmin bile edemezsin |
you look like a mess | berbat görünüyorsun |
You look lost | dalgın görünüyorsun |
You make it sound like | öyle bir konuşuyorsun ki |
you make me sick (slang) | Beni gıcık ediyorsun |
You might have heard me tell this before | önceden anlattığımda duymuşsun herhalde |
you might have to change (right now) | değişiklik yapmak zorunda olabilirsin |
you might have to decide (right now) | karar vermek zorunda olabilirsin |
you might have to x (in the future) | x-mek zorunda kalabilirsin |
you might have to x (right now) | x-mek zorunda olabilirsin |
You misunderstood | Yanlış anladınız |
You must be joking /kidding. | Şaka yapıyor olmalısın. |
you need to decide whether or not you want more responsabilities | daha fazla sorumluluk isteyip istemediğiniz hakkında bir karar vermek zorundasınız |
You need to find something to kill the time. | Zaman öldürecek bir şey bulman gerek. |
you never know ( nothing is clear) | hiç belli olmaz |
you never speak to each other | birbirinizle hiç konuşmuyorsunuz |
You open your laptop | Laptopu açarsın |
You organize (make) a meeting | toplantı yaparsın |
you pl (or formal) | siz |
you reap what you sow | ne ekersen onu biçersin |
You run to your kid, you get it from school | Çocuğuna koşarsın, okuldan alırsın |
you sg | sen |
You should be more alone with your own thoughts. | Kendi düşüncelerinizle daha fazla yalnız kalmalısınız. |
you should forget him | onu unutmalısın |
you should forgive him | onu affetmelisin |
you should listen to yourself | kendini dinlemelisin |
You should see a doctor. | bir doktora görünmelisin |
You should taste every dish of Turkish cuisine. | Türk mutfağının her yemeğini tatmalısınız. |
You should(will) kiss the wrist you could not twist. meaning: This is really an invitation to acknowledgement and respect when you are beaten or bested, physically or otherwise. | Bükemediğin bileği öpeceksin. |
you shouldn't have! (What a trouble you made to yourself) | ne zahmet ettin! |
you shouldn't have! (Why did you trouble yourself) | niçin zahmet ettiniz |
You snack a bit | Biraz atıştırsın |
You speak (the) English very well | İngilizceyi çok iyi konuşuyorsun |
You speak too fast. | çok hızlı konuşuyorsunuz |
You stay in the traffic | trafiğe kalırsın |
You stay overtime | Mesaiye kalırsın |
you stepped right on top of it / you hit the nail on the head | tam üstüne bastın |
You stood me up (you didn't come to our appointment) Du hast mich versetzt | Beni ektin. |
you stupid dogs /you stupid bastards | sizi ahmak itler |
You tore my nerves to pieces / you shattered my nerves | paramparça ettin sinirlerimi |
you were hindering my letters ? | Sen mektuplarıma engel mi oluyordun? |
You were really (s) such. | Sahiden öyleydin. |
You were so helpful | Çok yardımcı oldun |
You were very young (small) /du warst sehr klein | küçücüktün |
you weren't supposed to see any of these | bunların hiçbirini görmemeliydin |
you weren't supposed to see this | bunu görmemeliydin |
You will have to wait until next (g h) week | Gelecek haftaya kadar beklemeniz gerekecek. |
You will need to study to pass the exam. | Sınavı geçmek için çalışman gerekecek. |
You wouldn't believe it if I told you | size anlatsam herhalde inanmazdınız |
You'd better learn to control yourself. | Kendine hâkim olmayı öğrensin iyi edersin. |
you'll get wet | ıslanacaksın |
You're setting a bad example | Kötü örnek oluyorsunuz |
You(formel) are certainly / presumably a doctor? | Siz her halde doktorsunuz ? |
You-Know-Who | Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen |
young | genç |
young ones / young men | gençler |
your (pl) need | gereksinmeniz |
Your are full of happy thoughts | neşeli düşüncelerle doluysun |
Your basket is empty | sepetiniz boş |
your gender | Cinsiyetiniz |
Your head (acc. ke...) , on a pike (on the end of a pike) | Kelleni, bir kazmanın ucunda. |
your heavenly Father | Göksel Babanız |
your idea | fikrin |
your interest in your environment | sizin çevrenize olan ilginiz |
Your keys are under the sofa. | anahtarların koltuğun altında |
Your surname / Ihr Nachname | Soyadınız |
your wife is pregnant | eşiniz hamile |
yours / lit. I kiss (at the end of a letter) | Öptüm |
youth | gençlik |
yummy | nefis |
Zahnarzt | diş hekimi |
zeal / effort / endeavour | gayret |
zero gravity | sıfır yerçekimi |
Zest /white skin /weiße Haut - zwischen Fruchtfleisch und Schale | beyaz kabuk |
Zinc -Zn 30 (geçiş metalleri /Mavimsi açık gri) | çinko |
zinc coating /zinc plating /galvanizing | çinko kaplama |
zipper / Reissverschluss | fermuar |
Zoo | hayvanat bahçesi |
İleride, Türkçe öğretmeni olmak istiyor. | In the future he wants to become a Turkish teacher. |
İstanbul is a city that connects two continents. | İstanbul iki kıtayı bağlayan bir şehirdir. |
İt depends / lit. it changes according to the situation | duruma göre değişir |
şirkete denizaşırı ülkelerde genişletmek | to expend the company overseas |
… right? ; … is it? | - öyle değil mi? |