Turkish Vocabulary and Sentences

QuestionAnswer
on charges of "qualified plundering and criminal organization"
"nitelikli yağma ve suç örgütü kurma" iddiasıyla
"A week after the incident still could not come to himself," he said
"Olaydan bir hafta sonra hala kendine gelememişti' dedi
on charges of making organized migrant trafficking
"Örgütlü olarak göçmen kaçakçılığı yapmak" suçlamasıyla
'She is the one I want!'
'Benim istediğim o!'
The book called 1001 nights
'Bin Bir Gece' adlı kitap.
Don't do again work according to your head without asking me!
'Bir da ha bana sormadan kafanıza göre iş yapmayın!
"Leave it! You collect that later!" (e. g. dishes on the table)
'Bırak bırak, sonra toplarsın!'
"The Iron King?" Ash shook his head unable to make sense of it.
'Demir Kral mı?' diye anlamlandıramayarak başını salladı Ash.
"Your Master is coming, " the Myrdraal's voice was rasped like a dry snake skin (d) being crushed. (crumbled)
'Efendiniz geliyor,' Myrdraal'in sesi kuru bir yılan derisinin parçalanması gibi törpüleniyordu.
'Ha !', said the queen talking rather to herself than to Edmund.
'Ha !', dedi kraliçe, Edmund'dan ziyade kendi kendine konuşarak.
'No !' it came from inside her (she thought it but didn't speak it out)
'Hayır!' diye geçirdi içinden.
"No. Don't give me the ring. Put it on the shelf above the chimney."
'Hayır, yüzüğü bana verme. Şöminenin üzerindeki rafa koy.'
'Get ready!' he whispered.
'Hazırlanın,' diye fısıldadı.
'Go after the woman!'
'Kadının peşinden gidin!'
"I will leave your coffee here(lit. like this)"
'Kahvenizi böyle bırakıyorum.'
"Fall on your bellies, you worms!"
'Karınlarınızın üzerine çökün, sizi solucanlar!'
a topic like 'monkeys' playing
'maymunların oynaması' gibi tema
I just called to say “I love you”.
'Seni seviyorum,' demek için aradım sadece.
"Ok," I muttered. "Let's look if there are monsters or not."
'Tamam', diye mırıldandım. 'Canavar var mı, yok mu bir bakalım.'
"Alright." he said a bit forced. "I will do so."
'Tamam,' dedi biraz zoraki. 'Öyle yapacağım.'
"The ring is still in your pocket." saide the magician.
'Yüzük hâlâ cebinde.' dedi büyücü.
He does not have poor guy said to himself
'Zavallı' kendine dedirtmez
a topic like 'kids' having fun'
'çocukların eğlenmesi'gibi tema
Cheer up bro/ not all hope is lost (texting / full version)
'Üzülme be olm!' - 'Üzülme be oğlum!'
together (with)-
(-le) birlikte
I am all for it / Ich bin dabei.
(ben) varım
I was robbed (by a thief) / (lit pealed)
(bir hırsız tarafından soyuldum
to be enthousiastic about (sthg / a subject)
(bir konuda) istekli olmak
to take great pain (to do something) / große Mühe haben(z. ç.)
(bir şeyi yapmak için) çok zahmet çekmek
friendly (to s.o.)
(birine karşı) dost canlısı
to communicate / pour out one's grief to each other / to have a heart-to-heart talk
(biriyle) dertleşmek
Is it possible that I quickly eat something before we go?
(Biz) gitmeden önce hızlıca bir şey yemem mümkün mü?
to tell on and on / to describe in all details
(enine) boyuna anlatmak
to vacuum (the house)
(evi) elektriklemek
marker /highlighter
(fosforlu) işaret kalemi
to seem / to appear / to show up / to see (a specialist);
(gibi) görünmek
unfailing
(hiç) eksilmeyen
not to pay the slightest attention / pano heed to something
(hiç) olmalı olmamak
the latter (of the two)
(ikisinden) sonuncusu
to suit for / to do for / to fit for / nützen / sich eignen/taugen (y)
(işe) yaramak
(geological) sensing devices
(jeolojik) algılama aygıtları
pealed / geschält
(Kabukları) soyulmuş
He thinks it's boring
(Onun) sıkıcı olduğunu düşünüyor.
to drum (with one's fingers)
(Parmaklarıyla) tempo tutmak
to make (chewing gum) bubbles explode
(sakız) balon patlatmak
to blow (chewing gum) bubbles
(sakız) balon şişirmek
How is it going (for you) ?
(Senin) nasıl gidiyor?
How is it going (for you) ?
(Senin) nasıl gidiyor?
Nice to meet you
(sizinle) tanıştığıma memnun oldum
Paprika
(toz) kırmızıbiber
to turn red in the face (from shame)
(utançtan) yüzü kızarmak
(and) therefore (b.d.)
(ve) bundan dolayı
Oh really ?
(Ya) öyle mi?
to go down/descend /land
(yere) inmek
dried raisins (with pit) / Rosine
(çevirdekli) kuruüzüm
… right? ; … is it?
- öyle değil mi?
to be happy with / to be pleased with
- den memnun olmak
even if / though
- se de
be available in
-de mevcut olmak
to exploit / take advantage off
-den istifade etmek
to be dissatisfied with
-den memnun olmamak
to be deprived of an ablativ
-den yoksun kalmak
to bet that
-e iddiaya girmek
eager for
-e istekli
to want /lack / to need / to require
-e muhtaç olmak
I can't e (a)
-emem (-amam)
We can't e (a)
-emeyiz (-amayız)
about / concerning
-le ilgili
to hang out (with)
-le takılmak
I keep wondering (if...)
... (diye) merak edip duruyorum
to be very good at ...
... -de iyi olmak
to be bad at ...
... -de kötü olmak
to tell about ...
... -den bahsetmek
to talk about ... ; to speak about ...
... -den konuşmak
to look forward to ... (lit. to wait for impatiently)
... -i sabırsızlıkla beklemek
I have to have...
... -m olması gerekiyor
You have to have...
... -n olması gerekiyor
can we have ... please?
... alabilir miyiz lütfen?
but I do not live anymore
... ama artık yaşamıyorum
difference between ...
... arasındaki fark
... the box which I opened
... açtığım kutu
... so we brought suntan lotion
... bu yüzden güneş kremi getirdik
to be going
... gidiyor olmak
article on ...
... hakkında bir makale
to have a chance ...
... ihtimali olmak
... (that) he needs ...
... ihtiyacı olduğunu ...
seperated by / divided by...
... ile ayrılmış
to be out of ...
... kalmamak
no matter what (the) … is
... ne olursa olsun
chance that ...
... olma ihtimali
to develop at a ... rate
... oranında artmak
to send off (the game)
... oyundan atmak
... the man who reported the problem
... sorunu bildiren adam
and they lived happily ever after
... ve sonsuza dek mutlu yaşadılar
I would love to
... çok isterim
... because you're sick
... çünkü hastasın
... because she's the woman of my dreams
... çünkü hayallerimin kadını
... because it's such a diverse place (different)
... çünkü çok farklı bir yer
to hear from ...
...-den haber almak
It's a quarter to...
...-e çeyrek var
to be proud of ...
...-le gurur duymak
and... as much as ...
...de ... kadar
We can meet on September 10th.
10 Eylül'de buluşabiliriz
It was like the feeling I had on July 15th.
15 Temmuz'da yaşadığım his gibiydi.
police hotline
155 polis imdat
the accidant in which 23 irregular migrants lost their lives
23 düzensiz göçmenin hayatını kaybettiği kaza
3 dimensional
3 boyutlu
Thanks to the 3D front design
3 boyutlu yüz tasarımı sayesinde
3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası aldı.
3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası aldı.
5 suspects were taken into custody.
5 şüpheli gözaltına alındı.
Don't exaggerate, really don't exaggerate!
Abartma, gerçekten abartma!
to exaggerate
abartmak
According to a study in the US, men are struck six times more by lightning than women.
ABD'deki bir araştırmaya göre, erkeklere kadınlardan 6 kat daha fazla yıldırım çarpıyor.
dude
Abicim
abonnieren
abone olmak
junk food
abur cubur
Junk food is harmful to health.
Abur cubur yemek sağlığa zararlıdır.
I wonder when they'll come back.
Acaba ne zaman dönecekler ?
I wonder should one sleep (with) open or closed windows at night?
Acaba geceleri pencere açık mı yatmalı, kapalı mı?
I wonder if he is in trouble
acaba onun başı dertte mi ?
I wondered if you were in trouble
Acaba senin başın dertte mi
strange (a) /weird /odd /bizarre /grotesk/outlandish
acayip
They were making some weird (a) sounds
acayip sesler çıkarıyorlardı
if I hurry, I'll catch the train. (open conditional /it is possible)
Acele edersem, trene yetişeceğim.
Hurry up !
Acele et !
Haste makes waste. transl: "The devil gets involved in things hastily done."
Acele işe şeytan karışır.
hastiness / rashness / speediness / impetuosity
acelecilik
Hastiness causes people to make mistakes (drops them to error)
Acelecilik insanı yanılgıya düşürür.
What's your hurry ?
Acelen ne böyle?
Hastily she added at once...
Aceleyle hemen ilave etti...
beginner
acemi
beginner's luck
acemi şansı
hot / warm /spicy
acı
to receive a nasty blow
acı bir darbe yemek
A bitter eggplant is immune to frost." "Frost cannot harm a bitter eggplant." meaning: (usually by way of a wry sort of self-boasting and self-boosting) the person in question is tough and hardened by experience; he is not/cannot be easily harmed; he can
Acı patlıcana kırağı çalmaz.
painful
acı verici
to suffer
acı çekmek
they used to torment me
acı çektiriyorlardı bana
to torment / agonize / persecute
acı çektirmek
Lupinen
acıbakla
A hungry man thinks he will not be satiated, a thirsty man thinks he will not be quenched."
Acıkan doymam (sanır), susayan kanmam sanır.
He prepares food for hungry customers.
Acıkan müşterilere yemek hazırlar.
to get hungry / to be hungry / to feel hungry
acıkmak
I am hungry = I've become hungry. I wasn't before, but now it's changed
Acıktım
an offical emergency call (announcement)
acil bir resmi bildiri
We want you to transmit an official emergency call /announcement.
Acil bir resmi bildiri iletmeni istiyoruz.
emergency
acil durum
to be in urgent need of
acil ihtiyaç duymak
urgent request
acil istek
We want you to transmit an official emergency cal.... l.
Acilbbir resmi bildiri iletmeni istiyoruz.
bitter / painful / heartbroken / mournful / wehmütig
acılı
with a mournful voice
acılı bir sesle
to hurt (to be painful); to pity
acımak
Merciless / cruel / pitiless / grim/ brutal
acımasız
mercilessly / cruelly/ pitilessly / grimly
acımasızca
deplorable / pathetic / pitiable / lamentable/regrettable
acınacak
No pain no gain (a k y)
Acısız kazanç yoktur
it hurts
acıyor
helpless / incapable / inept / impotent / powerless / weak
aciz
to become helpless
aciz hale gelmek
Name/title
ad
island
ada
vow / offering
adak
show breads (OT) /offering breads
adak ekmekleri
muscular
adaleli
a muscular body (v)
adaleli bir vücut
justice
adalet
Justice and Development Party
Adalet ve Kalkınma Partisi
He will bring forth justice with/in faithfulness
Adaleti sadakatle ulaştıracak
unfair
adaletsiz
man
adam
The man drummed / tapped with his finger on the counter.
Adam parmağıyla tezgâhta tempo tuttu.
Following (after) the decision to release (him) the man was brought to his home.
Adam tahliye kararının ardından evine getirildi.
the man fell with his face flat to the ground
adam yüzüstü kapaklandı
the man fell with his face flat to the ground an grunted because he hit the stone and hurt himself
adam yüzüstü kapaklandı ve taşa çarpıp yaralandığı için homurdandı.
reliance on a man
adama dayanma
Do not lean on a man (= be not dependant on another person), for he is mortal; do not lean against a wall, for it is not 'unfallable'."
Adama dayanma ölür;duvara dayanma yıkılır.
Better to die than become notorious.equiv: Give a dog a bad name and hang him.He that has an ill name is half hanged .May the life of a man come out instead of his name coming out
Adamın adı çıkacağına canı çıksın.
He frowned even worse (The man's eyebrows were more wrinkled)
Adamın kaşları daha fena çatıldı
The man's lying was twice as painful
Adamın yalancılığı iki kat acı veriyordu.
We were arguing about whether the man was a thief spying out the neighbourhood, a privat detective or an evil magician.
Adamın çevreyi kolaçan eden bir hırsız, özel dedektif ya da kötü bir büyücü olup olmadığı konusunda tartışmıştık.
His men slip in fear from under the doors
Adamları korkuyu kapıların altından sürer.
His men distribute fear like mail
Adamları korkuyu posta gibi dağıtır.
His men throw fear into the mailboxes
Adamları korkuyu posta kutularına atar.
three of his men
adamlarından üçü
He saw three of his men falling down
adamlarından üçünün düştüklerini gördü
committed to / devoted to
adanmış
candidate
aday
sage (herb)
adaçayı
almost / so to say / nearly / as good as
adeta
as good as frozen
adeta donmuş gibi
vulgar / lowly
adi
He who must not be named (the person whose name must not be mentionned/commemorated)
Adı Anılmaması Gereken Kişi
in a vulgar language
adi bir dilde
to get a bad reputation
adı çıkmak
vulgarly /coarsely /abjectly
adice
fair /just
adil
step
adım
Let us exalt his name together !
Adını birlikte yüceltelim !
Start by saying your name. (colloq.)
adını söyleyerek başla bakalım
nicknamed / called
adlandırılan
named / called
adlı
juridical / foresenic / gerichtlich
adli
police record / criminal record
adli sicil
courthouse /justice / court of law
adliye
to be sent to court
adliyeye sevk edilmek
My address information
Adres bilgilerim
address book (computer)
adres defteri
I want to change my address
Adresimi değiştirmek istiyorum
It's easier to ask forgiveness than permission.
Af dilemek, izin almaktan daha kolaydır.
poltergeist
afacan peri
taken aback /astonished
afallamış
Well done ! /Bravo
Aferin !
excuse-me (a)
Affedersin
to forgive
affetmek
to beg for forgiveness
affetmesi için yalvarmak
Africa
Afrika
sigh /curse
ah
to be cursed for one's cruelty
ah almak
stupid me
ah aptal kafam
to groan
ah etmek
to sigh over sthg / s.o.
ah vah etmek
to sigh
ah çekmek
folk /community / people (a)
ahali
harmony /unity /accordance /concord (a)
ahenk
disharmonious /cacophonical /discirdant /atonal
ahenksiz
slowly (a)
aheste aheste
stable
ahır
immoral
ahlaksız
immorality
ahlaksızlık
It is immorality
Ahlaksızlıktır
idiot /fool (...k)
Ahmak
A wager is a fool's argument./ When a fool finds no words he enters a bet.
Ahmak adam söz bulamayınca bahse girer.
Ahmet is a talkative child. He starts to ask questions.
Ahmet geveze bir çocuk. Soru sormaya başlıyor.
octopus
ahtapot
raspberry
ahududu
wooden (a)
ahşap
belonging (defect verb)
aidiyet
family
aile
our family ties
aile bağımız
I am living with my family
Ailemle birlikte yaşıyorum
his family is poor, so he wants to be rich
ailesi yoksul, bu yüzden zengin olmak istiyor
belonging (defect verb)
ait olma
belonging (defect verb)
aitlik
white/close to white
ak
silver coin (lit. white coin)
ak akçe
The silver coin is for dark days. ( Save something for a rainy day)
Ak akçe kara gün içindir.
Akkadian
Akadca
lung
akciğer
Mediterranean
akdeniz
Fluency / fluidity / smoothness
akıcılık
agate / Achat
akik
mind / intellect / wisdom
akıl
to lose one's clear mind
akıl sağlığını yitirmek
mind twisting / mind boggling
akıllara durgunluk veren
the mind twisting impact
akıllara durgunluk veren darbe
to slow down (lit. to give inactivity to the minds)
akıllara durgunluk vermek
If brains were put to sale in the bazaar, everyone would choose his own.
Akılları pazara çıkarmışlar, herkes kendi aklını beğenmiş.
intelligent / smart
akıllı
someone intelligent
akıllı biri
wise
akıllıca
That was a wise choice.
akıllıca bir seçimdi
trend
akım
stream /current (a)
akıntı
It's beyond me /I can't believe it /cela me dépasse
aklım almıyor
It was beyond me /I couldn't believe it
aklım almıyordu
it occurred to me that ...
aklıma şöyle bir şey geldi ...
I'm losing it! I'll lose my mind / I"m getting crazy
aklımı kaçıracağım!
'the way of the mind is one' / (great) minds think alike
aklın yolu bir
What's on your mind?
aklında ne var?
to petrify
aklını başından almak
to confuse sb/ perplex / puzzle (a k)
aklını karıştırmak
I think he lost his mind.
Aklını kaçırmış galiba!
Have you lost your mind?
aklını mı kaçırdın?
accordion
akordeon
kinship /Verwandschaft
akrabalık
Blood runs thicker than water
akrabalık arkadaşlıktan daha önemlidir
axle ( of a car/waggon)
aks
to hobble /limp / hinken / humpeln (a )
aksamak
opposite / adverse / spiteful (a)
aksi
a spiteful (a) person (b)
aksi biri
otherwise / if not / or else
aksi takdirde
mishap /misfortune
aksilik
Misfortunes come always one upon another. It never rains but pours. Misfortunes never come singly.
Aksilikler hep üst üste gelir.
the creaking of the axle
aksın gıcırtısı
the soft creaking of the axle
aksın yumuşak gıcırtısı
to be transferred
aktarılmak
non-stop
aktarmasız
a direct ticket (non-stop ticket)
aktarmasız bilet
actris (a)
aktris
actor (a)
aktör
The actors improvised the entire scene.
Aktörler tüm sahneyi doğaçlama yaptı.
aquamarine (mavimsi yeşil değerli bir taş)
akuamarin
aquarium
akvaryum
pale (a)
akça
Maple / Ahorn
akçaağaç
coin
akçe
evening
akşam
at this time of the night
akşam akşam
the evening news
akşam haberleri
the evening air
akşam havası
The evening air was quite cool.
Akşam havası oldukça serindi.
supper / dinner
akşam yemeği
dinner is about ready
akşam yemeği hazır sayılır
to have dinner
akşam yemeği yemek
I am having dinner.
Akşam yemeği yiyorum.
Will you be back before or after dinner?
akşam yemeğinden önce mi sonra mı döneceksin?
time to go for supper
akşam yemeğine gitme zamanı sayılır
to go out for dinner
akşam yemeğine çıkmak
the evening star (a y)
akşam yıldızı
How much free time do you have in the evening?
Akşamları ne kadar boş vaktin olur?
I don't have a lot of free time in the evening
Akşamları çok fazla boş zamanım yok
in the evening
akşamleyin
red / rosy / scarlet
al
It is the red (= ripe and juicy) apple that gets a lot of people throwing stones at it. meaning: Successful people are often a target for envious and slanderous criticism.
Al elmaya taş atan çok olur.
to be soaked in blood
al kanlara boyanmak
as much as possible
alabildiğine
twilight
alacakaranlık
at (the time of ) / by twilight
alacakaranlık vakti
because he knew the answer he was going to get by heart
alacağı cevabı ezberden bildiği için
relevant
alakalı
area / field / space
alan
surface / Fläche (geom)
alan
all (slang)
alay
to make fun of an acc / to laugh about an acc/ sich lustig über /jem. auslachen
alay etmek
cynical / mockingly (... b)
alaycı bir biçimde
mocking behaviour / Spott (a t)
alaycı tavır
all of them were machos (slang)
alayı maço
I would like (I'll have) (a) - Let me take
alayım
on all of them (slang)
alayında
albatross
albatros
deceitfulness / trickiness
aldatıcılık
attention / care
aldırış
not to mind / not to pay any attention to a dative
aldırış etmemek
to pay attention/ mind/ heed/ take heed of/ bother about/ care
aldırmak
realm (a) / world / jollificatian / party / boooze-up
alem
allergy
alerji
allergic
alerjik
tool / equipment /instrument /devise / outfit / gadget
alet
the tool had turned into scrap(totally ruined)
alet hurdaya dönmüştü
Though it is the hand (=man) that grabs the credit, it is in fact the tool that does the work. This is the inverted way of saying, "A bad workman (always) blames his tools. A poor workman blames his tools."
Alet işler, el övünür.
flame
alev
it remained in flames
alevler içinde kaldı
to perceive /wahrnehmen
algılamak
receiver (receiving person) /Empfanger
alıcı
frontal muscle (moves face expressions)
alın kası
my destiny
alın yazım
destiny
alın yazısı
according to information received
alınan bilgiye göre
the bought product getting cheaper after a week
alınan ürünün bir hafta sonra ucuzlaması
irritable / excitable /touchy (person)/ thin-skinned/ squeamish /easily offended / überempfindlich
alıngan
touchiness /squeaminess / sensitiveness / Empfindlichkeit
alınganlık
unusual / unconventional / eccentric
alışılmamış - alışılmadık
regular / usual / common / accustomed (a)
alışılmış
the usual thing
alışılmış şey
less than the usual amount
alışılmış miktardan az
unusual / unordinary
alışılmış olmayan
the habitual criminal
alışılmış suçlu
It requires me to change my habits.
Alışkanlarımı değiştirmemi gerektiriyor.
Custom/habit /Gewohnheit
alışkanlık
to get s.o. adopt a habit
alışkanlık kazandırmak
used to / accustomed (..k..)
alışkın
to get used to
alışmak
accustomed /gewohnt (...m...)
alışmış
to be used to / to be accustomed to
alışmış bulunmak
Once a thief always a thief / The addict is more desperate and dangerous than the rabid. ("Addiction" here has no special reference to drugs; it merely points to "one who is used to".)
Alışmış kudurmuştan beterdir.
a predatory bird trained to be used for bird hunting
alıştırılarak kuş avında kullanılan yırtıcı kuş
to get accustomed to / to get trained to
alıştırılmak
exercise
alıştırma
to train s.o. to accept sth / to make sth go smooth / to allow s.o. to get addicted
alıştırmak
shopping
alışveriş
shopping list
alışveriş listesi
to do shopping
alışveriş yapmak
Let's go shopping (g)
Alışverişe gidelim.
to 'go' shopping
alışverişe gitmek
to go (out) shopping
alışverişe çıkmak
to applaud
alkışlamak
alcohol
alkol
alcoholic
alkollü
to be charged with drunk driving
alkollü araç kullanmakla suçlanmak
a sober driver bringing back drunk people / a designated driver
alkollü kişiyi götüren ayık şoför
Those who claim that the reason why they don't believe in God is science
Allah'a inanmama sebebinin bilim olduğunu iddia edenler
Hoping that Allah will change the direction/course of human history they pray and go out on their pilgrimages.
Allah'ın dinleyeceğini ve insanlık tarihinin yönünü değiştireceğini umarak dua eder ve haç yolculuklarına çıkarlar.
Desist from provoking the innocent's malediction; otherwise, your wrongdoing will be visited upon you by and by, slowly but surely. Don't get the oppressed's curse on you, activating slowly....
Alma mazlumun âhını, çıkar aheste aheste.
to take
almak
it was true that he preferred not to take
almamayı tercih ettiği doğruydu
it's not that I don't speak German, but not as much as English
Almanca konuşmuyor değilim; ama İngilizce kadar değil
He doesn't speak German or any such thing. (Spoken language)
Almanca Malmanca bilmiyor.
My German improved.
Almancam gelişti.
I improved my German
Almancamı geliştirdim.
I like German. - Very first impression only
Almancayı sevdim
I like German - I know a bit and it is nice
Almancayı seviyorum
Germany
Almanya
Germany is a place worth visiting. / deserves to be visited
Almanya çok gidilesi bir yer.
to break one's neck to do something (lit the bloodvessel on one's forehead)
alnının damarı çatlamak
I chewed /bit my lower lip
Alt dudağımı kemirdim.
to overcome / beat / overwhelm
alt etmek
downstairs
alt kat
When I had decided to live a few more years in the city where I have been the last six months
altı aydan beri bulunduğum bu şehirde, daha birkaç sene için oturmayı kararlaştırmışken
We are six (persons).
Altı kişiyiz.
six meters down (lower)
altı metre aşağı
How about (at) 6.30 ?
Altı otuza ne dersin ?
gold
altın
golden cupolas / goldene Kuppeln
altın kubbeler
golden-haired
altın saçlı
a golden-haired woman
altın saçlı bir kadın
her golden-haired beauty was spoiled (rep)
altın saçlı güzelliği bozulmuş
a golden bed (= a bed made of gold)
altın yatak
a bed for gold (= a bed to put the gold in)
altın yatağı
the sixth
altıncı
under
altında
a helmet with gold ornated
altınla süslü bir miğfer
sixty
altmış
the sixty-third
altmış üçüncü
relevance / relation /connection / interest /concern
alâka
to take an interest in / to be interested in
alâka duymak
to show interest
alâka göstermek
scoundrel
alçak
Do not sleep on low ground lest a flood wash you away; do not sleep on high ground lest a storm sweep you off. meaning: Be wise, judicious and provident in your plans and actions; a calculated moderation is the best plan.
Alçak yerde yatma sel alır, yüksek yerde yatma yel alır.
to lower / to descend (intransitive)
alçalmak
to lower (a)
alçaltmak
aluminium -Al 13
alüminyum
slang for:vagina
am
but
ama
But according to research, it is not a drink that will increase your creativity.
Ama araştırmalara göre yaratıcılığınızı artıracak bir içecek değildir.
but it's over
ama artık bitti
But another question worried ( her head)/ made her think even more.
Ama başka bir soru kafasını daha da kurcalıyordu.
But if I do not look around, I simply can't see anything (what shall I do)
Ama ben bakınmazsam, hiç göremem ki
But if I don't like it I simply don't speak at all
Ama ben beğenmezsem, hiç konuşmam ki
But if I don't change , I simply can't be (what should I do)
Ama ben değişmezsem, ben olamam ki
But if I don't learn I simply can't be (what should I do)
Ama ben öğrenmezsem, hiç olamam ki
But let's get something straight : if you insist on reading this book despite my warning, you cannot hold me responsible for the consequences,
Ama bir şeyi açıklığa kavuşturalım : uyarmama rağmen bu kitabı okumakta ısrar edersen,doğacak sonuçlardan beni sorumlu tutamazsın.
But this made matters worse
ama bu durumu daha da kötü bir hâle getirdi
But this effect is weak compared to the Russian influence felt in Kazakh. (Kazakça)
ama bu etki Kazakçada hissedilen Rusça etkisine kıyasla zayıf.
But this did not reduce her beauty.
ama bu güzelliğini azaltmıyordu.
But today we know that there are smaller particles (eg quarks, bosons, fermions, baryons etc.)
Ama bugün biliyoruz ki daha küçük parçacıklar da var, (örn: kuark, bozon, fermiyon, baryon vs.)
It was not worth the risk. ( lit to enter such risk)
Ama böyle bir rizikoya girmeye değmezdi.
but that was the best I could do
ama elimden gelen bu kadardı
But if you measure the weight of the nucleus you will see that it is more than the number of protons.
Ama eğer çekirdeğin ağırlığını ölçersen, proton sayısından fazla olduğunu görürsün.
But if we confess our sins, God, who is faithful and just, will forgive our sins and cleanse(fut/fact) us from all evil. (k) (1 Jn 1:9)
Ama günahlarımızı itiraf edersek, güvenilir ve adil olan Tanrı günahlarımızı bağışlayıp bizi her kötülükten arındıracaktır.
But each time I have difficulties to find my bathsuit.
Ama her seferinde mayomu bulmakta zorlanırım.
But nothing tried (y) to grab me and pull me back.
Ama hiçbir şey beni yakalayıp çekmeye yeltenmedi.
but its light was darkness as if mixed with shadow
ama ışığı karanlıktı sanki gölgeyle karışmış gibi
but was a narrow escape (by a hair's breadth)
Ama kıl payı bir kaçıştı bu.
But how fear will be spread to every place, here is what he knows very well.
Ama korkunun her yere nasıl bulaştırılacağını,işte bunu çok iyi bilir.
but the Queen did not care about this anymore
ama Kraliçe'nin buna aldırdığı yoktu artık
but what can I do ?
ama ne yapabilirim
But let's not go that much into detail today / But let's not go into that much today.
Ama o kadar detaya girmeyelim bugün.
But he didn't want to wait until they would come.
Ama onlar gelene kadar beklemek istemiyordu.
but he did not try to stop her
ama onu durdurmaya çalışmadı.
But who endures until the end will be saved.
Ama sonuna kadar dayanan kurtulacaktır.
but of course
ama tabii
But it was too late.
Ama çok geç kalmıştı.
in order to / with the purpose to
amacıyla
o dear
aman allahım
ooops ! / oh !
aman!
amateur
amatör
purpose/goal / objective
amaç
to intend / to aim at / to target + acc
amaçlamak
warehouse / storage / barn / storehouse
ambar
to gather food in barns
ambarlara yiyecek biriktirmek
ambulance
ambulans
Call an ambulance !
Ambulans çağırın !
uncle (paternel)
amca
The answer that uncle (a) gave with a/his disagreeing voice
Amca'nın onaylamayan sesiyle verdiği cevap
Since his uncle fell ill he hadn't (properly) out to the street
amcasının hatalandığından beri doğru dürüst sokağa çıkmamıştı
operation (med)
ameliyat
The United States of America
Amerika Birleşik Devletleri
Is there a king in the United States?
Amerika Birleşik Devletleri'nde bir kral var mı?
There is no king or queen in the United States.
Amerika Birleşik Devletleri'nde kral veya kraliçe yok.
we used to live in America, but we moved
Amerika'da yaşardık, ama taşındık
American football
Amerikan futbolu
The purpose/aim of the American food industry
Amerikan gıda sanayiinin amacı
Amethyst
ametist
so much
amma
so much less
amma az
so little
amma az
so much longer
amma uzun
so much /many
amma çok
moment
an
outline
ana hat
together with the outlines
ana hatlarla birlikte
main suppliers / key suppliers
ana tedarikçiler
kore element / key element
ana unsur
main course
ana yemek
main meal (ö)
ana öğün
parents (a)
anababa
mothertongue / native language
anadil
key
anahtar
key hole
anahtar deliği
Do you know where my keys are ?
anahtarlarımın nerede olduğunu biliyor musun?
Your keys are under the sofa.
anahtarların koltuğun altında
He has got an analytical mind.
Analitik bir zekası var.
pineapple
ananas
kindergarden
anaokulu
highway (a) main road
anayol
only / lediglich / but / however
ancak
He could only get out a croak.
Ancak bir gıklama çıkarabildi.
Only it seemed that there was no possibility (for him) to move
ancak kıpırdamasına olanak yokmuş gibi görünüyordu
However (a) he has to make do with the room on the loft. (on the roof floor)
Ancak çatı katındaki odayla idare etmesi gerek
reminiscent/ reminding of (a)
andıran
anaesthetics
anestezi
memory
anı
impulse / sudden passion
anı bir istek
suddenly (a...d)
aniden
suddenly (a) I got very scared
aniden çok korktum
to be commemorated / refered to / mentionned
anılmak
instantly / in an instant / right away /immediatly
anında
Comments will come to you right away. (3 sg imp let comments come...)
anında görüşler gelsin
monument
anıt
Ankara woke up today with white all around.
Ankara bugüne beyaz içinde uyandı.
They live in Ankara.
Ankara'da yaşıyorlar
poll
anket
meaning / significance / sense / point
anlam
to make sense
anlam ifade etmek
to add meaning to / to give a new meaning to
anlam kazandırmak
Is there a point you don't understand?
Anlamadığınız bir nokta var mı?
to understand (a)
anlamak
struggling to understand
anlamak için çabalamak
I think I am about to understand
Anlamak üzere olduğumu düşünüyorum
to be about to understand
anlamak üzere olmak
Guess the meaning
anlamı tahmin et
to lose its meaning
anlamını yitirmek
you don't understand (pl)
anlamıyorsunuz
I don't understand
Anlamıyorum
being unable to catch the meaning /not being able to make sense of it
anlamlandıramayarak
to make sense of /to catch the meaning /to interprete
anlamlandırmak
Let's have it ! Let'hear it !
Anlat bakalım!
narrator
anlatıcı
in the narrator's mind
anlatıcının zihninde
It must be clearly and net fixed / determined (b) in the narrator's mind
anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir.
to be fixed / determined in the narrator's mind
anlatıcının zihninde belirlenmek
The situation and the event to be explained, must be clearly and net defined in the mind of the narrator.
Anlatılacak hâl ve olay anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir.
The situation and the event to be explained /told
Anlatılacak hâl ve olay,
The situation and the event to be explained, the view and the intuition to be described
Anlatılacak hâl ve olay, betimlenecek görüş ve sezgi,
The situation and the event to be explained, the view and the intuition to be described, must be clearly and net defined in the mind of the narrator.
Anlatılacak hâl ve olay, betimlenecek görüş ve sezgi, anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir.
The situation and the event to be explained, the view and the intuition to be described, the feelings and thoughts to be expressed must be clearly and net defined in the mind of the narrator.
Anlatılacak hâl ve olay, betimlenecek görüş ve sezgi, dile getirilecek duygu ve düşünce anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir.
the matters to be covered (explained, described)
Anlatılacak, betimlenecek hususlar,
The contents (matters -h) to be explained described must be arranged in accordance with the known and accepted rules of the language.
Anlatılacak, betimlenecek hususlar, dilin bilinen ve kabul edilen kurallarına uyularak düzenlenmek zorundadır.
to be told / to be explained
anlatılmak
expression / manner of telling
anlatım
Characteristics of Expression
Anlatımın Özellikleri
I can't explain /tell
anlatmak elimde değil
Mosquito buzz is music enough to those who (choose to) comprehend; drums and trumpets will not be adequate for those who do not (choose not to) comprehend. equiv: A word to the wise is enough.
Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.
to give insight to
anlayış kazandırmak
understanding/ comprehensive
anlayışlı
the fact that it is impossible to understand (lit. cannot be understood)
anlaşılamamasıdır
understood / roger
anlaşıldı
to be understood (a)
anlaşılmak
to yabber ( speak so fast that it won't be understood)
anlaşılmayacak şekilde hızlı konuşmak
an agreement / a deal
anlaşma
if no agreement is reached / in case of non agreement
anlaşma olmadığı takdirde
to agree / bargain/ settle (a)
anlaşmak
He pointed out that the deal (agreement) would not only be on paper.
Anlaşmaların yalnızca kağıt üzerinde kalmayacağını söylediklerini belirtti.
arranged marriage
anlaşmalı evlilik
It's a deal!
anlaştık!
with an instant miracle
anlık bir mucızeyle
Do you understand (me)?
Anlıyor musun?
I see...
anlıyorum ...
to remember /to commemorate / to mention / gedenken
anmak
mother
anne
my mum and dad got divorced
anne ve babam boşandılar
my mum and dad will retire in about three years
anne ve babam yaklaşık üç yıl içinde emekli olacaklar
grandmother (maternel)
anneanne
My mother also wants a watch.
Annem de bir kol saati istiyor
I have to buy a present for my mum
annem için bir hediye almam gerekiyor
My mother wants me to eat salad.
Annem salata yememi ister.
My mother and I are going to watch my favoured TV show.
annem ve ben en sevdiğim TV programını izleyeceğiz
my mother's cooking / the meals my mother cooks
annemin pişirdikleri
Our mother always watches the news.
Annemiz haberleri her zaman izler
You have to (l) explain some circumstances to your mother.
Annene bazı durumları izah etmen lazım.
His mother wants him to eat salad, not fries.
Annesi salata yemesini ister, patates kızartması değil.
His mother wants him to eat salad.
Annesi salata yemesini ister.
He who loves his mother or his father more than he loves me is not worthy (l) of me.
Annesini ya da babasını beni sevdiğinden çok seven bana layık değildir.
suddenly (a...z)
ansızın
to pop out / to burst into scene
ansızın ortaya çıkıvermek
Antarctica
Antarktika
Pistazie
Antepfıstığı
antibiotics
antibiyotik
Leaning(rep) against the ancient city's stone wall
Antik kentin taş duvarına yaslanmış
antik shop
antika (cı) dükkânı
antik dealer
antikacı
training
antrenman
coach /trainer
antrenör
helter-skelter / headlong / hurriedly
apar topar
appartment block / building
apartman
the flats of a building
apartmandaki daireler
starter / apéritive
aperatif
How cool is Apple's new product!
Apple'ın yeni ürünü ne harika!
fool
aptal
like a fool / foolish
aptal gibi
silly
aptalca
break / interruption (a)
ara
sometimes / occasionally / from time to time
ara sıra
to break / interrupt / suspend / lay off / discontinue
ara vermek
snacks (fruit /soup / a 'meal' inbetween/not used for aperitive)
ara öğün
car / cart / wagon
araba
The car stood on the gravel in front of the big house.
Araba büyük evin önündeki çakılın üstünde duruyordu.
After the carriage has toppled over there are many to show the way. meaning: There are always a lot of people offering to show you how to do something properly, but only after a failure or accident has come to pass.
Araba devrilince yol gösteren çok olur.
the car stopped
Araba durdu.
The car stood
Araba duruyordu.
My car broke down.
Arabam bozuldu.
My car was broken in / Mein Auto wurde aufgebrochen
arabama hırsız girdi
to the side of the cart /wagon
arabanın kenarına
He leaned against the wheel of the wagon
Arabanın tekerine yaslandı
He watched the car approaching
arabanın yaklaşmasını izliyor
His car does not start. (not work)
Arabası çalışmıyor.
He is trying to start his car.
Arabasını çalıştırmaya çalışıyor.
carfree
arabasız
He leaned(y) against the cart and reposed (d) his arm on the brandy barrel
Arabaya yaslanıp brendi fıçısına kolunu dayadı.
to fit the car into a tight space (parking lot)
arabayı sıkışık bir yere yerleştirmek
I can't start the car
Arabayı çalıştıramıyorum
mediation / intercession
aracılık
The passenger of the vehicle was unharmed.
Aracın yolcusu sağ salimdi.
December
Aralık
continuous
aralıksız
The continous side by side standing books
Aralıksız yan yana duran kitaplar
to call / search / seek / look for / to call (someone on the phone)
aramak
to be looked for
aranmak
if not called and even when called
aranmazsa, hatta arandığı zamanlarda bile
between/ among
arası
between
arasında
He who searches will find his master and his trouble (b). -a warning
Arayan mevlasını da bulur, belasını da.
arayacağım Slang (I will call)
araycam
land/ territory/ terrain
arazi
hiking / wandern
arazi yürüyüşü
tool / means (could be a car e.g.)
araç
researchers
araştırmacılar
Ressearchers explain its reason as follows :
Araştırmacılar, bunun sebebini şöyle açıklıyor:
to investigate / search research/ explore/ survey / study
araştırmak
When the research (pl) is complete, I hope that diabetics will not need to make insulin injections.
Araştırmalar tamamlandığında, şeker hastalarının insülin iğnesi yapmasına gerek kalmayacağını umuyorum
according to ressearch
araştırmalara göre
incessant / everlasting /non stop
ardı arkası kesilmeyen
non stop phone calls
ardı arkası kesilmeyen telefonlar
after (behind) a genitive (a)
ardından
Argon - Ar 18 (renksiz gaz)
argon
argument (reasoning)
argüman
bee
arı
bee eater/merop /Bienenfresser (Southeast european/African bird - about 24 cm big/ very colourful)
arıkuşu
to cleanse (r.g. from sin)
arındırmak
to purify (a) (chemically )
arıtmak
back / hind / rear (a)
arka
friend
arkadaş
to make friends
arkadaş edinmek
Does your friend like comedies?
arkadaşın komedileri sever mi?
what kind of films does your friend prefer?
arkadaşın ne tür filmler tercih eder?
She was disappointed to learn that her friend was not coming back.
Arkadaşının geri dönmeyeceğini öğrendiğinde hayal kırıklığına uğradı.
His friends shrieked in anger
Arkadaşları öfkeyle ciyakladılar.
My friends and I are going out for dinner.
arkadaşlarım ve ben akşam yemeğine çıkacağız
Behind me someone exploded into laughter.
Arkamdan birisi bir kahkaha patlattı.
I heard the door shutting behind me.
Arkamdan kapının kapandığını duydum.
Turning around (to my back) I prepared to run, my mind was full of rapists and murderers.
Arkamı dönüp koşmaya hazırlandım, zihnim tecavüzcüler ve katillerle doluydu.
soap opera
arkası yarın (diziler)
Behind him there was a wide grass and tree circle.
Arkasında geniş bir çimen ve ağaç halkası vardı.
Behind him, in the place where just before the deers were laying (to sleep) there was a wide smoldering grass and tree circle.
Arkasında, az önce geyiklerin yattığı yerde dumanı tüten geniş bir çimen ve ağaç halkası vardı.
pear
armut
the pear falls to the root /the apple never falls far from the tree
armut dibine düşer
aromatic
aromalı
barley /Gerste
arpa
rear (a)
art
malicious intentions
art niyet
ascending / sorted ascending
artan sırada
For pragmatists like Arthcamu
Arthcamu gibi pragmatistler için
plus / positif (e.g. electrons)
artı
positively charged / positive geladen
artı yüklü
no longer / no more / from now on
artık
exces
artık
He did not care anymore
Artık aldırmıyordu
off you go (go ahead / get started)
artık başlayın!
Nothing can save me anymore.
Artık beni hiçbir şey kurtaramaz.
they don't speak to each other anymore
artık birbirleriyle konuşmuyorlar
whether you return now or not
artık dönsen de dönmesen de
It was no longer safe.
Artık güvenli değildi.
It was no longer safe to be outside after it got dark.
Artık hava karardıktan sonra dışarıda olmak güvenli değildi.
not any more
artık hayır
whenever he fancied to have determined (found) a weakness in the people he now served)
Artık hizmetinde olduğu kişilerde ne zamanbir zaaf saptadığını sansa,
He was (from now on / at that) to confused to understand what was asked.
Artık ne sorulduğunu anlamayacak kadar şaşkındı.
We'll have to take care of him now. (can mean to beat him down /even kill)
Artık onun icabına bakmamız gerekecek.
the ball is in your court now
artık top sende
Now he behaves himself.
Artık uslu duruyor.
(food) leftover
artık yemek
bisextile
artık yıl
not anymore/no more
artık yok
a picnic she had gone to on a long (already) forgotten day
artık çoktan unuttuğu bir gün gittiği bir piknik
It is no longer important. / It doesn't matter anymore.
Artık önemli değil.
to have one's luck run out (it no longer smiles to your face)
artık şans yüzüne gülmemek
to increase something
artırmak
to increase
artmak
increasing / on the upgrade
artmakta
to supply / offer
arz etmek
a desire
arzu
to desire
arzu etmek
As (cards) (a)
as
wand
asa
irritable / nervous (a)
asabi
parasite
asalak
parasitic (by being a parasite)
asalak olarak
nobility /dignity (a)
asalet
minimal
asgari
minimum cost
asgari maliyet
with a sullen /gloomy face
asık suratla
principally / originally / true
asıl
return something to its real owner
asıl sahibine iade etmek
to show what you are made of / to show your true face
asıl yüzünü göstermek
hanging, suspended, dependent, pendant, pendent, pending
asılı
to keep hanging
asılı durmak
to hang (on) / to be suspended
asılmak
nobleman / aristocrat
asilzade
soldier
asker
with a military skill(fulness)
askeri maharetle
military
askeriye
never (a)
asla
I have dreams that will never come true. So I'm just dreaming and hoping.
Asla gerçekleşmeyecek hayallerim var. Bu yüzden sadece hayal etmekle ve ümit etmekle kalıyorum.
He never forgets to say please and thank you.
Asla lütfen ve teşekkür ederim demeyi unutmaz.
I never would have guessed
asla tahmin edemezdim
whether I will ever x
asla x-ip x-eceğim
lion
aslan
You can tell a lion from its lair. meaning: How well one cares for and maintains the place where he lives is the real tell-tale account of his habits.
Aslan yattığı yerden belli olur.
lion-hearted
aslan yürekli
the lion's den
aslanın ini
As a matter of fact / if you were to take a look at its actual form
Aslına bakacak olursanız
As a matter of fact / lit. if you take a look at its actual form
Aslına bakarsanız
in fact / actually / originally
aslında
Actually it takes away the only meaning that I can see in this event
Aslında bu olayda benim görebildiğim yegâne manayı ortadan kaldırır.
I actually like all food
Aslında bütün yiyecekleri severim
Actually I didn't ask you a question, I gave orders.
Aslında sana bir soru sormadım, emir verdim.
That one is actually bigger
aslında şu daha büyük
padlock / Vorhängeschloß
asma kilit
a cage with padlock
asma kilitle kafes
suspended flowerpot / hängender Blumentopf
asma saksı
to hang
asmak
astronaut
astronot
if I were an astronaut I would go to outer space
astronot olsaydım dış uzaya giderdim
Asia
Asya
Asian
Asyalı
horse
at
Knight Pferd (chess)
at
The horse fell with his chest hard to the ground
At göğüsüstü yere gömüldü.
The horse was a huge(d) black horse with a mane and a tail that rippled behind it.
At, yelesi ve arkasında dalgalanan kuyruğuyla devasa siyah bir attı.
ancestor / forefather
ata
our ancestores
atalarımız
the god of our forefathers
atalarımızın Tanrı'sı
proverb / saying
atasözü
Atatürk is an excellent leader
Atatürk mükemmel bir lider
paperclip /Büroklammer
ataş - ataç
fire (chimney / camp fire)
ateş
fever
ateş
a fire-eater (a man erupting with fire) / Feuerspucker (p)
ateş püsküren bir adam
The more the number of fireflies increased the more also the darkness deepened.
Ateşböceklerinin sayısı arttıkça, karanlık daha da koyulaşıyordu.
firefly / glowworm / Glühwürmchen
ateşböceği
to fan the flames (to make the fire bigger)
ateşi körüklemek
Fire is easier to discipline than a cat.
Ateşi terbiye etmek bir kediyi terbiye etmekten daha kolay.
to ignite / fire /set off / let fly
ateşlemek
He was grateful that the fires were cold, otherwise ...
Ateşlerin soğuk olmasına şükretti, aksi hâlde...
a fiery wind licked his cheek.
ateşli bir rüzgâr yanağını yaladı.
Her father did not like fire at all.
Ateşten hiç hoşlanmıyordu babası.
to take the horse to the stable
atı ahıra götürmek
The one who took the horse passed Üsküdar (part of Istanbul ) - you waited too long. Can't change anything now.
Atı alan Üsküdar'ı geçti.
waste
atık
aggressive/ adventuresome/ enterprising /bold /reckless
atılgan
Before exhibiting the forms of impulsive behavior, the person must first identify the things/sides that need to be developed,
Atılgan davranış biçimlerini sergilemeden önce kişi, öncelikle geliştirmesi gereken yanlarını tespit etmeli
Before exhibiting the forms of impulsive behavior, the person must first identify the things/sides that need to be developed, he has to become his own doctor.
Atılgan davranış biçimlerini sergilemeden önce kişi, öncelikle geliştirmesi gereken yanlarını tespit etmeli, kendisinin doktoru olmalıdır.
before displaying forms of enterprise / impulsiveness
Atılgan davranmış biçimlerini sergilemeden önce
Impulsive (daring/kühne) people are expected to also (show) respect (to) the rights of others.
Atılgan kişilerden başkalarının haklarına da saygı göstermeleri beklenir.
Impulsive (daring/kühne) people are expected to defend the rights of others.
Atılgan kişilerden başkalarının haklarını savunmaları beklenir.
Impulsive (daring/kühne) people are expected to be able to express their rights in a clear manner.
Atılgan kişilerden haklarını net olarak ifade edebilmeleri beklenir.
To be enterprising (impulsive) improves your life.
Atılgan olmak, hayatınızı geliştirir.
To be impulsive is/means a socially expected number of social skills to be found in flesh and bone
Atılgan olmak, toplumca beklenen birtakım sosyal becerilerin vücut bulmuş, hâlidir
impulsiveness / Being impulsive/ initiative / boldness / Kühnheit / Verwegenheit / Wagemut
atılganlık
Impulsiveness is to become the favourite of the group of friends/new people which is entered (= which one has entered)
Atılganlık girilen ortamın favorisi olmaktır.
Impulsiveness is, feelings and thoughts expressed in a clear and open manner.
Atılganlık,duygu ve düşüncelerin net ve açık bir şekilde ifade edilmesidir.
to be thrown/to plunge / dash
atılmak
to jump from (the top of) the horse
atın üstünden atlamak
I would have told him to take his horse himself to the stable
Atını ahıra kendisinin götürmesini söylerdim
to snack
atıştırmak
snack
atıştırmalık
scarf
atkı
to jump (over)
atlamak
The horses snorted nervously and...
Atlar telaşla homurdanıp
They whirled their horses around (d)
Atlarını döndürdüler
to get over / to bypass / to survive
atlatmak
he jumped and landed.
atlayıp indi
Bankcontact /Mister cash
ATM
to throw
atmak
atmosphere
atmosfer
the atmosphere was more pessimistic (k)
atmosfer daha karamsardı
atomic structure
atomik yapı
There are particles inside the atom that we call proton.
Atomun içinde proton dediğimiz parçacıklar var.
I think you have some knowledge about the atomic structure.
Atomun yapısı hakkında birtakım bilgilere sahipsindir, diye düşünüyorum.
workshop (place)
atölye
prey (a)
av
to hunt for prey (a)
av aramak
to spoor / to track (game) /eine Spur verfolgen
av izi sürme
He was the only hunter near Carvahall who had the courage to track game.
av izi sürme cesareti gösteren Carvahall yakınındaki tek avcıydı o.
in the status / position of prey - hunted
av konumunda
idle / vagabond / hobo / flaneur / wanderer
avare
to wander around idly / to roam / ramble / fool about
avare avare dolaşmak
to sit around (do nothing)
avare avare oturmak
hunter
avcı
hunting knife
avcı bıçağı
The bear knows as many means of escape as the multitude of tricks that the hunter knows.
Avcı ne kadar hile bilirse, ayı da o kadar yol bilir.
hunting / huntsmanship / Jagd
avcılık
to be fed for hunting purposes /work
avcılık işler için beslenmek
It was the third night of the hunt.
Avın üçüncü gecesiydi.
chandelier / Kronleuchter
avize
courtyard / yard / atrium
avlu
Avocado
Avokado
euro
avro
Europe
Avrupa
European
Avrupalı
from the inside of his palm
avucunun içinden
from the inside of his palm a red lightening flashed and
avucunun içinden kırmızı bir şimşek çakıp
lawyer
avukat
to request a lawyer
avukat talep etmek
consolation / solace
avuntu
Australia
Avustralya
to console / comfort / cheer up / delude
avutmak
Palm (hand)
avuç
moon
ay
month
ay
moon light
ay ışığı
The moonlight was illuminating a motionless lump (stack) consisting of up to twenty deers on the grass.
Ay ışığı, yirmi kadar geyiğin çimenlerin üstünde oluşturduğu hareketsiz yığını aydınlatıyordu.
palm ( hand)
aya
The first man who stepped on the moon
Aya ilk ayak basan insan
Do you remember the first man who stepped on the moon ?
Aya ilk ayak basan insanı hatırlıyor musun?
foot
ayak
to be in the way
ayak altında olmak
to set foot on
ayak basmak
Fussknöchel / ankle
ayak bileği
toes
ayak parmakları
toe
ayak ucu
shoe
ayakkabı
a shoe thief
ayakkabı hırsızı
in order to find the shoe thieves
ayakkabı hırsızlarını bulmak için
shoe sole
ayakkabı tabanı
in order to find the thief stealing shoes
ayakkabı çalan hırsızı bulmak amacıyla
The shoes are not comfortable. They are too tight.
Ayakkabılar rahat değil. Onlar çok sıkı.
uprising /riot /revolt
ayaklanma
The uprising brought about the needed (social) changes.
Ayaklanma, ihtiyaç duyulan değişiklikleri getirdi.
to shuffle one's feet / schlurfen
ayaklarını sürümek
at the feet of
ayaklarının dibinde
He took his backpack that was standing at his feet
ayaklarının dibinde duran sırt çantasını aldı.
footless
ayaksız
to stand (stay standing)
ayakta durmak
to adjust /regulate /set (a)
ayarlamak
to jump to one's feet
ayağa fırlamak
Stand up! Everybody(all of you) stand up!
Ayağa kalkın! Hepiniz ayağa kalkın!
to stand up
ayağa kalkmak
to sprain /twist one's ankle
ayağı burkulmak
put your foot down (on the gas)!
Ayağını gaza bas !
Stretch your feet according to your quilt / Don't spend more than you can afford.
ayağını yorganına göre uzat
to lighten up / to brighten / to become enlighted
aydınlanmak
to brighten / to lighten
aydınlatmak
bright / brightness
aydınlık
stallion
aygır
device /aid (pl. equipment)
aygıt
bear
ayı
conscious / sober / wide awake
ayık
to remain sober
ayık kalmak
to keep awake
ayık tutmak
to pick out /sort out /pluck /extract
ayıklamak
shame / reproach /blemish / fault
ayıp
to behave shamefully /disgrace
ayıp etmek
Shame on you
ayıp sana
free from defects
ayıpsız
He who looks for a friend without blemish remains friendless.
Ayıpsız dost arayan dostsuz kalır.
to take into pieces / to seperate / to disassemble
ayırmak
to differentiate
ayırt etmek
to reserve / to book
ayırtmak
idly
aylak aylak
monthly
aylık
salary (= monthly payment)
aylık
with a monthly salary
aylıkla
mirror
ayna
his reflection (which was) in the mirror
aynadaki yansıması
A person's mirror are his works,words are not looked at. (Actions speak louder than words)
Aynası iştir kişinin, lâfa bakılmaz.
the same / ditto / exactly / just the same ( adv)
aynen
exactly
aynen öyle
that's right / exactly / precisely
aynen öyle
the same (adj)
aynı
at the same time
aynı anda
the same dull beech leaves
aynı donuk kayın ağacı yaprakları
We don't agree
aynı fikirde değiliz
to agree; to be of the same opinion
aynı fikirde olmak
don't make the same mistake again
aynı hatayı tekrar yapma
the same thing
aynı şey
to continue to say the same things
aynı şeyleri söyleyip durmak
seperate / dissimilar / distinct
ayrı
seperately
ayrı ayrı
moreover /also (a)
ayrıca
Also, I don't like familiarities.
Ayrıca laubaliliği de sevmem.
priviledge
ayrıcalık
to add distraction
ayrıcalık kazandırmak
I am priviledged
ayrıcalıklıyım
we broke up
ayrıldık
separation
ayrılık
Ablative
ayrılma hâli - -den hâli
to leave; to depart; to break up
ayrılmak
detail
ayrıntı
It was like apart from a few touches he didn't care to bother for the details. /As for the details he didn't seem to have cared enough for more than just a few taps.
Ayrıntı olarak da birkaç dokunuştan öte bir zahmete girecek kadar umursamamış gibiydi.
moonstone /Mondstein (pearly white /consisting of alkali feldspar)
aytaşı
Quitte
ayva
drunkard /drinking
ayyaş
sunflower oil
ayçiçek yağı
Sunflowerseed
ayçiçek çekirdeği
sunflower (lit. moonflower)
ayçiçeği
little / peu / kaum / not enough
az
less is more
az ama öz
Nearly / almost (a)
az daha
we walked and walked (until we reached..) /in story telling
az gittik uz gittik
need little / have little need of
az ihtiyaç duymak
nearly / almost
Az kalsın
I almost had a car accident. (formal)
Az kalsın bir kaza geçirecektim.
I almost had a car accident. (spoken)
Az kalsın bir kaza geçiriyordum.
I almost made a car accident. (formal)
Az kalsın bir kaza yapacaktım.
I almost made a car accident.
Az kalsın bir kaza yapıyordum.
There almost happened a car accident
Az kalsın trafik kazası oluyordu!
low fat cream
az yağlı krem
not long time ago /recently
az zaman önce
just now /a short time ago /a little earlier
az önce
what you just said to me
az önce bana söylediklerin
you just made the biggest mistake of your life
az önce hayatının en büyük hatasını yaptın
what did you just say?
az önce ne dedin sen?
When I passed a short while ago the place where I had gone only one time (before), the place was exactly as I remembered.
Az önce sadece bir kez gittiğim yerin önünden geçerken yeri tam olarak hatırladım,
what just happened
az önce yaşadığımız şey
When I passed a short while ago the place where I had gone only one time (before)
Az önce, sadece bir kez gittiğim yerin önünden geçerken
descending / sorted descending
azalan sırada
to decrease / reduce (intransitive)
azalmak
to decrease / reduce sthg
azaltmak
greatness /grandeur / magnificence (a)
azamet
maximum
azami
maximum dependable capacity
azami güvenilir kapasite
to scold
azarlamak
as if she wanted to scold
azarlarcasına
fierce / furious / wild
azgın
He who steals a little will also steal a lot.
Azı çalan çoğu da çalar.
He who steals a little will also steal a lot.
Azı çalan çoğu da çalar.
a little bit / slightly /fractional/a sprinkle of
azıcık
minority
azınlık
Nitrogen / Stickstoff - N 7
azot
hungry
A hungry bear will not dance/play. meaning: "One cannot work on an empty stomach." [This is the kind of proverb with which you might even remind the fact to your boss (surely, an asshole or a bitch) if you are plucky enough.]
Aç ayı oynamaz.
Are you hungry
Aç mısın
A hungry chicken dreams (sees) of herself in a wheat store. meaning: [Generally used in a tongue-in-cheek way.] 1. In hopeless situations, one indulges in all sorts of wistful imaginings.
Aç tavuk kendini buğday ambarında görür.
The person loving the hungry and cold dog gave him food and taking off the coat that was on him covered him.
Aç ve üşüyen köpeği seven kişi köpeğe yemek verip üstündeki montu çıkararak üstüne örttü.
azalee
açelya
I even watered the azalee
açelyayı bile suladım
angle
açı
clear / open / light (for colours)
açık
her open eyes frozen in disbelief
açık gözleri inanmazlıkla donmuş
a woman whose open eyes were frozen in disbelief
açık gözleri inanmazlıkla donmuş bir kadın
to establish an open communication
açık iletişim kurmak
light blue
açık mavi
for obvious reasons
açık nedenlerden dolayı
to be kept open
açık tutulmak
to explain
açıklamak
to not explain
açıklamamak
to make somebody explain something
açıklatmak
to cause sb to make sb explain sth
açıklattırmak
to cause sb to cause sb to make sb explain sth
açıklattırtmak
to cause sb to cause sb to cause sb to make sb explain sth
açıklattırttırmak
clarity / openness
açıklık
to clarify /to bring in clarity (a.k.)
açıklık kazandırmak
to restore clarity / to get straight
açıklığı kavuşturmak
clearly/ plainly /manifestly/ distinctly
açıkça
frankly speaking / strictly speaking /to tell the truth
açıkçası
To be honest I didn't do much.
Açıkçası pek bir şey yapmadım.
return without opening
açılmadan iade
to become open / to get lighter(heller) / to open up into... / to lead to
açılmak
to reveal
açığa vurmak
to be revealed/ to be brought into the open (ç)
açığa çıkarılmak
to reveal / to bring to the open (ç)
açığa çıkarmak
off shore / in the open (naut. term) here: away from
açığında
hunger
açlık
to open / to turn on/up
açmak
net /web
network services dedicated devices
ağ hizmetleri adanmış cihazlar
older brother
ağabey
his uncle's son whom he called his older brother
ağabeyi dediği amcasının oğlu
It is the worms that (eat up and) destroy a tree; it is his worries that (eat up and) "finish" a man.
Ağacı kurt, insanı dert yer.
He leaned against the tree trunk.
Ağacının gövdesine yaslanmıştı.
time before sunrise / sky is getting light blue / sun not yet to be seen ('whitening')
ağarma
to become lighter/ to become/turn white
ağarmak
tree
ağaç
"A tree can only be bent when it is wet (not old and dried up.)" i.e. You can't teach an old dog new tricks.
Ağaç yaş iken eğilir.
afforestation /Bewaldung
ağaçlandırma
The trees will flower in a few weeks.
Ağaçlar birkaç haftaya kadar çiçek açacak.
Though the trees grew longer/tall
Ağaçlar uzasa da
Though the trees grew longer/tall and the sky shone brightly
Ağaçlar uzasa ve gökyüzü pırıl pırıl parlasa da
Though the trees grew longer/tall and the sky shone brightly very (ç) few people could stay there for long without having an accident.
Ağaçlar uzasa ve gökyüzü pırıl pırıl parlasa da çok az insan bir kaza geçirmeden orada uzun süre kalabilirdi.
In the trees the voice of the birds had ceased
Ağaçlarda kuşların sesi dinmişti
It lightened the trees with a blood coloured light.
Ağaçları kan rengi bir ışıkla aydınlattı.
in open places where the (number of) trees thinned down
ağaçların seyreldiği açıklık yerlerde
sheep fold/ sheep pen
ağıl
heavy / weighty / grave / severe
ağır
She had a beauty that is slowly discovered
ağır ağır keşfedilen bir güzelliği vardı
accepting / dignified/ sober-minded/ unpertubably (lit.heavy-headed)
ağır başlı
a heavy silence
ağır bir sessizlik
heavy/ deep sleep
ağır uyku
to entertain / welcome / receive / show hospitality
ağırlamak
to get heavy / to get harder / to get serious / to spoil (food)
ağırlaşmak
weight
ağırlık
weight lifting
ağırlık kaldırma
weight lifting
ağırlık kaldırma
to lift weights
ağırlık kaldırmak
lamentation /wail
ağıt
to mourn / lament / wail
ağıt yakmak
(Book of) Lamentations
Ağıtlar
mouth
ağız
dog - breath / jemand mit Mundgeruch (l)
ağız leş gibi kokan kimse
to cry
ağlamak
her eyes swollen from crying
ağlamaktan şişmiş gözleri
A quiet baby gets no suck. It's the creaking wheel that gets the grease.
Ağlamayan çocuğa meme verilmez.
She was crying, because they were arrogant to her.
Ağlıyordu, çünkü ona kabadayılık taslıyorlardı.
pain
ağrı
painkiller
ağrı kesici
to take painkillers
ağrı kesici içmek
Aches and pains
ağrılar ve acılar
Aches and pains turned into distant memories, then vanished.
Ağrılar ve acılar uzak anılara dönüştü, sonra yok oldu.
to be in pain
ağrısı olmak
August
Ağustos
a rudeness like speaking when his mouth was full
ağzı doluyken konuşmak gibi bir kabalık
to be over the moon / for the mouth to reach the ears
ağzı kulaklarına varmak
overjoyed / grin from ear to ear (lit his mouth is in his ears)
Ağzı kulaklarında
He doesn't talk much (lit. He has a mouth, he doesn't have a tongue)
ağzı var dili yok
His mouth and fingers were sticky.
Ağzı ve parmakları yapış yapıştı.
from my mouth
ağzımdan
Don't talk when your mouth is full!
Ağzın doluyken konuşma !
Get out the beans that are in your mouth / spill the beans / let's hear it / let the cat out of the bag
ağzındaki baklayı çıkar
to tuck in *to stuff one's mouth
ağzını tıka basa doldurmak
Spit downwards, but your beard gets in the way; spit upwards, but your moustache is there. : facing a situation in which one has to choose between two equally disaster-spelling options.
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.
up and down (lit. Down and up)
aşağı ve yukarı
More or less / approximately
aşağı yukarı
(that is) lower
aşağıdaki
There is a noise downstairs (lit. There are noises coming from downstairs.)
Aşağıdan gürültüler geliyor.
to despise, to run sb down, to degrade /humilate
aşağılamak
vile / wicked / mean
aşağılık
downwards
aşağıya
(towards /straight) downwards
aşağıya doğru
vaccination
aşı
certificate of vaccination
aşı kağıdı
to take vaccination
aşı tutmak
to fall in love
aşık olmak
obvious (a)
aşikâr
familiar (a)
aşina
a melody (e) that was familiar
aşina olduğu bir ezgi
it sounded (was) to her ear as if a familiar melody was played
aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına
extreme
aşırı
overenthousiastic
aşırı coşkulu bir hâlde
to an extreme degree / extremely
aşırı derecede
passionate desire
aşırı istek
love (romantic)
aşk
love life
aşk hayatı
I don't want to talk about my love life.
Aşk hayatımdan konuşmak istemiyorum
Love conquers all / Amor omnia vincit
Aşk her güçlüğü yener
my love
aşkım
to cross; to exceed
aşmak
Ashure or Noah's Pudding is a Turkish dessert porridge that is made of a mixture consisting of grains, fruits, dried fruits and nuts.
aşure
the cook
aşçı
father
baba
grandmother (paternel)
babaanne
My father isn´t considering the same political ideas his own as my uncle .
Babam amcamla aynı siyasî düşünceleri benimsemiyor.
My father thinks I was frightened of the shadows of the trees.
Babam ağaçların gölgesinden ürktüğümü düşünüyor.
My father works together with his younger brother. (lit. my young uncle)
Babam küçük amcamla beraber çalışıyor.
You are my Fatger, my God and the Rock of my salvation. (Ps 89: 27)
Babam sensin ... Tanrım, kurtuluşum kayası !
my dad doesn't know anything about technology
babam teknoloji hakkında hiçbir şey bilmiyor
my father is weary (because of age) /physically and mentally tired (not: collapsed!)
babam çöktü artık
Stay at home until your dad comes.
Babanı gelene kadar, evde kal.
The father gives to his son a vineyard, the son doesn't give to the father a bunch of grapes.
Babası oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş.
the area where her father was a priest
babası rahipliğini yapmakta olduğu bölge
the area where her father was a priest
babası rahipliğini yapmakta olduğu bölge
her father's furious temperament had passed on to her.
Babasının öfkeli mizacı ona geçmişti.
dude (b)
babo
chimney
baca
leg
bacak
I tried to stretch my legs.
Bacaklarımı esnetmeye çalışırım.
She tries to stretch her legs.
Bacaklarını esnetmeye çalışır.
The smoke coming out of the chimneys gave a woody smell to the air.
Bacalardan çıkan duman havaya odunsu bir koku veriyordu.
my leg throbbed
bacağım zonkluyordu
almond
badem
tonsilitis / Mandelentzündung
bademcik iltihabı
tonsils / Mandeln (body)
Bademcikler
There's inflammation in your tonsils. (Mandeln)
Bademciklerinizde iltihap var.
crisis / misfortune
badire
to survive a crisis / to weather the storm / endure the difficult situation
badire atlatmak
badminton
badminton
she enjoys playing badminton, but she likes sailing more
badminton oynamayı sever ama yelkeni daha çok sever
luggage
bagaj
My luggage is too heavy
bagajım çok ağır
pretext / Vorwand
bahane
Spring (b)
bahar
When Spring comes the surroundings turn green
Bahar gelince ortalık yeşerir
Curry powder
baharat harmanı
spice mixture / Kräutermischung
baharat torbası
spices /Gewürze
baharatlar
spicy / seasoned
baharatlı
spicy dishes
baharatlı yemekleri
The arrival (coming) of Spring (b)
Baharın gelmesi
a bet / a wager (b)
bahis
I bet it was not yet invented.
Bahse girerim ki, henüz icat edilmemiştir.
to bet / enter a wager (b)
bahse girmek
to tell (in conversation)
bahsetmek
fortune /luck /chance (b)
baht
unfortunate /illfated (b)
bahtsız
whoever the unfortunates might be
bahtsızlar kim olsa olsun
garden
bahçe
gardening
bahçecilik
gardener
bahçıvan
Gardeners came and took those accidentally left behind as well away
bahçivanlar gelip istemeden geri kalmış olanları da el arabalarıyla götürdüler
tips / Trinkgeld / pourboire
bahşiş
Here is a tip !
Bahşiş burada.
Let me explain it to you !
Bak, sana anlatayım !
minister
bakan
He was a minister
bakanlık yapmış
In a written statement from the Ministry
Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada
Excuse me ? (to draw attention e.g. to a waiter) (lit. can you look?)
Bakar mısınız ?
If you take care it will become a vineyard if you don't take care it will become a mountain.
Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur.
to maintain /to service
bakımını yapmak
well kept / snug / geplegt
Bakımlı
a well kept little (market) place
bakımlı küçük bir meydan
to look around / to look about
bakınmak
copper/ Kupfer - Cu 29 (Geniş metaleri /Metalik kahverengidir)
bakır
malachite
bakır taşı
a cupper wire
bakır tel
a little flask that seemed to be made out of copper
bakırdan yapılmış gibi görünen küçük bir matara
virgin
bakire
look / regard
bakış
point of view
bakış açısı
to give a point of view
bakış açısı kazandırmak
If looks could kill I would have died now
Bakışlar öldürebilseydi şu an ölmüştüm.
with pure(k) fear in his gaze / its very gaze fear
bakışlarında katışıksız korkuyla
(fava) bean
bakla
Hülsenfrüchte
Bakliyat
to look
bakmak
If by looking one can become a master the dog would be a butcher.
Bakmakla usta olunsa köpek kasap olurdu.
honey
bal
honey and beewax making insects
bal ve bal mumu yapan böcekler
Wade /Unterschenkel /shank
baldır
ballet
bale
ballet teacher
bale hocası
fish
balık
A fish stinks from the head on (a corruption begins from the top)
Balık baştan kokar.
fish (meat)
balık eti
He doesn't like fish.
balık sevmez
fishing
balık tutmak
headfirst / headlong / thoughtlessly / Hals über Kopf
balıklama
to jump at something /to fling oneself at something / to dive headfirst into something (d/a)
balıklama dalmak - balıklama atlamak
fisherman
balıkçı
The fishermen are fishing until the evening.
Balıkçılar akşama kadar balık tutuyor.
fishery / Fischerei / la pêche
balıkçılık
whale
balina
marine mammal of the whales living in pods(groups) in mild and warm seas that can reach a length of three meters
Balinalardan,ılık ve sıcak denizlerde sürüler durumunda yaşayan, boyları üç metreye kadar erişebilen, memeli deniz hayvanı
balcony
balkon
to tell in all colours /to go in raptures about
ballandıra ballandıra anlatmak
bee wax
balmumu
pufferfish /Kugelfish
balon balığı
very different / utterly different / quite different
bambaşka
to me (dat)
bana
Tell me about your family
bana ailenden bahset
Tell me who are your friends and let me tell you who you are.
Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
the way he looked at me
bana bakma tarzı
I did not like the way (t) he looked at me
Bana bakma tarzından hoşlanmadım.
(How about you) don't look at me!
Bana bakmasana!
it's up to me
bana bağlı
Can you give me a glass of water?
Bana bir bardak su verebilir misin?
Bring me a coffee!
Bana bir kahve getir!
He threw a snowball at me.
Bana bir kartopu attı.
Can you give me an example?
Bana bir örnek verir - verebilir misin ?
Tell me that !
Bana bunu söyle!
If you don't feel like answering me you can leave it. / Wenn du keine Lust hast mir zu antworten, kannst du ez auch sein lassen.
Bana cevap vermek hiç içinden gelmiyorsa, vermesen de olur.
far be it from me (lit. it does not fall to me)
bana düşmez
Come to me. I (will) give you rest.
Bana gelin. Ben size rahat veririm.
when it comes to me /concerning me
bana gelince
He told me to go / He told me that I should go
bana gitmem gerektiğini söyledi
you can count on me
bana güvenebilirsin
He gives me a present every day.
bana her gün bir hediye veriyor
She always makes me do my homework.
Bana her zaman ödevlerimi yaptırtır.
Tell me about your relationship
bana ilişkinden bahset
for my part / for all I care / for what concerns me / (if it remains to me) synonym to bana gelince
bana kalırsa
What is that to me ? Qu'est- ce que cela peut me faire ?
Bana ne ?
You have given me joy. In peace (e) I lay down and sleep. For you alone,Lord keep me in safety. (Ps.4: 7-8)
Bana sevinç verdin. Esenlik içinde yatar uyurum. Çünkü yalnız Sen, ya Rab, beni güvenlik içinde tutarsın.
He made me a bed from squirrel furs (p)
Bana sincap postlarından bir yatak yaptı.
You can ask me
Bana sorabilirsin
It's ok with me!
Bana uyar!
Don't lie to me
bana yalan söyleme
Can you help me (polite)
bana yardım edebilir misin
Can you help me ? Konnen Sie mir helfen? (Very polite)
bana yardım edebilir misiniz?
Could uou help me (ultra polite)
Bana yardım edebilir miydiniz?
Is there someone who can help me?
Bana yardım eden var mı?
Can you /would you help me ? (Simply spoken)
bana yardım eder misin
Do you want to help me?
bana yardım etmek ister misin?
You are not helping me very much.
Bana çok fazla yardım etmiyorsun.
It seems very strange to me.
Bana çok garip geliyor.
it seems to me / I have a feeling that / I am under the impression that
bana öyle geliyor ki
it seems to me that / it strikes me that / I'm under the impression that / I have an idea that
bana öyle geliyor ki
It seems to me that whenever I don't take my umbrella, it's raining and I get wet.
Bana öyle geliyor ki ne zaman şemsiyemi almazsam yağmur yağıyor ve ben ıslanıyorum.
I was under the impression that
bana öyle geliyordu ki
He gave me his word of honor
Bana şeref sözü verdi
The bank is open.
banka açık
to withraw money from the bank account
Banka hesabından para çekmek
to withdraw money from the bank
Bankadan para çekmek
Let's go to the bank.
Bankaya gidelim.
he robbed the bank in broad daylight
bankayı güpegündüz soydu
They are robbing the bank.
Bankayı soyuyorlar.
bathroom
banyo
to scrubb the bathtop
banyo küveti ovmak
pub / bar
bar
red mullet / Rotbarbe (20cm (max 30cm) perchlike Mediterr,N.E Atlantik, Karadeniz. Live on muddy or sandy grounds)
barbunya
at (least) /might as well /then
bari
shelter /hiding place (of low quality e.g. a dog's hut / place for homeless people )
barınak
to take shelter / harbour / lodge /unterkommen / hausen (longer than sığınmak which is only looking for a temporary shelter)
barınmak
apparant /clear /as plain as a pikestaff (ba)
bariz
peace
barış
to make up
barışmak
we should make up
barışmalıyız
bazalt
basalt
step / Stufe
basamak
to walk up the stairs one by one
basamakları tek tek çıkmak
to walk up the stairs
basamakları çıkmak
a printed clause (condition)
basılmış şart
press members
basın mensubu
pressure
basınç
primitive /simple / easy / lowleveled
basit
basical observation / simple observation
basıt gözlem
primitivity / vulgarity
basitlik
It is vulgarity
basitliktir
basketball
basketbol
basketball is the most popular sport
basketbol en popüler spor
I enjoy playing basketball
basketbol oynamayı severim
pressure / impression / print
baskı
print layout
baskı sayfa düzeni
to press / make pressure / squeeze / bear against
baskı yapmak
a raid
baskın
to dominate / triumph over (b.g.)
baskın gelmek
to raid
baskın yapmak
to dominate / triumph over (b.ç.)
baskın çıkmak
to feel pressure
baskıyı hissetmek
to be unable to handle the pressure
baskıyı kaldıramamak
step on / press / print / stamp
basmak
to suppress
bastırmak
swamp
bataklık
west
batı
out west
batıda
there will be showers out west
batıda sağanak yağışlar olacak
to be superstitious and ignorant
batıl inançlı ve cahil olmak
westwards
batıya
to sink (soleil)
batmak
blanket / cover
battaniye
sunken
battı
a sunken fish goes sideways / let's throw caution to the wind /better to be hung for a wolf than a sheep
battı balık yan gider
The fish that has sunk will swim on the side ( what is done is done / you can't save the situation/in for a penny in for pound)
Battı balık yan gider.
suitcase
bavul
Lady (b)
bayan
Pretty much / considerably / quite a bit (b)
bayağı
common bussard /Mäusebussard
bayağı şahin
faint / unconscious
baygın
to faint / to adore
bayılmak
to put to sleep
bayıltmak
hill / slope (b)
Bayır
owl
baykuş
an owl's howling / Eulengeheul
baykuş feryadı
gentlemen
baylar
flag
bayrak
holiday /feastday /day off /festive /festlich
bayramlık
to talk inappropriate / curse ( lit. to festively open one's mouth)
bayramlık ağzını açmak
festive clothes / sunday clothes (e/g)
bayramlık elbise - giysi
sometimes
bazen
Sometimes I fall in love, sometimes I die.
Bazen aşık olur,bazen ölürüm.
Sometimes it has also some practical advantages that our memory is not as powerful as (the one) of books.
Bazen belleğimizin kitaplar kadar güçlü olmamasının pratik yararları da var.
Sometimes when I watch moves I am as if I were inside the film.
Bazen film seyrederken,ben de filmin içindeymişim gibi olur.
Sometimes she wears a red dress
bazen kırmızı bir elbise giyer
Sometimes, when I am ready to go, the weather is cloudy!
Bazen, tam gitmeye hazır olduğum zaman hava bulutlanır!
some - some (pl) (ba)
Bazı - Bazıları
Some fishermen go to the Black sea to fish.
Bazı balıkçılar balık tutmak için Karadeniz'e gidiyorlar.
in some regions
bazı bölgelerde
Some people try to change their fate.
Bazı insanlar kadelerini değiştirmeye çalışılar.
Some people believe in destiny.
Bazı insanlar kadere inanır.
to locate someone by following s.o.'s hints / to trace
bazı ipuçlarını izleyerek birinin yerini saptamak
Some clients are not very kınd.
Bazı müşteriler hiç nazik değildir.
for some reasons (n)
bazı nedenlerden dolayı
Some people apply a more religious approach.
Bazıları daha dindar bir yaklaşım uygular.
Some people look at coffee grounds to learn about the future.
Bazıları gelecek öğrenmek için kahve telvelerine bakar.
Some believe that God created the world with an instant miracle.
Bazıları Tanrı'nın dünyayı anlık bir mucızeyle yarattığına inanır
vineyard
bağ
Vintage /Weinlese/ vendange
Bağ bozumu
to get on well with / to comply with / to consort / to agree with
bağdaşmak
it does not comply with (fact) / it is not compatible
bağdaşmamaktadır
addicted
bağımlı
to become addicted
bağımlı hale gelmek
to make addicted
bağımlı hale getirmek
independant
bağımsız
being independant
bağımsız olarak
to yell at someone
bağırmak
bowels/intestine
bağırsak
to immunize
bağısıklık kazandırmak
immunity /exemption / dispensation
bağışıklık
1. to give (as a gift) / schenken 2. to forgive
bağışlamak
to ask for God's forgiveness (b)
bağışlanması için Tanrı'ya yalvarmak
after attaching
bağladıktan sonra
to bind / bond / connect
bağlamak
ties /bindings /bonds
bağlar
the ones connecting
bağlayanlar
But those (quant à ceux) who connect / attach
bağlayanlarsa
to depend on
bağlı olmak
loyality/ allegiance / devotion / adherence / attachment
bağlılık
shouts/ grudges
bağrışmalar
head
baş
headache
baş ağrısı
to cooperate (lit. give head to head)
Baş başa vermek
As long as you don't cooperate the stone won't move.
Baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz.
troublemaker
baş belâsı
dazzling
baş döndüren
head phone
baş kulaklığı
certainly / yes / with pleasure
baş üstüne
what happens (to s.o.) has to be endured (is endured)
Başa gelen çekilir.
to happen (to s.o.)
Başa gelmek
ear (corn) /head of grain / Ähre
başak
success
başarı
successful
başarılı
a successful marriage
başarılı evlilik
You have to work hard to be successful
Başarılı olmak için çok sıkı çalışmak zorundasınız
I used to succeed
başarırdım
a failed/ unsuccessful marriage
başarısız evlilik
successful
başarlı
achieve /succeed / accomplish
başarmak
upside down /topsy turvy
başaşağı
prime minister / chancellor
başbakan
in trouble (b.d.)
başı dertte
to be in trouble (b.d.)
başı dertte olmak
her head is constantly turning
başı sürekli sürekli dönüyor
uncontrolled / unpredictable / random
başıboş
I am in trouble (b.d.)
başım dertte
Something weird happened to me.
Başıma garip bir olay geldi.
She kept pestering at me, what shall I do ?
Başımın etini yedi, ne yapayım ?
to stand next to something in order to watch it / protect it
başında durmak
The one having the helm on his head
Başında miğfer olan
He had a conical red hat with a long golden tassel at its end on his head
Başında, ucundan uzun, altın bir püskülün sallandığı kırmızı bir külahı vardı
to leave s.o. / sthg
başından ayrılmak
to spin one's head / to go to s. o. 's head / to carry away / to bedazzle
başını döndürmek
It/He will bite your head off
Başını ısırarak koparacak.
He shook his head.
Başını salladı.
to nag at s.o. (for sthg) / to pester /keep on someone (about something)/to badger someone to death / plague somebody's life out
başının etini yemek
another
başka
for some other reasons
başka bazı nedenler yüzünden
another arrangement
başka bir düzenleme
they need to find another arrangement
başka bir düzenleme bulmaları gerekir
Any other reason (s)
Başka herhangi sebep
Without thinking of any other reason (s)
Başka herhangi sebepten düşünmeden
(an)other option
başka seçenek
I have no choice.
Başka seçeneğim yok.
Do you have another question ?
Başka sorun var mı?
Others think that Allah made use of evolution to create our earth.
Başkaları Allah'ın dünyamızı yaratmak için evrimden yararlandığını düşünür.
to defend the rights of others
başkalarının haklarını savunmak
They are expected to defend the rights of others.
Başkalarının haklarını savunmaları beklenir.
to be expected to defend the rights of others
başkalarının haklarını savunması beklenmek
the presence of others
başkalarının varlığı
the presence of others can hinder your creativity.
başkalarının varlığı yaratıcılığınızı engelleyebilir.
president / chairman
başkan
It was different, completely different
Başkaydı, bambaşka.
capital / Hauptstadt
başkent
to begin
başlamak
beginning
başlangıç
for a start / to begin with
başlangıç olarak
I take some soup to begin with
başlangıç olarak biraz çorba alayım
their heads upright
başları dik
They put their heads together. rep. ( lit. They extended their heads to one another)
Başlarını birbirlerine uzatmıştı.
the initiated investigation
başlatılan soruşturma
to be started /initiated/ launched
başlatılmak
to start /initiate / launch
başlatmak
hood
başlık
Can I have a helmet ? (e.g. bike/motorbike...)
Başlık alabilir miyim?
Thumb /Daumen
başparmak
a tangle of bushes having hooked yellow thorns as long as my thumb
başparmağım uzunluğunda, çengel biçiminde, sarı dikenleri olan karmaşık çalılar
Head physician / Medical superintendent / Consultant / Chief physician
baştabib
from the beginning until the end
baştan sona kadar
I read twice from beginning to end
Baştan sona kadar iki kez okudum.
bedside
başucu
the applicants
başvuranlar
to apply (e.g. for a job)
başvurmak
masterpiece
başyapıt
it was a masterpiece
başyapıttı
dude (m/fem) (b)
be
dude (be)
bebe
baby
bebek
diapers
bebek bezi
I had forgotten how tiny babies can be.
Bebeklerin ne kadar küçük olabileceğini unutmuşum.
I could not manage
beceremedim
Talent/skill/ adeptness/ cunning / know how/ proficiency
beceri
in a clumsy way
beceriksiz bir şekilde
clumsily / awkwardly / helplessly
beceriksizce
skills
beceriler
skillfully
beceriyle
he skillfully was keeping his balance
beceriyle dengesini koruyordu
I did not manage
becermedim
to manage / to get something done (careful- not use with human direct object)
becermek
Free vinegar is sweeter than honey.
Bedava sirke baldan tatlıdır.
It's for free !
bedava!
miserable /unfortunate (b)
bedbaht
cost / price (b)
bedel
at any cost / no matter what's the cost (b)
bedeli ne olursa olsun
body (b)
beden
for your body
bedeniniz için
in any case /no matter what happens (b)
behemehal
beaker (chemistry glass cup/ measuring cup)
beher
per / apiece /each
beher
each and every loss
beher hasar başına
each and every accident
beher kaza başına
each and any occurence
beher olay başına
per year
beher yıl
The package I waited for came yesterday.
Beklediğim paket dün geldi.
To expect / wait for
beklemek
he doesn't want to wait
beklemek istemez
No use to wait
beklemenin yararı yok
expected cost
beklenen maliyet
Unexpected /Unforeseen /surprise
beklenmedik
To be expected
beklenmek
expectations
beklentiler
hang on
bekleyin
gooseberry compote / Stachelbeerkompott
bektaş üzümü kompostosu
gooseberry / Stachelbeere
bektaşiüzümü
single
bekâr
For a bachelor it's easy to divorce his wife. (You can't judge a person without being in their shoes)
Bekâra karı boşamak kolay.
watchman / guard
bekçi
watchman´s duty / Aufsicht/ la garde
bekçilik
to stand guard / monter la garde
bekçilik etmek
to be fed for guardian work
bekçilik işler için beslenmek
waist /loins /Taille
bel
spade (b)
bel
deformed walls
bel veren duvarlar
the colourful tapestries and paintings distorted by the deformed walls
bel veren duvarların çarpıttığı renkli duvar halıları ve tablolar
(for a wall/ceiling) to bulge/ sag / be deformed
bel vermek
trouble (b)
bela
on the other side of Bela
Bela'nın öbür yanında
mayor / maire
belediye başkan
document / certificate (b)
belge
documentary
belgesel
evident / pronounced /clear
belirgin
with a clear authority
belirgin bir otoriteyle
appear and...
belirip
to be determined / defined
belirlenmek
determining factor
belirleyici unsur
periodocally / at certain intervals
belirli aralıklarla
periodical (newspaper)
belirli aralıklarla çıkan gazete
to appear (b)
belirmek
indicative /stating
belirten
adverb
belirteç
Accusative
belirtme hâli - -i hâli
to point out / to specify / to note / to mention
belirtmek
maybe
belki
Maybe if he had some sleep, he could figure out tomorrow.
Belki biraz uykusunu alırsa, yarın çözebilirdi.
maybe tonight, maybe tomorrow
Belki bu akşam, belki yarın.
or perhaps
belki de
Maybe this book is holding (hosting) a secret inside.
Belki de bu kitap, içinde bir sır barındırıyor.
maybe I have a lack of confidence
belki de güven eksikliğim var
Perhaps the ocker coloured (b) wall plaster looked/seemed only (s) by twilight so dirty.
Belki de koyu sarı boyalı duvar sıvası sadece alacakaranlık vakti bu kadar kirli görünüyordu.
Maybe the green window shutters were closed.
Belki de yeşil panjurlar kapalıydı.
Maybe the green window shutters were only closed because the night was now 'falling' behind the mountains..
Belki de yeşil panjurlar, gece artık dağların arkasına çöktüğü için kapalıydı.
Maybe it was good (fitting /useful) for Caroline's playing hide and seek with her friends (fem.).
Belki kız arkadaşlarıyla birlikte saklambaç oynayan Caroline'in işine yarıyordu.
Maybe they'll go to the theatre.
belki tiyatroya giderler
Maybe we were much more cunning than him after all.
belki yine de ondan çok daha kurnazdık
maybe.. I disguise myself
belki... kılık değiştiririm
memory / recollection (b) / Gedächtnis
bellek
to lose one's memory
belleğini yitirmek
certain / determined (b)
belli
vaguely / indistinctly / faint / nebulous
belli belirsiz
obviously
belli ki
she obviously made a mistake
belli ki bir hata yaptı
she obviously made a mistake
belli ki bir hata yaptı
schneeweiss
bembeyaz
I
ben
I could never work that hard.
Ben asla o kadar çok çalışamazdım .
I have never known my father.
Ben babamı hiç tanımadım.
I don't belong here.
Ben buraya ait değilim.
I was more of a coward.
Ben daha ödlek biriydim.
Me too / me neither / so do I / neither do I
Ben de
I don't - didn't really believe that.
Ben de aslında inanmıyorum - inanmadım
I am hungry too
Ben de açım
Anyway I was a little late too.
Ben de biraz geç kaldım zaten.
I'm not happy about it either
ben de bundan memnun değilim
I happen to be (become like) one of the characters.
Ben de karakterlerden biri oluveririm.
Nice (to meet) you too
ben de memnun oldum
it's nice to meet you too
ben de tanıştığımıza memnun oldum
I thought so
ben de öyle tahmin etmiştim
that's exactly what i'm saying
ben de öyle diyorum zaten
I don't like gossip (d) , but..
Ben dedikoduyu sevmem ama...
I'm trying to do my best, but it doesn't seem to like me.
Ben elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum,ama benden hoşlanıyor gibi görünmüyor.
I want to rent a house.
Ben ev kiralamak istiyorum.
I'm an actor playing in movies and TV series.
Ben film ve dizilerde oynayan bir aktörüm.
I'm an actor playing in movies and TV series.
Ben film ve dizilerde oynayan bir aktörüm.
until I come (...ne k)
ben gelene kadar
until I come (...in.. d)
Ben gelinceye dek
I have to go. / I must go.
Ben gitmek zorundayım.
I have to go. I have no choice.
Ben gitmek zorundayım.Başka seçeneğim yok.
I know I am right
Ben haklı olduğum biliyorum.
accompanied by an animal with sharp teeth sitting on the table and hissing at me when I entered the kitchen not knowing of anything.
Ben her şeyden habersiz mutfağa girdiğimde masanın üzerinde oturan ve bana tıslayan sivri dişli bir hayvan eşliğinde.
I managed to catch myself unawares.
Ben kendimi gafil avlamayı başardım.
I am not overweight, I am slim.
Ben kilolu değilim, zayıfım.
Whose satellite am I ?
Ben kimin uydusuyum?
I want retaliationm it's my right...
Ben kısas istiyorum, bu hakkım...
I don't want an offering (a victim), I want mercy.
Ben kurban değil, merhamet isterim.
I am not a victim.
Ben kurban değilim.
If I am not there, they 'll eat you alive (lit. raw) / Si je ne suis pas là, ils te mangeront tout cru.
Ben olmazsam seni çiğ çiğ yerler.
I made a mistake by dating him.
Ben onla çıkmakla hata yaptım.
'Guess what he did' when I went there, he drew his sword. (style of speech/most dramatic part of the story - aor neg/ imp neg 3Sg as question) When I went there shall he not draw his weapon?
Ben oraya gidince, o da silâhını çekmesin mi?
I am just trying to help.
Ben sadece yardım etmeye çalışıyorum
I never stopped (gave up on) loving you, not even one day.
Ben seni sevmekten bir gün bile vazgeçmedim.
I will tell you the truth
ben size gerçeği söyleyeceğim
I belong to your World - to the one's that are in Hogwarts ( Hogwarts'ta olan dünyaya.)
Ben sizin dünyanıza aidim - Hogwarts'takine.
We will be living far away from each other after I move.
Ben taşındıktan sonra birbirimizden çok uzakta yaşayacağız.
I am not familiar with technical information. (lit. not a judge of)
Ben teknik bilgilere hâkim değilim.
I will do it myself
Ben yapacağım kendi ellerimle
It has been an hour since I last ate.
Ben yemeyeli bir saat oldu.
I don't like to do homeworks.
Ben ödev yapmayı sevmem.
I did my part of the job.
Ben üzerime düşeni yaptım.
I am the youngest of three brothers.
Ben üç kardeşin en küçüğüyüm.
If I go to the english course (k) I can succeed it
ben İngilizce kursuna gidersem bunu başarabilirim
I am fine for now
Ben şimdelik iyiyim
I will continue to think that my favorite actor is more handsome than his.
Ben, benim favori aktörümün onunkinden daha yakışıklı olduğunu düşünmeye devam edeceğim.
I think (b)
bence
I think polls are often unreliable
bence anketler çoğu kez güvenilmez
I think a printed book is more comfortable than e-books and can provide a reasonable reading experience.
Bence basılı bir kitap, e-booklarından daha komforlu ve makul bir okuma tecrübesini verebilir.
I don't see why not
bence bir sakıncası yok
I don't think the broken laptop is mine
bence bozuk dizüstü bilgisayar benim değil
I think so too.
Bence de öyle.
I think it's too big
Bence fazla büyük
I think it's cool.
bence havalı
I think maths is difficult
bence matematik zor
I think my team may win tomorrow
bence takımım yarın kazanabilir
I could go if you want me to go.
Benden gitmemi istersen,gidebilirim.
He does not seem to like me
benden hoşlanıyor gibi görünmüyor.
He does not seem to like me
benden hoşlanıyor gibi görünmüyor.
for my sake
benden ötürü
Blessed is he who does not stumble (s) and fall because of me (for my sake)
Benden ötürü sendeleyip düşmeyene ne mutlu.
to spot /dapple /dot /freckle /speck
beneklemek
spotted / dotted / speckled
benekli
thrush nightingale (dotted nightingale)
benekli bübül
spotted dalmatian
benekli dalmaçyalı
a spotted dress
benekli elbise
forgive me
beni affet
They applauded me, they accompanied my songs.
Beni alkışlıyor,şarkılarıma eşlik ediyorlardı.
Can you call me?
Beni arayabilir misin?
Nobody called me.
Beni arayan yoktu.
It's all that keeps me going. / Das einzige was mir hilft weiterzumachen. / Das einzige was mich auf den Beinen hält.
Beni ayakta tutan tek şey bu.
Abandon to run me down! Stop humilating me !
Beni aşağılamaktan vazgeç!
Hör mich an / just listen once
Beni bir dinle
Kannst du mir mal zuhören / Can you just listen to me.
Beni bir dinler misin.
Kannst du mir einmal zuhören. / Can you just listen once to me ?
Beni bir kerecik olsun dinler misin
Distract me a bit /Lenk mich etwas ab.
Beni biraz oyala
Can you drive me to this hotel, please ?
beni bu otele götürebilir misiniz lütfen?
Fate brought me here.
Beni buraya kader getirdi.
It is part of an English tradition (g) that doesn't attract me.
Beni cezbetmeyen bir İngiliz geleneği parçası.
You are driving me crazy. (D)
Beni delirtiyorsun
I am seasick.
Beni deniz tutar.
Don't listen to me.
Beni dinleme.
Can you listen to me?
Beni dinleyebilir misin ? - Beni dinler misin?
You stood me up (you didn't come to our appointment) Du hast mich versetzt
Beni ektin.
Don't let them bully me.
Beni ezdirme onlara
you make me sick (slang)
Beni gıcık ediyorsun
He pissed me off.
Beni gıcık etti.
When she saw me, she kissed me twice on the cheeks.
Beni görünce, yanaklarımdan iki kez öptü.
she never listens to me
beni hiç dinlemiyor
Don't ever leave me alone !
Beni hiç yalnız bırakma !
He never leaves me alone.
Beni hiç yalnız bırakmaz.
Who wants to kill/slaughter (k) me ? (a bit unnatural though)
Beni kim katletmek ister ?
He scared me.
Beni korkuttu.
he pissed me off / it made me nervous
beni sinir etti
you cannot blame me / you cannot hold me responsable
beni sorumlu tutamazsın
Why did you block me on Twitter my friend ?
Beni Twitter'da neden engelledin arkadaşım?
Warn me!
Beni uyar!
You drive me crazy (ç)
Beni çıldırtıyorsun.
I could swear he wanted to kill me.
Beni öldürmek istediğine yemin edebilirdim.
according to my knowledge he left for good
benim bildiğim kadarıyla bütün bütün gitti
I do not need to know
Benim bilmeme gerek yok
that was my top choice as well
benim de ilk seçimimdi
I feel sleepy too
benim de uykum geldi
My Lord is the Master of death. I will serve Him without expecting any reward towards the Day of his coming. (from the Wheel of time)
Benim Efendim ölümün Efendisidir. Hiçbir karşılık beklemeden onun geleceği Gün için hizmet ederim.
My house is for rent.
Benim evim kiralık.
It was not my fault.
Benim hatam değildi.
my people, the Kenaanians - were named by the False Romans as Phoenicians
benim insanlarım olan Kenaani'ler - yalancı Romanlılar tarafından Fenikeliler olarak isimlendirilmişlerdi
For me, learning a language carries a different meaning than everyone understands.
Benim için bir dil öğrenme herkesin anlayabildiğinden farklı bir anlamı taşır.
For me, learning a language has a different meaning than everyone understands. (can understand)
Benim için bir dil öğrenmenin herkesin anlayabildiğinden farklı bir anlamı vardır.
for my sake (u)
benim uğruma
(Hi) it's me!
Benim!
with me
benimle
would you be friends with me?
Benimle arkadaş olur musun?
Will you marry me?
Benimle evlenir misin?
Talk to me
benimle konuş
Do you want to come to the party with me ?
benimle partiye gelmek ister misin?
He hasn't spoken to me in a long time.
Benimle uzun süredir konuşmamıştı.
to consider one´s own, to feel one´s own
benimsemek
but me / me on the other hand
bense ( ben ise)
without me
bensiz
To ressemble /look like /remind of
benzemek
suchlike /quasi / seinesgleichen/ihresgleichen/dergleichen
benzeri
suchlike places
benzeri yerler
similarity / ressemblance /Ähnlichkeit
benzerlik
The ressemblance (likeness) is obvious. (a)
Benzerlik aşikâr.
unique (b)
benzersiz
uniqueness /incomparability / dissimilarity
benzersizlik
parable / comparison
benzetme
fuel / petrol
Benzin
It takes petrol.
Benzin alır.
to be a couple
beraber olmak
we used to be a couple, but not anymore
beraberdik, ama artık değiliz
draw/ scoreless / unentschieden
berabere
to draw /tie (sport) / unentschieden spielen
berabere kalmak
horrible / wretched /lousy / disgusting
berbat
to turn into a mess
berbat bir hal almak
to turn into a mess
berbat bir hal almak
atrociously / accursedly / dismally / rottenly
berbat bir şekilde
to spoil / to make mess of
berbat etmek
you look like a mess
berbat görünüyorsun
foul smelling / evil smelling / stinking / putrid (b)
berbat kokan
I know it sucks
berbat olduğunu biliyorum
terrible times
berbat zamanlar
hairdresser (b)
berber
Thank God (b) owner of the voice was persistent.
Bereket sesin sahibi inatçıydı.
since (+abl) (referring to a completed action)
beri
Beryllium -Be 4
Berilyum
Why are you going to Berlin. Go to Vienna instead.
Berlin'e gideceğine Viyana'ya git
clear / bright (b)
berrak
pea / Erbse
beselye
to be fed
beslenmek
worse (b)
beter
to turn white as chalk /to turn pale from fear
beti benzi atmak
to describe (a quality nice /beautiful /newly constructed - not for giving directions !)
betimlemek
the view and the intuition to be described
betimlenecek görüş ve sezgi
white
beyaz
appliance store (washing machines etc)
beyaz eşya dükkanı
white currants / weiße Johannisbeere
beyaz frenküzümü
with white (snow) all around
beyaz içinde
Zest /white skin /weiße Haut - zwischen Fruchtfleisch und Schale
beyaz kabuk
white rice
beyaz pirinç
the White House (lit. white palace)
Beyaz Saray
white-skinned / fair
beyaz tenli
white wine
beyaz şarap
gentleman
beyefendi
brain (b)
beyin
brain storm
beyin fırtınası
When the brain gets bored
Beyin sıkılınca
The brain when it gets bored wants to fill this emptiness/gap.
Beyin sıkılınca bu boşluğu doldurmak ister.
I am not (just) a brainless eating machine. (quotation from the shark in Nemo)
Beyinsiz yemek makinesi değilim.
Even when his brain and his heart get fixed he can restore them.
Beyni ve kalbi zedelendiğinde bile onarabiliyor.
The gentleman took of his gloves and his top hat (Zylinder)
Beyzade, eldivenlerini ve silindir şapkasını çıkardı.
baseball
beyzbol
Cloth /Tuch (linen)
bez
to wrap into the cloth /in das Tuch einwickeln
beze sarmak
to decorate / adorn (b)
bezemek
to change the diapers
bezini değiştirmek
I helped to change the diapers
Bezini değiştirmeye yardım ettim.
to be liked
beğenilmek
in a neighbourhood (m) they didn't like (b)
beğenmedikleri muhitlerde
to like
beğenmek
5 - 3 = 2
beş eksi üç eşittir iki.
Five fingers are not one. (Not everybody in a group can be alike)
Beş parmak bir olmaz.
If I don't eat something for 5 hours, I get very hungry - habit / happens every time
Beş saat bir şey yemezsem çok acıkıyorum
five prayer times
beş vakit namaz
she had a pretty good career five years ago
beş yıl önce oldukça iyi bir kariyeri vardı
It was five to eight.
beşe sekiz kalaydı
human science / humanities
beşeri bilimler
the fifth
beşinci
Encore / Zugabe
bi daha
pepper
biber
rosmary
biberiye
pepper shaker
biberlik
to disgust / sicken/bore
bıktırmak
Guess what (b b) spoken
bil bakalım
Guess whose birthday is today. (spoken b b)
Bil bakalım bugün kimin doğum günü
Guess who is here (spoken bb)
Bil bakalım kim geldi
Guess what happened (spoken bb)
Bil bakalım ne oldu
Bilbo's dwelling had become quite cluttered with belongings of the course of his long life.
Bilbo'nun meskeni uzun yaşamının seyrine ait eşyalarla oldukça ıkış tıkış bir hâl almıştı.
Bilbo was convinced that Lobelia had nicked quite a few (e) spoons from the house.
Bilbo, Lobelia'nın evden epeyce kaşık yürütmüş olduğu kanısındaydı.
They gave away more (secrets) than they knew.
Bildiklerinden daha fazlasını ele veriyorlardı.
reported /announced
bildirilen
to report
bildirmek
as far as I know
bildiğim kadarıyla
even
bile
wrist /ankle
bilek
to be sharpened / honed / gewetzt werden
bilenmek
ticket
bilet
Tickets please
Biletler lütfen
bracelet
bilezik
wisdom
bilgelik
knowledge / information/ understanding
bilgi
to inform / instruct
bilgilendirmek
knowledgeable
bilgili
computer hardware
bilgisayar donanımı
computer program
bilgisayar programı
computer software
bilgisayar yazılımı
my computer is running out of power
bilgisayarımın şarjı bitiyor
He likes to play games on his computer.
Bilgisayarında oyun oynamayı sever.
uninformed /ignorant / unlearned
bilgisiz
Enthusiasm (h) without knowledge is good for nothing
Bilgisiz heves işe yaramaz
Enthusiam without knowledge is good for nothing, hastiness misleads people. (drops them to errors)
Bilgisiz heves işe yaramaz, acelecilik insanı yanılgıya düşürür.
ignorance / unawareness
bilgisizlik
especially /particularly (b)
bilhassa
It had been exhibited particularly for us.
bilhassa bizim için sergilenmişti
science
bilim
science fiction films
bilim kurgu filmler
Scientists
bilimadamları
Scientists were very surprised when they noticed this.
Bilimadamları bunu fark edince çok şaşırmışlar.
When scientists noticed this they realized that there were also other substances than the protons in the nuclear.
Bilimadamları bunu fark edince, çekirdekte protonlardan başka maddelerin de olduğunu anlamışlar.
believe that things are scientifically measurable
bilimsel olarak ölçülebilen şeyler
to kick (s. o.) senseless
bilinci kaybolana kadar tekmelemek
to lose consciousness
bilincini yitirmek
as is known / bekanntermaßen
bilindiği gibi
to become known
bilinir hale gelmek
to be known
bilinmek
Unknown / strange/ obscure / mysterious / that is not known
bilinmeyen
due to an unknown reason (n)
bilinmeyen bir neden yüzünden
for some unknown reason
bilinmeyen bir sebeple
to raise awareness /consciousness
bilinç kazandırmak
unconsconcious
bilinçsiz
the priviledge to know
bilme ayrıcalığı
For a reason I didn't know, I felt like I had been exposed,
Bilmediğim bir sebeple kendimi ifşa edilmiş gibi hissettim
Don't mess/tamper with things you don't know
Bilmediğin şeyleri kurcalama
to know
bilmek
Should he know, should he not know or should he never learn at all
Bilmeli mi bilmemeli mi yoksa hiç öğrenmemeli mi
my knowing
bilmem
I need to know
bilmem gerek
it was my knowing / the fact was that I knew
bilmemdi
There is no shame in not knowing, shame lies in not finding out.
Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp.
to ignore (b )
bilmezlikten gelmek
don't pretend you don't know
bilmiyormuş gibi davranma
if they knew hell would break loose
bilseler kıyamet kopardı
thousand
bin
high lofty mountains inhabited by thousand and one living species
bin bir canlı türünün yaşadığı yüksek, yüce dağlar
1945
bin dokuz yüz kırk beş
building (b)
bina
passenger car /Personenwagen
binek aracı
rider
binici
The rider was tall and lean (thin)
Binici uzun ve zayıftı.
The riders stiffened
Biniciler kaskatı kesildi
The riders gallopped towards the trap
Biniciler tuzağa doğru eşkin gidiyordu.
boarding pass
biniş kartı
thousands
binlerce
thousands of times
binlerce kere
thousands of fair stars
binlerce sevimli yıldız
for thousands of years
binlerce yıllık
to get on a dativ (bus -train - horse - bicycle) from an ablativ (station- platform..)
binmek
a(n) /one
bir
to take a step
bir adım atmak
after taking a step
bir adım attıktan sonra
a flame ball
bir alev topu
Call an ambulance
bir ambulans çağırın
For a moment he looked/appeared surprised/taken aback /estonished. (a)
Bir an afallamış gibi görünüyordu.
For one moment he stopped breathing./he gasped (lit. hıs breath was cut)
Bir an nefesi kesildi.
I sat there for a while glued to the spot staring at where the creature had been and disappeared.
Bir an yaratığın görünüp kaybolduğu yere bakarak oturduğum yerde kalakaldım.
suddenly
bir anda
Let's make a deal
bir anlaşma yapalım
to make a deal / to make an agreement
bir anlaşma yapmak
for a moment
bir anlığına
Stop by the office sometime and say hi.
Bir ara ofise uğrayıp bir merhaba de.
to hold together
bir arada tutmak
1 + 1 = 2
Bir artı bir eşittir iki.
an archive image
bir arşiv görüntüsü
Under a huge(d) oak tree stood a horse with its rider and they were as immobile/motionless as the trees.
Bir at ile binicisi devasa bir meşe ağacının altında duruyordu ve ağaç kadar sabittiler.
to light a fire
bir ateş yakmak
It kept sparkling like a firefly
bir ateşböceği gibi parıldayıp duruyordu.
An atom consists of a nucleus and an orbit.
Bir atom; çekirdek ve yörüngeden oluşur.
a month ago
bir ay önce
they should have been here a month ago
bir ay önce burada olmalıydılar
He is going to a pub.
Bir bara gidiyor.
to break loose a storm in a glas of water / much ado about nothing
bir bardak suda fırtına koparmak
I would like a glass of tea (have) - Let me take ...
bir bardak çay alayım
sich in eine Decke wickeln
bir battaniyeye sarınmak
A municipal bus hit the bicycle.
Bir belediye otobüsü bisiklete çarptı.
You have to have a ticket and a visa .
bir biletin ve vizen olması gerekiyor
if they ever knew
bir bilseler
if you knew
bir bilsen
It is clear (k) that there is something fishy.
Bir bityeniği olduğu kesin
one and a half miles away from
bir buçuk mil açığında
a year and a half
bir buçuk yıl
to let out a bellow / to break out into a bellow
bir böğürtü koparmak
he looked like a monster
bir canavara benziyordu
a hissing sound was heard
bir cızırtı duyuldu
next month
bir dahaki ay
Until our next meeting
Bir dahaki karşılaşmamıza kadar
next year
bir dahaki yıl
Wait a minute
bir dakika bekleyin
a drop
bir damla
on top of it / in addition/ moreover / plus / also (b)
bir de
if only I could remember what it was
bir de ne olduğunu hatırlasam.
to put it another way
bir de şu şeklide ifade edersem
She boiled water in a teapot.
Bir demlik su kaynattı.
to introduce a new word into a language
bir dile kelime kazandırmak
to live by begging (to be in need for a slice of bread)
bir dilim ekmeğe muhtaç olmak
If I get a diplom, I would get a good job.
Bir diploma alırsam, iyi bir işim olur.
a lucky streak / string of good luck
bir dizi şanslı olay
have a run of bad luck
bir dizi şanssızlık yaşamak
You should see a doctor.
bir doktora görünmelisin
Like a rock in the middle of a dream.
Bir düşün ortasındaki kaya gibi.
a thought environment / a place for thinking
bir düşünme ortamı
the words from something like an incantation (e)
bir efsun kabilinden sözcükler
Are you missing/lacking anything?
Bir eksiğiniz var mı?
One hand washes the other. / manus manum lavat.
Bir el diğerini temizler
What is with one hand, two hands have a voice / two heads are better than one / it takes two to tango
bir elin nesi var iki elin sesi var
te ruined remains of a house
bir evin harap olmuş kalıntıları
I want a wife.
Bir eş istiyorum
Shall we organize another festival?
Bir festival daha mı düzenleyeceğiz?
I have an idea.
Bir fikrim var.
Do you have an idea ?
Bir fikrin var mı?
whether you have an idea
bir fikrinin olup olmadığı
to squander an opportunity
bir fırsatı yabana götürmek
I am a journalist.
bir gazeteciyim
Come one night suddenly again
Bir gece ansızın gel yine
a monument of reality / a pillar of reality
bir gerçeklik anıtı
a croak
bir gıklama
by the words (testimony) of a secret witness
bir gizli tanığın ifadesiyle
a shirt
bir gömlek
One day dear Mother duck swam crying. Mother duck said (rep) quack quack, five ducks came back. (from a children's song)
Bir gün annecik ördek ağlıyormuş yüzerek Anne ördek vak vak demiş, beş ördek geri gelmiş.
One day five small ducks secretly hid. Mother duck said (rep) quack quack, four ducks have come back. (from a children's song)
Bir gün beş küçük ördek saklanmışlar gizlice. Anne ördek vak vak demiş, dört ördek geri gelmiş.
One day one small duck secretly hid. Mother duck said (rep) quack quack, the last duck didn't come back either. (from a children's song)
Bir gün bir küçük ördek saklanmışlar gizlice Anne ördek vak vak demiş, son ördek de gelmemiş
take a day off
bir gün izin al
What a difference a day makes!
Bir gün nasıl fark ettiriyor!
one day you'll end up in a madhouse
bir gün tımarhaneyi boylayacaksın
a wrestling match
bir güreş maçı
If I get any news I'll call you.
Bir haber alırsam, seni arayacağım.
since a week
bir haftadan beri
For a week
Bir haftalık
a week's warning
bir haftalık mühlet
he will come back in a week
Bir haftaya dönecek
up to a week
bir haftaya kadar
to make a pounce /jump/ move
Bir hamle yapmak
a dagger
bir hançer
Do you have a map?
Bir haritan var mı?
He is afraid to be fired if he makes one more mistake
Bir hata daha yaparsa kovulacağından korkuyor.
I made a mistake
bir hata yaptım
if only I could remember
bir hatırlasam
I want to declare a theft / Ich möchte einen Diebstahl melden
bir hırsızlık rapor etmek istiyorum
to win a competition (get the deal)
bir ihaleyi kazanmak
to whistle
bir ıslık çalmak
Anything could be slipped into a drink.
Bir içkiye her türlü şey katılmış olabilirdi.
one's fingers itch to do sthg
bir işi yapmaya çok heveslenmek
if I'm going to do something /if I am getting involved
bir işler karıştıracaksam
If I am to get involved, it might as well be big (let it sound at least)
bir işler karıştıracaksam, ses getirsin bari.
He tried not to be rude
bir kabalık yapmamaya çalışıyordu
Look I have a wineglass in my hand
bir kadehim var bak elimde
a blood lake
bir kan gölü
They formed a blood lake
bir kan gölü oluşturdular
to embitter a quarrel
bir kavgayı körüklemek
trying to find a flight way
bir kaçış yolu bulmaya çalışarak
a shortcut
bir kestirme
a matchbox / Streichholzschachtel
bir kibrit kutusu
in front of a lock
bir kilidin önünde
a kilo is thousand gram
bir kilo bin gramdır
partially /teilweise / une partie
bir kısmi
tree which is partially seen / arbre dont on voit une partie
bir kısmi görünen ağaç
on a book auction
bir kitap müzayedesinde
She reads a book but she falls asleep.
Bir kitap okur ama uyuyakalır.
Two watermelons will not fit in one armpit; One cannot carry two watermelons under one armpit. meaning: This is meant to be a warning against doing more than one thing at a time.)
Bir koltuğa iki karpuz sığmaz.
about a subject
bir konu hakkındaki
to have basic knowledge about a subject
bir konu hakkındaki temel bilgilere sahip olmak
to head towards a crisis
bir krize yönelmek
a swirl of dry leaves
bir kuru yaprak girdabı
a box of matches
bir kutu kibrit
free as a bird
bir kuş kadar özgür
It was a nightmare.
Bir kâbuştu.
faithful as a dog
bir köpek kadar sadık
Do you mind... /is there any drawback to...?
bir mahsur var mı?
a metre is hundred centimeters
bir metre yüz santimetredir
for a while (m)
bir müddet
For a while(m) he sat on the edge of his bed and thought.
Bir müddet yatağının kenarına oturup düşündü.
He took another breath.
Bir nefes daha aldı.
sort of / kind of (n)
bir nevi
This kind of polite compliment
bir neyi kibar bu iltifat
to lecture / give a speech
bir nutuk atmak
to turn from one side to the other (lit. to turn once to that side once to this side)
bir o yana bir bu yana dönmek
He is in a room.
Bir odada.
He works in an office.
Bir ofiste çalışıyor.
to fly at an arrow speed
bir ok hızıyla uçmak
a possibility
bir olasılık
an explosion tore the night apart.
bir patlama geceyi paramparça etti.
bread crumbs remaining from a picnic
bir piknikten kalan ekmek kırıntıları
I believe you have a problem
Bir problemin var galiba - sanırım
a laughter of relief
bir rahatlama kahkahası
This was a laughter of relief.
Bir rahatlama kahkahasıydı bu
to draw a picture
bir resim çizmek
They decide on a restaurant.
Bir restorantta karar kıldılar.
a wave of wind (gust of wind)
Bir rüzgâr dalgası
WOuld you mind if I sat here? / If there is no objection can I sit here?
Bir sakıncası yoksa buraya oturabilir miyim?
Do you have a moment (lit. a second) ?
Bir saniyen var mı?
for some reason
bir sebeple
It costs a fortune
bir servete mal oluyor
a silence was suspended
bir sessizlik asılıydı
I have to make a choice.
Bir seçim yapmak zorundayım.
Next stop is Ankara
Bir sonraki durak Ankara.
Are you ready for the next adventure?
Bir sonraki macera hazır mısın ?
Next I will try to go before the busses stop runnıng.
Bir sonraki sefer, otobüsler sona ermeden gitmeye çalışacağım.
Do you have a question?
Bir sorun var mı?
We have a problem
Bir sorunumuz var
She looked from one guilty face to the next.
Bir suçlu yüzden diğerine baktı.
The person who for a while stayed with (watched over) the dog later left the dog.
Bir süre köpeğin başında duran kişi daha sonra köpeğin başından ayrıldı.
a flock / herd / swarm /a lot of
bir sürü
He made a bunch of plans
Bir sürü plan yapmıştı
He has lots of homework.
Bir sürü ödevi olur.
They / it ressembled a crown.
bir taca benziyordu
try something (lit: just look once at its taste)
bir tadına bak
a grain sack
bir tahıl çuvalı
While the attendance of a number of representatives is being predicted (envisaged)
bir takım temsilcilerin katılması öngörülürken
We have to take a taxi.
Bir taksi tutmamız gerekiyor .
a whole box
bir tam kutu
One magpie as if she wanted to scold opened her wings and...
Bir tane saksağan azarlarcasına kanat çırpıp...
Can I taste one ?
Bir tane tadabilir miyim?
When one of them managed to open the soda pop and to spray bubbling soda everywhere, his friends squawked angrily. .
Bir tanesi gazoz kapağını açmayı başarıp köpüren gazozu her yere püşkürtünce arkadaşları öfkeyle ciyakladılar.
He took one (glass) , having no intention to drink it.
Bir tanesini, içmeye hiç niyetlenmeden aldı.
left aside
bir tarafa bakılırsa
discounting the fact that... /putting aside the fact that... /ignoring the fact that...
bir tarafa bırakırsak
if nothing goes wrong
bir terslik olmazsa
We see each other tomorrow if nothing goes wrong /See you tomorrow...
bir terslik olmazsa yarın görüşürüz
material / fabric /cloth in the length of a tailor's span
bir terzi karışı boyu kumaş
It weighs a ton!
bir ton ağırlığında!
He had to go to a meeting.
Bir toplantıya gitmesi gerekiyordu
kind of ... / type of ...
bir tür...
somehow / in one way or another (t)
bir türlü
somehow she couldn't sleep
bir türlü uyuyamıyordu
if I had a spaceship I would fly to the edge of the universe
bir uzay gemim olsaydı evrenin kıyısına uçardım
They were at the edge of a cliff.
Bir uçurumun kenarındaydılar.
once upon a time / es war einmal (Wahrscheinlich gab es ein, wahrscheinlich gab es kein)
bir varmış bir yokmuş
until they formed a ring of fire
bir yangın halkası oluşturana dek
may you grow old on one pillow / have a long lasting marriage
bir yastıkta kocayın
a bow
bir yay
A Midsummer Night's Dream
Bir Yaz Gecesi Rüyası
To stay this long in one place is dangerous.
Bir yerde bu kadar uzun süre durmak tehlikelidir.
to get out alive somewhere
bir yerden canlı çıkmak
I cut myself / Ich habe mich geschnitten
Bir yerimi kestim.
I burned myself / Ich habe mich verbrannt
Bir yerimi yaktım
to walk past a place / to pass in front of a place walking
bir yerin önünden yürüyerek geçmek
my iPod which I bought with my savings of a year
bir yıllık birikimimle aldığım iPod'um
He got a bunch /heaps of adresses, made (plenty of) phone calls.
Bir yığın adres almış, telefonlar etmişti.
When she saw that there was no way
Bir yol olmadığını görünce
to take a shot
bir yudum almak
She took a sip of tea.
Bir yudum çay aldı.
once (upon a time)
bir zamanlar
once (being) bright
bir zamanlar parlak olan
to set up a tent
bir çadır kurmak
to draw a cross
bir çarpı çizmek
a circle (ç)
bir çember
I am trying on a pair of shoes.
Bir çift ayakkabıyı deniyorum.
a pair of curved horns
bir çift eğri boynuz
A couple of fat sparrows picked invisible insects among the gravel.
bir çift şişman serçeler çakılların arasındaki görünmeyen böcekleri gagaladı.
a line
bir çizgi
divided by a line
bir çizgi ile ayrılmış
One flower is not proof that summer has arrived. equiv: One swallow doesn't bring the summer.
Bir çiçekle yaz gelmez.
Get the news from a child or a madman. meaning: They chatter away and reveal secrets that we would not normally hear. near equiv: Children and fools speak the truth
Bir çocuktan bir deliden al haberi.
a smell of rot and mold
bir çürük ve küf kokusu
a lifetime
bir ömür
I have a suggestion.
Bir önerim var.
to accompany songs
bir şarkılara eşlik etmek
to accompany a song
bir şarkıya eşlik etmek
in a fashion/ way (ş)
bir şekilde
You are welcome / It's nothing
bir şey değil
to raise concern about
bir şey hakkındaki endişeleri dile getirmek
He was determined not to say a thing
bir şey söylememekte kararlıydı.
There is sthg I didn't fully understand (a thing got stuck to my mind)
bir şey(e) aklıma takıldı
to make something valuable
bir şeye değer kazandırmak
to snuggle down with something / sich in etwas einwickeln
bir şeye sarınmak
Let's get something straight.
Bir şeyi açıklığa kavuşturalım.
sleep something off e.g; sıkıntıyı/üzüntüyü
bir şeyi uyuyarak atlatmak
to pass something (food) around
bir şeyi (herkese) ikram etmek
to prefere one thing over another
bir şeyi başka bir şeye yeğlemek
to mix sth together with sth
bir şeyi bir şeyle karıştırmak
to get away from
bir şeyi birinden uzak tutmak
to cause someone to x a thing (a)
bir şeyi birine x-tırmak
to cause someone to do a thing
bir şeyi birine yaptırmak
to restore something to its owner
bir şeyi sahibine iade etmek
to kick against smthg
bir şeyi tekmelemek
to take much trouble to do sthg / to take great pain to do a thing
bir şeyi yapmak için büyük zahmete girmek
You have to do something. At least call him and tell him that there is a problem.
Bir şeyler yapman lazım. En azından onu arayıp bir sorun olduğunu söyle.
Without eating anything the drink has no taste
Bir şeyler yemeden, içmenin tadı olmaz.
Would you like a bottle or a glass?
Bir şişe mi yoksa bir bardak mı istersiniz?
She thought she needed to go one or two steps backwards.
Bir-iki adım geri çekilmesi gerektiğini düşündü.
beer
bira
Beer and similar beverages
Bira ve benzeri içecekler
Beer and similar beverages decrease your interest in your environment.
Bira ve benzeri içecekler, sizin çevrenize olan ilginizi azaltır
to leave (behind) / to stop / to quit
bırakmak
we shouldn't have left (b)
bırakmamalıydık
why don't you quit /go on quit (sg/pl)
bıraksana - bıraksanıza
He wants his beer rather cold than lukewarm
Birasını ılıktan ziyade soğuk istiyor
a bit
biraz
You snack a bit
Biraz atıştırsın
a bit /partly because of the weather
biraz da hava yüzünden
a little more / more
biraz daha
Would you like some more beer ?
biraz daha bira istiyor musunuz?
to go the extra mile
biraz daha çabalamak
Let's gossip !
Biraz dedikodu yapalım.
Let's walk a bit around
Biraz dolaşalım
I need to think a little
biraz düşünmeye ihtiyacım var
even though it costs a bit more money
biraz fazla paraya mal olsa bile
She was a bit chatty and inclined to say everything four times
biraz geveze ve her şeyi dört kez söylemeye meyilliydi
to drive too fast (s/k)
biraz hızlı sürmek - kullanmak
He has some time off.
Biraz izni var.
I would like some breakfast
biraz kahvaltılık istiyorum
After reading a little I sleep.
Biraz okuduktan sonra uyuyorum.
He seemed a little troubled. I asked if there was anything; He did not share. I did not put my nose into it.
Biraz sıkıntılı görünüyordu. Bir şey olup olmadığını sordum; paylaşmadı. Ben de daha fazla kurcalamadım.
I would like some milk (have) Let me take some milk
biraz süt alayım
though a bit strange
biraz tuhaf da olsa
I speak a little Turkish
biraz Türkçe konuşuyorum
Tell me/ give me a little cheaper price please
Biraz ucuz fiyat söyleyin, lütfen!
a little bit of green
biraz yeşillik
He is a little sad, because he doesn't have a girlfriend.
Biraz üzgün çünkü kız arkadaşı yok.
a little bit
birazcık
he was a little disappointed
birazcık hayal kırıklığına uğradı
We help each other with homework.
Birbirimize ev ödevlerinde yardım ederiz.
to intermingle
birbirine karışmak
made from the same mold / cut from the same cloth (b.t.b.)
birbirinin tıpatıp benzeri
you never speak to each other
birbirinizle hiç konuşmuyorsunuz
(with) each other
birbiriyle
They help each other with homework.
Birbirlerine ev ödevlerinde yardım ederler.
And errh /Also, do you have bell pepper (pepper for stuffing) ?
Birde, dolmalık biber var mı?
suddenly / at once (b)
birden
more than one
birden fazla
more than one moaning was heard (s. d.)
birden fazla inleme sesi duyuldu
suddenly / all of a sudden (lit. from one to one)
birdenbire
one by one
birer birer
one for each
birer tane
one(of)
biri
The fight ended when one hit the other with a club hard on his head and left with the trophy.
Biri diğerini başına sopayla sertçe vurup ganimetle oradan ayrılınca kavga bitti.
if someone throws a book at you
biri eğer sana bir kitap fırlatırsa
if somebody doesn't throw the book at you
biri sana kitabı fırlatmazsa
his only (b) quality
biricik vasfı
saving (b)
birikim
deposit / accumulation
birikinti
to accumulate (intransitive) sich anhäufen
birikmek
to collect / to put aside / accumulate / save
biriktirmek
some people (bi)
birileri
the first
birinci
first class
birinci sınıf
to demand money from someone
birinden para talep etmek
to be someone's side / to take sides with
birinden yana olmak
to have a soft spot for s.o.
birine (karşı) zaafı olmak
to be well disposed towards s.o.
birine karşı iyi - nazik olmak
to lose one's patience with s.o.
birine olan sabrını yitirmek
to look at s.o. with misty eyes
birine sisli gözlerle bakmak
to keep at s.o. (for doing sthg)
birine sürekli bir şeyi yapması için dırdır etmek
to fall for s.o.'s words / to be cheated by them into doing sthg / to let s.o. deceive you to do sthg stupid/to be seduced
birine uymak - birinin aklına uymak
to throw yourself at the feet of s.o. / to plead to s.o.
birine yalvarmak
to mock about s. o. /sthg. /to make s. o. /sthg a laughing matter
birini /bir şeyi dalga konusu yapmak
argo: to give s.o. the slip / o escape from someone who is watching or following you
birini atlatmak
to involve sb in sth (affair)/ drag sb into sth (discussion /dispute)
birini bir şeye karıştırmak
to let someone get bullied by others
Birini ezdirmek
to assign someone to do some job
birini işe koşmak
to keep out of harm's way
birini kötülüklerden uzak tutmak
sympathetic (Understand and share one's feelings)
birinin duygularını anlayıp paylaşan
to draw s. o.' s fury upon oneself
birinin gazabını üzerine çekmek
to get in somebodies good graces / to get on the good side of someone /to get into someone's favour /to be into someone's good book
birinin gözüne girmek
to increase the pressure on someone
birinin üzerindeki baskıyı artırmak
someone
birisi
someone stole the drugs
birisi uyuşturucuyu çaldı
to be easy on s.o. / to treat s.o. kindly
birisine nazik davranmak
to approach s.o. / sich an jemanden wenden / auf jemanden zusteuern
birisine yönelmek
to stand s. o. up (to not come to an appointment) jemanden versetzen
birisini ekmek
to reintegrate s.o. into society
birisini topluma kazandırmak
Did you dispute with s. o.?
Biriyle mi tartıştın?
Did you have a dispute with someone?
Biriyle tartışma mı yaşadın?
a few
birkaç
a few months
birkaç ay
a few dudes all with (knife) scars on them (slang)
birkaç babo alayında façalar
a few helpful rules
birkaç faydalı kural
You ll never guess whom I ran across a few days ago
birkaç gün önce kime rastladım tahmin bile edemezsin
I want to buy some clothes (k)
Birkaç kıyafet satın almak istiyorum
Let's clarify a few things
Birkaç şeyi açıklığa kavuşturalım
The United Kingdom
Birleşik Krallık
to combine /associate (b) / assemble
birleştirmek
As (cards) (b)
birli
What would they usually do together?
Birlikte genellikle ne yaparlardı?
What would they usually do together?
Birlikte genellikle ne yaparlardı?
Together we walked down the stone staircase that lead to the niche where James always sat.
Birlikte James'in her zaman oturduğu nişe giden taş merdivenleri indik.
It is quite common these days to live together.
Birlikte oturmak,günümüzde oldukça yaygın.
some /several / a certain number of
birtakım
a number of social skills
birtakım sosyal beceriler
a number of social skills found in flesh and bone
birtakım sosyal becerilerin vücut bulmuş hâli(dir )
a lot of /many
birçok
He would continue to be in many films and remain popular.
Birçok filmde olmaya devam edecek ve popüler olarak kalacaktı.
He needed to see a lot of clients.
Birçok müşteriyi araması gerekiyordu.
for various reasons (n)
birçok nedenlerden dolayı
They are good at many things.
birçok şeyde iyiler
to pass the most difficult part of something
birşeyin en sıkıntılı kısmını atlatmak
bike
bisiklet
I want to rent a bike.
Bisiklet kiralamak istiyorum.
to ride a bike (s)
bisiklet sürmek
Do you like cycling (b) ?
Bisiklete binmeyi sever misin ?
Wear your helmet when you ride your bike.
Bisikletine binerken kaskını tak.
to end /to finish something
bitirmek
end
bitiş
plant
bitki
plants / vegetation
bitkiler
like a downpour raining on plants
bitkilere yağan sağanak gibi
exhausted
bitkin
exhaustion
bitkinlik
The exhaustion drained away
bitkinlik tükendi
The exhaustion drained away like water running down a slope.
Bitkinlik, yokuş aşağı akan su gibi tükendi.
to be infested with lice
bitlenmek
to end
bitmek
as good as done
bitmiş sayılır
something fishy (b)
bityeniği
mustache / Schnurrbart
bıyık
to smirk / verschmitzt lachen
bıyık altından gülmek
we
biz
We got hungry. Come on let's go and eat !
Biz acıktık,hadi yemek yiyelim.
We were friends.
Biz arkadaştık.
We too belong to the Lord (M) 2 Korintiler 10:7
Biz de Mesih'e aitiz.
We are selling our house.
Biz evimizi satıyoruz.
We were a family which barely made both ends meet, never taking more than our rights and living with honour
Biz kıt kanaat geçinen, hiçbir zaman hakkından fazlasını almayan, onuruyla yaşayan bir aileydik.
We are in France over Christmas.
Biz Noel boyunca - Noel'de Fransa'dayız.
We are living in the twenty-first century.
Biz yirmi birinci yüzyılda yaşıyoruz.
"Do I (we) lack madmen, that you have brought this one to act the madman in my presence(before me)?
Bizde deliler eksik mi ki, önümde delilik yapsın diye bu adamı getirdiniz?
to us (dat)
bize
Can you buy us a guitar ?
Bize bir gitar alabilir misin ?
What would you recommend to us?
Bize ne tavsiye edersiniz?
They didn't pay any attention to us
bize pek aldırmazlardı
Contact us
Bize ulaşın
Can you find us ?
Bizi bulabilir misin ?
they will find us and unleash their guards on us
bizi bulup muhafızları üzerimize salacaklar
Can you see us?
Bizi görebiliyor musun ?
If we have somebody who loves us, it is not important who we are or how we look.
Bizi seven biri varsa, kim olduğumuzun ya da nasıl göründüğümüzün hiç önemi yok.
it kept us fit
bizi zinde tuttu.
We got another problem. / Another problem arose (took shape) for us.
bizim başka bir sorunumuz oluştu.
The bus we waited for came late.
Bizim beklediğimiz otobüs çok geç geldi.
Our teacher is not a/ the man to be fired.
Bizim hocamız kovulacak adam değil.
in our home country (m)
bizim memlekette
where I (we) live
bizim orası
with us
bizimle
They didn't eat dinner with us.
bizimle akşam yemeği yemediler
personally / in person
bizzat
I personally reasoned with the wind
Bizzat rüzgâr ile görüştüm
knife
bıçak
A wound inflicted by a knife will heal; but one that words inflict (= the tongue inflicts) never heals. equiv: Words cut more (or, deeper) than swords (or, the sharpest sword; or, knife, blade).
Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez.
to stab
bıçaklamak
he reaps
biçer
Format /style / shape / form
biçim
to mow / to reap
biçmek
blocked
bloke
to block / blockieren
bloke etmek
Bluff / Blöff
blöf
Whether our bluff will function or not
Blöfümüzün işe yarayıp yaramayacağı
We don't know whether our bluff will function or not
Blöfümüzün işe yarayıp yaramayacağını bilmiyoruz
We don't know whether our bluff will function or not and we will never get a chance to find out.
Blöfümüzün işe yarayıp yaramayacağını bilmiyoruz ve bunu öğrenmek için asla bir şansımız olmayacak.
to waver /flounder /get confused /hesitate
bocalamak
basement / cellar
bodrum
from its cellar to the roof
bodrumundan çatısına dek harika
dwarfish /short / gedrungen / zwergenhaft
bodur
seine gedrungene Gestalt / his short stature
bodur yapısı
The squat (dwarfish/gedrungen) ugly creatures were gnawing on bones.
Bodur, çirkin yaratıklar kemik kemiriyordu.
pack /package /bundle
bohça
Taking his bundle he proceeded(d) towards the door.
Bohçasını alarak kapıya doğru davrandı.
a shitty guy
bok(tan) herif
He's a shit(ty guy)
Bok(tan) herif o
boxing
boks
plenty
bol
He had plenty of work clothes.
Bol bir iş giysisi vardı.
plentiful / abundantly / generously / plenty
bol bol
a bell trouser /trouser with wide legs
bol paça pantolon
with plenty of sugar
bol şekerli
tea with plenty of sugar
bol şekerli bir çay
I am fine (spoken) (b)
Bomba gibiyim
bomb explosion
bomba patlaması
Bead /pearl
boncuk
Borun /Bor - B 5
bor
to owe / to have debt
borcu olmak
How much do I owe you ?
Borcum ne kadar ?
tubular / röhrenförmig
boru şeklinde
a tubeshaped buckskin / chamois / Gemseleder cover (housse)
Boru şeklinde güderi bir kılıf
debt
borç
body height
boy uzunluğu
paint
boya
colouring pencils /Buntstifte
boyalı kalem
to paint (a wall) + Dat. in ... colour (e.g. yeşilE)
boyamak
to be painted / to make-up
boyanmak
longitude / Längengrad /meriadian
boylam
to end up / to land in
boylamak
of size / tall /high / long
boylu
to his neck
boynuna
horn
boynuz
antlers / Geweih
boynuzlar
horned
boynuzlu
horned beetles
boynuzlu böcekler
The horned creatures
boynuzlu yaratıklar
length
boyu
neck /Nacken
boyun
lentghwise /continually / on and on
boyuna
Along / round /over / for / throughout
boyunca
yoke (agricul.)
boyunduruk
To carry my yoke is easy, my burden is light.
Boyunduruğumu taşımak kolay, yüküm hafiftir.
Take (load) my yoke and learn from me.
Boyunduruğumu yüklenip benden öğrenin
He stooped to hide (g) his height.
Boyunu gizlemek için kamburunu çıkardı.
size /dimension
boyut
to add dimension
boyut kazandırmak
grey /brown (old word)
boz
Steppe (flat unforested grassland)
bozkır
"Grey wolves" (turkish right wing extremist organization)
Bozkurt
to disturb / to break / to spoil /to disrupt
bozmak
broken (b)
bozuk
I suppose it's broken. /Probably it's broken
Bozuk herhalde.
change /coin / Wechselgeld / Kleingeld
bozuk para
coin cashing machine /Münzautomat
bozuk para bütünleme makinesi
change /coin /Kleingeld
bozukluk
to break down / to get out of order / to deteriorate
bozulmak
bull
boğa
throat /Hals
boğaz
he had a sor throat
boğazı şişti
to have a frog in one's throat
boğazında gıcık olmak
to clear one's throat
boğazını temizlemek
to choke s.o/ to strangle/ to suffocate s.o. / erwürgen
boğmak
choking /suffocating /stuffy /stifling
boğucu
the overwhelming / suffocating city life
boğucu şehir hayatı
instead of the overwhelming/ suffocating noise of the city life you can hear birds singing in the trees
boğucu şehir hayatının gürültüsü yerine ağaçlarda öten kuşların ezgilerini duyabilirsin
hoarse
boğuk
a hoarse whisper
boğuk bir fısıltı
a hoarse scream
boğuk bir çığlık
to barely escape drowning
boğulma tehlikesi atlatmak
to get strangled / choke /ersticken
boğulmak
knuckle
boğum
free / empty
boş
to talk nonsense, to prate, to talk about unnecessary things stupidly
boş boş konuşmak
He will talk nonsense and disturb us continuously
Boş boş konuşup bizi rahatsız edip duracak.
to make efforts in vain / to beat one's head against the wall / to run one's head against a brick wall
boş yere çabalamak
to discharge / frei werden / sich entladen
boşalmak
to empty /to dump / to unload
boşaltmak
to empty /to dump / to unload
boşaltmak
divorce
boşanma
to be divorced
boşanmak
blabbermouth /Schwatzkopf
Boşboğazı
They threw the blabbermouth into Hell; he shouted "The logs are wet!"
Boşboğazı cehenneme atmışlar; "odun yaş" diye bağırmış.
emptiness / gap /space
boşluk
never mind
boşver
branch / faculty / subject
branş
one of the brandy barrels
brendi fıçılarından biri
Paranuss
brezilyacevizi
bronze (b)
bronz
bronchitis
bronşit
bronchia / Bronchien
bronşlar
brochure
broşür
Surprising traffic accident on the carfree day in Brussels
Brüksel'de "Arabasız Gün"de şaşırtan trafik kazası
this
bu
This is an emergency.
bu acil bir durum
What are the charges against this man?
Bu adam hakkındaki suçlamalar ne?
this isn't fair
bu adil değil
I am going to this address
Bu adrese gidiyorum.
I think (s) everyone in this family is dreaming (h. k.) a little too much
Bu ailede herkesin biraz fazla hayal kurduğunun sanıyorum
I like this trend.
Bu akımı seviyorum.
If you call me tonight, we'll make plans then.
Bu akşam beni ararsan bir plan yaparız
it might snow this evening
bu akşam kar yağabilir
We're invited to dinner tonight.
Bu akşam yemeğe davetliyiz.
I will be coming (spoken) very late tonight. There is also a chance that I don't come at all.
Bu akşam çok geç gelcem. Hiç gelmeme ihtimali de yok değil.
Until tonight I had hoped that everything was just a joke (ş)
bu akşama kadar her şeyin sadece bir şaka olmasını ummuştum.
He's going to take the Ankara plane tonight. (lit. He'll board tonight's Ankara airplane.)
Bu akşamki Ankara uçağına binecek.
That is my friend from the States.
Bu Amerika'dan arkadaşım
by the way
bu arada
By the way, this is actually a convention.
Bu arada, bu aslında bir konvansiyondur.
By the way, he e-mail that Cem wrote came
Bu arada, Cem'in yazdığı eposta geldi.
this is the biggest stadium in Europe
bu Avrupa'daki en büyük stadyum
These shoes are very comfortable.
Bu ayakkabılar çok rahat.
These trees are ours.
Bu ağaçlar bizimki.
This is a photo of me
bu benim bir fotoğrafım
This is one of my favorite songs.
Bu benim favori şarkılarımdan biri.
this is my principle
bu benim prensibim
This alone (even this) is worth the expense.
Bu bile masrafına değer.
The sources from whom you took this information instructed you (pl) wrong./misinformed you
Bu bilgiyi aldığınız kaynaklar sizi yanlış bilgilendirmiş.
it's an order!
bu bir emirdir!
this is a matter of opinion
bu bir görüş meselesi
Is that an insult now ?
Bu bir hakaret mi şimdi ?
this plant's starchy rich edible tubers
bu bitkinin nişastaca zengin, yenebilen yumruları
This was our first visit to that restaurant. (here: restorant = restoran - depending on pronunciation)
Bu bizim o restoranta ilk gidişimizdi.
to want to fill this space
Bu boşluğu doldurmak istemek
It's in this street (c)
bu cadde üstünde
This means that (the distance) between home and work is far.
Bu da ev ile iş arasının uzak olması demek.
This one is cheaper
bu daha ucuz
this kind of behaviour wasn't becoming on you (it was too low for you. You shouldn't have done that.)
Bu davranış sana yakışmadı.
This is unbearable./ This is irresistible.
Bu dayanılmaz.
Weird stories were told about (i) these mountains
Bu dağlarla ilgili garip hikâyeler anlatılırdı
Weird stories were told about (i) these mountains
Bu dağlarla ilgili garip hikâyeler anlatılırdı
About twenty million people speak this language as their mothertongue.
Bu dili yaklaşık yirmi milyon insan anadili olarak konuşuyor.
It drives Mum mad.
Bu durum annemi çıldırtıyor .
because of this situation
bu durum yüzünden
In this case they cause all kinds of problems.
Bu durumda her tür soruna neden olurlar.
He watched the situation with disapproval but he did not dare to intervene.
Bu durumu onaylamadan seyretti ama müdahale etmeye cesaret edemedi.
This emotions they kept merging/fusing inside of me
Bu duygular içimde kaynaşıp dururlardı
In that period I got promoted twice.
Bu dönemde iki kez terfi aldım.
if you (pl) buy a new leather bag in this shop, they give you a wallet for free. (open conditional /it is possible)
Bu dükkanda yeni deri bir çanta alırsanız, cüzdan bedava verilir.
In this world there are no ghosts and such.
Bu dünyada hayalet filan yok.
This thought was only a little less painful.
Bu düşünce de yalnızca biraz daha az acı vericiydi.
to get rid of (to avoid) this thought
bu düşünceden kurtulmak için
As soon as he(she) read this email, he(she) immediately started crying.
Bu e-postayı okur okumaz ağlamaya başladı.
It will happen sooner or later, we should be prepared/ready for that moment.
Bu er ya da geç olacak, o an için hazırlıklı olmaliyiz.
Who is this boy?
bu erkek çocuk kim?
They/he would be discussing this festival.
Bu festivalı konuşuyor olacaktı.
How could I miss such an opportunity?!?
Bu fırsatı nasıl kaçırırım?!?
tonight
bu gece
Are you going to watch a film tonight?
bu gece film izleyecek misin?
We have to fly to Japan tonight.
bu gece Japonya'ya uçmamız gerekiyor
this hidden paradise
bu gizli cennet
This hidden paradise also gives (offers) photographers a chance to capture beautiful frames.
Bu gizli cennet, aynı zamanda fotoğraf düşkünlerine de çok güzel kareler yakalama fırsatı sunar.
this vision petrified her
Bu görüntü aklını başından alıyordu .
This image did not seem odd at all.
Bu görüntü hiç de yadırganmıyordu.
These images revealed the true face of these murderers.
Bu görüntüler bu katillerin asıl yüzünü ortaya koydu.
'People' reading this (news) also read ...
Bu haberi okuyanlar bunları da okudu
This weak I wore myself out. (exhausted myself/got very tired)
Bu hafta kendimi çok yıprattım.
I can't go this weekend, I am on duty.
Bu hafta sonu gidemem, nöbetçiyim.
I will not (cannot) tolerate this insult.
Bu hakarete katlanamam!
That would be great.
bu harika olur
That's great
bu harika!
this is a once in a lifetime experience
bu hayatta bir kere yaşayacağın bir tecrübe
this is (the thing) what I always (saw and) dreamed of
Bu hep (görüp) hayal ettiğim şey
This can spoil everything.
Bu her şeyi berbat edebilir.
97/5000 This story needs to be well edited. In other words, the story should be based on a real conflict.
Bu hikayenin iyi kurgulanması da gerekiyor. Yani, hikaye gerçek bir çatışma üzerine kurgulanmalı.
they thought I made up these stories to attract attention
bu hikâyeleri ilgi çekmek için uydurduğumu düşünüyorlardı
at that (this) speed / at that rate
bu hızla
I'd appreciate it if we just pretend that this never happened
bu hiç yaşanmamış gibi davranırsak çok memnun olurum
that doesn't prove (i) anything
bu hiçbir şey ispatlamaz
Brunson's witness who remarked (pointed out) that he made (gave) these statements
bu ifadeleri verdiğini belirten Brunson'un tanığı
It is impossible
Bu imkânsız
I can't work with these people
Bu insanlarla çalışamam!
What is the meaning of tbese symbols (i)?
Bu işaretlerin anlamı ne?
this is how it works / that's the way the cookie crumbles
bu işler böyle
this is how it happens I've seen it before
bu işler böyle oluyor daha önce de gördüm
that's how it goes
bu işler böyle yürür
There is something fishy about. / something isn't right about this
Bu işte bir iş var.
I thought it would be better to stay in this work.
Bu işte kalırsam daha iyi olacağını düşünüyordum.
The man having a very busy week at work
Bu işte yoğun bir haftası olan adam
when it was so unnecessary
bu kadar gereksizken
This much is enough for introduction.
Bu kadar giriş için yeterlidir.
Don't be such a fool !
bu kadar saf olma!
That's enough
Bu kadar yeter!
Is there this much damage?
Bu kadar zarar var mı ?
Should we have done that much shopping ?
Bu kadar çok alışveriş yapmalı mıydık?
this was an overwhelming loss
Bu kahretici bir kayıptı.
this was an overwhelming loss, of which the emotional wounds in her heart (k) still were unclosed.
Bu kalbindeki duygusal yaraları hâlâ kapanmayan kahretici bir kayıptı.
Through this door no child ever passed.
Bu kapıdan asla hiçbir çocuk geçmedi.
If one would look at this door / seen this door
Bu kapıya bakılacak olursa
I can't stand/take/endure this word
Bu kelimeye tahammül edemiyorum.
This time you will have to go without me.
Bu kez bensiz gitmek zorunda kalacaksın.
You (pl) will like this discovery quite.
Bu keşif oldukça hoşunuza gidecektir.
Whose notebook is this ?
Bu kimin defteri ?
The name of this book is secret
Bu kitabın adı gizli.
I don't want to say that this book will end with a bad end.
Bu kitabın kötü bir sonla biteceğini söylemek istemiyorum
He became famous in all Europe by this book of him.
Bu kitabıyla tüm Avrupa'da ünlendi.
This dress suits you.
Bu kıyfate sana yakışıyor.
Is this seat free?
Bu koltuk boş mu ?
I didn't quite grasp (o) this topic.
Bu konu bende tam oturmadı.
Everyone agreed on this.
Bu konuda herkes hemfikirdi.
Let's keep this in mind.
Bu konuyu aklımızda tutalım.
Let me get this straight (us - this subject)
Bu konuyu açıklığa kavuşturalım
This is delicious.
Bu lezzetli
This luxury he also withheld from himself and...
Bu lüksü kendisinden de esirgeyip
This oppressed (man) cried out (to God). the Lord heard him, he saved him from all his troubles. (s)
Bu mazlum yakardı, RaB duydu, bütün sıkıntılarından kurtardı onu.
if they win this match they'll win the league
bu maçı kazanırlarsa lig şampiyonu olacaklar
it is possible
bu mümkün
Is it possible?
Bu mümkün mü ?
What does it mean? /was bedeuted das?
Bu ne anlama geliyor ?
What a mess !
Bu ne dağınıklık.
What is that (this) supposed to mean?
Bu ne demek oluyor.
How much is it?
bu ne kadar?
What a determination
Bu ne kararlılık
What a haughtiness / disdainfulness
Bu ne mağrurluk
What an x
bu ne x
for this reason (n)
Bu nedenle
Therefore she participated in the conversation with twice as much interest.
Bu nedenle sohbete iki kat fazla ilgi ile iştirak ediyordu.
From this point on, my grandmother would take over.
Bu noktadan sonrasını büyükannem devralacaktı.
this is so unfair
bu o kadar adaletsiz ki
It was that kind of day.
Bu o tür bir gündü.
It was neither noticed nor prevented in this school.
Bu okulda ne fark ediliyor ne de önleniyordu.
This can happen
Bu olabilir
this event happened
bu olay olmuştu
the only meaning that I can see in this event
bu olayda benim görebildiğim yegâne mana
This was their first visit to that restaurant. (here: restorant = restoran - depending on pronunciation)
Bu onların o restoranta ilk gidişleriydi.
Let's not talk about this here/in this place (in the presence of these people)
Bu ortamda bunu konuşmayalım.
This clown is not funny at all.
Bu palyaço hiçte komik değil
I hoped that I could solve this problem.
Bu problemi çözebileceğimi umuyordum.
He hopes that he will be able to solve this problem.
Bu problemi çözebileceğini umuyor.
Did you solve these problems using a calculator?
Bu problemleri hesap makinesi kullanarak mı çözdün?
I can't call him at this hour.
Bu saatte onu arayamam.
This morning there are many fishermen in the Bosporos.
Bu sabah Boğaz'da çok balıkçı var.
the letter I wrote this morning
Bu sabah yazdığım mektup
this is just a silly argument
bu sadece aptalca bir tartışma
Only (s) his huge grey eyes revealed the restless (h) fire burning beneath this calm appearance.
Bu sakin görünüşün altında yanan huzursuz ateşi sadece iri gri gözleri açığa vuruyordu.
this is beneath you
bu sana yakışmıyor
We have to be brave to win this war.
Bu savaşı kazanmak için cesur olmalıyız.
so; in order for ... ; thus / In this way
bu sayede
On this page you can view, change or convert your orders into a single order.
Bu sayfada siparişlerinizi görebilir, değiştirebilir veya tek bir siparişe dönüştürebilirsiniz.
beyond this page
Bu sayfadan sonrasını
Do not read beyond this page !
Bu sayfadan sonrasını okumayın !
When I had decided for this reason (s)
Bu sebeple kararlaştırmışken
for this reason (s)
bu sebepten dolayı
this time /for once (s)
bu sefer
This year the prices are higher than last year.
Bu senenin fiyatları geçen seneninkilerden daha yüksek.
Is this yours?
Bu seninki mi?
This symbol had a meaning.
Bu simgenin bir anlamı vardı.
One of these ordinary people
Bu sıradan kişilerden biri
Giving a glass of cold water to one of these ordinary people
Bu sıradan kişilerden birine bir bardak soğuk su veren
Why is this important to you? Why does this matter to you?
Bu sizin için neden önemli?
this was extremely vexing
bu son derece eziyetliydi
This is my last offer.
bu son teklifim
You don’t necessarily need to ask your teacher to find an answer to this question; it’s enough to google it.
Bu soruya cevap bulmak için illa hocana sormana gerek yok; gugıllamak yeter.
Can you answer this question?
Bu soruya cevap verebilir misin?
I can't answer this question. Ask someone who knows.
Bu soruya cevap veremem. Bir bilene sor.
After this presenting (verbal noun)
Bu sunuştan sonra
After this presenting (verbal noun) let me pass immediately to the events.
Bu sunuştan sonra, hemen olaylara geçeyim.
This happened, so that the word/promise would be fullfilled
Bu söz yerine gelsin diye oldu.
How can you say these words to şe?
Bu sözü bana nasıl söyleyebilirsin?
in this case (t)
bu takdirde
this kind of pressure
bu tarz bir baskı
He doesn't like this kind of pressure.
Bu tarz bir baskıyı sevmiyor.
this treatment works immediately
bu tedavi hemen işe yarıyor
Bu I've been up all night studying for this test.
Bu teste hazırlanmak için bütün gece ders çalıştım.
This kind of stuff is on the market.
Bu tip şeyler pazarda var.
Such things / that sort of thing
bu tür şeyler
(about) how expensive such things are
bu tür şeyler ne kadar masraflı olduğundan
such things did not happen
bu tür şeyler olmazdı
It's a long journey.
bu uzun bir yolculuk
This cliff could not be compared /was uncomparable to any cliff in our world.
Bu uçurum dünyamızdaki hiçbir uçurumla kıyaslanamazdı.
May these savages receive the severest punishment !
Bu vahşiler en ağır cezayı alsın.
Upon this answer (y) Mo had pinched her nose.
Bu yanıt üzerine Mo kızın burnunu sıkmıştı.
whose pillow is this?
bu yastık kimin?
As if this were not difficult/ hard enough
Bu yeterince zor değilmiş gibi
this year the Democratic Party will get better results
bu yıl Demokrat Parti daha iyi sonuçlar alacak
This year a traffic accident occured.
Bu yıl trafik kazası meydana geldi.
therefore
bu yüzden
therefore
bu yüzden
Therefore they thought of a trick.
Bu yüzden bir hile düşündüler.
That's why you're gonna sit here and be good.
Bu yüzden burada uslu uslu oturacaksın.
Therefore do not fear them.
Bu yüzden onlardan korkmayın
so the holiday had passed relatively wonderful
bu yüzden tatil nispeten harika geçmişti
Therefore Jesus entered a boat and sat down.
Bu yüzden İsa tekneye binip oturdu.
this is the match of the century
bu yüzyılın maçı!
before the ceasing of this madness
bu çılgınlık dinmeden önce
These flowers are for my mum
bu çiçekler annem için
That doesn't seem very interesting
Bu çok ilginç görünmüyor.
This is very good. / It's good
Bu çok iyi
It's a very good offer.
bu çok iyi bir teklif
Just win this prize, and I' ll buy you a car!
Bu ödülü kazan hele, sana araba alacağım.
This afternoon I will take care of it.
Bu öğleden sonra icabına bakacağım.
He is going to the museum this afternoon.
bu öğleden sonra müzeye gidecek
This country is not theirs.
Bu ülke onların değil.
We came to this country years ago.
bu ülkeye yıllar önce geldik
these products leave you hungry for more / Diese Produkte machen hungrig nach mehr
bu ürünler sizi daha fazlasına da aç bırakıyor
between these three meals (in the times between...)
Bu üç öğünün haricinde aralarda
This song is very long, can you sing it ?
Bu şarkı çok uzun, onu söyleyebilir misin?
I am crazy about this song
Bu şarkının hastasıyım
I am crazy about this song
Bu şarkının hastasıyım
to go after these things
bu şeylerin peşinden gitmek
And so if this shock does not kill it is strong enough to put opponents to sleep.
Bu şok öldürmese de karşısındaki bayıltmaya yetecek kadar güçlü.
it was in a stupid /unreasonable way catching/contagious
Bu, mantıksız bir şekilde bulaşıcı bir durumdu
This happened so that the (following) words proclaimed by the prophet Isaiah would be fullfilled:
Bu, Peygamber Yeşaya aracılığıyla bildirilen şu söz yerine gelsin diye oldu:
fool (b)
budala
today
bugün
Give us today our daily bread. Matta 6 :11
Bugün bize gündelik ekmeğimizi ver.
Can you visit us today ?
Bugün bizi ziyaret edebilir misin
That's why I came here today.
Bugün buraya bu sebeple geldim.
Let's eat outside today
Bugün dışarıda yiyelim
there is a chance that it will be sunny today
bugün güneşli olma ihtimali var
which day of the week is today?
bugün haftanın hangi günü?
Today is the second of January
bugün iki Ocak
I was late at work today.
Bugün işe geç kaldım.
Today we will handle complex numbers.
Bugün karmaşık sayılar konusunu işleyeceğiz.
What do you(sg) want to do today ?
bugün ne yapmak istiyorsun?
Turn on the television at ten o'clock today.
Bugün onda televizyonu aç.
Today is Monday, so tomorrow is Tuesday
bugün Pazartesi yani yarın Salı
I can't take you (pl) to the park today.
Bugün sizi parka götüremem.
He a lot (a pile/heap/bunch) of work to do today.
Bugün yapacak bir yığın işi vardı.
the witnesses listened to so far/ up till today
bugüne kadar dinlenen tanıklar
(in) these days
bugünlerde
Nowadays preparations are being made to build (make) a thitd bridge to İstanbul.
Bugünlerde, İstanbul'a üçüncü bir köprü yapılması için hazırlıklar yapılmaktadır.
I am thinking about today
bugünü düsünüyorum
Don't leave today's work for tomorrow. / Was du heute kannst besorgen, das verschiebe nicht auf morgen.
Bugünün işini yarına bırakma.
What's the date today?
bugünün tarihi ne?
steam baths / Dampfbäder
buhar banyoları
steam baths / Dampfbäder were heated (rep)
buhar banyoları ısıtılmış
blurred /blurry /foggy/cloudy/misty
bulanık
contagious
bulaşıcı
dirty dishes
bulaşık(lar)
to do dishes
bulaşıkları yıkamak
all of the dishes
bulaşıkların hepsi
All of the dishes were washed
Bulaşıkların hepsi yıkandı
to get infected / be transmitted by / catch
bulaşmak
to infect / spread infection / transmit infection
bulaştırmak
to find
bulmak
From the place where he was
Bulunduğu yerden
From the place where he was he could see the whole forest that was around him.
Bulunduğu yerden etrafındaki bütün ormanı görebiliyordu.
Locative
bulunma hâli - -de hâli
to be found / to be (somewhere) / to exist
bulunmak
they would find
bulurlardı
cloud
bulut
cloudiness
bulutlanma
Clouding is a kind of cloud clusters that appear(i) in the dark moments of the screen.
Bulutlanma ekranın karanlık anlarında çıkan bir tür bulut kümelerinden ibarettir.
covered with clouds : cloud covered
bulutlarla kaplı
cloudy
bulutlu
cloudless
bulutsuz
the cloudless night sky
bulutsuz gece göğü
invention
Buluş
date; meet-up (between two) / appointment
buluşma
to meet s.o.
buluşmak
When is your date/appointment ?
Buluşman ne zaman?
I had read a sentence similar to this.
Buna benzer bir cümleyi okumuştum.
He said he did not need this.
buna ihtiyaç duymadığını söyledi
rather than believing this /instead of believing this
buna inanmaktansa
Rather than believing this I'd prefer to believe in the magic craw.
Buna inanmaktansa sihirli bir kargaya inanmayı yeğlerdim.
What do you call this? / What are you saying?
Buna ne diyorsunuz?
stuffy /oppressing/overwhelming
bunaltıcı
to oppress / ho overwhelm / to weigh down / stupefy
bunaltmak
herein /avec ça /daran /darin /damit
bunda
there is nothing strange about that
bunda bir gariplik yok ki
there is some truth in that
bunda doğruluk payı var
you got that right /you are right in that /damit hast du recht
bunda haklısın
not to be alone in this
bunda yalnız olmamak
of/ from this (abl)
bundan
from now on / henceforth (b)
bundan böyle
Now, therefore (henceforth/from now on (b)) the sword shall never depart from (lack in) your house (root)
Bundan böyle, kılıç senin soyundan sonsuza dek eksik olmayacak.
therefore /for this (reason) /because of this
bundan dolayı
If from now on you make the least little noise you would wish you never were born.
Bundan sonra çıtın çıkarsa, keşke hiç doğmamış olsaydım dersin.
These are not things one can actually see.
Bunlar aslında görülebilen şeyler değil.
These consist of a king, a queen, two bishops (Läufer), two knights (Pferde), two rooks (Türme) and eight pawns (Bauern).
Bunlar bir şah, bir vezir, iki fil, iki at, iki kale ve sekiz piyondan oluşur.
They are making fun of me.
Bunlar da bana bakıp eğleniyorlar.
Don't they (these) have any share of humanity.
Bunlar insanlıktan hiç mi nasibini almamış?
in the meantime
bunlar olduğu sırada
Are they ripe ?
Bunlar olgun mu?
These are tough times.
bunlar zor zamanlar
They (these) were so shiny, that Jill couldn't decide whether they were jewels or butterflies.
Bunlar öylesine parlakti ki, Jill mücevher mi, kelebek mi karar veremedi.
that you have a need for these
bunlara gereksinmeniz olduğu
one of these
bunlardan biri
dressed like one of them
bunlardan biri gibi giyinmiş
Can you prove these to me?
Bunları bana kanıtlayabilir misin?
all of them
bunların hepsi
you weren't supposed to see any of these
bunların hiçbirini görmemeliydin
absolutely opposite of these
bunların tam tersi
You can easily find a pretext to do this
Bunu yapmak için kolaylıkla bir bahane bulabilirsin
I didn't understand this
Bunu anlamadım
Why are you finding strange that I tell this?
Bunu anlatmamı niye garipsiyorsun?
she had cautioned/charged me so many times
bunu bana defarlarca tembihlemişti
I don't have someone to do this for me (formal)
Bunu bana yapacak kimsem yok
When they realized this it was understood that there were also materials other than the protons in the nucleus.
Bunu fark edince, çekirdekte protondan başka maddeler de olduğu anlaşıldı.
you weren't supposed to see this
bunu görmemeliydin
He decided not to dare it
Bunu göze alamayacağına karar verdi
They ( will ) do it without blinking their eyes.
Bunu gözlerini kırpmadan yerine getirirler.
Return it !
bunu iade et
I will transmit this.
Bunu ileteceğim
I am not ashamed to admit this
bunu itiraf etmekten utanmıyorum
It is not for me to say
bunu söylemek bana düşmez
if we are going to do this
bunu yapacaksak
If we are to do this let's get done with it as soon as possible.
Bunu yapacaksak bir an önce halledip kurtulalım.
I do not allow them to do this
bunu yapmalarına izin vermiyorum
Is it possible to try this on?
bunu üstümde denemem mümkün mü?
Is it possible that I don't try this on?
Bunu üstümde denememem mümkün mü?
Is it possible that I didn't try this on?
Bunu üstümde denememiş olmam mümkün mü?
What has this got to do with me?
Bunun benimle ne alâkası var ki ?
I wanted to pinch myself to see (understand)whether this was a nightmare or hallucination.
Bunun bir kâbus ya da sanrı olup olmadığını anlamak için kendimi çimdiklemek istedim
apart from this there was silence
bunun dışında bir sessizlik vardı
A part from this it was a beautiful face, (but) it was proud cold and stern.
Bunun dışında çok güzel bir yüzdü; gururlu, soğuk ve ciddiydi.
information other than this
bunun dışındaki bilgiler
He expressed that, he does not have other information than this.
Bunun dışındaki bilgilere hakim olmadığını ifade etti.
he does not have other information than that
bunun dışındaki bilgilere hâkim değil
I don't think it is right.
Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum.
For this Personal Developement Tests or Expert Advice can be prefered. / Personal development tests or specialized counseling may be preferred for this.
Bunun için kişisel gelişim testleri veya uzman danışmanlıklar tercih edilebilir.
I am not sure why this is necessary/required.
Bunun neden zorunlu olduğundan emin değilim.
the reason for this / this is because
bunun nedeni
the key to this (spoken)
bunun püf noktası
instead
bunun yerine
whereupon / upon this
bunun üzerine
I could cope with this.
Bununla bas edebilirdim.
together with this / at the same time /however
Bununla birlikte
He makes a living from this.
Bununla geçiniyor.
I comforted myself with this
Bununla kendimi avuttum
here (locative)
Burada
you can't walk idly around here
burada aylak aylak dolaşamazsın
Wait here !
Burada bekleyin !
Here too, I don't want to see reckless (too familiar behaving) people.
Burada da laubali insan görmek istemiyorum
Stop here !
Burada durun!
Is everything allright in here?
Burada her şey yolunda mı?
While the two of us are alone here /While we both ...
Burada ikimiz yalnızken
Can I camp here ? stationary verb goes with locative (übernachten)
Burada konaklayabilir miyim?
Most of the men and women here could have the same philosophy ve
Buradaki erkek ve kadınların çoğu aynı felsefeye sahip olabilirdi
Go away (from here)
Buradan git !
near here / dans les environs
buralarda
Is there a museum near here?
buralarda bir müze var mı?
cannot get enough of the view here(abouts)
buranın manzarasına doyum olmaz
This is the highway (a) to Ankara.
Burası Ankara anayolu.
It's terrible here
burası berbat
It's nice here.
burası güzel
It is always crowded here.
Burası hep kalabalıktır.
I love this place.
burasını seviyorum
It rained here too today, for three minutes
buraya da bugün biraz yağmur yağdı üç dakikalığına
Since I came here (old form) I have been working a lot.
Buraya geleli çok çalıştım
Is this why you came here?
Buraya gelme nedenin bu mu ?
Is this the first time you've been (you came) here?
Buraya ilk defa mı geliyorsunuz?
to be able to come until here
buraya kadar gelebilmek
Do you mind if I sit down here ?
Buraya oturmamda bir sakınca var mı ?
Do you mind if I sit here ?
Buraya oturmamın bir sakıncası var mı?
Can I park here ?
Buraya park edebilir miyim ?
If you are close to here, visit me too.
Buraya yakınsan, bana da uğra.
at least three fierce dogs must be guarding this place
Burayı en az üç azgın köpek koruyor olmalı.
I kind of like it here
burayı sevdim sayılır
to sprain /twist /get twisted
burkulmak
My nose is bleeding.
Burnum kanıyor.
It smells fishy.
Burnuma kötü kokular geliyor.
Sniffing I backed away and wiped my eyes with my palms, I was shaking.
Burnumu çekerek gerileyip avuçlarıma gözlerimi sildim, titriyordum.
with the sugar tongue clamped to his nose
burnuna kenetlenmiş şeker tutacağıyla
He scratched his nose.
Burnunu kaşıdı.
how did you break your nose?
burnunu nasıl kırdın?
to wipe one's nose
burnunu silmek
to blow one's nose
burnunu sümkürmek
to sniff (after crying) /schniefen
burnunu çekmek
nose / muzzle /snout
burun
promontory /headland / Landzunge
burun
nostril
burun deliği
nose bleeding
burun kanaması
to pick one's nose
burun karıştırmak
to sniff at/to consider unimportant / to turn up one's nose / die Nase rümpfen
burun kıvırmak
this was (rep) my destiny
buymuş benim alın yazım
commandment
buyruk
to ask in
buyur etmek
dictatorship /bossiness /tyranny /peremptoriness
buyurganlık
Yes please ? (e.g. Waiter asking for orders)
Buyurun?
ice
buz
an icy cold
buz gibi bir soğuk
In the icy air the breath coming coming out of there nostrils looked like smoke.
Buz gibi havada burunlarından çıkan nefesleri duman gibi görünüyordu.
cold (icy) sweat
buz gibi ter
ice hockey
buz hokeyi
fridge / Eisschrank
buzdolabı
How does the fridge work ?
Buzdolabı nasıl çalışıyor?
How much milk is there in the fridge?
buzdolabında ne kadar süt var?
I picked up (took) a bagel from the top of the fridge and began to eat it sullenly.
Buzdolabının üzerinden bir çörek aldım asık suratla yemeye başladım.
iciness
buzlanma
to ice over / to frost over
buzlanmak
glacier /ice field
buzul
from the glaciers
buzullardan
wheat
buğday
Weizenschrot
buğday kırması
wheat flour
buğday unu
mist / steam / Beschlag / condensation / vapor
buğu
to become steamed up, become misted over / se couvrir de buée / sich beschlagen / anlaufen
buğulanmak
to brag /boast
böbürlenmek
insect / bug
böcek
Divide and rule (set the others against each other so you rule over them/ org. divide et impera)
Böl ve yönet
region
bölge
the tension in the region
bölgedeki gerilim
to divide
bölmek
divided /:
bölü
chapter / part
bölüm
indivisible
bölünemeyen
something about calculating non-divisible values
bölünemeyen değerlerinin hesaplanmasıyla ilgili bir şeyler
idiot /fool / lummox
bön
to gawp / gawk /gaze
bön bön bakmak
work of an idiot
bön iși
small pasty / patty (usually filled with minced meat) / pie
börek
No user like this have been found (e.g. facebook)
Böyle bir kullanıcı bulunamamıştır.
And such a thing ruins the joke
böyle bir şey şakayı da bozar
I couldn't imagine how the man could claim that something so disgusting was valuable
böyle iğrenç bir şeyin değerli olduğunu nasıl olup da adamın iddia edebileceğini aklım almıyordu
It was beyond me how such a disgusting thing could be valuable
böyle iğrenç bir şeyin nasıl olup da değerli olabileceğini aklım almıyordu
I couldn't imagine how such a disgusting thing could be as valuable as he claimed.
böyle iğrenç bir şeyin nasıl olup da onun iddia ettiği kadar değerli olabileceğini aklım almıyordu
It wouldn't be appopriate for us to do that.
Böyle yapmamız yakışık almaz
If you continue to work like this you surely will succeed.
Böyle çalışmaya devam edersen, mutlaka başarılı olursun.
Thus / so
Böylece
Thus your souls (will) find (reunite with) rest.
Böylece canlarınız rahata kavuşur.
flank / side
böğür
blackberry / Brombeere
böğürtlen
blackberry branches / brambles
böğürtlenlerin dalları
bellow / Brüllen
böğürtü
kiosk
büfe
buffet
büfe
You should(will) kiss the wrist you could not twist. meaning: This is really an invitation to acknowledgement and respect when you are beaten or bested, physically or otherwise.
Bükemediğin bileği öpeceksin.
to twist / distort
bükmek
Nightingale
bülbül
Nightingale's nest, is a Turkish phyllo dough dessert. It takes its name from its hollow and circular shape. Having been baked, warm syrup is sprinkled, and the hollow center is filled with pistachios before being served.
Bülbül yuvası
(Though) They put the nightingale into a golden cage, it still moaned for its home.
Bülbülü altın kafese koymuşlar, (yine de) 'Ah, vatanım!' demiş.
to wrap / to take on
bürünmek
completely (b)
büsbütün
to completely ignore (b.b.g.)
büsbütün bilmezlikten gelmek
all / every (b)
bütün
despite (r) all its greatness
bütün azametine rağmen
his whole body was trembling
bütün bedeni titriyordu
She felt that her entire body tensened with fear.
Bütün bedeninin korkuyla gerildigini hissetti.
Why do you ask all these questions?
Bütün bu soruları neden soruyorsunuz?
for good /completely / through and through /altogether
bütün bütün
to leave for good /für immer weggehen
bütün bütün gitmek
all the world /the whole earth
bütün dünya
His whole world consisted of this girl.
Bütün dünyası bu kızdan ibaretti.
creating the whole world
bütün dünyayı yaratan
I worked all day. I am exhausted.
Bütün gün çalıştım; bitkinim.
It took me the whole day.
Bütün günümü aldı
all that hustle and bustle
bütün o koşuşturmalar
I saw all what happened.
Bütün olanları gördüm.
We can't spend all of our money.
bütün paramızı harcayamayız
all kinds of vegetables
bütün sebze çeşitleri
who forgives all your sins (s), who heals all your disease (Ps. 103:3)
Bütün suçlarını bağışlayan, Bütün hastalıklarını iyileştiren,
I told you all I wanted to say.
Bütün söylemek istediğimi size anlattım.
all kinds of x
bütün x çeşitleri
all the ugliness
bütün çirkinlik
totalitarian (relating to a system (or a person belonging to it ) of government that is centralized and dictatorial and requires complete subservience to the state.
bütüncül
integration / replenishment / completition / condition / make up exam
bütünleme
make-up examination (to allow students, with legitimate reasons for missing a scheduled exam, to fulfil the requirements of a course, and hence avoid being penalized for factors beyond their control)
bütünleme sınavı
integrity / wholeness / completeness
bütünlük
holistic (characterized by the belief that the parts of something are intimately interconnected and explicable only by reference to the whole. / medicine : treating the whole person- body and soul)
bütünsel
a total /complete refusal
bütünüyle reddetme
to completely refuse
bütünüyle reddetmek
in the case of a complete refusal
bütünüyle reddetmesi durumunda
magic
büyü
magician
büyücü
Magic (noun)
büyücülük
big
büyük
great tit /Kohlmeise
büyük baştankara
we're in big trouble
büyük bir beladayız
It sounds like great fun
büyük bir eğlence gibi geliyor
most likely
büyük bir ihtimalle
Most likely he is too busy to write to you.
Büyük bir ihtimalle size yazamayacak kadar meşgul.
a large audiance
büyük bir seyirci
to talk in front of a great audience
büyük bir seyirci önünde konuşmak
a big swarm of flies flew non stop back and forth
büyük bir sürü sinek durmadan ileri geri uçuyordu.
a computer with a big screen
büyük ekranlı bir bilgisayar
How do we fit (where is our place) in the big universal concept (plan) ?
Büyük evrensel plandaki yerimiz ne?
(going at) high-speed
büyük hızla giden
probably
büyük olasılıkla
We'll make big money
Büyük para kazanacağız
to take a great pleasure in
büyük zevk almak
great misfortune! Bad break / Pech
büyük şanssızlık
my grandma and grandpa went to Africa when they were young
büyükanne ve büyükbabam gençken Afrika'ya gittiler
my grandma and grandpa still go skiing
büyükanne ve büyükbabam hâlâ kayağa giderler
bovine / cattle (b)
büyükbaş
bovine animal / cattle
büyükbaş hayvan
Ambassador
büyükelçi
Embassy
büyükelçilik
size / magnitude / greatness
büyüklük
to fascinate / to cast a spell on
büyülemek
to be captivated /mesmerized / bewitched /to be under a spell
büyülenmek
magical / enchanted
büyülü
a magical weapon
büyülü bir silâh
growth
büyüme
to grow
büyümek
to crouch / shrink (usually more for objects /for persons rather çömelmek)
büzülmek
street (c)
cadde
witch (c)
cadı
witchcraft
cadılık
ignorant / uneducated / illiterate
cahil
to keep s.o. in ignorance
cahil bırakmak
to be talking through one's hat / to talk ignorantly ./ to talk about something without understanding what you are talking about
cahil cahil konuşmak
Reasoning with an ignorant is a lot more difficult than making a camel jump over a ditch
Cahile söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur.
Boasting / Airs / Wichtigtuerei
caka
to act / strutt / to play a role / to show off
caka satmak
window pane
cam
crystal clear water
cam gibi berrak su
glass jar
cam kavanoz
a glass curtain
cam perde
acrobat
cambaz
Soul / life (c)
can
Life comes through the food pipe.
Can boğazdan gelir.
Life goes through the food pipe. (mocking of the proverb saying the opposite /warning from obesity)
Can boğazdan gider.
Life belt / Rettungsring
can kurtaran simidi
Put on your life jacket.
Can yeleklerinizi giyin.
When the soul does not leave, the habit won't leave. /Bents and habits live on till one's dying moment, implying, usually as a negative comment, that it is futile to expect an improvement.
Can çıkmayınca huy çıkmaz.
to give a lot of joy and health /to enliven /to revive/to refresh
cana can katmak
monster
canavar
But fear God who can destroy the soul and also the body in hell.
Canı da bedeni de cehennemde mahvedebilen Tanrı'dan korkun.
whole heartedly
canı gönülden
depressed
canı sıkkın
to wear out / get exhausted / die
Canı çıkmak
Let him die/wear out - May he die
canı çıksın
my soul / my darling
canım
As to him losing / who loses (y) his soul for my sake(u) he will safe it.
Canını benim uğruma yitiren ise onu kurtaracaktır.
life jacket
cankurtaran yeleği
to revive
canlandırmak
live / alive
canlı
to be a living example
canlı bir örneği olmak
to be buried alive
canlı canlı gömülmek
to be eaten alive
canlı canlı yenmek
to listen live
canlı dinlemek
to watch live
canlı izlemek
to escape with one's life
canlı kurtulmak
Their hides have a vivid and shiny colour, with reddish yellow and black spots.
Canlı ve parlak renge sahip postları kırmızımsı sarı ve siyah benekli.
Live broadcast
canlı yayın
to broadcast live
canlı yayınlamak
to be broadcasted live
canlı yayınlanmak
to revive/ revitalize / to make lively
canlılık kazandırmak
as if he / they were alive (beings)
canlıymışçasına
Lifeless / inanimate
cansız
like a lifeless puppet
cansız bir kukla gibi
He was the only hunter near Carvahall.
Carvahall yakınındaki tek avcıydı o.
to spy
casusluk yapmak
he is accused of spying
casusluk yapmakla suçlanıyor
furiously / fiercely
cayır cayır
to burn furiously
cayır cayır yanmak
charm /attraction (more used in chemistry)
cazibe
attractiveness/charme/, Liebreiz
cazibe
if it were that the attraction /charm (being in love) had ended
cazibe sona ermiş olsaydı
to lose its charm
cazibesini yitirmek
hell
cehennem
coat / blazer / Jacket
ceket
paradise
cennet
pocket
cep
cell phone
cep telefonu
the cacophonical echoes created (o) by the voices rising from cell phone conversations
cep telefonu görüşmelerinden yükselen seslerin oluşturduğu ahenksiz yankılar
because it blocks the cell phone signals
cep telefonu sinyallerini bloke ettiği için
because it blocks the cell phone signals nobody can talk on the phone
cep telefonu sinyallerini bloke ettiği için kimse telefonla konuşamıyor
THey showed an archive image from the mobile phone
cep telefonundan bir arşiv görüntüsü gösterdiler
They showed an archive image of previous passages by sea from the mobile phone
cep telefonundan deniz yoluyla önceki geçişlere ait bir arşiv görüntüsü gösterdiler
fassade / front
cephe
frontal view
cephe görünüşü
frontal view
cephe görünüşü
front commander
cephe komutanı
frontal attack
cephe taarruzu
draft /Durchzug /courant d'air /electric current
cereyan
courage / guts /nerve
cesaret
He didn't dare
cesaret edemedi
to dare / to venture
cesaret etmek
encouraging / cheering / aufmunternd / heartening
cesaretlendirici
brave
cesur
to act bravely/courageously
cesur davranmak
to look brave
cesur görünmek
a brave hero
cesur kahraman
daredevil /lion(hearted)
cesur kimse
to be brave
cesur olmak
a brave heart
cesur yürek
You are brave.
cesursun
ruler /Lineal
cetvel
The answer was very monotone.
Cevap gayet tekdüzeydi.
Answer me ! (c)
Cevap verin bana!
to answer (c)
cevap vermek
walnut
ceviz
walnut trees
ceviz ağaçları
gazelle (c)
ceylan
punishment
ceza
to be punished
cezalandırılmak
to punish
cezalandırmak
to get what one deserves / lit. to find one's punishement
cezasını bulmak
to be sentenced
cezaya çarptırılmak
to charm / attract faszinate
cezbetmek
The last Gen carrier in Charlotte's lineage (family) was a lady by the name Miss Margret.
Charlotte'un sülalesindeki son Gen Taşıycı Magret adında bir hanımdı.
mosquito net
cibinlik
seriously?
cidden mi?
serious / severe
ciddi
It suffered severe damage (h)
ciddi hasar gördü.
device / apparatus / appliance
cihaz
varnish / Lack
Cila
polished / glazed / finished
cilalı
a polished blue stone
cilalı mavi bir taş
the small sunspots on top of its varnish
Cilasının üstündeki ufak güneş lekeleri
skin / hide / cover / binding
cilt
book binding
ciltleme
gymnastik
cimnastik
miserly / scabbily /ungenerously
cimrice
a poor deal / a bad bargain
cimrice bir pazarlık
gin
cin
sharp-witted / quick-witted / elvish
cin gibi
murder
cinayet
be arrested in alleged plot to murder
cinayet planlama iddiasıyla tutuklanmak
murder weapon
cinayet silâhı
to be charged with murder
cinayetle suçlanmak
it was murder
cinayetti
demon possessed
cinli
Genus / Gattung (biol.) (e.g. Felis /echte Katzen)
cins
sexy
cinsel istek uyandıran
your gender
Cinsiyetiniz
incorporeal / unsubstantial
cisimsiz
Unsubstantial fog winding/curling like ivy branches
Cisimsiz sarmaşık dalları gibi kıvrılan sis,
mercury /Quecksilber
cıva
chicklet
civciv
the chick comes out of the egg (hatches)
civciv yumurtadan çıkıyor
to yelp /squeak /squawk
ciyaklamak
a sizzle / hissing sound
cızırtı
liver / lung
ciğer
lever pate
ciğer pate - ciğer ezmesi
my everything / 'corner of my liver' (outdated)
ciğerimin köşesi
coke
cola
the gasket (rubber sealing ring) / washer / Dichtungsring (aus Gummi)
conta
geography
coğrafya
transported with joy / impassioned / exhilarated /enthousiastic (c)
coşkulu
joyous spectators (i)
coşkulu izleyiciler
enthusiastic crowd
coşkulu kalabalık
jubilation
coşkulu sevinç
frenzied welcome
coşkulu tezahürat
elated / excited (c) /enthousiastic/ ¨überschäumend / begeistert / stürmisch / feurig
coşkun
to flow over /to bubble over / effervesce /gush
coşmak
friday
cuma
What else would he do on Friday?
Cuma günü başka ne yapacaktı?
On Friday he would do a presentation.
Cuma günü bir sunum yapacaktı.
Friday he would work until late.
Cuma günü geç saatlere kadar çalışacaktı.
saturday
cumartesi
republic
cumhuriyet
republican
cumhuriyetçi
The Republican People's Party
Cumhuriyetçi Halk Partisi
the Republican People's Party is pretty big
Cumhuriyetçi Halk Partisi oldukça büyük
gown (lawyers /judges/wizards) Talar
cübbe - cüppe
dwarf
cüce
Behind the dwarf in the middle of the sledge on a higher chair a very different person was sitting
Cücenin arkasında, kızağın ortasında, daha yüksek bir oturakta çok farklı biri oturmaktaydı
the cracking whip of the dwarf
cücenin şaklayan kırbacı
sentence
cümle
the last word of the sentence
cümlenin son kelimesi
the second last word of the sentence / (lit. second word from the end...)
cümlenin sondan ikinci kelimesi
the end of the sentence
cümlenin sonu
daring / boldness / temerity / presumption (cü)
cüret
to dare
cüret göstermek
leprosy
cüzam
leper (person suffering from leprosy)
cüzamlı
The lepers are cleansed
cüzamlılar temiz kılınıyor
wallet
cüzdan
My wallet has been stolen
cüzdanım çalındı
also / and
da - de
nanny
dadı
more / already
daha
less / fewer
daha az
less
daha az
less fortunate (t)
daha az tâlihli
to become more independent
daha bağımsız hale gelmek
to get worse
daha da kötü bir hale gelmek
this very moment / a minute ago / just right now
daha demin
a more religious approach
daha dindar bir yaklaşım
Rather / more correctly
daha doğrusu
If they're late, they'll miss the train.
Daha fazla geç kalırlarsa, treni kaçıracaklar.
you need to decide whether or not you want more responsabilities
daha fazla sorumluluk isteyip istemediğiniz hakkında bir karar vermek zorundasınız
worse (d.f)
daha fena
just /sooner
daha hemen
I had just recently arrived
daha hemen gelmiştim
to outdistance
daha hızlı gitmek
If we work faster the quality certainly does not stay.
Daha hızlı çalışırsak, kalite kesinlikle kalmaz.
I have said already in the first sentence
Daha ilk cümlede söylemiştim
I have said already in the first sentence,that this book is my favoured book.
Daha ilk cümlede,bu kitabın en sevdiğim kitap olduğunu söylemiştim
better
daha iyi
worse
daha kötü
I thought that more robust (drastic/sound) measures should be taken.
Daha sağlam tedbirlerin alınması gerektiği düşündüm.
cheaper
daha ucuz
You can be more creative
daha yaratıcı olabilirsiniz
Can you speak slower please ?
daha yavaş konuşabilir misiniz lütfen?
on a higher seat
daha yüksek bir oturakta
More work will be done.
Daha çok çalışılacaktır.
ever before
daha önce
I don't know, whether you ever had an idea before, but if you have, then you know very little in how much trouble an idea can get you
Daha önce bir fikrinin olup olmadığını bilmiyorum, ama varsa, o zaman bir fikrin seni ne kadar sıkıntıya sokabileceğini çok az biliyorsundur.
I don't know, whether you ever had an idea before.
Daha önce bir fikrinin olup olmadığını bilmiyorum.
It was something he had never tasted before
Daha önce böyle bir şey tatmamıştı
as if he had never before seen such a thing
Daha önce hiç böyle bir şey görmemiş gibi
already (d. h.)
daha şimdiden
moreover (d)
dahası
even (d)
dahi
inclusive
dahil
inclusive
dahil
always
daima
Always if he waited and watched long enough, somebody would make a mistake .
Daima bekleyip yeterince uzun izlerse, birileri bir hata yapardı.
He was always in his corner, always starting to despise the house.
Daima köşesinde, daima evi yadırgar olmuştu
appartment
daire
circle / Kreis (geom)
daire
I live in a rented flat
dairede kirada oturuyorum
minute
dakika
branch
dal
wave (slang:hashish/ love affair / darling/thingummy)
dalga
Don't be crazy !/ No kidding!
Dalga geçme !
to kid (slang)
dalga geçmek
No kidding /I'm not kidding
Dalga geçmiyorum.
Are you kidding?
Dalga mı geçiyorsun?
to make sth flap /to cause (water) to break into waves/to cause (sth) to undulate; to cause (sth) to wave/sway (as in a wind)/ripple
dalgalandırmak
to flap / ripple / undulate/ flattern / wogen / schlingern (Boot)
dalgalanmak
absent minded / zerstreut /plunged in thought / preoccupied / dreamy
dalgın
to doodle (draw things absent mindedly)
dalgın dalgın şekiller çizmek
You look lost
dalgın görünüyorsun
to be lost in thought
dalgın olmak
an absent minded professor
dalgın profesör
The branches spread brown webs over the stones.
Dallar taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu.
There were no squirrels crackling in the branches.
Dallarda çıtırdayan sincaplar yoktu.
birds singing in the branches
dallarda öten kuşlar
roof (d)
dam
veine / Vene
damar
venes(to) pulsate
damarlar atmak
bridegroom /son-in-law
damat
to leave one's mark on /to mark /to label /to stigmatize
damgasını vurmak
As soon as the drop touched the snow a hissing sound was heard.
Damla kara değer değmez bir cızırtı duyuldu.
to drip / drop /trickle from an ablative
damlamak
Proclaim it from the rooftops
Damlardan duyurun
Let it drop / may it drop (imp. 3 sg)
damlasın
to drop/drip sthg
damlatmak
drop by drop becomes a lake/ steter Tropfen höhlt den Stein
damlaya damlaya göl olur
calf
dana
the finest / the best / thoroughgoing (d)
daniska
consultant/ advisor / counselor
danışman
consultancy
danışmanlık
to dance
dans etmek
instead of dancing let's sing.
Dans etmektense şarkı söyleyelim.
dance music
dans müziği
danser
dansçı
Dancers were spinning, twisting, swinging on the stage.
Dansçılar sahnede dönüyor, kıvrıyor, salınıyorlardı.
narrow /tight / constricted
dar
narrow minded
dar kafalı
to narrow / constrict / bother
daraltmak
impact / shock
darbe
the impact hit the center (rep)
darbe merkezi vurmuş
earthenware kettledrum / tomtom
darbuka
Millet/ Hirse
darı
to take offense
darılmak
no offense / no hard feelings
darılmak yok ama
in a mess /disheveled /very messy /messed up
darmadağınık
law suit / case / legal act / proceeding
dava
the trial of the case
davanın duruşması
the trial of the case is held at this campus.
davanın duruşması bu yerleşkede yapılıyor.
to hold/stand one's ground
davasından vazgeçmemek
to lose one's case (law suit)
davasını kaybetmek
welcoming / inviting/ einladend
davetkâr
behaviour / Verhalten
davranış
To treat /act / to behave /to conduct oneself /to proceed
davranmak
drum / tambour
davul
With a flourish of trumpets / with a lot of toedoe
davul zurna ile
to get a beating
dayak yemek
The goblin who took the beating lay stunned for ashort while, but then he leaped to his feet in pursuit. (lit. he quickly rose to his feet and fell behind the other.)
Dayak yiyen goblin kısa bir süreliğine sersemledi ama sonra hızla ayağa kalkıp diğerinin peşine düştü.
to hold/ support/ lean on (d)
dayamak
she couldn't stand it / she couldn't resist/ endure
dayanamadı
resistant
dayanıklı
unbearable/unendurable /irresistible /intolerable
dayanılmaz
to stand sth /to put up with sth / to bear/ endure
dayanmak
uncle (maternel)
dayı
mountain
Dağ
to be stuck in the middle of nowhere
dağ başında mahsur kalmak
Hills remain apart forever, (but) people do meet (someday). meaning: Parting is not forever.
Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.
I washed plates, goblets, pots and pans piling up like mountains.
Dağ gibi biriken tabak, kadeh, tencere ve tavaları yıkadım.
to explore mountain roads
dağ yollarını keşfetmek
we are going(out) to the mountain.
dağa çıkıyoruz
To spread/ disperse / scatter (*usually has to do with destruction of something)
dağılmak
messy/ untidy / dispersed / coll. a sad sight
dağınık
messy hair / uncombed
dağınık saç
disorganized
dağınık bir hâlde
scatterbrain
dağınık fikirli
messy looking
dağınık görünen
messy room
dağınık oda
disorganization /untidyness / mess
dağınıklık
to distribute / hand out
dağıtmak
to flow down the mountains
dağlardan aşağıya akmak
the tiny winzy caves hidden in the heights of the mountains
dağların yükseklerine gizlenmiş minik minik mağaralar
to writhe /struggle /flounder
debelenmek
grandfather
dede
we were on the side of the detective
dedektiften yanaydık
he said slyly
dedi sinsi sinsi
gossip (d)
dedikodu
Let's stop making gossip, for God's sake.
Dedikodu yapmayı bırakalım, Allah aşkına.
to have it said
dedirtmek
stubborn / insistent / needs to always get his way
dediğim dedik
Do as we said!
Dediğimizi yap!
to regret to have ever said
dediğine diyeceğine pişman olmak
time / Mal
defa
again and again / over and over / for the umpteenth time/ häufig
defalarca
laurel / Lorbeerblatt
defne yaprağı
Get out / fuck off / out
defol
Get out of here !
Defol buradan !
notebook /Heft
defter
terror / horror
dehşet
being seized by horror
dehşete kapılarak
moments of horror
dehşetin anları
Dreadlords
Dehşetlordlar
until + dat
dek
release (button) / trigger / timer /shutter (camera)
deklanşör
to decorate (d)
dekore edilmiş
crazy
deli
to run around like crazy
deli gibi koşturmak
madly
delice
insanely /madly
delicesine
to madly love / to adore / to be infatuated with
delicesine sevmek
penetrating look /piercing look /steel gaze
delici bakış
hole /slot (for coins)
delik
full of holes
delik deşik
to perforate
delik deşik etmek
Punch /Locher
delik zımbası
to be punctured / to be pierced / to be worn through
delinmek
to pierce /penetrate /transfix (d g)
delip geçmek
to get crazy /to get mad
delirmek
to drive crazy / to make s.o. mad
delirtmek
We were eating like crazy.
Deliymişcesine yiyorduk.
to say
demek
to mean / to intend
demek istemek
a cluster / a bundle
demet
just now
demin
Did you hear what I just said?
Demin söylediğimi duydun mu?
iron /Eisen -Fe 26
demir
iron age
demir devri
teapot
demlik
a democrat
demokrat
democratic
demokratik
the times he tried
denediği zamanlar
half of the times he tried
denediği zamanların yarısında
essay / trial
deneme
I need to write an essay.
deneme yazmam gerekiyor
to try
denemek
called
denen
probation /supervised liberty / supervised release
Denetimli Serbestlik
Probation Bureau teams (controlling people released on probation)
Denetimli Serbestlik Bürosu ekipleri
to check (d)
denetlemek
experiment /try
deney
test tube / Reagenzglass
deney tüpü
let's try
deneyelim
experience /Erfahrung (d)
deneyim
to provide experience
deneyim kazandırmak
He knew from experience
Deneyimlerinden biliyordu
experienced / wise / expert
deneyimli
with his experienced eyes / with his expert eyes
deneyimli gözleriyle
balance
denge
to keep one's balance
dengesini korumak
he was keeping his balance
dengesini koruyordu
to lose one's balance
dengesini yitirmek
sea
deniz
lighthouse / Leuchtturm
deniz feneri
manatee/sea cow / Seekuh (Australia)
deniz ineği
sea urchin /Seeigel
deniz kastanesi
we went to a nice hotel by the sea
deniz kenarında güzel bir otele gittik
Mermaid/Meerjungfrau
deniz kızı
starfish /Seestern
deniz yıldızı
seaweed
deniz yosunu
The sea is very rough.
Deniz çok çalkantılı.
seafood
deniz ürünleri
I love seafood, but my friend is allergic to it.
Deniz ürünlerini seviyorum, ama arkadaşımın alerjisi var.
jellyfish
denizanası
overseas
denizaşırı ülkelerde
convenient / suitable/ apropriate for (d.g.)
denk gelmek
equation
denklem
to be called
denmek
tank
depo
Fill it up / fill the tank
Depoyu fulleyin !
earthquake (d)
deprem
stream / Bach/ ruisseau
dere
degree
derece
to flow in streams
dereler hâlinde akmak
the random (uncontrolled) oscillation of creeks
derelerin başıboş salınımı
Dill
dereotu
magazine
dergi
immediately/ right away /at once (d)
derhal
skin (d)
deri
deep
derin
a deep shadow
derin bir gölge
He took a deep breath
Derin bir nefes aldı.
taking a deep breath (s. a.)
derin bir soluk alarak
depth ( also geom.)
derinlik
just at that moment / then /in the meantime /inzwischen/ mittlerweile (d)
derken
Just then she fell asleep.
Derken uyuyakaldı.
compiler / Verfasser (erson who produces a list or book by assembling information or written material collected from other sources.)
derleyici
lesson
ders
He allowed me to look at the textbook.
Ders kitabına bakmama izin verdi
He allowed him to look at the textbook.
Ders kitabına bakmasına izin verdi.
I woke up (got up) early not to be late for the class.
Derse geç kalmamak için erken kalktım.
My class is on Friday.
Dersim cuma.
What was told in the lesson confused me
derste anlatılanlar kafamı karıştırmıştı
what was told in the lesson confused him
derste anlatılanlar kafasını karıştırmıştı
I was confused by what was said in the lesson / I mixed up what was told in the lesson
Derste anlatılanlardan kafamı karışmıştı.
He was confused by what was said in the lesson. / He mixed up...
Derste anlatılanlardan kafası karışmıştı.
Problem/ grievance / distress / nuisance / trouble
dert
to let sth prey on ones mind / to trouble / occupy oneself with (a worrying problem)
dert etmek
he doesn't pour out his heart to anybody
dertleşmez kimseyle
figure / pattern
desen
support /Unterstützung
destek
supporter
destekçi
detail
detay
to go into detail
detaya girmek
I won't get stuck on the details
detaylara takılmayacağım
detergent
deterjan
he kept on doing it (just to annoy me)
devam edip duruyordu
to continue (d)
devam etmek
I gave him a hard look, challenging/daring him to continue...
Devam etmesi için meydan okuyarak sert bir bakış attım.
continuous / non-stop / permanent / incessant
devamlı
You learn non-stop new things
Devamlı yeni şeyler öğreneceksin
to regularize
devamlılık kazandırmak
gigantic /colossal
devasa
under a gigantic oak tree
devasa bir meşe ağacının altında
I looked at the looming (huge) skyscrapers
devasa gökdelenlere baktım
gigantic aloe plants
devasa sarısabır bitkileri
camel
deve
thistle /Diestel (lit camel thorn)
devedikeni
ostrich
devekuşu
to knock one's head against a brick wall / get blood out of a stone (lit. to cause the camel to jump over/ to bypass the ditch.)
deveye hendek atlatmak
And Meggie had imagined (g.c.) the giant's garden door exactly like this.
Devin bahçe kapısını da tıpkı bu şekilde canlandırmıştı Meggie gözünde.
period /cycle /turnover /age
devir
state / government
devlet
state agency
Devlet dairesi
in the government service
devlet hizmetinde
We got (won) a great deal from the government.
Devletten büyük bir ihaleyi kazandık
to take over / to absorb
devralmak
half-time
devre arası
at half-time
devre arasında
should we get a meatball-bread at half-time?
devre arasında bir köfte-ekmek alalım mı
put in / cut in /connect / activate / enable
devreye sokmak
to overturn
devrilmek
value
değer
to esteem
değer vermek
to lose it's value
değerini yitirmek
can you evaluate ?
Değerlendirebilir misiniz ?
to evaluate
değerlendirmek
valuable / precious / dear
değerli
precious stones
değerli taşlar
not / it is not
değil
isn't it / aren't you / n'est-ce pas
değil mi
to refer to /to touch (upon) / to speak about /to deal with
değinmek
from different angles
değişik açılardan
seen (Pres Part) from different angles
değişik açılardan görülen
Change /alteration /modification
değişiklik
you might have to change (right now)
değişiklik yapmak zorunda olabilirsin
changes are saved (computer)
değişiklikler kaydedildi
to make a decision to change
değişime karar vermek
It begins with a decision to change
değişime karar vermekle başlar
caprice
değişken istek
to change
değiştirmek
to be worth(y) of a dative / to touch a dative
değmek
staff /stick (d)
değnek
to pierce through
Deşmek
to look in every nook and corner /to comb through with a fine comb /to ramble through
didik didik etmek
to forage /delve into /pull to shreds/taking out and examinating every bit and piece
didiklemek
to quarrel /bicker /squabble
didişmek
digital
dijital
Digital watch/clock
dijital saat
upright /erect
dik
fixedly
dik dik
He looked fixedly at him
Dik dik baktı ona.
rectangle
dikdörtgen
thorny
dikenli
Holly /Stechpalme
dikenli defne
prickly pear/ Kaktusfeige
dikenli incir
portray (opposite to landscape)
dikey
portrait page orientation
dikey sayfa düzeni
to zoom (airplane)
dikine yükselmek
to zoom (airplane)
dikine yükselmek
seam /stitch /sewing
dikiş
to sew
dikiş dikmek
sewing machine
dikiş makinesi
sewing room /Nähstube
dikiş odası
attention / care / caution / notice
dikkat
Watch out !
dikkat et !
to pay attention
dikkat vermek
remarkable
dikkat çekici
to draw attention
dikkat çekmek
He had retreated to a cavity where he hoped not to attract attention.
Dikkat çekmeyeceğini umduğu bir oyuğa çekilmişti
when taking into consideration
dikkate alındığında
he could not give more of his attention
dikkatini fazla veremedi
to pay attention
dikkatini vermek
with care / sorgfältig
dikkatle
to look carefully at / to stare / to scrutinize / to set (beedy) eyes on
dikkatle bakmak
He carefully loosened the tension of the bow and proceeded.
Dikkatle yayın gerginliğini gevşetip ilerledi.
We don't want to attract attention.
Dikkatleri üzerimize çekmek istemeyiz.
careful / vorsichtig (d)
dikkatli
Be careful
Dikkatli olun
careless / listless / heedless
dikkatsiz
a careless boot
dikkatsiz bir çizme
to erect /straighten also to get stubborn
dikleşmek
to sew /to erect (e. g. a building /a tower) /to plant (e. g. a flower)
dikmek
language / tongue
dil
Sole / Seezunge ( Plattfisch - eyes on the right side / 60-70 cm / Northsea ,Mediterr,Marmara, Karadeniz
dil balığı
Language studies interest me.
Dil çalışmaları beni ilgilendiriyor.
There are Chinese influences in the language.
dilde Çince etkisi var
to be expressed / to be voiced
dile getirilmek
An overview of the language
Dile genel bir bakış
the feelings and thoughts to be expressed
dile getirilecek duygu ve düşünce
the feelings and thoughts to be expressed must be clear and net in the narrator's mind.
dile getirilecek duygu ve düşünce anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir.
to voice / to put into words / utter
dile getirmek
to make a wish
dilek tutmak
beggar
dilenci
to beg / to ask for alms
dilenmek
in accordance with the known and accepted rules of the language
dilin bilinen ve kabul edilen kurallarına uyularak
following (in accordance with ) the rules of the language
dilin kurallarına uyularak
Did you swallow your tongue? / You got nothing to say now?
dilini mi yuttun?
She clıcked her tongue / Sie schnalzte mit der Zunge.
Dilini şaklattı.
Words from something like an incantation against danger came to the tip of his tongue.
Dilinin ucuna tehlikeye karşı bir efsun kabilinden sözcükler geldi
He's interested in languages.
Dillere ilgisi var .
upright / rigid / erect
dimdik
She stood upright/ firm
dimdik durdu.
religion
din
religion is an important topic
din önemli bir konu
to dynamize
dinamizm kazandırmak
religious (person)
dindar
quietness / calmness / serenity
dinginlik
to listen (d)
dinlemek
to rest / relax
dinlenmek
to cease / to be soothed / to pass into a calmer state (rain, snow, hail)
dinmek
root (d)
dip
bottomless / abysmal
dipsiz
a bottomless cleft/ fissure
dipsiz yarık
steering wheel
direksiyon simidi
alive / living (careful: undropping for breasts)
diri
to come back to life (from death)
dirilmek
elbow
dirsek
disk defragmentation
disk bütünleme
so that / that / so
diye
diet
diyet
to be on diet
diyet yapmak
knee
diz
to kneel
diz çökmek
rein / Zügel (d)
dizgin
to arrange /line up (shape)
dizmek
laptop (d)
Dizüstü
My laptop has been stolen.
dizüstü bilgisayarım çalındı
the other
diğer
the other hand
diğer el
in the other hand
diğer elde
in his other hand
diğer elinde
like the other
diğeri gibi
the others
diğerleri
Do the others want to come to the beach(s) this afternoon?
diğerleri öğleden sonra sahile gelmek istiyorlar mı?
Is there a country that seems more beautiful ( to you) than the others?
Diğerlerinden daha güzel gelen özel bir ülke var mı
He didn't fancy the others knew it either.
Diğerlerinin de bunu bildiğini sanmıyordu.
It was half the price of the others.
Diğerlerinin yarı fiyatındaydı
tooth
diş
outside factor
dış faktör
I didn't bring my toothbrush
diş fırçamı getirmedim
toothbrush
diş fırçası
Zahnarzt
diş hekimi
braces / Zahnspange
diş teli
to wear braces / eine Zahnspange tragen
diş teli takmak
to get rid of the braces / die Zahnspange loswerden
diş tellerinden kurtulmak
outer space
dış uzay
extrovert
dışadönük
the outside
dışarı
to get out/to go out
dışarı çıkmak
that they wanted to come out
dışarı çıkmak istedikleri(ni)
He saw that they wanted to go out.
Dışarı çıkmak istediklerini gördü.
He saw those who wanted to go out.
Dışarı çıkmak isteyenleri gördü.
He saw the dace expression of those who wanted to go out.
Dışarı çıkmak isteyenlerin yüz ifadesini gördü.
He saw the dace expression of those who wanted to go out.
Dışarı çıkmak isteyenlerin yüz ifadesini gördü.
to be outside
dışarıda olmak
She is accustomed to fly outside.
Dışarıda uçmaya alışkın.
Thousand enemies outside are better than one enemy inside. - Arabic saying
Dışarıdaki bin düşman içerideki bir düşmandan daha iyidir. - Arap atasözü
It is very cold outside.
Dışarısı soğuk.
It was very cold outside.
Dışarısı soğuktu.
My car doesn't start because it is very cold outside.
Dışarısı çok soğuk olduğu için arabam çalışmıyor.
Seen/compared to the outside it is very warm inside.
Dışarıya göre içerisi çok sıcak.
a female
dişi
sow
dişi domuz
a female deer / a doe
dişi geyik
The doe was still with the herd.
Dişi geyik hâlâ sürüdeydi.
apart from
dışında
showing his teeth (lit. in a fashion that his teeth would emerge)
dişleri ortaya çıkacak şekilde
dentist
dişçi
He will have to go more often to the dentist.
Dişçiye daha çok gitmesi gerekecek.
Therefore Dobby will shut his ears in the oven door.
Dobby bu yüzden kulaklarını fırın kapağına kıstıracak.
ninety
doksan
doctor
doktor
The doctor says "Don't smoke any more, you are going to die", but he still doesn't care.
Doktor 'Artık sigara içme, öleceksin'diyor, ama o hâlâ umursamıyor.
The doctor thinks your leg is broken.
Doktor bacağının kırıldığını düşünüyor .
the doctor thinks he needs medicine
doktor ilaca ihtiyacı olduğunu düşünüyor
The doctor had said he was coming at ten.
Doktor onda geleceğini söylemişti.
tissue /texture
doku
to weave
dokumak
to touch / to be woven
dokunmak
woven (passive form)
dokunmuş
nine
dokuz
nine energy flashes
dokuz enerji şimşeği
the ninth
dokuzuncu
to coil (up)/ to wind / to meander /to get wound around / to wander around without purpose
dolanmak
cupboard / closet / cabinet
dolap
dollar
dolar
because of / due to (d) + abl.
dolayı
On account of/ by implication / because of
dolayısıyla
So (by implication) I always should have thought like this from the beginning.
Dolayısıyla benim baştan beri hep böyle düşünmem gerekiyordu.
So, the weight of an atom nucleus should be equal to the number of it's protons. But it is not.
Dolayısıyla, bir atom çekirdeğinin ağırlığı proton sayısına eşit olmalı. Ama değil.
So/by implication we know how many protons and electrons are in an atom.
Dolayısıyla, bir atomda kaç proton ve elektron olduğunu biliyoruz.
indirect
dolaylı
indirect object
dolaylı nesne
entwined /entangled
dolaşık
to wander /to circulate/ with purpose / precise parcours
dolaşmak
filling /stuffing
dolgu
to fill / to get full /to clog / to swell
dolmak
full /filled
dolu
hail / Hagel
dolu
fullmoon
dolunay
tomato
domates
pig
domuz
porc
domuz eti
to eat like a pig / to tug in like a pig
domuz gibi tıkınmak
piglet
domuz yavrusu
piggy
domuzcuk gibi
to be thunderstruck / paralyzed / shocked by surprise / dumbstruck
donakalmak
icecream
dondurma
He loves/adores (b) icecream.
Dondurmaya bayılır.
freezer
dondurucu
to freeze
donmak
dull / inanimate
donuk
dull/ inanimate expression
donuk ifade
inanimation / dullness /opaqueness / dimness
donukluk
peak / height / climax
doruk
(absolutely) straight /right
dosdoğru
friend (d)
dost
everyone / lit. friend -enemy
dost düşman
Friends and relatives felicitate each other's New year.
Dost ve akrabalar da birbirinin yeni yıllarını kutluyorlar.
friendless
dostsuz
The sweetness of a friend comes from the counsel of the soul. (Prov 27 : 9)
Dostun tatlılığı candan gelen öğüttendir.
The file is too heavy, I can´t post it via Facebook.
Dosya çok ağır, Facebook'tan yollayamam.
to be saturated
doygun hale gelmek
to be satiated / to get satisfied (not hungry)
doymak
unsatiable / rapacious
doymak bilmez
raving /craving
doymak bilmez iştah
a bottomless pit meaning someone who can't get enough
doymak bilmez tip
to be satisfied
doyum olmak
cannot get enough
doyum olmaz
to feed/ to satisfy
doyurmak
nature
doğa
naturlovers /Naturfreunde
doğa severler
the outcoming/resulting consequences
doğacak sonuçlar
you cannot blame me for the outcoming consequences / results
doğacak sonuçlardan beni sorumlu tutamazsın
Every atom that is in neutral state in nature has an equal number of protons and elektrons
Doğada nötr hâlde bulunan her atomun proton sayısı ile elektron sayısı birbirine eşittir.
natural
doğal
a natural desire
doğal arzu
natural rice / Naturreis (brown /unpeeled)
doğal pirinç
as a natural consequence
doğal sonuç olarak
a natural element
doğal unsur
a natural and physiological desire
doğal ve fizyolojik arzu
natural and chemical drugs
doğal ve kimyasal ilaçlar
naturalness / spontineity / unaffectedness /Natürlichkeit
Doğallık
falcon
doğan
the revival of nature
doğanın yeniden canlanması
to embrace nature
doğayla kucaklaşmak
to improvize
doğaçlama yapmak
to be born
doğmak
to chop /cut to pieces (d)
doğramak
right / true / correct
doğru
towards/ into (+ dat)
doğru
straight (e.g. a straight line)
doğru
proper / properly
doğru dürüst
He had not (properly) gone out to the street
doğru dürüst sokağa çıkmamıştı
a reward worthy of / fitting for a righteous person
doğru kişiye yaraşan bir ödül
Let's talk straight !
doğru konuşalım !
we did what was right
doğru olanı yaptık
Food that has not been cooked properly / Uncooked food is not nice.
Doğru pişirilmemiş yemek güzel olmaz.
Food that is not cooked properly is not/will not be nice.
Doğru pişirilmeyen yemek güzel olmaz.
direct
doğrudan
He looked straight at me.
Doğrudan bana bakıyordu.
direct object
doğrudan nesne
to confirm / support (d)
doğrulamak
to be confirmed
doğrulanmak
to straighten up (intransitive)
doğrulmak
accuracy / correctness / righteousness
doğruluk
frankly speaking/ to tell the truth/ in fact / actually / strictly
doğrusu
to verify (s)
doğrusunu saptamak
to be honest with you ... / if it is needed to say the truth
doğruyu söylemek gerekirse ...
east
doğu
out east
doğuda
(which were ) in the east
doğudaki
on top of the trees in the east
doğudaki ağaçların üzerine
birthday
doğum günü
My birthday is the fifth of May.
Doğum günüm beş Mayısta.
Happy Birthday !
Doğum günün kutlu olsun !
copy of the birth certificate
doğum sicil örneği
to give birth
doğurmak
eastwards
doğuya
inborn /natural /(to have) by nature
doğuştan sahip olmak
drama / tragedy
dram
Drama (theater )
drama
I like drama, but I prefer comedy
dramayı severim, ama komediyi tercih ederim
prayer
dua
Don't deprive me (don't let me lack) your prayers.
Dualarını eksik etme.
Attend to my prayer !
Duama kulak ver !
He finished (t) his prayer breathlessly as if he had been running ten miles.
duayı, on mil koşmuş gibi, nefes nefese tamamladı.
lip
dudak
His lips twisted in disgust
Dudakları tiksintiyle büküldü
some words quickly spilled from her lips
dudaklarından hızla bazı sözcükler döküldü.
From his lips spilled vengeance prophecies.
Dudaklarından intikam kehanetleri döküldü
he moved his lips and whispered a single word
dudaklarını kıpırdatıp tek bir kelime fısıldadı
He twisted his lip in a fashion.
Dudağını bir şekilde büktü.
Dudley pulled up his trousers which was falling from his fat popo.
Dudley koca poposundan aşağı düşen pantolonunu yukarı çekiştirdi.
divorced
dul
smokeless / rauchfrei
dumansız
Stop !
Dur !
stop it (d/k)
dur artık - kes artık
stop / arrêt / Haltestelle
durak
to hold/ hesitate /hobble
duraksamak
The bus waiting at the station was ours.
Durakta bekleyen otobüs, bizimkiydi.
The bus waiting at the station was ours.
Durakta bekleyen otobüs, bizimkiydi.
Pause (button )
durdur (düğmesi - butonu )
Push pause !
Durdura bas !
To stop someone/ something
durdurmak
numb (limb) / stagnant /still (water)/calm /quiet / untroubled / serene
durgun
inactivity
durgunluk
Non stop/ without ceasing/ continuously / on and on
durmadan
he continued non stop
durmadan devam etti
stop / stand / stay
durmak
at/on the step of the Dursley's door
Dursley'lerin kapı eşiğine
clarity / transparency / Durchsichtigkeit
Duruluk
that's just the way it is
durum bundan ibaret
as may be required
durum gerektirdiği takdirde
the situation is as follows / the situation is this
durum şöyle
here is the situation...
durum şöyle ...
İt depends / lit. it changes according to the situation
duruma göre değişir
to handle the situation
durumun icabına bakmak
in form of
durumunda
out of the blue / without any rhyme/reason / ohne Hand und Fuss /sans rime ni raison
durup dururken
Why you ask out of the blue such a question ?
Durup dururken niye böyle bir soru sordun?
Out of the blue I stumbled over/came across the following :
Durup dururken şuna rastladım :
the hearing / trial
duruşma
the hearing started again.
Duruşma yeniden başladı
First news of the process: National athlete heard as witness
Duruşmadan ilk bilgiler: Milli sporcu tanık olarak dinlendi.
The hearing was suspended for 1 hour
Duruşmaya 1 saat ara verildi
While a number of representatives from the United States is expected to attend the hearing, especially the foreign journalists are interested in the case.
Duruşmaya, ABD tarafından da bir takım temsilcilerin katılması öngörülürken, özelikle yabancı basın mensuplarının da davaya ilgisi dikkat çekiyor.
wall
duvar
wall carpets/ tapestries
duvar halıları
mural paintings
duvar resimleri
The mural paintings were defiled.
Duvar resimleri kirletilmişti.
whitewash /Putz
duvar sıvası
(which is/was/ were) on the wall
duvardaki
from / through the cracks in the wall
duvardaki çatlaklardan
bundles of sunlight seeping through the cracks in the wall
duvardaki çatlaklardan sızan güneş ışığı demetleri
The walls were/had been deteriorated (Plqpf)
Duvarlar bozulmuştu
the walls were made out of smooth turkish pine
duvarlar pürüzsüz kızılçamdan yapılmıştı
walls, ceilings and floor
duvarlar, tavanlar ve zemin
He could not hear.
Duyamadı.
I heard you didn't want to go to the invitation
duyduğuma göre davet katılmak istememişsin
feeling /emotion
duygu
Feelings and thoughts need to be explained open and clearly (net). /in a clear way (ş)
Duygu ve düşüncelerin açık ve net bir şekilde anlatılması gerekir. 
emotional
duygusal
emotional wounds
duygusal yaralar
emotionless
duygusuz
to harden / to grow dull
duygusuzlaşmak
to hear
duymak
even if I heard
duysam da
to be heard
duyulmak
to feel (d) literary verb
duyumsamak
I will proclaim
duyuracağım
to proclaim/ announce / advertise
duyurmak
shower
duş
to take a shower
duş almak
Are there showers ?
Duş var mı ?
a genius
dâhi
to lose (leaves/needles) / to pour /dump /effuse /diffuse
dökmek
to pour out of/ to come out of / to spill
dökülmek
floaty /flowing /(wide /baggy /loose)
dökümlü
baggy white shirts
dökümlü beyaz gömlekler
to turn around / spin / whirl / rotate
döndürmek
by turning
döne döne
Promise me to come back
döneceksin diye söz ver
winding / turn / curve / bend (only for roads)
dönemeç
to turn
dönmek
facing
dönük
May the Day of his return come quickly(t) !
Dönüş Günü tez gelsin!
to turn into
dönüşmek
to convert
dönüştürmek
transformation / alteration / transmutation
dönüşüm
alternate
dönüşümlü
by turns
dönüşümlü olarak
to rotate
dönüşümlü olmak
At ten to four
dörde on kala
four by four
dörder dörder
the fourth
dördüncü
We ordered four starters (food)
dört aperatif siparişi verdik
(4/2) - 3 * 7 + 6 = - 13
Dört bölü iki eksi üç çarpı yedi artı altı eşittir eksi on üç
It's four lira.
dört lira
within four hours
dört saat içinde
I went four, five times
Dört, beş defa gittim
gallop
dörtnal
at a gallop / im gallop
dörtnala
to gallop (away)
dörtnala uzaklaşmak
They began to gallop away
dörtnala uzaklaşmaya başladılar
foreign currency / Devisen
döviz
tattoe
dövme
To beat / hit (d) / several times / to knock out
dövmek
to lament / beat one's chest
dövünmek
fitted / paved/ ausgelegt /gepflastert
döşeli
duke / Herzog
dük
shop
dükkân
shopkeeper
dükkâncı
The shopkeeper enjoys chatting with the customers.
Dükkâncı müşterilerle sohbet etmekten keyif alır.
straight ahead
dümdüz
Continue straight ahead
dümdüz devam edin
yesterday
dün
last night
dün gece
We drank too much last night.
dün gece çok fazla içtik
I helped my dad in the kitchen yesterday
dün mutfakta babama yardım ettim
I waited for you yesterday, a pity (it was bad) that you could not find time.
Dün seni bekledim; ama zaman bulamaman kötü oldu.
When I got a bad grade in the turkish exam yesterday I was very sad.
Dün Türkçe sınavında kırık not alınca çok üzüldüm
since yesterday
dünden beri
have you heard from her since yesterday?
dünden beri ondan bir haber aldın mı?
the day before yesterday (e/ö)
dünden evvelki - önceki gün
the World
Dünya
to be very miserable (the world coming down on one's head)
dünya başına yıkılmak
from the opposite side of the World Sea
Dünya Denizi'nin karşı tarafından
world cup
dünya kupası
They think they own the world.
Dünya onların sanıyorlar.
The country which has the largest surface in the world is Russia.
Dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi Rusya'dır.
known as the most durable animal in the world
dünyanın en dayanıklı hayvan olarak biliniyor
You can cut your ties with the rest of the world.
Dünyanın geri kalanıyla bağınızı kesebilirsiniz.
The world's surface area is approximately 510 million square kilometers.
Dünyanın yüzölçümü yaklaşık 510 milyon kilometre karedir.
worldly / earthly
dünyasal
worldly cares
dünyasal kaygılar
May he come quickly to rule over the world forever
dünyaya ebediyen egemen olmak için tez gelsin
There was the real light that came to earth, illuminating every human being.
Dünyaya gelen, her insanı aydınlatan gerçek ışık vardı. 
he wants to travel the world
dünyayı gezmek istiyor
he wants to see the world
dünyayı görmek istiyor
to see the world through rose coloured glasses
dünyayı tozpembe görmek
downright / sheer/ merely
düpedüz
it was merely showing off
düpedüz caka satmaktı
binoculars /Fernglas
dürbün
to prod
dürtmek
challenging / provoking / impulsive (d)
dürtücü
to prod (continously)
dürtüklemek
honest / sincere
dürüst
honestly
dürüstçe
Answer me honestly !
Dürüstçe cevap verin bana !
straight
düz
to clear up; to be okay; to be alright
düzelmek
correction
düzeltme
to correct /improve
düzeltmek
corrections
düzeltmeler
order (tidiness)
düzen
to organize / arrange / line up
düzenlemek
irregular /unsteady
düzensiz
an irregular migrant
düzensiz göçmen
smooth / fluent /straight
düzgün
to shoot straight
düzgün ateş etmek
properly
düzgün bir şekilde
correct behavior
düzgün davranış
presentable ( with smooth appearance)
düzgün görünüşlü
halfway decent (which can be counted as decent)
düzgün sayılabilecek
smooth shaven
düzgün tıraşlı
if you had done it correctly, you wouldn't have to do it all over again
düzgün yapsaydın sil baştan yapmana gerek kalmazdı
to function properly
düzgün çalışmak
to flatten
düzleşmek
plain / prairie
düzlük
flatfoot /Plattfuß
düztaban
flatfooted /plattfüßig (mit einem plattfüßigen Gang)
düztaban bir yürüyüşle
button / Knopf
düğme
Taste / switch (e.g.computer)
düğme
wedding
düğün
The wedding guests start to arrive.
Düğün misafirleri gelmeye başladı!
buttercup /Hahnenfuss /Butterblume (lit. wedding flower)
düğünçiçeği
hope/ aspiration/dream /fantasy/delusion/ fiction/ reverie
düş
to have a dream /a fancy
düş görmek
duchess
düşes
fond / fan / enthousiast / freak
düşkün
enemy
düşman
against the enemy
düşmana karşı
You have been a tower of strength against the enemy
Düşmana karşı güçlü bir kule oldun.
to pinpoint the ennemy ('s location)
düşmanın yerini saptamak
She cursed her ennemis and
Düşmanlarına küfredip
to fall
düşmek
that they fell down
düştükleri(ni)
he saw them falling down
Düştüklerini gördü
low (d)
düşük
a low frequency
düşük frekans
low contrast
düşük karşıtlık
low weight (boxing)
Düşük sıklet
thought
düşünce
thoughtless / unthinking / unconsiderate / tactless / impulsive /headlong/ incautious (d)
düşüncesiz
indiscretion (indiscrete behaviour)
düşüncesiz bir davranış
to be lost in thought
düşünceye dalmak
Let's think about it.
Düşünelim bakalım.
by thinking
düşünerek
thought /thinking
düşünme
to think
düşünmek
even if you think
düşünseniz bile
(if) considered /if it is the thought of
düşünülürse
He began to think
düşünür oldu
to drop to (e. g. on one's knees / to throw / to lower
düşürmek
a new device to read e-books
E-kitap okumaya yeni cihaz
e-mail
e-posta
e mail address
e-posta adresi
to receive e-mails
e-posta almak
to correspond by e-mail
e-posta ile haberleşmek
The email may have accidentally gone into the junk mail folder.
E-posta, kazara önemsiz posta klasörüne gitmiş olabilir.
common swift /Mauersegler
ebabil
eternal/ everlasting
ebedi
the everlasting God
Ebedi Tanrı
parent(s)
ebeveyn
pharmacy
eczane
preposition
edat
literature
edebiyat
well behaved /well mannered
edepli
to obtain / acquire
edinmek
Edmund stood still saying nothing.
Edmund hiçbir şey söylemeden sessizce dikildi.
Edmund was sure she was goıng to do something frightful, only it seemed that there was no possibility (for him) to move
Edmund onun korkunç bir şey yapacağına emindi, ancak kıpırdamasına olanak yokmuş gibi görünüyordu
a great (big) lady (b), taller than any woman Edmund had seen so far
Edmund'un şimdiye kadar gördüğü kadınlardan daha uzun boylu, büyük bir bayan.
thoughts (e)
efkâr
legend
efsane
to become legend(ary)
efsaneleşmek
charm /incantation /spell (e)
efsun
to reign /to possess /to have control over /to dominate
egemen olmak
reign / sovereignity
egemenlik
to exercise
egzersiz yapmak
exotic
egzotik
Exoticism
egzotiklik
importance (e)
ehemmiyet
unimportant (e)
ehemmiyetsiz
It is an inconsequential condition / it is unimportant / it is of no consequence
ehemmiyetsiz bir vaziyettedir
dragon
ejder(ha)
he sows
eker
Suffix
eki
October
Ekim
crop /corn
ekin
sower / farmer
ekinci
joint/ articulation /knuckle
eklem
arthropods / Gliederfüssler (Spinnen / Krabben...)
eklem bacaklılar
to add
eklemek
to attach (a file)
eklemek
a bottle of medicinal (curing) oil for his joints
eklemleri için bir şişe şifalı yağ
eclair (pastry)
ekler
attached files
ekli dosyalar
bread
ekmek
to sow
ekmek
bread crumbs
ekmek kırıntıları
he wanted rather meat than bread
ekmekten ziyade et istedi
economy
ekonomi
debates about the economy make the Republicans nervous
ekonomi hakkındaki tartışmalar Cumhuriyetçileri endişelendiriyor
screen
ekran
the screen was blurred and cracked
ekran bulanık ve çatlamıştı
to watch on the screen (telephone/pc )
ekranda izlemek
minus / negative
eksi
minus 13
eksi on üç
negatively charged / negative geladen
eksi yüklü
minus / lacking / missing / insufficient/ incomplete
eksik
to never omit / to always have
eksik etmemek
Some of the seeds he sowed fell to the wayside.
Ektiği tohumlardan kimi yol kenarına düştü.
equator
ekvator
sour /sauer
ekşi
hand
el
with wheelbarrows
el arabalarıyla
wheelbarrow
el arabası
flashlight
el feneri
spring balance /Federwaage
el kantarı
to seize /capture/confiscate /hold/ command (a place) /usurp a dative
el koymak
to wave
el sallamak
to shake hands
el sıkışmak
handsaw
el testeresi
'health to your hands' /ala yadik saha
el(ler)ine sağlık!
dress
elbise
wardrobe
elbise dolabı
While he dressed /while he put on his clothes
elbisesini giyinirken
I like the dress; I will buy it.
Elbiseyi sevdim; onu alacağım.
I like the dress. I will wear it every day.
Elbiseyi seviyorum; onu her gün giyiyorum.
obtained
elde edilen
to obtain
elde edilmek
gloves
eldiven
to conquer / capture / seize / lay hands on
ele geçirmek
for all the world to see / (against the stranger and the sun)
ele güne karşı
in order to keep up appearances
ele güne karşı rezil olmamak için
to be in the need of the help of others / to end up in the poorhouse
ele güne muhtaç olmak
to give away / betray
ele vermek
the ringleader / gang-leader / chief
elebaşı
power switches / Lichtschalter
elektrik düğmesi
The electric charge can be calculated.
Elektrik yükü hesaplanabiliyor.
vacuum cleaner
Elektrikli süpürge
vacuum cleaner dust bag / Staubsaugerbeutel
Elektrikli süpürge toz torbası
electric saw
elektrikli testere
electromagnetic screen
elektromanyetik siper
electrons
elektron
electronics
elektronik
electronic clam or handcuff (around hand or foot)
elektronik kelepçe
electronic signal device
elektronik sinyal cihazı
to criticize
eleştirmek
Before turning to the Elve
Elfe dönmeden önce
A scream rose from the lips of the Elf
Elfin dudaklarından bir çığlık yükseldi.
the Elve's despair
Elfin çaresizliği
He landed in front of the Elf.
Elfin önüne indi.
Erdem who had a soft spot for Elif
Elif'e zaafı olan Erdem
I can't (help it)
elimde değil
I had to upset you for reasons out of my control.
Elimde olmayan nedenlerden dolayı da üzmek zorunda kaldım sizi.
to the best of my ability
elimden geldiğince
I will do my best
elimden geleni yaparım - yapacağım
I am doing what I can/the best I can
elimden geleni yapıyorum
I did what I could
elimden geleni yaptım
due to reasons out of our control
elimizde olmayan nedenlerden dolayı
We are doing our best (not lacking..)
elimizden geleni eksik etmiyoruz
We will do our best
elimizden geleni yapacağız
with purple flowers in your hand
elinde mor çiçeklerle
off his hand
elinden
bolding from his hand
elinden fırlayan
to show one's best endeavours
elinden geleni eksik etmemek
to mess up sthg / to make a mess of / to screw up / to muck up /to make a pig's ear out of
eline yüzüne bulaştırmak
He closed (clapped ) his hand over his mouth.
Elini ağzına kapattı.
if you shake your hand there are fifty of them / there are lots of other possible boy or girlfriends / there are lots of fish in the sea
elini sallasan ellisi
oval
elips
With her hand she scrubbed her eyes, that were puffy from crying.
Eliyle ağlamaktan şişmiş gözlerini ovdu.
With his hand he pointed at his knee level. (h) Er deutete mit der Hand auf seine Kniehöhe.
Eliyle diz hizasını işaret etti.
with the hand
elle
to play with / to finger / to handle / to touch
ellemek
Her hands clasped the edges of his chair tightly.
Elleri sandalyesinin kenarlarını sıkıca kavramıştı
He put his hands on them and blessed them.
Ellerini üzerlerine koyup onları kutsadı.
fifty
elli
fifty times/fold more
elli kat daha
fifty times more excited
elli kat daha heyecanlı
they would feel fifty times as bad/worse
elli kat daha kötü hissederlerdi
apple
elma
apple cider
elma şırası
cheek
elmacık
diamond
elmas
labour / toil
emek
to make an effort
emek vermek
you have to make an effort
emek vermen gerekiyor
retired
emekli
to retire
emekli olmak
no pain no gain (lit. without labour there is no food)
emeksiz yemek olmaz
(it will be )worth the effort /(es wird) der Mühe wert (sein)
emeğine değecek
sure / certain / confident /positive / secure / reliable
emin
with a sure/confident touch
emin bir dokunuşla
I am not sure
Emin değilim
Are you sure?
emin misin?
I couldn't make sure
Emin olamadım
after having made sure
emin olduktan sonra
I made sure / I assured myself
emin oldum
to make sure
emin olmak
as if she wanted to make sure
emin olmak istercesine
He always had wanted to make sure (now it's too late)/ He would have wanted to make sure (had there been an opportunity)
Emin olmak isterdi
when he was/had made sure (...c.)
emin olunca
I am sure
eminim
I'm sure everything will be okay
eminim her şey düzelecek
I am sure he will win
Eminim ki kazanacak
I'm sure you'll be very successful
eminim çok başarılı olacaksın
order (command)/ Befehl
emir
imperativ mood / Befehlsform
emir kipi
real estate agent /Makler
emlakçı
in the real estate agent's brochure
emlakçının broşüründe
In the real estate agent's brochure the house seemed comfortable and romantic.
Emlakçının broşüründe ev konforlu ve romantik görünüyordu.
safety
emniyet
with the security forces
Emniyet güçleri eşliğinde
seat belt
emniyet kemeri
police headquarters / police department / security directorate
Emniyet Müdürlüğü
aye aye, sir ! /At your order, my general!
Emredersiniz komutanım !
the most/ the X-est
en
I watched it at least 100 times.
En az 100 kez izledim.
at least (short form = more formal) at least do ... only long form
en az(ından)
At least the brain wants to entertain itself with new ideas.
En azından beyin yeni fikirlerle kendini eğlendirmek ister.
from the very beginning
en başından
since the very beginning
en başından beri
to start from scratch /to start from the very beginning
en baştan başlamak
this is the safest way
en emniyetlisi böyle olur
I like my mother's cooking / the meals my mother cooks best
En fazla annemin pişirdiklerini severim.
the strangest
en garip
best
en iyi
the best kind
en iyi cins
best-case scenario (not idiomatic) / idiomatic
en iyi senaryo (su) - en iyi
What was your best experience ?
En iyi tecrüben neydi?
this is the best way
en iyisi böyle
The best is not to go there at all.
En iyisi oraya hiç gitmemek.
to put it kindly (k/n)
en kibar - nazik ifadeyle
the scariest
en korkunç
worst
en kötü
worst-case scenario (not idiomatic) - idiomatic
en kötü durum senaryosu - en k¨ötü
And do you know what's the worst? I don't even know her name.
En kötüsü de ne biliyor musun? Onun adı bile bilmiyorum.
the least
en küçük
The smallest dog is also the smartest.
En küçük köpek aynı zamanda en akıllı olan.
At the most inappropriate moments
en olmadık zamanlarda
his most beloved/ his favourite
en sevdiği
my favoured
en sevdiğim
What is your favoured song ?
En sevdiğin şarkı nedir?
Who is your favoured singer?
En sevdiğin şarkıcı kim?
I live in the farthest house.
En uzak evde yaşıyorum.
the longest delay (waiting time)
en uzun bekletme
harder than than (any) the oldest people remembered
en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu
to focus (be focussed) on the main points
en önemli şeylere odaklanmak
one step (stair) from the top
en üstten bir alttaki basamak
rare /unusual /exeptional (e)
ender
a rare (e) bird
ender bir kuş
She photographed a rare bird.
Ender bir kuşun resmini çekti.
inquietude / worry / concern / fear (e)
endişe
alarming news
endişe verici haberler
Anxiety can cause heartburn
Endişe, mide yanmasına neden olabilir.
to make ... nervous
endişelendirmek
Don't worry !
Endişelenme !
No need to worry
Endişelenme gerek yok.
to worry / bother / mind / to feel uneasy about / to fret about(e)
endişelenmek
stop worrying
endişelenmeyi bırak
nervous /worried / uneasy
endişeli
energy
enerji
energetic /viguoruos
enerjik
infection
enfeksiyon
inflation
enflasyon
rough / uneven / bergig (with hills)
engebeli
the rugged plains
engebeli düzlükler
obstacle
engel
to hinder / prevent
engel olmak
to block / hinder / obstruct
engellemek
viper
engerek
with the grace of a viper
engerek zarafetiyle
when he moved with the grace of a viper
engerek zarafetiyle hareket ederken
ultimately /after all / at length / at last / finally
eninde sonunda
at length /broadly/ on and on (e.b.)
enine boyuna
all things considered
enine boyuna düşünülürse
husband of an aunt (also used among close friends for the other's boyfriend)
enişte
latitude /Breitengrad (distance from the equator)
enlem
nape / back of the neck / Nacken
ense
The nape is fine. Please cut the sides and the top a bit more.
Ense iyi.Yanları ve üstü biraz daha kesin, lütfen.
music instrument
enstrüman
Eragon looked a few more minutes around to see if there was any danger, but the only thing moving was the fog.
Eragon birkaç dakika daha tehlike olup olmadığını görmek için etrafına bakındı, ama hareket eden tek şey sisti.
virtue
erdem
puberty
ergenlik
plum
erik
molten
erimiş
a molten crown
erimiş bir taç
(that) I will not be able to reach
erişemeyeceğim
a rock I will not be able to reach
erişemeyeceğim bir kaya
to reach (e)
erişmek
man /male
erkek
boyfriend
erkek arkadaş
should I forgive my boyfriend?
erkek arkadaşımı affedeyim mi?
Does your boyfriend have a job ?
Erkek arkadaşının bir işi var mı?
men's hairdresser
erkek berberi
brother
erkek kardeş
My brother will graduate in a month.
Erkek kardeşim bir aya kadar mezun olacak.
My brother studies at university
erkek kardeşim üniversitede okuyor
Men usually would come from there with ill boding (with the feeling that something bad was going to happen)
erkekler genellikle kötü bir şey olacağı hissiyle gelirlerdi oralardan.
Men, even in stormy weather do not give up their habits and what they want to do.
Erkekler, fırtınalı havalarda bile alışkanlıklarından ve yapmak istedikleri şeylerden vazgeçmez.
men, women and children struck by lightning flashing in the hallways
erkekler, kadınlar ve çocuklar koridorlarda çakan şimşeklerle çarpılmış
manly
erkeksi
early
erken
Did you not get used to getting up early?
Erken kalkmaya alışmadın mı?
to get used to getting up early
Erken kalkmaya alışmak
to reach / attain / achieve (e)
ermek
(to delay, to put off
ertelemek
next / following
ertesi
the next day / the following day
ertesi gün
substance / essence / base
esas
his opinion on the merits /on the principle
esas hakkındaki mütalaası
something essential
esas olan bir şey
There is one more (another) essential thing
esas olan bir şey daha vardır
the lead singer
esas şarkıcı
an essential component
esaslı unsur
It is essential.
esastır
I pushed esc
esc tuşuna bastım
well-being/ soundness (peace)
esenlik
Prince of Peace
Esenlik Önderi
breeze
esinti
to grudge / begrudge / withhold
esirgemek
It's a bit windy.
Esiyor.
old /former /ancient
eski
ex boyfriend
eski erkek arkadaş
old fashioned
eski kafalı
he still cares about his ex girlfriend
eski kız arkadaşını hâlâ umursuyor
My ex-husband, as soon as we divorced, he (immediately) found a new love!
Eskı kocam boşanır boşanmaz yeni bir aşk buldu!
the old generation (n)
eski nesil
last generation technology
eski nesil teknoloji
very old and rusty
eski püskü
old and dirty boots
eski ve pis çizmeler
He can't lose weight as easy as he used to.
Eskiden olduğu kadar da kolay kilo veremiyor.
He does not have as much as he used to have.
Eskiden olduğu kadar zamanı olmuyor.
fewer (number) than in the past
eskisine oranla sayıca daha az
to blow
esmek
dark skinned / tanned / brown
esmer
tradesman /artist
esnaf
I can't stop yawning.
esnemeden duramıyorum.
to yawn
esnemek
to stretch / (also : to cause to yawn)
esnetmek
you are continously yawning
esneyip duruyorsun
You have been yawning continuously, I fell sleepy, too.
Esneyip duruyorsun, benim de uykum geldi.
humor / witticism / spirit / joking remark
espri
Esra trembled (s) as if she had received a serious blow.
Esra şiddetli bir darbe yemiş gibi sarsıldı.
hashish / secret
esrar
Mysterious / geheimnisvoll
esrarengiz
He smiled mysteriously.
Esrarengiz bir şekilde gülümsedi.
don't mention it / you are welcome
estağfurullah
meat
et
He couldn't afford to buy meat.
Et satın almaya gücü yetmezdi.
clad in flesh and bone
ete kemiğe bürünmüş hâli
skirt
etek
The skirt looks good but my legs are cold.
Etek iyi gözüküyor ama bacaklarım üşüyor.
to be thrilled / his skirts ring bells
etekleri zil çalmak
which is at the foot (lit. seam) of a mountain
eteklerindeki
the maples at the mountain foot 'whose leaves had been dropped'
eteklerindeki yaprakları dökülmüş akçaağaçlar
Ethic
etik
from ethical aspects
etik yönden
He is obliged by ethical aspects
etik yönden zorunludur
influence / effect
etki
to affect / influence /impress
etkilemek
to be impressed
etkilenmek
impressive
etkileyici
They have an impressive climate-controlled wine cellar.
Etkileyici, iklim kontrollü bir şarap mahzenleri var.
in/during the events of / in the activities of
etkinliklerinde
to lose one's influence
etkisini yitirmek
to neutralise / counteract / desactivate / cancel
etkisiz hale getirmek
meat pie
etli börek
Fruchtfleisch /pulp
etli kisim
fleshy leaves
etli yapraklar
to do / make
etmek
carnivorous
etobur
from the group of carnivores
etobur takımından
surroundings /environment (e)
etraf
Around us the students were talking, joking with each othrr, laughing...
Etrafımızda öğrenciler konuşuyor, şakalaşıyor, gülüyorlardı...
that was around (e) him
etrafındaki
They surrounded her.
Etrafını sardılar.
to surround / to ring in
etrafını sarmak
You go back home, you go to bed
Ev döner, yatarsın
He was held under house arrest.
ev hapsinde tutuluyor.
under house arrest
ev hapsine
to be put under house arrest
ev hapsine alınmak
Landlady
ev sahibesi
house-cleaning
ev temizliği
with the whole family
evcek
pet shop
evcil hayvan dükkanı
at home
evde
How are things at home? (Is everything ok at home?)
Evde her şey yolunda mı?
Moving out is like starting from scratch.
Evden taşınmak en baştan başlamak gibi.
I didn't bring food from home.
Evden yemek getirmedim.
if you (sg) are at home, write me a letter. e(open conditional /it is possible)
Evdeysen bana bir mektup yaz.
to head back home
Eve (doğru) yönelmek
the person who is the one to drive back home
eve dönüşte kullanacak olan kişi
the person to drive back home should not drink alcohol
eve dönüşte kullanacak olan kişi alkol içmemelidir
He would have to go home empty-handed.
eve eli boş dönmek zorunda kalacaktı.
If you don't come back home late we cant chat a bit.
Eve geç dönmezsen, biraz sohbet ederiz.
to go home
eve gitmek
I need to arrive home before it gets dark.
Eve hava kararmadan varmam gerek.
yes
evet
Yes a little
Evet biraz
yes in many ways / lit from many angles
Evet pek çok açıdan
Yes of course
Evet tabii
yes, I did (do that)
evet, öyle
Yes, I am cold
Evet,üşüyorum.
anxiously
evhamlı
He began (k) inspecting anxiously the closed shutters.
evhamlı bir şekilde kapalı panjurları incelemeye koyuldu.
to clean the house
evi temizlemek
he started despising the house
evi yadırgar olmuştu
to run / manage / maintaian a household
evi çekip çevirmek
My house has two rooms
Evim iki odalı
My house has one room
Evim tek odalı
As soon as I returned home, I (immediately) made a cup of tea.
Evime gelir gelmez bir çay pişirdim.
In our house for some unknown reason the flies began to multiply.
Evimizde bilinmeyen bir sebeple sinekler çoğalmaya başladı.
Don't build your house on sand.
Evini kum üstüne inşa etme.
child (e)
evlat
to match / to marry off
evlendirmek
to marry
evlenmek
By marrying I got my husband's family name.
Evlenmekle kocamın soyadını aldım.
married
evli
marriage /Ehe
evlilik
marriage counseling
evlilik danışmanlığı
wedding invitation
evlilik davetiyesi
wedding day
evlilik günü
wedding reception
evlilik resepsiyonu
wedding vows
evlilik sözü
to receive a wedding proposal
evlilik teklif almak
to make a proposal (marriage)
evlilik teklif etmek
to accept s.o.'s wedding proposal
evlilik teklifini kabul etmek
to marry
evlilik yapmak
wedding ring
evlilik yüzüğü
paper / document (e)
evrak
universe
evren
universal
evrensel
evolved
evrilmiş
homeless
evsiz
homeless people
evsizler
homelessness
evsizlik
before
evvel
in the past
evvelden
All you (who are) tired and heavy laden (whose loads are heavy)
Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar.
Oh my soul
Ey canım
O you of little faith
Ey kıt imanlılar
Hear my cry , O God
Ey Tanrı, yakarışımı işit
State (e. g. of America) /province
eyalet
saddle
eyer
saddle girth /Sattelriemen/Sattelgurt
eyer kolanı
Riding bareback is not fun at all, especially if you don't have the control of the horse or its direction.
Eyersiz ata binmek hiç de eğlenceli değildir, özellikle de atın ya da gittiği yönün kontrolü sizde değilse.
September
Eylül
Oh no!
eyvah!
prayer call
ezan
to recite/do the prayer call
ezan okumak
to recite
ezbere okumak
eternel / ewig
ezel
from everlasting
ezelden beri
meek / sheepish / insecure / always bullied / looser
ezik
with a sheepish grin /insecure smile
ezik gülümseyişle
to be crushed / grinded
ezilmek
He will not break the crushed reed (k)
Ezilmiş kamışı kırmayacak
A bruised reed he will not break, and a smoldering wick he will not snuff out. In faithfulness he will bring forth justice.
Ezilmiş kamışı kırmayacak, Tüten fitili söndürmeyecek. Adaleti sadakatle ulaştıracak.
the crushed reed
ezilmiş saz
vexing
eziyetli
it was vexing
eziyetliydi
To smash
ezmek
made for smashing
ezmek için yapılmış
If he had gone west he should have come to a lake by now.
Eğer batıya gidiyor olsaydı, şu ana kadar bir göle gelmiş olmalıydı.
If he makes a mistake
Eğer bir hata yaparsa
If he makes a mistake he will be fired.
Eğer bir hata yaparsa kovulacak
If this were true, it should have been easier.
Eğer bu doğruysa, daha kolay olmalıydı.
if I want to change my image, I have to (should) change myself first. (the Sharks in Nemo)
Eğer imajımı değiştirmek istiyorsam, önce kendimi değiştirmeliyim
What would happen if the parachute doesn't open?
Eğer paraşüt açılmazsa ne olur
If I don't use a hairdryer my hair won't look good.
Eğer saç kurutma makinası kullanmazsam saçım güzel durmuyor.
if it doesn't inconvenience you
eğer zahmet olmazsa
to bend / bow / double up / stoop
eğilmek
to spin
eğirmek
education / training
eğitim
education is a must
eğitim şart!
fun / entertainment / amusement
eğlence
fun
eğlenceli
entertaining
eğlendirici
to entertain
eğlendirmek
curved /tilted / bent / leaning over
eğri
not straight / bumpy
eğri büğrü
to sit tilted / leaning towards so
eğri oturmak
Let's sit tilted (lean over) and talk straight !
Eğri oturup doğru konuşalım !
And make no bones about it (let's lean over and talk straight), this is a very dangerous book.
Eğri oturup doğru konuşalım, bu çok tehlikeli bir kitap.
to become curved / to warp
eğrilmek
wife / husband / spouse
everyone I love / lit. spouse-friend
eş dost
synonym
eşanlamlı
donkey
eşek
a share of the silly pranks (Eseleien)
eşek şakalarından payı
scratch about / grub up / scharren
eşelemek
doorstep / theshold
eşik
your wife is pregnant
eşiniz hamile
equal
eşit
inequal
eşit değildir
equals /=
eşittir
Rhombus /Raute / diamond (geometr)
eşkenar dörtgen
to gallop
eşkin gitmek
bandit / Räuber
eşkıya
band of robbers /Räuberbande
eşkıya çetesi
robber stories / Räubergeschichten
eşkıya öyküleri
to match / pair
eşlemek
to accompany /to take s. o. out / to keep s. o. company /to escort
eşlik etmek
accompanied
eşliğinde
And Ashraf was not going to be interested in the mess anyway
Eşref'in de zaten dağınıklıkla ilgilenecek hali yoktu
matchless (e)
eşsiz
goods / belongings / articles /luggage / baggage
eşya
things (e)
eşyalar
active / busy (f)
faal
activity / action
faaliyet
to be involved in an activity / to be engaged in / to operate
faaliyette bulunmak
Visit my Facebook profile.
Facebook profilimi ziyaret et.
give back with interest
faiziyle iade etmek
but (f)
fakat
But after a while the air began to get hot and stuffy.
Fakat bir süre sonra hava ısınmaya ve bunaltmaya başladı
But in our home country search is lost. The orient is the place to sit and wait. With a bit of patience everything will come to your feet. (Ahmet Hamdi Tanpınar)
Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir.
But he could not give more of his attention to the embroidered circle.
Fakat dikkatini nakışlı çembere fazla veremedi.
only he didn't dare to disobey
fakat itaatsizlik etmeye cesaret edemedi
like / and so on
falan
etc.etc.
falan filan
fortuneteller
falcı
The fortune teller predicted your success. (that you will be successful)
Falcı, başarılı olacağını tahmin etti.
family (biol.) (e.g. Felidae / Katzen)
familya
fan club
fan kulübü
I want to be a member of the fan club
fan kulübün bir üyesi olmak istiyorum
mouse /also:computer mouse
fare
mouse hole
fare deliği
mouse button / Maustaste
fare düğmesi
before they scatter like mice
fareler gibi kaçışmadan önce
this reflection was also in the eye(s) of the mouse
farenin gözünde de vardı bu yansıma
Farid's heart beats had begun to get faster again
Farid'in yürek atışları yine hızlanmaya başlamıştı.
difference
fark
even if it was noticed
fark edilse bile
Even if it was noticed the responsibles were not punished (or) kicked out of school.
fark edilse bile sorumlular cezalandırılmıyordu, okuldan atılmıyordu.
Without noticing he approached the wine glass to his lips.
Fark etmeden kadehi dudaklarına yaklaştırdı.
To notice / to make a difference
Fark etmek
It would not make a difference
fark etmezdi
to make /cause a difference
fark ettirmek
I was not aware of
farkında değildim.
different / divers
farklı
primary elections held in different states
farklı eyaletlerde yapılan önseçimler
different possibilities
farklı olasılıkları
to become different / to change / sich verändern
farklılaşmak
to make dissimilar / to differentiate / to diversify
farklılaştırmak
It makes no difference (slang)
farkmaz
the assumed weakness
farz edilen zaaf
to be supposed to
farz edilmek
to presume /assume /suppose /imagine
farz etmek
Fatih is my brother ,I can't beat him.
Fatih benim kardeşim ona vuramam.
side burns / Koteletten
favoriler
I want long side burns / Ich m¨öchte lange Koteletten
favorileri uzun istiyorum.
benefit / profit / advantage / usefulness
fayda
useful / helpful / beneficial
faydalı
excessive / extra / superfluous
fazla
dont worry about it too much (let your mind not be more stuck)
fazla aklın takılmasın
overtime
fazla mesai
to do overtime
fazla mesai yapmak
overestimated
fazla tahmin edilmiş
too old (f)
fazla yaşlı
to overdo
fazla özen göstermek
extra / additional
fazladan
an extra shirt
fazladan bir gömlek
to buy some extra time
fazladan zaman kazandırmak
more than enough
fazlasıyla
knife scar (from fight)
faça
devotion /selfsacrifice
fedakarlık
disaster / catastrophy
felaket
diastrous news / disaster news
felaket haberi
philosophy
felsefe
science lessons
fen dersleri
Not bad
fena değil
lantern
fener
phoenicians
Fenikeliler
to abdicate / to stand down / to disclaim / to rennounce
feragat etmek
refreshing (f)
ferahlatıcı
the refreshing clean night air
ferahlatıcı temiz gece havası
zipper / Reissverschluss
fermuar
the zipper is broken
fermuar bozuldu
howl / outcry / scream / bellow / wail
feryat
mischief / malice / complot
fesat
basilicum
fesleğen
conquest (f)
fethetme
their desire to conquest (f)
fethetme arzuları
to conquer (f)
fethetmek
extraordinary (f)
fevkalade
an extremely (f) embarrassing situation
fevkalade utanç verici bir durum
supreme /fantastic
fevkaladenin fevkinde
ransom
fidye
ransom
fidye
He trembled crouched in the figure's shadow.
figürün gölgesine sinmiş, titriyordu.
verb
fiil
verbforms / structures
fiil yapıları
discussion / exchange of ideas
fikir alışverişi
to express an idea or opinion /to ponder over an idea (to make an idea walk through your mind)
fikir yürütmek
I would like her to care for my ideas.
Fikirlerimi önemsemesini isterdim .
I want you to be more interested in my ideas / I want you to pay more attention to my ideas.
Fikirlerimle daha çok ilgilenmeni isterim.
more interest in his ideas / more paying attention to his ideas
fikirleriyle daha çok ilgilenme
joke
fıkra
I am bad at telling jokes.
fıkra anlatmakta kötüyüm
how fast you jumped onto the idea / how fast you accepted the idea
Fikre nasıl atladın
your idea
fikrin
elephant
fil
bishop / Läufer (chess)
fil
ivory
fildişi
with four huge doors sculptured from ivory, pearl, jade and bones.
fildişi, inci, yeşim ve kemikten yontulmuş dört kocaman kapılı
life boat
filika
sprout / shoot/ bud
filiz
to sprout / shoot out/ bud
filizlenmek
film / movie
film
Did you like the movie?
Film hoşuna gitti mi?
How long is the film?
film ne kadar sürüyor?
movie star
film yıldızı
finals / play-offs / final exams
finaller
cup
fincan
There is a crack in the cup.
Fincanda bir çatlak var.
hazelnut
fındık
he's allergic to nuts
fındık-fıstığa alerjisi var
runaway / fugitive
firari
Euphrates
Fırat
the oven
fırın
to bake in the oven
fırında pişirmek
to bold / burst / jump / spring /fling
fırlamak
to throw something (acc.) at someone (dat) / to fling (f) / / shoot / catapult
fırlatmak
opportunity
fırsat
to jump at the opportunity
firsata balıklama atlamak
to let the chance slip by
fırsatı yitirmek
storm
fırtına
to cause a storm / to break loose a storm
fırtına koparmak
turquoise (f)
firuze taşı
with a piece of fried egg hanging down from his brush-like moustache
fırça gibi bıyığından sarkan bir parça sahanda yumurtayla
to scrubb with a brush
fırça ile ovmak
to whisper
fısıldamak
whisper
fısıltı
to talk in whispers
fısır fısır konuşmak
What are you talking about in whispers over there?
Fısır fısır ne konuşuyorsunuz orada?
a small round table for two (like in a bistro/or on a balcony/ where you can have private /whispered conversation/"gossip table" )
fiskos masası
peanut
fıstık
pinetree / Kiefer
fıstık çamı
wick / Docht
fitil
price (to pay)
fiyat
physics
fizik
physiological
fizyolojik
barrel /Faß
fıçı
to gush out from / spring from/ errupt / spurt (f) (not with much force /randomly /accidentally /splashing water with the hand/intransitive)
fışkırmak
to gush out from / spring from/ errupt / spurt (f) (not with much force /randomly /accidentally /splashing water with the hand/transitive)
fışkırtmak
flamingo
flamingo
flash
flaş
Fluorine /Fluor - F 9
flor
to flirt
flört etmek
seal
fok
Phosphorus /Phosphor-P 15
Fosfor
fossile
fosil
photo
fotoğraf
photo album
fotoğraf albümü
photo enthusiasts /photo freaks
fotoğraf düşkünleri
camera (f. m)
fotoğraf makinesi
the shutter of a camera taking a picture
fotoğraf çeken fotoğraf makinesi deklanşörü
to take a foto
fotoğraf çekmek
photo frame
fotoğraf çerçevesi
Do you want to see our photos?
fotoğraflarımızı görmek istiyor musunuz?
photographer
fotoğrafçı
that he didn't know whether the Fowler couple helped wounded PKK members
Fowler çiftinin yaralı PKK'lılara yardım edip etmediğini bilmediğini
France
Fransa
French people like talking about food.
Fransızlar yiyeceklerden konuşmayı çok seviyorlar
frequency
frekans
Until Frodo comes the safest place for it will be there.
Frodo gelinceye kadar onun için en emniyetli yer orası.
lobby / entrance hall /antechamber
fuaye
foulard / scarf (f)
fular
to fill up
fullemek
heather / Heidekraut
funda
football
futbol
to blow-dry/ fönen
fön çekmek
unaware / unguarded
gafil
to catch unguarded / to catch by surprise
gafil avlamak
beak (of a bird)
gaga
to pick (birds) / picken
gagalamak
beaked / having a beak
gagalı
galaxy
galaksi
I think (g)
galiba
I think this bracelet is my mum's
galiba bu bilezik annemin
I think they'll go shopping instead.
galiba bunun yerine alışverişe gidecekler
I think I hurt his feelings
galiba onun duygularını incittim
I think it was the guy to the left
galiba soldaki adamdı
dimple
gamze
trophy /plunder / loot / booty
ganimet
train station (more commonly used)
gar
to demand a guarantee
garanti talep etmek
grudge / rancour /spite /malice
garez
strange / odd / poor / helpless (g)
garip
to find strange
garipsemek
waiter
garson
really / very (with adj / adv but not for verbs)
gayet
zeal / effort / endeavour
gayret
wrath / rage /fury (g)
gazap
newspaper
gazete
He hates reading the newspaper.
Gazete okumaktan nefret eder
The newspaper issued a small (u) correction.
Gazete, ufak bir düzeltme yayınladı.
journalist
gazeteci
I like to cast an eye on the newspapers.
Gazetlere göz gezdirmeyi severim.
sparkling water
gazlı su
soda lid /crown cork / crown cap
gazoz kapağı
night
gece
the stranger coming at night
gece gelen yabancı
at midnight
gece yarısı
There is no night, it's always day, what the heck ...
Gece yok, hep gündüz yahu.
to stay somewhere (only) at night
gecelemek
to be unable to sleep at night- pres. part. fut.
geceleri uyuyamayacak
in the night / by night
geceleyin
A dog began to bark somewhere in the darkness of the night.
Gecenin karanlığında bir yerlerde bir köpek havlamaya başlamıştı.
in the dead (lit. blind) of the night
gecenin köründe
to be late
gecikmek
delayed
gecikmeli
Come to me, hug me!
Gel bana, sarıl bana!
I came, I saw, I conquered/ Veni vidi vici
Geldim, gördüm, yendim
when he came
geldiğinde
I am glad you could come
geldiğinize çok memnun oldum
(in order) to be able to come
gelebilmek için
next (point in time); the future
gelecek
to be postponed until next (g h) week
gelecek haftaya ertelenmek
You will have to wait until next (g h) week
Gelecek haftaya kadar beklemeniz gerekecek.
to extend /last until next week
gelecek haftaya sarkmak
She will go to Turkey next winter.
gelecek kış Türkiye'ye gidecek
the future generation (n)
gelecek nesil
We are shaping the future
Geleceği şekillendiriyoruz
I will not leave my future to chance
Geleceğimi şansa bırakmıyorum.
In box
gelen kutusu
Our customs must seem strange to you.
Geleneklerimiz size yabancı görünüyor olmalı.
traditionnel / conventionnel
geleneksel
the arrivals / the people coming
gelenler
however / but
gelgelelim
tide /Gezeiten (g)
gelgit
Geleceğim Slang (I will come)
gelicem
bride /daughter-in-law
gelin
until I/you(...) come(s)
gelinceye dek
Klatschmohn / poppy
gelincik
income / earning /revenue
gelir
I will be glad if you come
gelirsen(iz) memnun olurum
random / casual
gelişigüzel
With a casual fascination
gelişigüzel bir hayranlıkla
developement / evolution
gelişim
about development
gelişim üzerine
The best step about/on developement
Gelişim üzerine en iyi adım
The best step on development begins with making a decision to change .
Gelişim üzerine en iyi adım değişime karar vermekle başlar.
Watch your development and celebrate your success.
Gelişimini izle ve başarını kutla.
to develop / evolve / progress /take place
gelişmek
developed
gelişmiş
to develop something / improve / cultivate / advance / build up
geliştirmek
to come
gelmek
Do you want to come?
gelmek istiyor musun?
the coolest person ever
gelmiş geçmiş en havalı kişi
why don't you come /do come! (sg/pl)
gelsene - gelsenize
bit / Kandare /Trense (Teil des Halfters im Pferdemaul) (g)
gem
ship
gemi
sailor/ Matrose
gemici
lantern / Seemannslaterne
gemici feneri
to bite on one's bit (Kandare/ piece of the rein that is in the horses mouth)
gemini ısırmak
they stood biting on their bits (Kandare) and panting
gemlerini ısırıp soluyarak dikildiler.
still / yet / even so / nevertheless (g)
gene de
general name
genel ad
overview
genel bakış
Generally/ on the whole she thinks it would be best to stay in this work.
Genel olarak bu işte kalırsa daha iyi olacağını düşünüyor.
usually /generally (g)
genelde
Usually they dress black like field crows
Genelde tarla kargaları gibi kara giysiler giyerler
Head of staff / chief
Genelkurmay
the General Staff Headquarters
Genelkurmay Karargahı
the security cameras of the General Staff Headquarters
Genelkurmay Karargahı'nın güvenlik kameralar
The images obtained from the security cameras of the General Staff Headquarters revealed that the martyrs were brutally murdered.
Genelkurmay Karargahı'nın güvenlik kameralarından elde edilen görüntüler şehitlerin hunharca katlettiğini ortaya çıktı.
usually (g)
genellikle
generally recognized as safe
genellikle güvenilir kabul edilen
Usually I am tired during weekdays.
Genellikle hafta içi yorgun oluyorum.
Generally (speaking) books do not cause much harm, except when you read them (that is).
Genellikle kitaplar çok zarar vermez, okuduğun zaman(lar) hariç.
Generally (speaking) books do not cause much harm.
Genellikle kitaplar çok zarar vermez.
we usually go abroad in the winter
genellikle kışın yurtdışına çıkarız
Usually I find my bathsuit finally in my wardrobe.
Genellikle sonunda mayomu gardrobumda bulurum.
I usually don´t watch tv
Genellikle televizyon izlemem.
Usually I (would) look outside to check the weather.
Genellikle, havayı kontrol etmek için dışarıya bakardım.
with his broad chest and face
geniş göğsü ve yüzüyle
broad black smears
geniş siyah lekeler
Broad black smears defiled the blistered paintings.
Geniş siyah lekeler kabarmış tabloları kirletmişti.
to widen / broaden / extend / spread out (g)
genişlemek
to widen sthg / to spread out sthg / to expand sthg
genişletmek
width
genişlik
young
genç
The young man could hardly stand it./ The young man could hardly bear it.
Genç adam buna pek dayanamıyordu
While the young girl dropped on her knees and began to cry
Genç kız diz çökerek ağlamaya başladığı sırada
when I was young
gençken
young ones / young men
gençler
Even young 'men' grow tired and weak
gençler bile yorulup zayıf düşer
youth
gençlik
in my youth
gençliğimde
if and only if
gerek ve yeter şart
there is no need
gerek yok
necessary
gerekli
to become necessary
gerekli hale gelmek
need (g)
gereksinme
your (pl) need
gereksinmeniz
that you have a need
gereksinmeniz olduğu
Spam
gereksiz
superfluous brain numbing gadgets (devices)
gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar
Did you throw the unneeded stuff in the trash?
Gereksiz olan eşyaları çöpe attın mı?
unnecessary things
gereksiz şeyler
If you are going to steal my time with unnecessary things
gereksiz şeylerle zamanımı çalacaksanız
If you are going to waste (steal) my time with unnecessary things you had better go now (your returning now would be better)
Gereksiz şeylerle zamanımı çalacaksanız şimdiden geri dönmeniz daha iyi olur.
to involve; to require
gerektirmek
That he /they should
gerektiği
if necessary
gerektiği takdirde
alibi
gerekçe
How the rhinoceros's skin got creased / wie das Nashorn seine Falten bekam
gergedan'ın cildi nasıl buruştu
tensely / nervously
gergin gergin
He is nervous. (g)
gergindir
Tension
Gerginlik
back / rear (g)
geri
as soon as he returnes/ returned
geri döner dönmez
to turn back / to return
geri dönmek
recycling /recyclable /biodegradable
geri dönüşümlü
to come back; to get back; to return
geri gelmek
to return (something)
geri vermek
to withdraw /to fall back
geri çekmek
to leave behind / to outdistance
geride bırakmak
to back off / to fall back
gerilemek
thriller (literature) / tension (e.g politics)
gerilim
to increase the tension / to escalate the tension
gerilimi tırmandırmak
she prefers thrillers
gerilimleri tercih eder
to tense / to strain / to tighten
gerilmek
to stretch (oneself)
gerinmek
the rest of (g)
gerisi
Fill in the blanks / guess the rest yourself
gerisini sen tahmin et
to the back / backwards
geriye
She looked back
geriye baktı
to look back on one's accomplishments with satisfaction
geriye dönüp baktığında başarılarından memnun olmak
he jumped (s) back
geriye sıçradı
She looked back at her guards
geriye, korumalarına doğru baktı.
idiot / jerk /retarded
gerizekalı
truth; fact; real
gerçek
the male half of the True Source (magic power/wheel of time) had been corrupted
Gerçek Kaynak'ın eril yarıs>nı yezlaştırmıştı
the actual cost
gerçek maliyet
The truth is (in a place) out there (= for you to be discovered)
Gerçek orada (bir yerde)
The truth will set you (sg) free / Veritas vos liberabit
Gerçek seni özgür kılar
I'd advise to smoke electric cigarettes rather than real cigarettes.
Gerçek sigara içmektense e-sigarayı tavsiye ederim.
face the facts
gerçeklerle yüzleş
the actions carried out
gerçekleştirdiği faaliyetler
trying to prevent the actions to be carried out
gerçekleştirdiği faaliyetlerin engellenmeye çalışılması
reality
gerçeklik
really / truly / indeed
gerçekten
Do/did you really believe that
Gerçekten inanıyor musun / inandın mı
It is really expensive.
gerçekten pahalı
I put my foot into it / Ich bin ins Fettnäpfchen getreten
Gerçekten pot kırdım.
to get really bored
gerçekten sıkılmak
Really ! You shouldn't have (bothered yourself)
gerçekten! bu kadar zahmet etmeseydin!
realistic /down to earth / practical
gerçekçi
Choose realistic goals.
Gerçekçi hedefler seç.
though /although (g)
gerçi
Bring (me)
getirin
To fetch/ bring
Getirmek
to mumble
gevelemek
to mumble
gevelemek
talkative /chatty
geveze
lose /limb
gevşek
a lose saddle girth
gevşek bir eyer kolanı
a loose stone
gevşek bir taş
limply / loosely / flabbily / schlaff
gevşekçe
to loosen up
gevşetmek
deer / Hirsch
geyik
The deer was with the herd.
Geyik sürüdeydi.
the deers had nearly the size of ponies
Geyikler yaklaşık bir midilli büyüklüğündeydiler
He walked to the narrow valley where he was sure the deers would rest.
geyiklerin dinlendiğinden emin olduğu dar vadiye doğru yürüdü.
planet
gezegen
trip (g)
gezi
itinerant / traveling / ambulant / umgerziehend
gezici
peddler (g e)
gezici esnaf
to stroll / stray / wander about (g) breeze (wind)
gezinmek
to travel (g)
gezmek
to go on on outing (around the city)
gezmeye çıkmak
late
geç
to sleep in
geç kalkmak
to be late
geç kalmak
If you sleep late you can't get up early.
Geç yatarsan, erken kalkamazsın.
last / past / previous
geçen
last night
geçen gece
the other day /any past day including önceki gün (the day before yesterday) except yesterday which is dün
geçen gün
The other day I replace the seal/ gasket of the tap.
Geçen gün musluğun contasını değiştirdim.
Last week we went to the cinema.
Geçen hafta sinemaya gittik.
last time
geçen sefer
Last time we took a taxi.
geçen sefer bir taksi tuttuk
last year (s)
geçen sene
since last year
geçen yıldan beri
Traffic has continued to deteriorate steadily/ progressively in the past years.
Geçen yıllarda trafik gittikçe kötüleşmeye devam etti.
recently / the other day
geçenlerde
valid
geçerli
Let me pass
geçeyim
temporary
geçici
temporarily
geçici bir süre
livelihood / living / Unterhalt
Geçim
With this I gain (ensure) my lifelihood.
Geçimimi bununla sağlıyorum.
to provide for
geçindirmek
to make a living from / to live from / to get along with a gen+la
geçinmek
to pass / spend / undergo
geçirmek
passage
geçit
transition point / crossing point /
geçiş noktası
to dodge / avoid / slide over/ to pass off
geçiştirmek
to pass
geçmek
the past
geçmiş
Best wishes for recovery. /Gute Besserung.
Geçmiş olsun
put what has passed aside / put your past behind you
geçmişi bir kenara koy
How much of our time does the the time you spent in the past take (comprise) ?
Geçmişte geçirdiğin zaman günümüzdeki zamanın ne kadarını kapsıyor ?
reminiscent
geçmişten konuşmaya istekli
a burp
geğirme
to burp
geğirmek
like
gibi
snappish /ein Stinker
gıcık
to get irrititated (g)
gıcık olmak
to hate (slang) (g)
gıcık almak
snappishly
gıcık bir şekilde
to get someone's hackles on /to drive s.o. crazy /to give s.o. the pip
gıcık etmek
to creak
gıcırdamak
to grind / grit / gnash (teeth)
gıcırdatmak
the creaking
gıcırtı
the creaking sounded loud
gıcırtı yüksek geliyordu
food / nutrition
gıda
in a methode to create food addiction
Gıda bağımlılığı yaratacak şekilde
food industry /Lebensmittelindustrie
gıda endüstrisi
food industry /Lebensmittelindustrie (g.s.)
gıda sanayii
he walked and walked
gide gide .... vardı
Each time before going I search for my bathsuit.
Gideceğim her seferinde, önce mayomu ararım.
Let's go
gidelim
Let's go, it's late.
Gidelim artık, geç oldu.
outbox
giden kutusu
outgoing messages
giden mesajlar
steadily / increasingly / ever
giderek
I understand increasingly better
giderek daha iyi anlıyorum
to satisfy / eliminate / supply for
gidermek
Write when you get there
gidince yaz
whirlpool /swirl
girdap
intricate
girift
Intricate stone works
girift taş işlemeler
to become the favourite of the group of friends/new people which is entered (= which one has entered)
girilen ortamın favorisi olmaktır.
No entry / kein Zutritt
Girilmez
introduction
Giriş
attempt /enterprise / endeavour
girişim
entrepreneur / Unternehmer
girişimci
to enter / to get in / insert (g)
girmek
No! (slang/rude / like Fuck off!)
Git ya!
Go make me miss you and then come (back) again
Git özlet kendini yine gel
guitar
gitar
We played guitar and sang songs.
Gitar çalıp şarkı söyledik.
to play guitar
gitar çalmak
gradually /more and more (g.. d.)
gitgide
gradually /more and more (g.. d.)
gitgide
Time to go!
Gitme zamanı geldi!
to go
gitmek
I want to go. I love to go.
Gitmek istiyorum. Gitmeyi severim.
I was about to go
Gitmek üzere idim
Are we about to go ?
Gitmek üzere miyiz ?
I am about to go
Gitmek üzereyim
I have the intention to go
gitmeye niyetim var
I intend to go
gitmeye niyetliyim
Why don't you go / come on go (insisting imp.) (Sg)
gitsene
Why don't you go / come on go (insisting imp.) (Pl)
gitsenize
progressively / steadily / more and more
gittikçe
the school she went to
gittiği okul
I regret that I ever went
gittiğime gideceğime pişman oldum
You (pl) will go Slang
Gitçeniz
gideceksiniz Slang
Gitçeniz
to dress somebody / to robe
giydirmek
clothing
giyecek
in order to find something to wear I searched through every corner of my cupboard
giyecek bir şeyler bulmak için dolabımı didik didik ettim.
about clothing
giyecek konusunda
Why are you worrying about clothing?
Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz ?
dressed
giyinmiş
to wear
giymek
clothes
giysi(ler)
His clothes once were spectacular /resplendant, (but / wheras) now they were torn and dirty.
Giysileri bir zamanlar gösterişliydi, şimdiyse yırtık ve kirliydi.
His clothes once were spectacular /resplendant.
Giysileri bir zamanlar gösterişliydi.
His clothes were spectacular /resplendant.
Giysileri gösterişliydi.
His clothes were torn and dirty.
Giysileri yırtık ve kirliydi.
the fine woven fabric of his clothes
giysilerinin ince dokunmuş kumaşı
his clothes (sg)
giysisi
more than mysterious / by far the most mysterious
gizemliden de öte
to hide sthg (g)
gizlemek
getting out of their hiding place
Gizlendikleri yerden çıkan
to hide oneself / to be concealed / to disguise / to be kept secret / to take cover
gizlenmek
secret / hidden (adj)
gizli
hidden defect
gizli ayıp
without a hidden purpose/agenda
gizli bir amacı olmaksızın
hidden passages
gizli geçitler
He missed the castle (ş) with its hidden passages and its ghosts
Gizli geçitleri ve hayaletleriyle şatoyu özlüyordu.
secretly
gizlice
secretly / sneaky
gizliden gizliye
counter / office /guichet
gişe
26/5000 He said the box office (guichet) will close now.
Gişe şimdi kapanacak dedi.
Please, have your boarding pass ready at the counter
Gişeye geldiğinizde, lütfen uçuş kartınız hazır olsun.
candied fruit
glaze meyeler
Gneis (rock /metamorphose of granit/ can contain quarts, potassium,feldspar and sosium feldspar)
gnays
Aşağıya in ve bir bak.
Go down and look !
The goblins crouched and fled in all directions.
Goblinler büzülerek kaçıştılar.
goal (in a match)
gol
golf
golf
graphik display
grafik sunu
graphite
grafit
gram
gram
a piece of granit
granit parçası
grapefruit
greyfrut
grey
gri
greyish (s)
grimsi
greyish (t)
grimtrak
flu
grip
Guave
Guave
to google - or more common...
gugıllamak - google'lamak
broodiness
gurk olması
a broody hen
gurk tavuk
pride
gurur
to fill s.o. with pride
gururlandırmak
belly
göbek
middle name
göbek adı
his belly
göbeği
his belly shook with laughter
göbeği kahkaha ile salladı
sky
gök
to rain cats and dogs
gök delinmek
skyscraper
gökdelen
thunderstorm
gökgürültülü fırtına
rainbow
gökkuşağı
the priviledge to know the secrets of the Kingdom of heavens
Göklerin Egemenliği'nin sırlarını bilme ayrıcalığı
heavenly
göksel
your heavenly Father
Göksel Babanız
in the sky
gökte
the birds flying in the sky
gökte uçan kuşlar
sapphire (g)
gökyakut
sky
gökyüzü
The sky was clear and dark
gökyüzü berrak ve karanlıktı
the sky is clouded over
gökyüzü bulutlanıyor
the sky is clouded over
gökyüzü bulutlanıyor
The colour of the sky had changed /turned to pink and lemon yellow.
Gökyüzünün rengi pembe ve limon sarısına dönmüştü.
lake
göl
pond /small lake
gölet
shadow
gölge
mixed with shadow
gölgeyle karışmış
to bury s.o. / dig in s.o. /to commit s.o. to the ground
gömmek
to be buried / to sink into +dat
gömülmek
send box
gönderilen kutusu
to send
göndermek
set square / Dreieck (tool for drawing)
gönye
heart / soul / feelings (g)
gönül
view
gör
what he sees / qu'il voit
Gördüğü
The man whom he sees
Gördüğü adam
as far as I can see / as much as I am concerned / it strikes me that
gördüğüm kadarıyla
As far as I can see you were born in the wrong story
gördüğüm kadarıyla yanlış bir öyküde doğmuşsunuz
All we see or seem is a dream within a dream (Edgar Allan Poe)
Gördüğümüz ve göründüğümüz rüya içinde bir rüyadır.
according to
göre
They believe in what they can see, hear, touch, taste and smell.
Görebildikleri, işitebildikleri, dokunabildikleri, tadabildikleri ve koklayabildikleri şeylere inanıyorlar.
that which sees / qui voit
Gören
the man who sees
Gören adam
Duty / task / mission / service
görev
task distribution
görev dağılımı
with all the heavyness (impact/weight) of his task/office
görevinin olanca ağırlığı ile
manners
görgü
etiquette
görgü kuralları
eye witness / witness
görgü tanığı
the witness saw the suspect
görgü tanığı şüpheliyi gördü
lack of manners /ill breeding
görgüsüzlük
glory / splendour / magnificence / majesty / brilliance
görkem
despite his glory
görkemine karşın
women in magnificent dresses
görkemli giysiler içinde kadınlar
without seeing / before seeing
görmeden
to see
görmek
Easy to see, hard to foresee
Görmek kolay, önceden görmek zordur
Should he see, should he not see or should he better not look around at all
Görmeli mi görmemeli mi yoksa hiç bakınmamalı mı
since she had last seen
görmeyeli
to ignore/ to pretend not to see / to turn a blind eye on
görmezden gelmek
seen (Pres Part)
görülen
to be seen
görülmek
Invisible eyes seemed to watch me from every angle, piercing (i) into my skin (t)
Görünmeyen gözler beni her açıdan izliyor, tenime işliyor gibiydi.
invisible
görünmez
image / picture / display / view
görüntü
the sight was great
görüntü harikaydı
When I saw the images, I was very sad and cried.
Görüntüleri izleyince çok üzüldüm ve ağladım.
video teleconferencing
görüntülü telekonferans
audio teleconferencing
görüntüsüz telekonferans
seemingly / apparently /within sight
görünürde
Apparently he was not there. / He was not in sight
Görünürde yoktu.
looks/appearance
görünüş
opinion / idea
görüş
Be a helper to girls and boys (e) waiting for your opinions/ visions
görüşlerini bekleyen kızlara ve erkeklere yardımcı ol
to have a talk with / confer / discuss / reason / argue /powwow
görüşmek
You have to look professionel for the interview.
Görüşmesi için profesyonel görünmek zorunda
What's your opinion ?
görüşün ne?
Was the car he showed you new?
Gösterdiği araba yeni mi?
a show
gösteri
demonstrations / manifestations
gösteriler
Demonstrations spread to the entire city but were like flash in the pan glowing and extinguished.
Gösteriler bütün kentlere yayılmış ama saman alevi gibi parlayıp sönmüş.
flashy / spectacular /showy /dressy / resplendant
gösterişli
to show / to indicate (g)
göstermek
the interest that you showed
göstermiş olduğun(uz) alâka
to take away / remove / to drive someone (somewhere)
götürmek
trunk /stem /body /Rumpf
gövde
bodied / with a body
gövdeli
eye
göz
to ignore
göz ardı etmek
to blink
göz açıp kapamak
in the blink of an eye
göz açıp kapayıncaya kadar
to glance /skim / cast an eye on
göz gezdirmek
to catch s.o. 's eye (x'yle...pl verb)
göz göze gelmek
to dazzle / bedazzle the eye
göz kamaştırmak
to keep an eye on sthg /to protect sthg
göz kulak olmak
to consider
göz önünde bulundurmak
to be taken into custody
gözaltına alınmak
Watchtower (Jehovah witnesses)
gözcü kulesi
favourite (g)
gözde
to lose sight of
gözden uzak tutmak
to risk /dare / der Gefahr ins Auge sehen
göze almak
To draw much attention / to stick out / hit one in the eye
göze batmak
nice looking / appearing pleasant to the eye
göze hoş görünen
creating (Pres Part) nice looking patterns
göze hoş görünen desenleri oluşturan
to spy on / pry / watch / observe / peek
gözetlemek
visible /in sight / observable
gözle görülür
a visible shiver
gözle görülür bir ürperti
observation
gözlem
to watch / observe / spy
gözlemek
to expose /display (s)
gözler önüne sermek
Her eyes were focussed on his lips.
Gözleri adamın dudaklarına odaklanmıştı
His eyes pierced her almost like two ice crystals
gözleri adeta iki buz kristali onu delip geçiyordu.
His eyes were shining.
Gözleri parladı.
His eyes caught (t) his reflection.
Gözleri yansımasına takıldı.
His eyes were shining like steel.
Gözleri çelik gibi parlıyordu.
His eyes were shining like steel.
Gözleri çelik gibi parlıyordu.
My eyes speed up your loneliness (from a poem of Attila İlhan )
gözlerim hızlandırır tenhalığını
wiping the last crusts from my eyes
gözlerimde kalan son çapakları silerek
I couldn't close my eyes.
Gözlerimi kapayamadım.
the sides of my eyes had become crusted
gözlerimin kenarları çapaklanmıştı
a romantic glance/glow appeared in her eyes
gözlerinde romantik bir parıltı beliriyordu
He narrowed (squeezed) his eyes and smiled
Gözlerini kısıp gülümsedi
to scrubb one's eyes
gözlerini ovmak
she rubbed her eyes and...
gözlerini ovuşturup
He fixed his eyes on the mirror-flat watersurface / Er starrte auf die spiegelglatte Wasseroberfläche.
Gözlerini suyun ayna kadar düz yüzeyine dikti.
before closing (y) his eyes
gözlerini yummadan önce
He rolled his eyes.
Gözlerini yuvarladı.
We could feel the watching us. (We could feel their eyes upon us)
Gözlerini üzerimizde olduğunu hissedebiliyorduk.
He brushed absentmindedly his completely messy black hair out of his face which fell over his eyes.
Gözlerinin önüne düşen darmadağınık siyah saçlarını dalgınlıkla yüzünden çekti.
have you considered getting glasses?
gözlük almayı düşündün mü?
optician
gözlükçü
He wears his glasses like a power charm, like a magical weapon, behind this glass curtain he becomes almost invisible.
gözlüğünü, bir kudret tılsımı, büyülü bir silâh gibi gözlerine takar, bu cam perde arkasında adeta görünmez olur
impulsive / foolheardy /unflinching (g.k.)
Gözü kara
to seem /look / appear (...k)
gözükmek
to visualize / picture / imagine
gözünde canlandırmak
to catch a glimpse / den Blick streifen / to catch s.o.'s eye
gözüne ilişmek
daredevil / bold (g)
gözüpek
imigration
göç
immigration and asylum
göç ve iltica
nomade
göçebe
They were a group of nomades
göçebe bir gruptu
migrant smuggling
Göçmen Kaçakçılığı
migrant/ migrating /migratory (animals)
göçücü
his chest
göğsü
I have to examine your chest
göğsünüzü muayene etmem gerekiyor
chest
göğüs
to stand up to / to face / resist /die Stirn bieten (lit. die Brust aufspannen)
göğüs germek
face the music / stand up to something /put a brave front on something / resist/grit one's teeth /breast
göğüs germek
pectoral (chest muscle)
göğüs kası
onto his chest
göğüsüstü
pigeon
gücercin
can't / unable
gücü yetmez
buckskin / chamois / Gemseleder
güderi
buckskin / chamois / Gemseleder cover (housse)
güderi bir kılıf
lyrics
güfte
rose
gül
Who loves the rose endures its thorn.
Gül seven, dikenine katlanır.
with her dimples appearing on her cheek(s) when she laughs
Güldüğünde, yanağında beliren gamzeleriyle,
She is a pretty cute girl with dimples on her cheek(s) when she laughs.
Güldüğünde, yanağında beliren gamzeleriyle, oldukça sevimli bir kız.
Bye bye
Güle güle
Have a nice journey
güle güle gidin
Use it with pleasure
güle güle kullan
good-humoured / smiling
güler yüzlü
smilingly
güler yüzlü bir şekilde
smiling / cheerful / merry
Güleç
Don't laugh
Gülme
to laugh
gülmek
to burst out laughing
gülmekten çatlamak
to smile
gülücük atmak
smile
gülümseme
his smile broadened
gülümsemesi genişledi
Smiling a girl in white extended a tray full of crystal wine glasses towards him.
Gülümseyen, beyazlı bir kız ona kristal kadehlerle dolu bir tepsini uzattı.
smile (... y..)
gülümseyiş
the warmth that was in his smile
gülümseyişindeki sıcaklık
funny / ridiculous
gülünç
smile / laughter /cackle
gülüş
to thump violently
güm güm atmak
customs officer / Zollbeamter
gümrük memuru
The custom officer paid no heed and put the suitcase on a table.
Gümrük memuru oralı olmayıp bavulu bir masanın üzerine koydu.
silver
gümüş
on a silver tray
gümüş bir tepsi içinde
on a silver tray
gümüş bir tepsi içinde
a silver spoon (= a spoon made of silver)
gümüş kaşık
a spoon for silver (to use to put silver inside)
gümüş kaşığı
a silver necklace and a gold bracelet
gümüş kolye ve altın bileklik
a silver coloured cloud
gümüş renkli bir bulut
silvery
gümüşi
silver white
Gümüşümsü beyaz
day
gün
Working all day long I run out of energy.
Gün boyu çalışmaktan enerjim tükeniyor.
The (whole) day over
Gün boyunca
what things (a lot of things) can happen before sunrise /every cloud has a silver lining / tomorrow is another day
gün doğmadan neler doğar
I will sign (it ) some time in the day
Gün içinde imzalarım.
day light
gün ışığı
by day light / in the day light
gün ışığında
sin
günah
to sin
günah işlemek
sinner
günahkâr
Good morning
günaydın
update
güncelle
perform five time islamic prayer in a day
günde beş vakit namaz kılmak
sunrise / daybreak
gündoğumu
day time (opposite of gece)
gündüz
The pillar of cloud by day and the pillar of fire by night did not depart from before the people.
Gündüz bulut sütunu, gece ateş sütunu halkın önünden eksik olmadı.
He slept during the day and worked at night.
Gündüz uyuyup gece çalışıyordu.
south
güney
South America
Güney Amerika
Southpole
güney kutbu
down south
güneyde
the weather will probably clear up down south
güneyde büyük olasılıkla hava düzelecek
sun
güneş
The sun was giving a bright light.
Güneş aydınlık bir ışık veriyordu.
there was a chance of sunshine
güneş açma ihtimali vardı
The sun is giving light and warmth.
Güneş ışık ve ısı veriyor.
sun light
güneş ışığı
bundles of sunlight
güneş ışığı demetleri
sunlight made the dust particles hanging in the air glitter
güneş ışığı havada asılı toz zerrelerini parlatıyordu
sun cream
güneş kremi
sundial /Sonnenuhr
güneş saati
The brightness and warmth of the sun
Güneşin aydınlığı ve ısısı
sunrise
güneşin doğuşu
where the sun touches the horizon
güneşin ufka değdiği yer
to sunbathe
güneşlenmek
to be sunny
güneşli olmak
when the daylight reflected
günışığı yansıdığında
He is very busy every day. ( Lit. His days pass very busy)
Günleri çok yoğun geçer.
diary
günlük
How much is it per day ?
Günlüğü ne kadar ?
Nowadays
Günümüzde
Nowadays, in order to find a job, it is necessary to know a foreign language.
Günümüzde iş bulmak için yabancı dil bilmek gerekiyor.
It is quite common these days
günümüzde oldukça yaygın
in broad daylight
güpegündüz
bushy (moustache /grass) /full/loud voice
gür
wrestling
güreş
wrestling competition
güreş müsabakası
to roar / thunder
gürlemek
mob /crowd / mass
güruh
a loud snore
gürültü bir horlama
trust /confidence / faith
güven
lack of confidence
güven eksikliği
to give confidence / to reassure a dative
güven vermek
security in an abstract way e.g. insurance policy / plan B
güvence
safe/ secure
güvencede
reliable / trustworthy / dependable /faithful / treu
Güvenilir
to know/learn from a reliable source
güvenilir bir kaynaktan öğrenmek
a reliable person (b) / (i)
güvenilir birey - insan
a trusted/ trustworthy friend
güvenilir dost
authenticity
güvenilir olma
unreliable
güvenilmez
unreliable /untrustworthy alliances
güvenilmez ittifaklar
safe
güvenli
in a safe place
güvenli yerde
safety /security
güvenlik
security guard
güvenlik görevlisi
The images obtained from security cameras
güvenlik kameralarından elde edilen görüntüler
security camera
güvenlik kamerası
He began to study (examine) the security camera
güvenlik kamerasını incelemeye başladı.
the security camera's pictures
güvenlik kamerasının görüntüleri
to trust / to count on
güvenmek
mistrusting /insecure
güvensiz
Insecurity
güvensizlik
insecurity, resentment (indignation,), hesitation and fear
güvensizlik, içerleme, tereddüt ve korku
deck (ship)
güverte
How do I get to the deck?
Güverteye nasıl ulaşırım ?
autumn (g)
güz
the autumn full moon
güz dolunayı
beautiful
güzel
to look nice
güzel görünmek
to smell nice
güzel kokmak
One of the beautiful fictional fantasy novels
güzel kurgulanmış fantastik romanlardan biri
a very beautiful girl
Güzel mi güzel bir kız
to beautify / to embellish
güzelleştirmek
beauty
güzellik
power
güç
difficult (g)
güç
to be introuble /to be on deep waters /to be in a tight corner /to in an awkward situation
güç durumda (olmak)
the president who was in deep waters
güç durumdaki başkan
to make strong / to strengthen
güçlendirmek
powerful
güçlü
strong ties
güçlü bağlar
a strong tower / a tower of strength
güçlü bir kule
my mighty rock / rock of my strength
güçlü kayam
difficulty (g)
güçlük
to row against the tide
güçlüklere karşı çabalamak
weak (g)
güçsüz
news speaker (tv) /anchorman
haber spikeri
the news speaker's closing her eye at the second last word of the sentence
haber spikerinin cümlenin sondan ikinci kelimesinde gözünü kapatması
the news speaker's closing her eye at the second last word of the sentence and opening her eye after having said the word
haber spikerinin cümlenin sondan ikinci kelimesinde gözünü kapatması, kelimeyi söyledikten sonra gözünü açması
the news speaker's finishing the sentence smiling. (as a habit)
Haber spikerinin cümleyi gülümseyerek bitirmesidir.
the news speaker's opening her eye
haber spikerinin gözünü açması
the news speaker's closing her eye
haber spikerinin gözünü kapatması
the news speaker's opening her eye after having said the word
haber spikerinin kelimeyi söyledikten sonra gözünü açması
aware
haberdar
until the end of the news
haberin sonuna kadar
It is essential that the news are about topics like X.
Haberin X-mesi gibi temalar işlemesi esastır.
news
haberler
He opens the radio to listen to the news.
Haberleri dinlemek için radyoyu açar.
breaking news
haberleri sunma
communication (h)
haberleşme
to communicate / correspond
haberleşmek
They called the lady a pilgrim and all her neighbours respected (her.)
Hacı hanım diyorlar ve bütün komşuları hürmet ediyorlardı.
volume
hacim
dude (h)
hacıpampa
limit (h) boundary / measure
had
come on dude (a) tell us
Hadi abi anlatsana !
Come on now stupid machine/tool !
Hadı artık aptal alet !
Come on !
hadi canım !
Let's go !
Hadi gidelim!
come on, dude
hadi la
occurence /phenomenon /incident /happening (h)
hadise
He lost himself (got crazy) uttering ( the name of ) Hadiye
Hadiye deyince deli olurdu.
light /slight
hafif
a gentle (light) breeze
hafif bir esinti
A light breeze moved the air.
Hafif bir esinti havayı hareketlendiriyordu.
She was bothered /uncomfortable by a light pneumonia.
Hafif bir zatürreeden rahatsızdı.
in a slightly grayish shade
hafif gri tonda
escape with light scrapes / walk away from the accident with only minor injuries
hafif sıyrıklarla atlatmak
she landed lightly on the ground and...
hafifçe yere inip
memory /Gedächtnis /mémoire
hafıza
weekday(s)
hafta içi
visitors per weekday
hafta içi günlerindeki ziyaretçi
every weekday
hafta içi her gün
weekends
Hafta sonları
I am not busy at weekends.
Hafta sonları meşgul değilim.
take a weekend off
hafta sonu izin al
what are you doing on the weekend ?
Hafta sonu ne yapıyorsun ?
once a week
haftada bir
week by week
haftadan haftaya
next week / in a week
haftaya
See you next week
Haftaya görüşürüz
I ll have an exam next week
Haftaya sınavım var
traitor
hain
slaughtered by traitors
hainlerin katlettiği
treason / treachery /betrayal / foulplay / nastiness / disloyality
hainlik
to stab in the back/ to betray / to play foul
hainlik etmek
insult / Beleidigung
hakaret
referee
hakem
to appoint s. o. as an arbitrator
hakem tayin etmek
judge (h)
hakim
the judge gave the robber five years in prison
hakim soyguncuya beş yıl hapis verdi
judgeship / magistracy / Magistratur / Richteramt
hakimlik
by the jury
hakimlikçe
about (h)
hakkında
to be indicted / to be charged with crime / angeklagt sein
hakkında soruşturma açılmak
Brunson's case, which contains (about which are found) important allegations, officially began.
Hakkında önemli iddiaların bulunduğu Brunson'un davası resmen başladı.
about/ on a Nominative
hakkındaki
The objections against it did not change the verdict.
Hakkındaki itirazlar mahkeme kararını değiştirmedi,
right (h)
haklı
to be right (h)
haklı olmak
to prove right / to justify /to legitimize
haklı çıkarmak
wrong (h)
haksız
Am I wrong (h)
haksız mıyım
I am wrong (h)
haksızım
You are wrong (h)
haksızsın
Aunt (paternel)
Hala
to become / to get / to turn
hale gelmek
to render (h.g.)
hale getirmek
carpet
halı
Have mercy (pity) on me
Halime acı
people /folk
halk
the people want peace
halk barış istiyor
in common language
Halk dilinde
The people were packed (crowded) shoulder to shoulder to the sides even to the windows and rooftops.
halk omuz omuza kenarlara, hattâ pencerelere ve çatılara yığılmıştı
ring/cercle (h)
halka
Why do you talk in (with) parables to the people ?
Halka neden benzetmelerle konuşuyorsun ?
to get done with / en finir avec
halledip kurtulmak
to solve / to settle /figure out
halletmek
I solved that / I figured out
hallettim
cockroach
hamamböceği
pregnant
hamile
to get pregnant
hamile kalmak
anchovy (small, common forage fish Most species found in marine waters, several will enter brackish water,some restricted to fresh water. Over140 species; found in the Atlantic, Indian and Pacific Oceans,in the Black Sea and the Mediter.oily fish
hamsi
hamster
hamster
dough
Hamur
pastries (h.i.)
Hamur işleri
inn
han
innkeeper
hancı
Which
hangi
Which one of you
Hangi biriniz
What languages do you speak ?
Hangi dilleri biliyorsun?
Which team do you support?
Hangi takımı destekliyorsun?
Which boots are mine?
hangi çizmeler benim?
Which city should we visit ?
Hangi şehri ziyaret edelim?
lady (h)
hanımefendi
ladies and gentlemen
hanımefendiler ve beyefendiler ...
pill
hap
to be in trouble
hapı yutmak
We are in trouble.
hapı yuttuk
prison
hapis(hane)
to lock up / detain / einsperren
hapsetmek
a sneeze
hapşırık
to sneeze
hapşırmak
ruined /devastated /ramshackle/ broken down / kaputt
harap
to ruin /devastate / ravage / make havoc of (h)
harap etmek
to be devastated
harap olmak
devastated vineyards
harap olmuş üzüm bağları
to spend / use up/ expend
harcamak
mustard
hardal
Mustard seed / Senfkorn
hardal tohumu
movement
hareket
without waiting to see whether there was someone else moving
Hareket eden başka birinin olup olmadığını görmek için beklemeden
He was cled in black clothes that didn't sway, that remained motionless when he moved
hareket ederken dalgalanmadan kımıltısız duran siyah giysilere bürünmüştü
To move/ act
hareket etmek
to animate / move
hareketlendirmek
His deeds were praiseworthy
Hareketleri övgüye değerdi
His deeds were praiseworthy
Hareketleri övgüye değerdi
moving /mobile/ animated/restless (h)
hareketli
to live through lively times (days)
hareketli günler yaşamak
mobile/moving camera
hareketli kamera
quicksand /Treibsand
hareketli kum
escalator / Rolltreppe
hareketli merdiven
except
haricinde
wonderful / fantastic
harika
Wonderful Counselor
Harika Öğütçü
it was great
harikaydı
to work like a beaver
harıl harıl çalışmak
map
harita
Do you provide maps ?
Harita verer misiniz ?
except
hariç
Harry Potter was a magician.
Harry Potter bir büyücüydü .
Diving headfirst at Harry, he grabbed his ankle
Harry'ye doğru balıklama dalarak onu ayak bileğinden yakaladı.
special / specific to (preceded by dat)
has
Hasan, as soon as he goes home, he will (immediately) change his Facebook profile.
Hasan evine gider gitmez Facebook profilini değiştirecek.
damage / havoc / injury (h)
hasar
The damage was minimal.
Hasar asgariydi.
to devastate /to inflict damage on
hasar vermek
harvest (h)
hasat
to harvest /reap (h)
hasat etmek
to be green with envy
hasetten çatlamak - kıskançlıktan çatlamak
straw /wicker / Stroh
hasır
longing
hasret
I'm drinking the longing
hasretini içiyorum
sensitive /tender/ delicate (h)
hassas
sick
hasta
if he is not sick (open conditional /it is possible)
hasta değilse
What should I do for my child who is sick?
Hasta olan çocuğuma, ne yapmalıyım?
I couldn't go out (of the house) because I was ill.
Hasta olduğumdan evden çıkamadım.
the patient should avoid unhealthy food
hasta sağlıksız yiyeceklerden kaçınmalı
the head of the hospital('s medical stuff)
hasta(ha)ne baştabibi
I had installed myself newly at the hospital
hasta(ha)neye yeni yerleşmiştim.
nurse (ha)
hastabakıcı
to get ill
hastalanmak
illness /disease
hastalık
because of/due to illness
hastalık yüzünden
I think a way to reduce diseases is to eat more fresh vegetables , because due to this way there will be more vitamins in the body.
Hastalıkları azaltmanın bir yolunun daha taze sebze yemek olduğunu düşünüyorum bu şekilde bedende daha vitamin olacağından dolayı.
to shake a disease or illness off
hastalığı atlatmak
the hospital was closed by the authorities
hastane yetkililer tarafından kapatıldı
After treatment at the hospital
Hastanesi'ndeki tedavisi sonrasında
Which bus do we need (l) to take to go to the hospital?
Hastaneye gitmek için hangi otobüse binmemiz lazım?
the patient has to rest for at least a week
hastanın en az bir hafta dinlenmesi gerekiyor
to be crazy about
hastası olmak
line
hat
The line (phone) is very bad.
Hat çok kötü.
mistake (h)
hata
to make a mistake
hata yapmak
I need to decrease my mistakes.
Hatalarımı azaltmam gerek.
a small fortune
hatırı sayılır bır servet
to remember
hatırlamak
I am just trying to remember.
Hatırlamaya çalışıyorum.
to remind again and again/continuously
hatırlatıp durmak
to remind s.o. (Dat)
hatırlatmak
I remember, but not very well.
Hatırlıyorum, ama çok iyi değil.
even (h)
hatta
Even - if for a moment (only)
hatta - bir anlığına olsa da
In fact, he was amazed at how she endured so much fatigue.
Hatta bu kadar yorgunluğa nasıl tahammül ettiğine şaşıyordu.
hold on/ stay online
hatta kalın
air / weather
hava
air filter (car) (h)
hava filtresi
after getting dark
hava karardıktan sonra
air pollution
hava kirliliği
weather report
hava raporu
weather forecaster
hava tahmincisi
weather forecast
hava tahmini
The weather became very cold.
Hava çok soğudu.
airport (airfield) / for domestic flights
havaalanı
You have to show your passport in the airport.
havaalanında pasaportunu göstermen gerekiyor
dust particles hanging in the air
havada asılı toz zerreleri
He saw this drop shining like a diamond in the air.
Havada elmas gibi parlayan bu damlayı gördü.
flying in the air
havada uçan
(which had been) flying in the air and hunting for prey (a)
havada uçan ve av arayan
from the air and the water
havadan sudan
to talk about everything and anything (chitchatting)
havadan sudan konuşmak
fireworks
havaifişekler
What are we going to do with the fireworks ?
havaifişekleri ne yapacağız ?
to aerate/ ventilate / fan (out)
havalandırmak
transfer (e.g. money)
havale
The money transfer is completed
Havale tamamlanmıştır
cool (also for people) / airy
havalı
cool looking
havalı görünen
airport (international)
havalimanı
The smoke rising to the air carried a burning (scorched) odor.
Havaya doğru yükselen duman yanık kokusu taşıyordu.
to bark
havlamak
The dog who barks doesn't bite
havlayan köpek ısırmaz
barks / yelps
havlayışlar
Are there towels ?
Havlu var mı ?
to towel oneself / to dry oneself with a towel
havluyla kurulanmak
synagogue
havra
carrot
havuç
carrot juice
havuç suyu
Damn !
hay aksi!
imagination / fantasy /fancy/ reverie/ (day)dream
hayal
more colours than you can imagine
hayal edebileceğinizden daha çok renk
Can you imagine ?
hayal edebilir misin?
to imagine / daydream/ phantasieren / sich ausmalen / to picture
hayal etmek
He tried to imagine it.
Hayal etmeye çalıştı.
Imagination / Einbildungskraft
hayal gücü
imaginative
hayal gücü kuvvetli
literary-minded / unimaginative
hayal gücü olmayan
disappointment
hayal kırıklığı
to be disappointed
hayal kırıklığına uğramak
It led to disappointment
hayal kırıklığına uğramasına yol açtı.
to dream /imagine (h. k.)
hayal kurmak
dream job
hayaldeki iş
the castle(ş) with its ghosts
hayaletleriyle şato
it's my dream to become a musician
hayalim bir müzisyen olmak
imagine your dream job
hayalindeki işi düşün
the man of my dreams is brave and gentle
hayallerimdeki erkek cesur ve nazik
the man of my dreams
hayallerimin erkeği
the woman of my dreams
hayallerimin kadını
what's the man of your dreams like?
hayallerindeki erkek nasıl birisi?
daydreamer
hayalperest
life / life time
hayat
That's life
Hayat böyle işte
How helpless is the power called life in the hand of chance (pl)
Hayat denilen kudret tesadüflerin elinde ne kadar aciz
a matter of life and death
hayat memat meselesi
I don't know why (my) life is without fairytales
Hayat neden masalsız bilmem
There is a lot more to life than just breathing. (Life doesn't flow by breathing alone)
Hayat sadece nefes almakla akmaz.
Life is full of difficult choices.
Hayat zor seçtimlerle dolu.
How boring would life be without any challenges. (if there were not any challenges)
Hayat, zorluklar olmasa ne kadar da sıkıcı olurdu.
my darling (my life)
hayatım
I've never been so scared in my life.
Hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım.
I have big expectations from life and myself
Hayatımdan ve kendimden büyük beklentilerim var
He had never in his life tasted anything more delicious (lit. seen the taste of...)
hayatında bundan daha lezzetli bir şeyin tadına bakmamıştı
Are you happy/content with your life?
Hayatından memnun musun?
be content with one's life
hayatından memnun olmak
to make the most spectacular show of your life / to put on the performance of a life time
hayatının en muhteşem gösterisini yapmak
to make your life beautiful
hayatınızı güzelleştirmek
The only thing that ghosts really could do was to scare people.
Hayatlerin gerçekten yapabilecekleri tek şey insanları korkutmakta.
in life
hayatta
once in a lifetime
hayatta bir kere
What do you want to do in life ?
hayatta ne yapmak istiyorsun?
not in a million years ! (lit. not in life)
hayatta olmaz!
come on !
haydı gel !
no
Hayır
no that has nothing to do with it / rien à voir
hayır ne alâka
No, it won't blow up in your face or bite off your head.
Hayır, yüzüne patlamayacak veya başını ısırarak koparmayacak.
No, it won't blow up in your face.
Hayır, yüzüne patlamayacak.
no, I didn’t (do that)
hayır, öyle değil
fortunate / beneficial / good
hayırlı
good luck with / congrats to
hayırlı olsun
good luck with it
hayırlı uğurlu olsun
to scream / yell (h) monolog
haykırmak
naughty / good for nothing / lazy
haylaz
The mischievous /naughty (h) student was warned by the teacher.
Haylaz öğrenci, öğretmen tarafından uyarıldı.
Pretty much / considerably / quite a bit (still in use but oldfashioned)
hayli
fans
hayranlar
admiration
hayranlık
to admire
hayranlık duymak
to be astonished / surprised
hayret etmek
it is impossible not to be astonished
hayret etmemek mümkün değil
with estonishment
hayretle
animal
hayvan
They think that if we sacrificed an animal God would approve of us.
Hayvan kurban edersek Allah bizden razı olur diye düşünürler.
animal(like) - without (s ) coming from arabic / with (s) turkish
hayvan(s)ı
Zoo
hayvanat bahçesi
with/at the speed of an animal
hayvanı bir hızla
pleasure /gratification
haz
to feel pleasure
haz duymak
ready
hazır
a ready bow
hazır bir yay
to get ready
hazır hale gelmek
Are you (pl) ready?
Hazır mısınız?
spaghetti (s) with ready-made sauce / Spaghetti mit Fertigsoße
hazır soslu spagetti
fast food
hazır yiyecek
June
Haziran
to prepare / to make ready
hazırlamak
to get ready / to get prepared
hazırlanmak
preparations are (being) made
hazırlıklar yapılmaktadır
hazırlayacağım Slang (I will prepare)
hazırlıycam
grand / majestic
haşmetli
to spell
hecelemek
to set a target /to set a goal
hedef tayin etmek
ein Ziel anstreben / to head for a goal / to be on target / to target
hedefe yönelmek
targeted / gezielt
hedeflenmiş
gift / present
hediye
souvenir / Reiseandenken
hediyelik eşya
especially / particularly /above all
hele
just /if only (h) ( with a imperative or subjunctive verb) (h)
hele
at least / at last (h)
hele
Just look at how our Ahmet has grown!
Hele bak, Ahmet'imiz nasıl büyüdü!
Just look at...
Hele bak...
And me? I wasn't aware of a thing.
Hele ben ! Hiç şeyden haberim yoktu.
Just let her try !
Hele bir denesin!
Just let him not come!
Hele bir gelmesin !
Just let me finish my book, and then we'll talk.
Hele bir kitabımı bitireyim,o zaman konuşuruz.
Just let...
Hele bir...
Just / if only ( with imp. or subj.)
Hele bir...
Do at least this much today and you can do the rest tomorrow.
Hele bugün bu kadarını yap da gerisini yarın tamamlarsın.
furthermore /and what's more (h)
Hele de
He never goes there in particular.
Hele oraya hiç gitmez.
At last the wind has died down.
Hele rüzgâr kesildi.
If you'll only be quiet for a minute.
Hele sus bir dakika!
Just let him do it (imp 3sg) I tear him to pieces!
Hele yapsın, parçalarım onu!
She is at least seventy years.
Hele yetmiş yaşında var.
Thank goodness !
Hele şükür !
helicopter
helikopter
When the helicopter went up (ç) to thousand three hundred meters, it zoomed over the ice canyons and crevices.
Helikopter bin üç yüz metreye çıkarken, buzul kanyonları ve yarıkları üstünden dikine yükseliyordu.
when the helicopter gained altitude
helikopter irtifa kazanırken
the helicopter descended drawing a curve
helikopter kavis çizerek alçalıyordu.
helium - He 2
Helyum
and also / likewise
hem
In both the European and the Asian continent
hem Avrupa hem de Asya kıtasında
And also how insignificant a coincidence it was initially!
Hem başlangıçta ne kadar ehemmiyetsiz bir tesadüf !
besides that / and also
hem de
And also when it was so unnecessary that I added another challenge to the pile of difficulties 'on my head'.
Hem de başımdaki zorluk yığınının üstüne bir zorluk daha eklemem bu kadar gereksizken.
and how / und wie / indeed
hem de nasıl
Both men and girls moved with a disturbing grace.
Hem kızlar hem de erkekler, rahatsız edici bir incelikle hareket ediyorlardı.
Cheap as well as clean. And the fish is very fresh.
Hem ucuz hem de temiz. Balıklar da çok taze.
immediately /at once
hemen
Come here at once !
Hemen buraya gel!
almost / pretty much / practically
hemen hemen
almost always
hemen her zaman
Don't come immediately to a final judgement /conclusion
Hemen kesin bir yargıya varma
Let me pass immediately to the events
Hemen olaylara geçeyim.
immediately after
hemen sonra
right away
hemencecik
I was softening right away / I would soften right away
hemencecik yumuşayıveriyordum
like-minded
hemfikir
Don't you think so?
Hemfikir değil misin?
handball
hentbol
Yet/ still
Henüz
(it was) not yet invented
henüz icat edilmemiştir
We did not decide yet
henüz karar vermedik.
He is ten years old yet (h) but don't underestimate him. He is very clever.
Henüz on yaşında ama onu küçümseme. Çok zeki.
always / all the time
hep
Do we always love those around us?
Hep yanımızdakileri mi seviyoruz?
people who are always longed for (who are always missed)
hep özlenen kişiler
There are those people who are always longed for (who are always remembered/missed)
hep özlenen o kişiler vardır
There are those people who are always longed for (who are always remembered/missed) (even) loved for an unknown reason
Hep özlenen o kişiler vardır ya sebebi bilinmeden sevilirler
all of us
hepimiz
If you come all at the same time we ll go together.
Hepimiz aynı saatte gelirsek, birlikte gideceğiz.
You are an example to all of us!
Hepimize örnek oluyorsun.
They were hoping we would be all in the same dormitory.
Hepimizin aynı koğuşta kalacağını umuyorlardı.
all of
hepsi
They all take to the same door / all roads lead to Rome
hepsi aynı kapıya çıkar
That's all
Hepsi bu
They all come from the sea merrily, giggling loudly, shouting.
Hepsi şen şakrak, sesli sesli gülüşerek, haykırışarak denizden geliyorlar.
because we messed them up ourselves / Weil wir sie selbst vermasselt haben
hepsini elimize yüzümüze bulaştırdığımız için
every
her
He is surfing on Internet every evening.
Her akşam intertnette sörf yapıyor.
Every moment
her an
like a bomb that might explode any moment
her an patlayacak bir bombaymış gibi
He gave each a plate with a huge slice of the wood redberry, half an acorn and steamed white maggots inside.
Her birimize içinde kırmızı orman meyvesinden kocaman bir dden kocaman bir dilim, ysrım meşe palamudu ve buharda pişirilmiş beyaz kurtçukların olduğu birer tabak verdi.
to tick all the boxes (to satisfy all of the apparent requirements for success ) (lit.to be a cure in/for every pain)
her derde deva olmak
new and stunning views / surprising landscapes / amazing sights at every turning
her dönemeçte yeni ve şaşırtıcı manzaralar
(with) each passing day
her geçen gün
the problem growing (with) each passing day
her geçen gün büyüyen problem
I get on the train every day from/at the same station.
Her gün aynı istasyondan trene binerim.
Every day I do the same things.
Her gün aynı şeyleri yaparım.
I write stories every day.
Her gün hikâyeler yazarım .
It is better to study fifteen minutes each day than to study two hours once a week.
Her gün on beş dakika çalışmak, haftada bir kez ,iki saat çalışmaktan daha iyidir.
Every day's trouble
Her günün derdi
Every day's trouble is sufficient to itself.
Her günün derdi kendine yeter.
presumably / in any case / sans doute
her halde
anyway / in any case / at any rate
her halükarda
to bet everything
her iddiasına girmek
Besides (anyway) not every word is in the dictionary.
Her kelime sözlükte olmaz zaten.
If anyone steals a book or does not return a book he borrowed, may the book that is in his hand turn into a poisonous snake.
Her kim kitap çalar ya da ödünç aldığı kitabı geri vermezse, elindeki o kitap zehirli bir yılana dönüşsün
Each one who steals a book or doesn't return a book he borrowed
Her kim kitap çalar ya da ödünç aldığı kitabı geri vermezse
whoever
her kimse
Each bird flies with its own kind /Birds of a feather flock together
Her kuş kendi türüyle uçar
However much / although
her ne kadar
under whatever condition /under any circumstance(s) whatsoever
her ne şart altında olursa olsun
whatever
her neyse
Don't forget to have breakfast every morning.
Her sabah kahvaltı yapmayı unutma.
all kinds of
her tür
it can create all sorts of problems
her tür sıkıntı yaratabilir
all kinds of problems
her tür sorun
we recommend that you stay away from any interference
her türlü girişimden uzak durmasını tavsiye ediyoruz
a too big woolen cardigan that baggy pockets on each side
her yanında sarkık cepleri olan bol, yünlü bir hırka
Every place was full of the dead.
Her yer ölülerle doluydu.
everywhere
her yerde
there were witnesses everywhere
her yerde görgü tanıkları vardı
with the banner of Andor waving on each altitude
her yükseltide dalgalanan Andor bayrağı ile
always / every time
her zaman
she's always two steps ahead of me
her zaman benim iki adım önümde
It's always best to lead by example. (of behaviour)
Her zaman davranışlarla örnek olmak en iyisi.
Do I have to remind again and again everytime?
Her zaman hatırlatıp durmak zorunda mıyım?
always read the weather forecast
her zaman hava tahminini oku
we can always talk about the weather
her zaman havadan konuşabiliriz
You are always happy
her zaman mutlusun
Her house is, as usual, very well decorated (d) .
Her zaman olduğu gibi evi iyi dekore edilmiş.
I always dreamed of being a professional golf player
her zaman profesyonel bir golf oyuncusu olmayı hayal ettim
I will all the time offer praises to the Lord
Her zaman RaBb'e övgüler sunacağım
there is always hope
her zaman umut vardır
as always / as usual
her zamanki gibi
There are clients from every country.
Her ülkeden müşterisi vardır.
everything
her şey
everything is under control
her şey kontrol altında
as long as (s) everything came to an end
her şey sona erdiği sürece
Is everythıng there ?
Her şey var mı?
Alles wird gut / everything is gonna be okay
her şey yoluna girecek
Everything is fine/ok
Her şey yolunda
Is everything allright?
Her şey yolunda mı?
Above all / first of all / before anything else
her şeyden önce
above all /surtout / vor allem
her şeyden öte
Don't stick your nose into everything.
Her şeye burnunu sokma.
He talks as if he knows everything.
Her şeyi bilircesine konuşuyor
Let's talk everything over from the very beginning
Her şeyi en başından konuşalım.
She has a comical way of saying things
Her şeyi komik bir şekilde söylüyor.
It makes/renders everything so extremely shabby.
Her şeyi son derece seviyesiz kılıyor.
Do you have to question everything?
Her şeyi sorgulamak zorunda mısın?
to believe that everything will be fine
her şeyin yoluna gireceğine inanmak
I suppose / in any case / presumedly / anyway
herhalde
probably I have a lack of confidence
Herhalde güven eksikliğim var
I suppose you're wondering why you are here
herhalde neden burada olduğunu merak ediyorsundur
any
herhangi
if anyone had turned up with a good house, property, an estate and a nice title
Herhangi biri iyi bir ev, mal, mülk ve güzel bir unvanla çıkagelseydi
if anyone had turned up with a good house, property, an estate and a nice title Edith would have still clung (continued to remain attached) to Captain Lennox.
Herhangi biri iyi bir ev, mal, mülk ve güzel bir unvanla çıkagelseydi Edith yine de Yüzbaşı Lennox'a bağlı kalmayı sürdürüyor olurdu
Any mortal man
Herhangi ölümlü erkek
Her beauty being fascinating to any mortal man
Herhangi ölümlü erkeği büyüleyecek olan güzelliği
guy /bloke
herif
everybody
herkes
Let everybody know
herkes bilsin
I wanted everyone to know
Herkes bilsin istedim
everybody was infested with lice
herkes bitleniyordu
Is everybody ok ? / Geht es allen gut ?
herkes iyi mi?
Everyone emptied their chamberpots from the window down.
Herkes lazımlıklarını pencereden aşağı boşaltıyorlardı.
Where is everybody hiding ? (Where did everybody hide?)
Herkes nereye saklandı ?
Everybody went to the party but I (me on the other hand I) prefered to stay home.
herkes partiye gitti bense evde kalmayı tercih ettim
as if he wanted to wake everybody up
herkes uyandırana kadar
Everybody lies
Herkes yalan söyler
You can't please everyone.
herkesi memnun edemezsin
to please everyone
herkesi memnun etmek
I think (s) everyone's dreaming (h. k.) a little too much
herkesin biraz fazla hayal kurduğunun sanıyorum
under everybody's nose
herkesin burnunun dibinde
each to his own (everybody's thoughts belong to himself)
herkesin fikri kendini bağlar
for everyone's best
herkesin iyiliği için
you can see how much impressed everybody is
Herkesin nasıl etkilendiğini görebiliyorsunuz
than everybody
herkesten
I know much better than anybody else that
herkesten çok daha iyi biliyorum ki
Can I have the bill please ?
hesabı alabilir miyim lütfen?
my account
Hesabım
account / bill
hesap
calculator / Taschenrechner
hesap makinesi
to calculate
hesaplamak
to be calculated
hesaplanmak
to withraw money from the account
Hesaptan para çekmek
enthusiam (h) / zeal / desire
heves
to become discouraged
hevesi kırılmak
to lose one's passion(h)
hevesini yitirmek
to aspire / to long for /to desire
heveslenmek
He got excited
Heyecanlandı
to get excited / to get thrilled
heyecanlanmak
exciting
heyecanlı
statue/ sculpture
heykel
angrily (h)
hiddetle
hydrogene H 1
hidrojen
to join the story
hikayeye katılmak
story (h)
hikâye
the story can be something real or fictional
hikâye gercek veya kurgulanmış bir şey olabilir
trick / deception cheating / gimmick / decoy / subterfuge
hile
to worm one's way
hile ile sokulmak
to decoy away from
hile ile uzaklaştırmak
to rig /fraud /cheat
hile karıştırmak
to play a trick / to deceive / to manoeuver / to manipulate / to play dirty
hile yapmak
turkey (bird)
hindi
chicoree /endive
hindiba
India
Hindistan
Coconut
hindistancevizi
The Indian restaurant was definitly the best one.
Hint restoranı kesinlikle en iyisiydi
Cashewnut
hintfındığı
Indian
Hintli
cardigan
hırka
thief
hırsız
There is a thief! Stop him!
Hırsız var ! Durdurun!
Stop the thief ! / Haltet den Dieb !
Hırsızı durdurun !
theft / shoplifting/ robbery
hırsızlık
ambitious
hırslı
raging /combattive /ill-tempered
hırçın
a raging ocean
hırçın bir okyanus
feeling
his
We need to talk about our feelings.
Hislerimiz hakkında konuşmamız gerek.
We need to talk about iur feelings.
Hislerimiz hakkında konuşmamız gerek.
to feel / to sense
hissetmek
to make someone feel
hissettirmek
to adress s.o. (dative) as (x-i diye
hitap etmek
cucumber (h)- word deriving from Farsi
hıyar
speed
hız
to speed up
hız kazandırmak
level / alignment (h)
hiza
determine your speed
hızını belirle
determine your (pl) speed
hızınızı belirleyin
quickly (adv) all of a sudden fast
hızla
rapidly increasing
hızla artan
to quickly stand/get up
hızla ayağa kalkmak
fast/quickly growing
hızla büyüyen
rapidly changing
hızla değişen
It dashed quickly ahead
hızla ileri atıldı
to dash / to quickly run
hızla koşmak
For the rapidly approaching winter
Hızla yaklaşan kış için
His family needed this meat for the rapidly approaching winter.
Hızla yaklaşan kış için ailesinin bu ete ihtiyacı vardı.
His family needed this meat for the rapidly approaching winter.
Hızla yaklaşan kış için ailesinin bu ete ihtiyacı vardı.
to accelerate
hızlandırmak
quick / rapid/fast / hasty (adj)
hızlı
He threw a quick glance/ He quickly glanced
hızlı bir bakış fırlattı
to act fast
hızlı davranmak
rapid improvement (d)
hızlı düzelme
quick/fast thinking
hızlı düşünme
rapid improvement (g)
hızlı gelişme
to run fast
hızlı koşmak
Quick Order Line
Hızlı Sipariş Hattı
service (h)
hizmet
The servants were gone, and the Trollocs as well , though he had not seen them go.
Hizmetkârlar gitmişti, gittiklerini görmemesine rağmen Trolloclar da.
He idly played with the idea whether the servants would have to be disposed of after this meeting.
Hizmetkârların bu toplantıdan sonra katledilmesinin gerekip gerekmeyeceği üzerine aylak aylak fikir yürüttü.
no/any
hiç
you never know ( nothing is clear)
hiç belli olmaz
I just went outside without saying anything.
Hiç birşey demeden hemen dışarıya çıktım.
He said that he never intended such a thing
Hiç de böyle bir şey kastetmediğini söyledi.
at least
hiç değilse
We don't deal with this now. /We do not mention for now
Hiç değinmiyoruz şimdilik
He had never thought ( +-iğini)
Hiç düşünmemişti
not refraining (particip pres act) from any sacrifice
hiç fedakarlıktan kaçınmayan
No news is good news.
Hiç haber olmaması, iyi haber demektir.
they don't have a chance
hiç ihtimalleri yok
It doesn't create a good impression.
Hiç iyi bir etki yaratmiyor.
It wouldn't be good at all.
Hiç iyi olmazdı.
nobody / no one /anyone
hiç kimse
No one wants to hang out with me.
hiç kimse benimle takılmak istemiyor
she shouldn't tell anyone
hiç kimseye anlatmamalı
It makes no sense. /It doesn't seem logic.
Hiç mantıklı gelmiyor.
not in the least / not ever / so far from
hiç mi hiç
not to ressemble in the least
hiç mi hiç benzememek
I don't have any cash
Hiç nakit param yok.
not intending to (without intending to)
hiç niyetlenmeden
no voice came out
hiç ses çıkmadı
I don't have any water
Hiç suyum yok
Do you have any desserts?
Hiç tatlınız var mı?
He has no clean socks.
Hiç temiz çorabı yok.
worse than not having any
hiç yoktan daha kötü
Better than nothing
Hiç yoktan iyidir
Is there any soup ?
hiç çorba var mı?
Even if he learned nothing it wouldn't make a difference.
Hiç öğrenmese bile fark etmezdi
Even if he learned nothing it wouldn't make a difference, as long as everything came to an end.
Hiç öğrenmese bile, her şey sona erdiği sürece fark etmezdi .
none
hiçbir
We arrived without any mishap.
Hiçbir aksilik olmadan vardık.
It doesn't make any sense.
Hiçbir anlam ifade etmiyor.
An environment which no external factor will disturb
hiçbir dış faktörün rahatsız etmeyeceği bir ortam
under no circumstances
hiçbir koşulda
No microbe can harm him.
Hiçbir mikrop ona zarar veremiyor.
no way /under no circumstances
hiçbir suretle
He didn't show any reaction.
Hiçbir tepki göstermedi
No publishing house wanted to print it again.
Hiçbir yayınevi onu tekrar basmak istemedi.
nowhere
hiçbir yerde
Never /no time
hiçbir zaman
to never take more than one's right
hiçbir zaman hakkından fazlasını almamak
He is never happy
hiçbir zaman mutlu değil
pain that will never leave completely
hiçbir zaman tam olarak terk etmeyecek olan acı
He waited for the pain that would never leave completely to subside.
Hiçbir zaman tam olarak terk etmeyecek olan acının dinmesini bekledi.
pain that will never leave
hiçbir zaman terk etmeyecek olan acı
He never looses hope and believes that everything is going to be all right.
Hiçbir zaman umudunu kaybetmez ve her şeyin yoluna gireceğine inanır.
Never tell a lie.
Hiçbir zaman yalan söyleme.
under no circumstances
hiçbir şart ve koşulda
it is in no way compatible
hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır
to need like a hole in the head
hiçbir şekilde ihtiyaç duymamak
anything; nothing
hiçbir şey
Nothing is sadder than the tears of a clown.
Hiçbir şey bir palyaçonun gözyaşlarından daha hüzünlü değildir.
They didn't see anything.
Hiçbir şey görmediler.
someone who is said not to be able to succeed to become anything
hiçbir şey olmayı başaramamış biri
I don't want to do anything.
hiçbir şey yapmak istemiyorum
Nothing. Absolutely nothing!
Hiçbir şey. Kesinlikle hiçbir şey!
without doubting anything
hiçbir şeyden kuşkulanmaksızın
not fitting for anything / someone useless
hiçbir şeye yaramayan
Don't take it (anything) personally
Hiçbir şeyi kişisel algılamayın
I don't have anything
hiçbir şeyim yok
none (of them) came
hiçbiri gelmedi
to sob / hiccup / schluchzen
hıçkırmak
Rustle/ rustling /crackling
hışırtı
Hmm, it's so yummy! Hmmm it's so delicous !
Hmm, çok nefis!
Hobbit holes had as a matter of fact (z) a tendency to get clustered
Hobbit oyuklarının ıkış tıkış olma eğilimleri vardı zaten
teacher (h)
hoca
My teacher, can you read and evaluate the story I wrote?
Hocam, yazdığım hikâyeyi okuyup değerlendirebilir misiniz?
Hogwarts School of Witchcraft and Wizardry
Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu
joggler
hokkabaz
Jugglery / das Jonglieren / Gaukelei
Hokkabazlık
to juggle / jonglieren
Hokkabazlık yapmak
hall / lobby (h)
hol
to grumble 1. to mutter angrily to oneself, grumble in low tones. 2. (for a bear) to growl.
homurdanmak
with grunts
homurtuyla
to snort
homurtuyla gülmek
loud speaker
hoparlör
to despise
hor görmek
to snore
horlamak
He began to snore
horlamaya başladı
rooster
horoz
tornado /hose
hortum
snout beetle (weevil) / Rüsselkäfer
hortumlu böcek
pleasant
hoş
'I feel welcomed'
Hoş buldum
welcome
hoş geldin(iz)
unpleasant
hoş olmayan
creating unpleasant thoughts
hoş olmayan düşünceler yaratan
It was an uneasy morning creating unpleasant thoughts.
hoş olmayan düşünceler yaratan sıkıntılı bir sabahtı.
I did not like (+abl)
hoşlanmadım
to like (+abl)
hoşlanmak
pleased / satisfied / delighted (h)
hoşnut
to be pleased (h)
hoşnut olmak
keep well / Goodbye
Hoşça kal(ın )
cereals
hububat
cereal types / Getreidearten
hububat türleri
not to ressort to unlawful rules
hukuk dışı kurallara tevessül etmemek
fever /feverishness (h)
humma
brutally / violently / bloodthirstily
hunharca
the brutally slaughtered martyr
hunharca katledilen şehit
funnel / Trichter
huni
scrap /junk /completely worn out/ready for the scrap heap /Schrott
hurda
Date (fruit) Dattel
hurma
point / issue / matter (h)
husus
habit / temper / nature / character / humor
huy
grumpy / spiteful / vicious / disagreable / ill tempered
huysuz
to get grumpy / ill-tempered
huysuz olmak
out of my spite
huysuzluğumdan
(inner) peace
huzur
peaceful /restful /at ease
huzurlu
restless
huzursuz
birch /Birke
huş ağacı
to possess / to dominate / to master / to control / to rule over
hâkim olmak
Status /condition / situation
Hâl
still
hâlâ
her still open eyes
hâlâ açık gözleri
Ashraf who hadn't still been able to get over the shock of the event
Hâlâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşref
And Ashraf who hadn't still been able to get over the shock of the event was not going to be interested anyway in the mess.
Hâlâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşref'in de zaten dağınıklıkla ilgilenecek hâli yoktu.
humpbacked / gehöckert
hörgücü olan
a humpbacked animal used for carrying loads
hörgücü olan, yük taşımakta kullanılan hayvan
hump / Höcker
hörgüç
prison cell
hücre
to rule over
hükmetmek
term /rule / judgement
hüküm
government (h)
hükümet
The government does not have much power/ authority.
hükümetin çok yetkisi yok
terms and conditions
hükümler ve koşullar
to cry one's eyes out
hüngür hüngür ağlamak
respect (h)
hürmet
to respect (h)
hürmet etmek
sad (h) / melancholic / gloomy
hüzünlü
a sad (h) smile
hüzünlü bir gülümseme
Bunu ona iletmeyeceğim.
I won't transmit it to her.
return / refund / restoration / repayment / giving back
iade
return adres
iade adresi
to pay back
iade etmek
remboursement account
iade hesabı
a return visit
iade i ziyaret
returned item / good
iade mal
claim for refund
iade talebi
return date
iade tarihi
to refund
iade yapmak
hooppe /Wiedehopf
ibibik
comb (rooster)
ibik
take care of somebody /manage /come to grips with /slang: to kill
icabına bakmak
to see to / to manage / to take care of
icabına bakmak
necessity /requirement
icap
to be necessary
icap etmek
to require
icap ettirmek
invention (i)
icat
to invent (i)
icat etmek
administration / management (i)
idare
to make do / content oneself/manage
idare etmek
those who claim
iddia edenler
to claim; to assert /allege
iddia etmek
He pointed out that the claims do not reflect the truth.
iddiaların gerçeği yansıtmadığını belirtti.
case file / criminal charge file
iddianame
The Fowler couple in the case file
iddianamedeki Fowler çifti
the athlete getting acquainted with the Fowler couple which is in the case file at the tennis club
iddianamedeki Fowler çifti ile tenis kulübünden tanışan milli sporcu
according to his claim / supposedly
iddiasına göre
alleged to /allegedly / on charges of
iddiasıyla
was / were ( defect Verbform)
idi
expression / deposition / statement
ifade
to be expressed
ifade edilmek
to express sth / to mention / to make a statement
ifade etmek
disclosure /revelatio/give away /exposure
ifşa
to expose /reveal /betray (a secret)
ifşa etmek
to leak out (secret information )
ifşa olunmak
offer /bidding/ tender /Angebot / Preisvorschlag
ihale
competitors /concurrents / bidders (in context of competing for a deal)
ihaleciler - ihale girenler
betrayal
ihanet
to betray
ihanet etmek
to violate /infringe
ihlal etmek
Linde /lime
ıhlamur
to neglect
ihmal etmek
export
ihracat
the growth of export / the increase of export
ıhracat artması
chance / possibility
ihtimal
old (i)
ihtiyar
precaution /vigilance /prudence
ihtiyat
cautiously
ihtiyatla
to be in need of
ihtiyaç duymak
the needed changes
ihtiyaç duyulan değişiklikler
magnificence /splendour /grandeur (i)
ihtișam
to warn (i)
ikaz etmek
when /while (i)
iken
two
iki
for two months
iki ay
bipedal / two legged
iki ayaklı
a bipedal / two legged, two winged animal
iki ayaklı, iki kanatlı bir hayvan
common name for bipedal, two winged volatile/flying animals
iki ayaklı, iki kanatlı uçucu hayvanların ortak adı
two thousand
iki bin
two thousand and one
iki bin bir
two thousand seventeen
iki bin on yedi
bent double / very stooped /(due to old age, infirmity, etc.)
iki büklüm
we waited for two weeks
iki hafta bekledik
two winged
iki kanatlı
a table for two please
iki kişilik bir masa lütfen
it has two barrels (Läufe) and takes two bullets
iki namluya sahıp ve iki kurşun alıyor
two hours, twenty minutes and five seconds
iki saat yirmi dakika beş saniye
Second next stop is Ankara.
iki sonraki durak Ankara.
two middle-size cups of coffee
iki tane orta şekerli kahve
that is between two hills
iki tepe arasındaki
I wrote a book two years ago.
iki yıl önce bir kitap yazdım
two sacks (ç) of potatoes
iki çuval patates
both of us
ikimiz
we both stepped (went) a little backwards and smiled sweetly with a respectful expression.
ikimiz de biraz geriye gidip, tatlı tatlı, saygılı bir ifadeyle gülümsedik.
the second
ikinci
second generation cordless telephone
ikinci nesil kablosuz telefon
Europe of the second generation
ikinci nesil avrupası
mid afternoon (i)
ikindi
both
ikisi
Inbetween the two
ikisinin arasında
potion / elixir
ikisir
the potion master / teacher
ikisir hocası
crammed /crowdy / full to the brim/clustered (ı t)
ıkış tıkış
to get filled up to the brim with things /to get crowdy /to get clustered
ıkış tıkış bir hâl almak
two by two
ikişer ikişer
honouring / treat
ikram
to honour s.o. / to treat to/ to offer
ikram etmek
power /potential /capacity /capability (i)
iktidar
the way to power
iktidar yolu
competitors on the way to power /des concurrents sur le chemin vers le pouvoir /Konkurrenten auf dem Weg zur Macht
iktidar yolundaki rakipler
to reduce the number of competitors on the way to power
iktidar yolundaki rakiplerin sayısını azaltmak
province / county / provincial
il
provincial directorate of security
il emniyet müdürlüğü
advertisement / announcement /ad
ilan
addition (al) / supplement(ary)
ilave
to add (i)
ilave etmek
medicine
ilaç
drug administration
ilaç idaresi
with
ile
interest in / paying attention to
ile ilgilenme
to deal with / to cope with
ile baş etmek
to be interested in / to look after
ile ilgilenmek
ahead
ileri
to fly back and forth /hin und herfliegen
ileri geri uçmak
up ahead / in the future
ileride
to advance/ to progress / proceed
ilerlemek
message (i)
ileti
message title /header
ileti başlığı
to post (on social media) (i)
ileti bırakmak
contact / communication /link / dialog
iletişim
communication link
iletişim bağlantısı
to be in touch with (i - h)
iletişim içerisinde olmak - iletişim halinde olmak
to transmit / to convey
iletmek
interest / concern
ilgi
area of interest / domaine / Interessenbereich
ilgi alanı
Genitive
ilgi hâli
to awaken interest / to stimulate interest
ilgi körüklemek
to draw attention
ilgi çekmek
to concern (to involve)
ilgilendirmek
interesting
ilginç
to be interested
ilgisi olmak
to require attention
ilgiye muhtaç olmak
lukewarm / mild
ılık
living in mild and warm seas
ılık ve sıcak denizlerde yaşayan
connection / relationship / dealing
ilişki
talking about his relationships makes him embarrassed
ilişkilerinden konuşmak onu utandırıyor
first / top primary
ilk
first name / prénom /Vorname (only used in case of confusion, otherwise adı = first name)
ilk adı
first name, middle name and last name
ilk adı, göbek adı ve soyadı
on the first hearing
ilk duyuşta
it was a music that could not be fully understood on the first hearing
ilk duyuşta tam olarak algılanamayan bir müzikti bu
it (this) was a highly developed music that could not be fully understood in the first hearing
ilk duyuşta tam olarak algılanamayan oldukça gelişmiş bir müzikti bu
country of first asylum
ilk iltica ülkesi
first (of all) / to begin with
ilk olarak
the first thing I am going to say
ilk olarak söyleyeceğim
once and for all
ilk ve son olarak
we didn't score in the first half
ilk yarıda hiç sayı yapmadık
Spring (i)
ilkbahar
principle /guideline /rule /doctrine /precept /motto
ilke
primitive (cultures/ not technically advanced)
ilkel
Primitive tribe /clan
ilkel kabile
primitive culture
ilkel kültür
primitive society
ilkel toplum
no matter what, come what may, at all costs, regardless / unbedingt /besonders / vor allem
illa - ille
disease (i)
illet
refuge /asylum /Asyl
iltica
application for asylum
iltica başvurusu
right of asylum / Asylrecht /Asylanspruch/ droit d'asyl
iltica hakkı
compliment
iltifat
thank you for the compliment
iltifat için teşekkür ederim
district
ilçe
hint / allusion
ima
to hint / to imply
ima etmek
to manifacture / produce / fabricate
imal etmek
manufacturing
imalat
a manufactoring company
imalat şirketi
faith / belief (im)
iman
with faith
imanlı
help !!! (i) (rarely used else)
imdat !!!
scream for help
imdat çılığı
to destroy (i)
imha etmek
impossible
imkânsız
to render impossible / to make impossible
imkânsız kılmak
to sign something
imzalamak
to make/have someone sign something /ı,a/ to have (someone) sign (something); to get (someone) to sign (something); to have (someone) autograph (something); to have (someone) endorse (a check); to get (someone) to endorse (a check).
imzalatmak
to have something signed (double causative to increase interest of speech)
imzalattırmak
cave / hole / burrow (i)
in
İleride, Türkçe öğretmeni olmak istiyor.
In the future he wants to become a Turkish teacher.
purposely
inadına
Belıeve (me) I am not resentful to (offended by) love
inan sevgiye küskün değilim
believer
inanan
believers
inananlar
to lose one's faith /confidence
inancını yitirmek
an unbelievable phenomenon (h)
inanılmayan bir hadise
unbelievable !
inanılmaz!
to believe
inanmak
incredulously / with/in disbelief
inanmazlıkla
faith / belief
inanç
to persist / to be obstinate
inat etmek
persistingly
inatla
stubborn / persistent (adj)
inatçı
thin
ince
a soft (fine) wind was carrying the faint smell (pl) of oleander (pl) from somewhere
ince bir rüzgâr zakkumların baygın kokularını taşıyordu bir yerlerden.
his thin lip
ince dudağı
a fine gently drizzling rain
ince usul usul çiseleyen bir yağmur
He began to (k) inspect / Il se mit à inspecter
incelemeye koyuldu
grace /elegance (i)
incelik
to become thin / to slim / to slim down / to thin
incelmek
pearl
inci
fig /Feige
incir
to hurt s.o.
incitmek
to reduce
indirgemek
sale
indirim
to ask for reduction
indirim talep etmek
on sale
indirimde
to drop / to lower / to download/ bring down / let down / dismount
indirmek
cow
inek
wrench / Schraubschlüssel / clef anglaise
ingiliz anahtarı
moaning / whimpering / groaning
inilti
to get out of its burrow/den
ininden çıkmak
Up and down / seesaw / Wippe
iniş çıkış
the up and down going melody
iniş çıkışlı ezgi
the ups and downs
inişler ve çıkışlar
to deny (to deny something whether it is claimed that it is true, or not)
inkâr etmek
to moan
inlemek
while moaning (ken- Gerund)
inlerken
the constructor / builder and his wive
insaatcıyla karısı
to pity and lower expectations /make it easier for someone /relent (eg. a boss towards his employee)
insafa gelmek
person /human being
insan
they take advantage of an oddity the human brain of making him addicted to the product sold
insan beyinin, insanı satılan ürüne bağımlı hale getirmek tuhaflığından istifade ediyorlar
they take advantage of an oddity the human brain of making him addicted to the product sold
insan beyinin, insanı satılan ürüne bağımlı hale getirmek tuhaflığından istifade ediyorlar
the mass/crowd of people
insan güruhu
to stay at the edge of the mob/crowd of people
insan güruhunun kıyısında kalmak
human rights
insan hakları
the figures of humans and animals
insan ve hayvan desenleri
general name given to all primates other than man
insandan başka bütün primatlara verilen genel ad
to make people dependent on the product sold
insanı satılan ürüne bağımlı hale getirmek
Can it eliminate / supply for man's lonliness?
Insanın yalnızlığını giderebilir mu?
and humans as much as sheep were in the place of prey
insanlar da, koyunlar kadar av konumundaydı
in a place where people could hear
insanların duyabileceği bir yerde
the Son of man
insanoğlu
until the Son of man comes (...in.. d)
insanoğlu gelinceye dek
to look on Internet
internetten bakmak
I decided to look on Internet
internetten bakmaya karar verdim
to get revenge
intikam almak
vengance prophecies
intikam kehanetleri
to demand revenge
intikam talep etmek
construction / building (i)
inşa
to build / construct / erect
inşa etmek
builder / constructor
inşaatçı
rope /string
ip
silk
ipek
silky
ipeksi
silky hair (fur)
ipeksi tüyler
yarn
iplik
they spin yarn
iplik eğirirler
to cancel
iptal etmek
it was canceled
iptal oldu
hint
ipucu
to follow a hint
ipucu izlemek
hints
ipuçlar
distant / far off
ırak
the Iraki born migrant smuggler
Irak uyruklu göçmen kaçakçısı
massive /big
iri
with a big body/ big sized
iri gövdeli
Big-bodied animal
iri gövdeli hayvan
race (biological)
ırk
to recoil / to get startled
irkilmek
river (ı)
ırmak
Gries
irmik
Let's keep in touch
irtibatı koparmayalım
height (i) /altitude
irtifa
Because Isaac Newton is a genius he does not miscalculate
Isaac Newton bir dâhi olduğu için yanlış hesaplamaz
if /that (i) / but / as for
ise
heat (ı)
ısı
name
isim
to be named
isimlendirilmek
to entitle / to put a name
isimlendirmek
to bite off
ısırarak koparmak
nettle
ısırgan
to bite
ısırmak
to be heated
ısıtılmak
if you heat up
ısıtırsan
to heat up / to warm up
ısıtmak
to miss / be off target
ıskalamak
deck of cards /card game
iskambil
step(of a ferry)/ gangway / scaffold / Anlegebrücke / Pier / Steg
iskele
do not jump over before the step is given (on a ferry)
iskele verilmeden atlamayınız
chair (i)
iskemle
wet
ıslak
A wet person doesn't fear rain
Islak adam yağmurdan korkmaz
you'll get wet
ıslanacaksın
to get wet / to soak / dampen
ıslanmak
the dudes whistled (and) said
ıslık çaldı bebeler dediler
to treat s.o. to / invite s.o. for / to order
ısmarlamak
his name (i)
ismi
spinach pie
ıspanaklı börek
to prove (i)
ispat etmek
to prove (i)
ispatlamak
if you insist
ısrar edersen
to insist
ısrar etmek
persistant watchfulness/vigilance
ısrarlı uyanıklık
unemployed(not used) / forlorn /forsaken / deserted / einsam / leer /verödet
ıssız
the forlorn street
ıssız sokak
lobster /homard /Hummer
istakoz
station
istasyon
those who wanted
istedikleri
Let them do what they want !
istediklerini yapsınlar
will / desire / yearn / motivation
istek
to wish / yearn (i.d.)
istek duymak
wishlist
istek listesi
interested (i) / eilling / eager / inclined
istekli
enthusiast
istekli kimse
reluctant / inwilling/ ungern
isteksiz
half a smile (unwanting)
isteksiz bir gülüş
to want
istemek
to wish / want
istemek
unwillingly /grudgingly /halfheartedly
istemeye istemeye
to do something through gritted teeth
istemeye istemeye yapmak
he doesn't want
istemez
involuntarily /unwillkürlich
istemsizce
if required / if requested
istenildiği takdirde
whether or / either
ister
whether far or close
ister uzak ister yakın
as if she wanted
istercesine
if you want
isterseniz
whether you want or not
isteyip istemediğiniz
stack (orderly)/ Stapel
istif
resignation /demission/Rücktritt
istifa
use / benefit / exploitation
istifade
unperturbed
istifini bozmadan
to stay cool / to keep up appearances
istifini bozmamak
to stabilize
istikrar kazandırmak
clam /oyster
istiridye
exception (al)
istisna
there is no exeption (to this)
istisnası yoktur
revolt /rebellion /uprising / riot
isyan
to revolt against / to rebel
isyan etmek
dog /bastard
it
obedience
itaat
obedient
itaatkâr
disobedient
itaatsız
disobedience
itaatsızlık
fire fighters / fire department / Feuerwehr (Organisation)
itfaiye (örgütü )
Call the fire department / Rufen Sie die Feuerwehr !
itfaiyeyi çağırın!
esteem /reputation/prestige /respectability / dignity
itibar
to accredit/ esteem
itibar etmek
repelling
itici
with a repelling power
itici bir güçle
Push !
itin(iz) !
to manhandle /jostle /push and shove/ push around /rough handle
itip kakmak
confession
itiraf
to confess / admit
itiraf etmek
objection
itiraz
to object /contest /protest
itiraz etmek
to have no objection
itirazı olmamak
to shove / push / thrust
itmek
alliance
ittifak
hasty/ impatient / impulsive (i)
ivecen
good
iyi
to take care
iyi bakmak
to enjoy a good family life
iyi bir aile hayatının keyfini sürmek
Let's say we are good then we'll be fine. (lit Let's say we are good, let's become good)
iyi diyelim iyi olalım
to get along (well)
iyi geçinmek
they don't get along (well)
iyi geçinmiyorlar
I don't feel well.
iyi hissetmiyorum
Happy birthday
iyi ki doğdun
good neighborly relations
iyi komşuluk ilişkileri
the continuation of good neighborly relations
iyi komşuluk ilişkilerinin sürmesi
overall average / with good and bad sides
iyi kötü
good game
iyi maç
well played ! / But it was a good game
iyi maçtı ama!
to show good will
iyi niyet göstermek
good fairies
iyi periler
Happy holidays !
iyi tatiller!
have a safe flight
iyi uçuşlar
Did you have a nice time ?
iyi zaman geçirdin mi ?
thorougly / quite / fully / completely (i)
iyice
more than good / by far the best
iyiden de öte
to recover
iyileşmek
to heal
iyileştirmek
goodness
iyilik
goodness shines in a girl's smile
iyilik parlar bir kızın gülüşünde
optimistic
iyimser
optimism
iyimserlik
if it is good I'll take it. (lit. let me take it) (open conditional /it is possible)
iyiyse alayım.
the trace / track / trail
iz
explanation
izah
to explain (i. e.)
izah etmek
grill (also the rost on a barbecue )
ızgara
to grill
ızgara yapmak
grid lines
ızgara çizgileri
grid lines
ızgara çizgileri
I am trying to do my best to get permission
izin alabilmek için elimden geleni yapmaya çalışacağım
to allow a dative
izin vermek
to watch / track / trace / follow
izlemek
impression /effect /feeling /seemingness /Anschein
izlenim
He scanned the tracks
izleri taradı
There were no good films to watch.
izleyecek iyi film yoktu
because of civil war
iç savaş yüzünden
to sigh
iç çekmek
he sighed
iç(ini) çekti
introvert
içe dönük
drink
içecek
the inside
içeri
resentment /indignation /Groll
içerleme
instinct
içgüdü
instinctive
içgüdüsel
instinctively he nocked another arrow
içgüdüsel olarak yaya bir ok daha taktı.
to be in the seventh heaven /to not be able to contain oneself (because of an ablativ e. g. sevinçten)
içi içine sığmamak
I couldn't contain myself /my heart lifted /I was overjoyed
içim içime sığmıyordu
my inside keeps stirring >I am really excited about something (e. g exam)
içim kıpır kıpır
inside me
içimde
The bad twitching inside of me turned with slow but sure steps into a frightening reality.
içimdeki kötü kıpırtı yavaş ama kesin adımlarla korkunç bir gerçeğe dönüştü.
for / in order to
için
secretly
için için
to secretly rejoice
için için sevinmek
in(side)
içinde
and for/ as for
içinse
drink / booze / alcohol
içki
to avoid drinking / to not drink /lit. to flee from drinking
içkiden kaçınmak
bitterly
içli içli
To drink
içmek
sincerely
içtenlikle
needle / sting
iğne
needle eye
iğne deliği
a stinging insect
iğne sokan böcek
to sting
iğne sokmak
trees that keep (do not lose) their needles
iğnelerini dökmeyen ağaçlar
exclamation indicating disgust
iğrenme belirten ünlem
disgusting / nasty / revolting /ekelhaft
iğrenç
frightfully / horrible / in a disgusting fashion (b)
iğrenç bir biçimde
repulsiveness /being disgusting/ Widerwärtigkeit
iğrençlik
job interview
iş görüşmesi
for work
iş için
'work passed from work' / too little too late
iş işten geçti
to deal; to do business
iş yapmak
sign / signal
işaret
sign language
işaret dili
to point out / indicate
işaret etmek
beacon /signal tower
işaret kulesi
the angle of the the cold fire coming from the beacon (signal tower)
işaret kulesinden gelen soğuk ateşin açısı
the angle of the the cold fire coming from the beacon (signal tower) showed (rep) the surface of the north waters like glass
işaret kulesinden gelen soğuk ateşin açısı kuzey sularının yüzeyini cam gibi gösteriyormuş
index (finger) / Zeigefinger
işaret parmağı
demonstrative pronouns
işaret zamirleri
cooperation /team work
Işbirliği
to play along (cooperate)
Işbirliği etmek
to cooperate / collaborate
Işbirliği yapmak
uncooperative
Işbirliği yapmayan
If you refuse to cooperate...
Işbirliği yapmayı reddedersen
to work /function
işe yaramak
meddler /meddlesome
işgüzar
to do the work right
işi düzgün yapmak
I tried to keep work away from me
işi kendimden uzak tutmaya çalıştım
light
ışık
The light shines in the darkness. The darkness could not overcome it.
Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi.
sparkling / glittering / radiant
ışıl ışıl
to shine (ı)/glitter /sparkle
ışıldamak
When I'm done we feed the pigs together, ok?
işim bitince birlikte domuzları besleriz, tamam mı?
the nature of my work
işimin niteliği
you don't know much about the nature of my work
işimin niteliği hakkında çok şey bilmezsin
things that are none of your business
işin olmayan şeyler
the keypoint / the delicate point of a matter
işin püf noktası
to hear / vernehmen
işitmek
He came to witness to/of the light.
Işığa tanıklık etmeye geldi.
In the places which were not reached by its light
Işığının ulaşmadığı yerlerde
torture (noun)
işkence
to torture
işkence yapmak
procedure, operation, transaction, process, proceeding, processing, treatment
işlem
to penetrate /to work (its way into) /perpetrade / operate / process /indwell /travel
işlemek
the transactions / the procesdures / operations have been completed
işlemleri tamamlandı
to become operative
işler hale gelmek
His works
işleri
His works are perfect ( fact)
işleri kusursuzdur
to function / to act as
işlevi görmek
working iron glitters / a rolling stone gathers no moss /wer rastet rostet
işleyen demir ışıldar
unemployed (jobless)
işsiz
appetite / relish / desire
iştah
I lost my appetite (lit. my appetite had escaped)
iştahım kaçmıştı
to whet s.o.'s appetite / das Wasser im Munde zusammenlaufen lassen
iştahını kabartmak
with appetite / heartily / hungrig / mit Lust und Laune
iştahlı
without appetite / appetitlos
iştahsız
here (it is)/ now / as you see
işte
at work
işte
which is why / that's why / schon allein deshalb
işte bu yüzden
Here, I make everything new.
işte her şeyi yepyeni yapıyorum.
to get fired / to get dismissed from work
işten atılmak
to fire / to dismiss from work / to discharge / to give the sack
işten atmak
off from work
işten izinli
participation / joining /contribution / taking part
iştirak
to join /participate / chip in
iştirak etmek
worker
işçi
workmanship / maitrise
işçilik
commander of the gendarmerie
Jandarma Komutanlığı
rim (inner part of a wheel) / Felge
jant
Japanese (nationality)
Japon
Japanese (language)
Japonca
Japan
Japonya
I studied in Japan for two months
Japonya'da iki ay okudum
geologist
jeolog
Jill was of those lucky people who don't have a fear of height.
Jill, yükseklik korkusu olmayan şanslı insanlardandı.
Juan Carlos abdicated (from the throne) in favor of his son Felipe
Juan Carlos tahttan oğlu Felipe lehine feragat etti
jelly beans
jöle fasulyeleri
jury
jüri
Has the jury reached a verdict?
Jüri bir karara ulaştı mı?
Coarse / rude / vulgar
kaba
Laughing coarsly he was pushing me around.
Kaba kahkahalar atarak beni itip kakıyordu.
a wild guess
kaba tahmin
roughly (k)
kabaca
roughly (k) / about what time ?
kabaca ne zamandı ?
to bully (k)
kabadayılık etmek
fault (k)
kabahat
Kürbiskern / pumpkin seed
kabak çekirdeki
rudeness
kabalık
to blister / swell / surge / heave
kabarmak
blistered paintings
kabarmış tablolar
Relief / embossment
kabartma
to puff up / to blow up / cause to swell
kabartmak
I was rude
kabaydım
(from) something like
kabilinden
cabin
Kabin
Where is our cabin?
Kabinimiz nerede?
tomb / sepulchre
kabir
wireless communication
kablosuz iletişim
Seashell (shell)
kabuk
skin /peels/ Schale (fruit)
kabuk
Hülse
kabuk
Bark /Rinde
kabuk
considered as adopted / agreed on
kabul edilmiş sayılır
to accept for yourself/ accept, seize, settle for, concede, confess, give in, own, stand for / eingestehen / nicht länger bestreiten
kabullenmek
rib
kaburga
as much as / up to / until / till / inasmuch as / so long as / as/ as far as / so
kadar
shredded wheat (cakes) egypt. kunafa
kadayıf
fate
kader
woman
kadın
ladies' hairdresser (b)
kadın berberi
The woman stood on one step from the top
Kadın en üstten bir alttaki basamakta durdu.
The woman got pregnant and bore him (k) a son.
Kadın hamile kalıp kendisine bir oğul doğurdu.
you can either describe the woman or you can draw a picture of her
kadını ya tarif edebilirsin ya da bir resmini çizebilirsin
He said she should not spend her strength.
kadının gücünü harcamaması gerektiğini söyledi.
Women on the other hand are more careful about it.
Kadınlar ise bu konuda daha dikkatli.
Women and men are completely equal!
Kadınlar ve erkekler tamamen eşit!
When women said a wrong word they were burned being declared to be witches.
Kadınlar yanlış bir söz söylediğinde cadı ilan edilerek yakılıyorlardı.
head (k) / mind
kafa
to ponder / to puzzle one's brains/ to wear one's head / to think hard / to chew
kafa yormak
They tossed their heads(k) left and right (to the two sides)
Kafalarını iki yana savurdular.
I am a little confused
kafam biraz karışık
Not to have all one's marbles
kafası dağınık olmak
confused
kafası karışık
He rubbed his head.
Kafasının üstüne ovaladı.
to crack one's skull
kafatası çatlamak
drunk (k b)
kafayı bulmuş
I'm going to hit the hay/ I'm going to sleep
kafayı vurup yatacağım
(modern) coffee (shop) (≠ kahve (drink))
kafe
I used to run a café, but not anymore
kafe işletirdim, ama artık işletmiyorum
to run a coffee shop
kafe işletmek
cafeteria
kafeterya
the cafeteria was noisy and dim.
Kafeterya gürültülü ve loştu.
laugh /laughter
kahkaha
to burst into laughter / to laugh out loud
kahkaha atmak
he tried to laugh
kahkaha atmaya çalıştı
to laugh out loud
kahkahayla gülmek
hero / character (in a story)
kahraman
overwhelming
kahretici
Goddamn /godforsaken
kahrolası
breakfast
kahvaltı
a disput exploded during breakfast
kahvaltı sırasında bir tartışma patlak vermişti
to have breakfast
kahvaltı yapmak
(food) for breakfast
kahvaltılık
cereals/ cornflakes
kahvaltılık gevrek
coffee
kahve
traditional coffee shop
kahve
Coffee is my favourite drink
Kahve en sevdiğim içecek
I am drinking coffee.
Kahve içiyorum.
Coffee or tea ?
Kahve mi çay mı?
He likes coffee
kahve sever
Coffee keeps you (pl) awake.
Kahve sizi uyanık tutar.
coffee grounds
kahve telvesi
Coffee will not increase your creativity.
Kahve yaratıcılığınızı artırmayacak.
brown
kahverengi
The price of the brown shoes is 500 liras.
Kahverengi ayakkabıların fiyatı beş yüz lira.
She asks (what is ) the price of the brown shoes.
Kahverengi ayakkabıların fiyatını (fiyatının ne olduğunu) sorar.
She has brown eyes and grey hair.
kahverengi gözleri ve gri saçları var
brown lentils
kahverengi mercimek
I adore the coffee
Kahveye bayılıyorum.
cocoa butter
kakao yağı
Kakadu
kakatuva
cardamom
kakule
crowd /crowded
kalabalık
to be left dumbstruck / to be left open-mouthed
kalakalmak
the remainder / rest
kalan
filthy rich /stinkreich
kalantor
Tin / Zinn
Kalay
My heart skipped a beat.
Kalbim duraksadı.
the sound of my heart (beat) was ringing in my ears
kalbimin sesi kulaklarımda çınlıyordu
Don't lose your heart on /Don't let your heart get carried away by a fairytale prince. It never ends well.
Kalbini bir peri prensine kaptırma. Sonu asla iyi olmaz.
let alone / besides / then again
kaldı ki
then again I shouldn't even know these things myself
kaldı ki bunları ben bile bilmemeliyim
pavement / sidewalk / trottoir
kaldırım
to walk on the sidewalk / auf dem Bürgersteig gehen
kaldırımda yürümek
to lift up/ to erect / to raise
kaldırmak
castle / stronghold
kale
castle /Turm (chess)
kale
castle ruins / Burgruine
kale kalıntıları
to sharpen a pencil
kalem açmak
pencil sharpener /Bleistiftanspitzer
kalem tıraş
Can I borrow your pencil sharpener?
Kalem tıraşını ödünç alabilir miyim??
I noticed that I forgot my pen.
Kalemimi unuttuğumu fark ettim.
He noticed that he forgot his pen.
kalemini unuttuğunu fark etti.
permanent damage (h)
kalıcı hasar
There is no permanent damage. (h)
kalıcı hasar yok.
qualified
kalifiye
he said I was qualified
kalifiye olduğumu söyledi
thick
kalın
A thick wad of envelopes / ein dickes Bündel/Stapel Briefumschläge
Kalın bir zarf tomarı
that were under thick eyebrows
kalın kaşların altındaki
thick arms
kalın kollar
to thicken
kalınlaşmak
thickness
kalınlık
mold / pattern (k)
kalıp
We need to think outside the box (mold /pattern)
Kalıpların dışında düşünmeliyiz.
quality
kalite
Let's go ! / Let's leave !
Kalkalım !
Turbot / Steinbutt - Plattfisch 50-70 cm, eyes on the right side, Northsea, Estsea,Mediterr.,Atlantik, Marmara, Karadeniz
kalkan
you get up
kalkarsın
Development (k)
kalkınma
to attempt
kalkışmak
to get up
kalkmak
to stay / remain / keep
kalmak
to fail a class / to fail an exam / sitzen bleiben
kalmak
heart (k)
kalp
heart attack
kalp krizi
to keep the flame(fire) alive in our hearts
kalplerimizde ateşi canlı tutmak
chalcedony (quarz variety)
kalsedon
calcite Kalkspat
kalsit
Calcium -Ca 20 (Gümüşi beyaz)
Kalsiyum
hip /Hüfte /Gesäß
kalça
on / at his hip
kalçasında
the quiver swinging at his hip
kalçasında sallanan sadak
hunchback
kamburu
to stoop /to arch the back /to slouch
kamburunu çıkarmak
reed (k) / Schilfrohr
kamış
camper van
kamp arabası
camping equipment
Kamp malzemeleri
(the) public; civil
kamu
a public witness /evidence for the prosecution
kamu tanığı
public opinion
kamuoyu
public opinion polls
kamuoyu yoklamaları
the truck driver
kamyonun sürücüsü
whip /Geissel / Peitsche
kamçı
to crack a whip
kamçı şaklatmak
to whip / lash
kamçılamak
blood
kan
blood pressure
kan basıncı
(blood) brother (spoken)
kan kardeşi - kanka
blood was leaking from my jeans
kan kotumdan sızıyordu
a bloodstained apron
kan lekeli bir önlük
blood red
kan rengi
a blood red light
kan rengi bir ışık
thirstily / to one's heart content
kana kana
to drink to one's heart content/ to guzzle down
kana kana içmek
opinion / conviction
kanaat
Canada
Kanada
a tv channel
kanal
to change channels
kanalı değiştirmek
to bleed
kanamak
they open (their) wings and rise
Kanat açıp yükselirler
To open (one's ) wings
kanat açmak
to unfold/ stretch (one's) wings and take off
kanat germek
flapping (its) wings
kanat çırpan
an eagle flapping its wings
kanat çırpan bir kartal
wings
kanatlar
in the shadow of your wings
kanatlarının gölgesine
I want/ ask to shelter in the shadow of your wings
kanatlarının gölgesine sığınmak isterim
poultry (very general /winged animals)
kanatlı hayvanlar
in order to make continue (.tir) the generation /progeny of poultry (winged animals)
kanatlı hayvanların nesillerini devam ettirebilmek için
to make something bleed
kanatmak
hook / Haken (k)
kanca
to trick / cheat/ deceive / fool
kandırmak
conclusion /belief/opinion
kanı
he believed /he was convinced (k)
kanısındaydı
evidence
kanıt
submission of evidence (court)
kanıt sunma
to prove (k)
kanıtlamak
the evidence indicates that you're guilty
kanıtlar suçlu olduğunuzu gösteriyor
there is no case without evidence
kanıtsız bir vaka yoktur
Cumquat
Kankat
in the blood (plural)
kanların içinde
alive and well
kanlı canlı
to be cheated/fooled / to be satisfied / to fall for a lie
kanmak
law
kanun
law and order
kanun ve düzen
legal obligation
kanuni yükümlülük
cover / lid / top
kapak
to fall flat to the ground
kapaklanmak
claustrophobia
kapalı alan korkusu
Where does his claustrophobia come / originate from ?
Kapalı alan korkusunu nereden kaynaklanıyor ?
to close (get closed)
kapamak
to close / to be closed / to close down /to cicatrize
kapanmak
drop it (drop the subject)
kapat şu konuyu artık!
to close sth / to turn off
Kapatmak
When the door closed behind him
Kapı arkasından kapanırken
The door closed.
Kapı kapadı.
The door was closed with a bang.
Kapı vurularak kapandı.
The door led to / opened up to a hall (h) reminding of a tube shaped tunnel
Kapı, tüneli andıran, boru şekilli bir hole açılıyordu.
Who is at the door?
Kapıda kim var?
They opened the door, and the Spartan army entered the castle.
Kapıları açtılar ve Sparta ordusu kaleye girdi.
When she pushed the doors open hot and smoky air blasted out.
Kapıları iterek açınca sıcak ve dumanlı hava dışarı püskürdü.
to be seized with / to be taken by / to abandon oneself to
kapılmak
door handle
kapının kolu
pushing the door handle (k)
kapının koluna bastırarak
Next to the door there was a small barred window. / Neben der Tür war ein kleines vergittertes Fenster
Kapının yanında parmaklıklı küçük bir pencere vardı,
Captain Eshref who stood with a sheepish grin in front of the door
Kapının önünde ezik bir gülümseyişle dikilen Yüzbaşı Eşref
I know that on open sea captains have the authorization to perform a marriage ceremonial.
Kapıtanların açık denizde nikâh kıyma yetkisine sahip olduklarını biliyorum.
He proceeded (d) towards the door
kapıya doğru davrandı
facing the door
kapıya dönük
I think I didn't hear your knocking at the door ?
Kapıya vurduğunu duymadım galiba ?
If you open the door I can come in.
Kapıyı açarsan, içeri girebileceğim.
To open that door you need to give it (li. you'll give it) a good kick.
Kapıyı açmak için, güzel bir tekme atacaksın.
He pushed the door open.
Kapıyı iterek açtı.
Would you close the door ! / close the door !
kapıyı kapar mısın
Shall I close the door?
Kapıyı kapatayım mı ?
He closed the door.
Kapıyı kapattı.
jetblack / pitch dark
kapkara
The deep dark sky was speckled with stars.
Kapkara gök yıldızlarla beneklenmişti.
to cover (k)
kaplamak
tiger
kaplan
covered
kaplı
turtle
kaplumbağa
to include / to cover / to contain
kapsamak
within / within the scope of / within the context of
kapsamında
to give rein to (k) /to get carried away by
kaptırmak
snow
kar
accumulations / patches of snow
kar birikintileri
Accumulations of snow were covering the ground.
Kar birikintileri toprağı örtüyordu.
the snow melted (lit. lifted) (spoken language)
kar kalktı
There is no snow or any such thing (spoken language)
Kar mar yok.
if it snows we can make a snowman
kar yağarsa kardanadam yapabiliriz
in case it snows / supposing it snows
kar yağdığı takdirde
to snow
kar yağmak
from the piles of snow
kar yığınlarından
dry land /shore / earth / ground
kara
the black wooden (a) house door / the house door (made)out of dark wood
Kara ahşaptan ev kapısı
The dark wooden house door just like lips tightly pressed together was so repellent that...
Kara ahşaptan ev kapısı, tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi öylesine itici duruyordu ki,
The dark wooden house door just like lips tightly pressed together was so repellent that Meggie as they walked towards it involantarily gripped Mo's hand.
Kara ahşaptan ev kapısı, tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi öylesine itici duruyordu ki, Meggie oraya doğru yürürken istemsizce Mo'nun elini tuttu.
dark clouds
kara bulutlar
as soon as it touched the snow
kara değer değmez
burka
kara çarşaf
elm / Ulme
karaağaç
black pepper
karabiber
(roe) deer /Reh
karaca
roe deers and deers / Rehe und Hirsche
karacalar ve geyikler
liver
karaciğer
dandellion / Löwenzahn (lit. dark chicoree )
karahindiba
pessimistic (k)
karamsar
cloves / Nelken
karanfil
darkness
karanlık
She began to run barefoot in the dark corridor
Karanlık koridorda yalınayak koşmaya başladı.
The more the darkness thickened the more also the humming approached.
Karanlık koyulaştıkça uğultu da yaklaşıyordu.
the Dark One
Karanlık Varlık
I thought he could be the Dark One.
Karanlık Varlık olabileceğini düşündüm.
the only thing she could perceive in the dark(ness)
Karanlıkta algılayabildiği tek şey
In the darkness vague shades appeared and...
Karanlıkta belli belirsiz gölgeler belirip
In the darkness appeared people with torches in their hands.
Karanlığın içinde ellerinde meşalelerle insanlar belirdi.
the great Lord of the Dark
Karanlığın Yüce Efendisi
The great Lord of the Dark is my Master and I will serve him whole heartedly to the last shred of my very soul (from the Wheel of Time)
Karanlığın Yüce Efendisi benim Efendimdir ve ona ruhumun en son zerresine kadar canı gönülden hizmet ederim.
When the Great Lord of the Dark returns he will choose new Dreadlords and you will cower(s) before them.
Karanlığın Yüce Efendisi geri döndüğünde yeni Dehşetlordlarını seçecek ve se onların önünde sineceksin.
decision
karar
decision stage / decision phase / decision-making process
karar aşaması
in the process of decision-making
karar aşamasında
to decide on/ settle / opt pour un locative
karar kılmak
I can't decide. Let's flip a coin.
Karar veremiyorum. Yazı tura atalım.
to decide
karar vermek
you might have to decide (right now)
karar vermek zorunda olabilirsin
Headquarters
Karargah
headquarters
karargâh
to decide / determine
kararlaştırmak
while I /he/she/it(etc.) had determined/decided
kararlaştırmışken
determination /resolution / stability
kararlılık
to turn black / to get dark
kararmak
larch / Lärche
karaçam
Carbon / Kohlenstoff - C 6
karbon
snowman
kardan adam
brother /bro /dude
kardeş
my brother's team have a pretty good chance of winning
kardeşimin takımının kazanma ihtimali oldukça yüksek
dude /bro (k... o)
kardo
square / exposure /frame (=foto)
kare
craw
karga
When the craw said let me imitate the partridge (Rebhuhn) it confused its own walk.
Karga kekliği taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü şaşırmış
riot /turmoil /uproar /disturbance
kargaşa
Shipping Costs / Versandkosten
Kargo masrafları
Cargo ready / Ready for shipping / versandbereit
Kargoya hazır
shrimp / crevette / Krabbe
karides
husband and wife / Ehepaar
karıkoca
stomach
karın
stomachache
karın ağrısı
abdominals
karın kasları
Is your wife a jealous woman?
karın kıskanç bir kadın mıdır?
She dripped a drop on the snow
karın üzerine bir damla damlattı.
ant
karınca
to prickle /to tickle
karıncalanmak
ant-eater / Ameisenbär
karıncayiyen
Stomachripper (piercing through the stomach)
karındeşen
Jack the Ripper
Karındeşen Jack
career
kariyer
thinking it might be able to facilitate their careers
kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen
a span /eine Spanne (length measuring unit)
karış
to mix /blend / merge
karışmak
to mix sth /stir sth / liquidize (in a blender)
karıştırmak
to mix up sth / mistake / confuse /
karıştırmak
snow-capped
karla kaplı
snow-capped peaks
karla kaplı zirveler
to shuffle (cards)
karmak
chaotic
karmakarışık
cauliflower
karnabahar
I have a stomachache .
karnım ağrıyor
Karo (cards)
karo
watermelon
karpuz
card
kart
Do you take cards?
kart alıyor musunuz?
eagle
kartal
The eagle rises (k) the branch hangs down. The branch hangs down, the eagle rises.
Kartal kalkar, dal sarkar; dal sarkar, kartal kalkar.
snowball
kartopu
against (+dat)
karşı
on the opposite side
karşı tarafta
from the opposite side
karşı taraftan
to meet /receive / welcome
karşılamak
meeting /encounter (k)
karşılaşma
provision
karşılık
unprovided / for free (no provision in return)
karşılıksız
Free you have received, give for free !
karşılıksız aldınız, karşılıksız verin.
towards me / against me / in front of me
karşımda
despite / in spite of ( a dat.)
karşın
He doesn't want to pamper/indulge the other.
Karşısındakini şımartmak istemez o.
opposition /contrast / hostility
karşıtlık
muscle
kas
muscle pain
kas ağrısı
town (small)
kasaba
tighten /cramp /contract (k)
kasılmak
November
Kasım
stiff
kasıntı
hurricane /Orkan
kasırga
helmet (k) e. g. for bike riding /work
kask
to stiffen / raidir
kaskatı kesilmek
to intend / mean /imply
kastetmek
gloomy / somber (disturbing feeling)/ for weather: too hot/too humid /too cloudy
kasvetli
floor / etage
kat
stiff /solid /rigid / firm - for an object opposed to liquid / fest
katı
murderer
katil
to attend / join - to be added / slipped in
katılmak
Don't you agree?
Katılmıyor musun?
genista /Ginster
katırtırnağı
unmixed /unblended /pure /entire /clean
katışıksız
to bear / endure
katlanmak
to murder /slaughter (k)
katledilmek
to slaughter /kill /slay
katletmek
add /include /inject / mix into /put in / affiliate
katmak
tar / Teer
katran
Ceder / Zeder
katranağacı
poplar / Pappel
kavak
reedpipe / flute
kaval
Can you count all the jellybeans in that jar?
Kavanozdaki jöle fasulyelerini sayabilir misin?
fight
kavga
there was a fight
kavga cıktı
to fight
kavga etmek
curve /Kurve / Biegung
kavis
concept / notion / term
kavram
misconception
kavram hatasi
concept and context
kavram ve bağlam
a concept error
kavram yanılgısı
To grasp / understand / clutch / grip
kavramak
possible to be grasped/ understood
kavranabilmek
It cannot be understood /inconceivable
kavranamaz
to be grasped /understood
kavranmak
to quickly /suddenly realize/ grasp
kavrayıvermek
to be roasted (meat) / scorch (e.g. grass)
kavrulmak
roasted / geröstet
kavrulmuş
melon
kavun
to roast / parch / bake / parboil - meat
kavurmak
to retrieve / reunite / meet / regain
kavuşmak
to restore / to make regain /to bring together
kavuşturmak
crossing /junction / Kreuzung
kavşak
at the crossing /junction / an der Kreuzung
kavşakta
rock
kaya
Will Lebanon's snow be missing from rocky hills (b)?
Kayalık bayırlardan Lübnanın karı hiç eksik olur mu?
Sparse plants were gone(ended) on the rocky ground.
Kayalık zeminde seyrek bitkiler bitmişti.
shooting star /Komet
kayan yıldız
to go skiing
kayağa gitmek
slate /Schiefer
kayağan taşı
to lose (to not find)
kaybetmek
Has the passport you(sg) lost been found?
Kaybettiğin pasaport bulundu mu?
Has the passport you(pl) lost been found?
Kaybettiğiniz pasaport bulundu mu?
We are lost
kaybolduk
to disappear / to be lost / to get lost
kaybolmak
saved (k) computer
kaydedildi
to be registered / recorded
kaydedilmek
a slide /Rutsche
kaydırak
slippery
kaygan
anxiety (k)/ disquiet / worry
kaygı
to cause s.o. to worry a lot / to perturb s. o. strongly (much more than telaşlandırmak)
kaygılandırmak
to worry (k)
kaygılanmak
with / by worrying
kaygılanmakla
Don't worry (k)
kaygılanmayın
little boat (size of a rowing boat)
kayık
beech / Buche
kayınağacı
father-in-law
kayınpeder
mother-in-law
kayınvalide
loss / waste /bereavement
kayıp
apricot
kayısı
record /registration / enrolement
kayıt
registered / recorded / listed / enrolled
kayıtlı
unregistered / reckless / carefree / careless / lightheaded / unreserved
kayıtsız
reserve / disinterest / coldness / indifference / negligence / listlesness / lukewarmness
kayıtsızlık
to lean back
kaykılmak
to slip / slide / glide
kaymak
to have it's source in/ to root in / to be derived from / to originate
kaynaklanmak
the sources informed you (pl) wrong
kaynaklar sizi yanlış bilgilendirmiş.
mother-in-law (slang)
kaynana
boiling / scalding hot / kochend / brodelnd
kaynar
to fuse / melt / merge
kaynaşmak
goose
kaz
pate de foie gras
kaz ciğeri ezmesi
goose feathers
kaz tüyleri
arrows with goose feathers attached
kaz tüylerini takılı olduğu oklar
accident
kaza
Accidents happen unexpected (better be prepared!) - lit. Accidents don't say: I am coming
Kaza geliyorum demez
to be charged with leaving the scene of an accident
kaza mahallini terk etmek ile suçlanmak
the investigation launched after the accident
kaza sonrası başlatılan soruşturma
(On top of ) the two Iraqi citizens detained in the context of an investigation after the accident under allegations of organizing illegal transition 11 more suspects were taken to court.
kaza sonrası başlatılan soruşturma kapsamında yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu 11 şüpheli daha adliyeye sevk edildi.
jumper
kazak
cauldron
kazan
she won because she was better
kazandı çünkü daha iyiydi
to bring s.o/sthg in /to make gain
kazandırmak
to win
kazanmak
eager to win
kazanmaya istekli
accidentally
kazara
excavation / Ausgrabung
kazı
scratch and win (coupons)
kazı-kazan
to scratch (damaging the surface / to see what is underneath)
kazımak
to be engraved (script) e. g. on a stone
kazınmak
to raze / shave completely /to take a tattoo off
kazıtmak
the gabbling of geese (gabbling like geese have the habit of doing)
kazların usul gevezelikleri
pike /pickaxe
kazma
to dig
kazmak
How many
kaç
When were you born ? slang
Kaç doğumlusun?
How old do I look?
Kaç gösteriyorum?
How many (persons) are you ?
Kaç kişisiniz ?
How many
kaç tane
How old is he?
Kaç yaşında ?
smuggling / trafficking / fraud
Kaçakçılık
looney / mental / crank / nuts
kaçık
the unavoidable costs
kaçınılamaz maliyet
to avoid
kaçınmak
to lose (to stop having)
kaçırmak
escape- / flight-
kaçış
flight way/ escape route
kaçış yolu
to scatter / to run in different directions / auseinanderlaufen
kaçışmak
to escape / run away
kaçmak
while trying to escape
kaçmaya çalışırken
while trying to escape
kaçmaya çalışırken
paper
kağıt
paper tissue /tissue
kağıt mendil
When was the paper tissue invented and by whom ?
Kağıt ne zaman ve kimler tarafından icat edilmiştir?
paper pieces
kağıt parçaları
Wastepaper basket / Papierkorb
kağıt sepeti
to make things worse (lit. To take out the eye when saying 'let me do the eyebrow' )
kaş yapayım derken göz çıkarmak
spoon
kaşık
Spoonbill / Löffler ( Löffelibis)
kaşıkçı(kuşu)
to scratch (the body)
kaşımak
to itch /jucken colloquial : to provoke s. o.
kaşınmak
eye brows
kaşlar
His eyebrows gracefully tilted
kaşları zarif bir şekilde yana yatmış
to scowl /frown / knit one's brows
kaşlarını çatmak
sorrow / grief
keder
grief /sorrow /low spirits
keder
She felt her grief lightened.
Kederinin haflediğini hissetti.
mournfully
kederle
cat
kedi
The cat is playing with the trash.
Kedi çöp kutusu ile oynuyor.
felines
kedigiller
a strong predatory mammal species of the felines
kedigillerden, yırtıcı, güçlü bir memeli türü
My cat is very old.
Kedim çok yaşlı.
I heard the cat's purr.
Kedin mırlamasını duydum.
prophecy / oracle / divination
kehanet
amber / Bernstein
kehribar
with amber and gold ornated
kehribar ve altınla süslü
cake (k)
kek
to stutter /stottern
kekelemek
thyme
kekik otu
Partridge /Rebhuhn
keklik
The scalp of the bald man is visible.
Kel adamın saç derisi görünüyor.
butterfly
kelebek
The butterfly landed (perched) on her palm.
Kelebek avucuna kondu.
The butterfly did not move from its place.
Kelebek yerinden kımıldamadı.
handcuff /wristlet
kelepçe
handcuff
kelepçe
to stop/hinder the continuerons flow of words I pushed Ctrl /Alt/Del. Nothing happened.
Kelimelerin sürekli akışını engellemek için Ctrl Alt Del'e bastım. Hiçbiri işe yaranadı.
word by word / Wort für Wort
Kelimesi kelimesine
after having said the word
kelimeyi söyledikten sonra
the words hung temporarily in space
kelimler geçici bir süre boşlukta asılı kaldı
head (ke..)
kelle
head hunter
kelle avcısı
Your head (acc. ke...) , on a pike (on the end of a pike)
Kelleni, bir kazmanın ucunda.
Stop talking gibberish!
kem küm edip durma!
not knowing what to say / talk gibberish
kem küm etmek
violin
keman
belt
kemer
in his belt
kemerinde
in the sheath at his belt
kemerindeki kının içinde
An (impressive) array (series) of knives dangled /swung from his belt.
Kemerinden bir dizi bıçak sarkıyordu.
arched /gewölbt
kemerli
the murmur echoing in the arched room like the gabbling of geese
kemerli odada kazların usul gevezelikleri gibi yankılanan mırıltı
He sniffed /turned up his nose at the murmur echoing in the arched room like the gabbling of geese
kemerli odada kazların usul gevezelikleri gibi yankılanan mırıltıya burun kıvırdı
echoing in the arched room
kemerli odada yankılanan
Bone
kemik
with a bone handle
kemik saplı
a hunting knive with bone handle
kemik saplı bir avcı bıçağı
a knive with a bone handle
kemik saplı bir bıçak
My bones are too old for this wind.
Kemiklerim bu rüzgâr için fazla yaşlı.
rodent
kemirgen
to gnaw
kemirmek
canaanites
kena(a)niler
side (k)
kenar
aside
kenara
(that were) at the side
kenardaki
the things at the side
kenardaki şeyler
it ignored the things at the side
kenardaki şeyleri görmezden gelmişti
by (k)
kenarında
his own
kendi
the bottomless cleft we opened ourselves
Kendi açtığımız dipsiz yarık
Until we are drowning in the water of the bottomless cleft we opened ourselves
Kendi açtığımız dipsiz yarıktaki suda boğulana kadar
Her (own) computer is old and slow.
Kendi bilgisayarı eski ve yavaş.
My (own) computer ıs old and slow.
Kendi bilgisayarım eski ve yavaş.
You should be more alone with your own thoughts.
Kendi düşüncelerinizle daha fazla yalnız kalmalısınız.
to be in control of one's destiny
kendi kaderini tayin etmek
She thought she ought to be more careful of herself
Kendi kendine daha dikkatli olması gerektiğini düşündü
to startle oneself / sich selbst erschrecken
kendi kendine ürkütmek
his own reflection
kendi yansıması
their presence was obvious, even if they did not manifest themselves (show themselves openly) once
kendilerini bir kere bile açıkça göstermeseler de varlıkları barizdi
They make themselves get noticed. ( They attract attention to themselves)
Kendilerini fark ettirirler.
that he met with them in the club because he also was a manager
kendileriyle kulüpte menejerlik de yaptığı için tanıştığını,
I am harming myself
kendime zarar veriyorum
I tried to keep myself away from work
Kendimi işten uzak tutmaya çalıştım.
I wanted to pinch myself
kendimi çimdiklemek istedim
confident / self assured
Kendinden emin
to smirk
kendinden memnun bir şekilde sırıtmak
to be pleased with oneself
kendinden memnun olmak
become more self-confident
kendine daha fazla güvenli hale gelmek
to remind oneself
kendine hatırlatmak
to control /master onself
Kendine hâkim olmak
You'd better learn to control yourself.
Kendine hâkim olmayı öğrensin iyi edersin.
Take care
kendine iyi bak
to preen /get oneself into shape /make oneself presentable /get one's act together/to adapt /sich zurechtmachen
kendine çeki düzen vermek
Who exalts himself will be humiliated but who humiliates himself will be exalted. Matta 23: 12
Kendini yücelten alçaltılacak, kendini alçaltan yüceltilecektir.
smug / bigheaded / arrogant / haughty
kendini beğenmiş
you should listen to yourself
kendini dinlemelisin
to reveal oneself
kendini ele vermek
to be bullied
Kendini ezdirmek
To make oneself get noticed / to attract attention
kendini fark ettirmek
to improve oneself (morals/ skills)
kendini geliştirmek
if he doesn't feel well I will give him an aspirin. (lit. let me give) (open conditional /it is possible) a
Kendini iyi hissetmezse, aspirin vereyim.
Don't fool/deceive yourself.
Kendini kandırma
He has a pistol to protect himself.
Kendini korumak için bir tabancası var.
he gathered himself
kendini topladı
to wear oneself out
kendini yıpratmak
to feel fit
kendini zinde hissetmek
to consider (feel) oneself lucky
kendini şanslı hissetmek
to count oneself lucky
kendini şanslı saymak
Create yourself an oasis. Here you think (imp).
Kendinize bir vaha yaratın. Burada düşünün.”
Stay by yourself (alone)
Kendinizle kalın
She herself had grown up between stacks of books
Kendisi kitap istifleri arasında büyümüştü
though he was ashamed to admit it to himself
kendisine itiraf etmeye utansa da
being his usual students
kendisinin her zamanki öğrencileri olan
to jam / to be clamped in place / (for one´s hands) to be firmly clasped together /(for one´s jaws) to be locked.
kenetlenmek
centaurs
kentaurlar
the ruined walls of the city
kentin yıkık surları
town people / city people (k)
kentliler
Kleie
kepek
celery
kereviz
celery seeds
kereviz tohumu
kestrel /Turmfalke
kerkenez
bag / sac / pouch / purse
kese
bath glove
kese
. to rub oneself with a kese (bathglove) /to get rubbed with a kese.
keselenmek
Oppossum / Beutelratte
keseli sıçan
cut
kesik
to cackle
kesik kesik gülmek
to be cut
kesilmek
part /section /segment / cut (k)
kesim
precise / clearcut
kesin
in a sharp contrast to
kesin bir karşıtlık içinde
firm conviction
kesin kanaat
the final cost
kesin maliyet
if I could know for sure
kesin olarak bilebilseydim
final judgement /final conclusion/ last (absolute) decision
kesin yargı
to reach a final judgement /to reach a final conclusion
kesin yargıya varmak
certainly / definitely / absolutely
kesinlikle
Surely not
Kesinlikle hayır
I entirely agree
Kesinlikle katılıyorum
sharp / keen
keskin
sharp eyed / sharp sighted / pungent
keskin bakışlı
sharp reflexes
keskin refleksler
to cut
kesmek
chestnut
kestane
we are taking(going) a shortcut
kestirmeden gidiyoruz
ketchup
ketçap
to do as one pleases (negative)
keyfi bilmek
low spirits / out of form
keyfi yerinde değil
to be in good spirits
keyfi yerinde olmak
to be in a bad mood/ to feel out of sorts
keyfi yerinde olmamak
as you wish / up to you / do what you like / suit yourself (negative)
keyfin bilir
Help yourself / Make yourself comfortable /enjoy yourself (positive /invitation)
Keyfine bak
Help yourselves (positive /invitation)
keyfinize bakın
pleasure / delight / bliss / merriment (k)
keyif
to enjoy oneself / attend to one's pleasures (positive)
Keyifine bakmak
to cheer up / aufheitern
keyiflendirmek
delightful/ pleasant (k)
keyifli
it was pleasant (k)
keyifliydi
goats
keçiler
to be discovered
keşfedilmek
to be dragged into an undiscovered unknown world
keşfedilmemiş bilinmeyen dünyaya sürüklenmek
an undiscovered world
keşfedilmemiş dünya
discover / explore / detect
keşfetmek
discovery
keşif
I wished (+if verb form)
keşke
I wished I had come earlier...
Keşke daha önce gelseydim...
I wished I were there.
Keşke orada olsaydım.
so that / that /as/which
ki
which is an option
ki bir olasılık
which is a possibility that should not be ignored
ki göz ardı edilmemesi gereken bir olasılık
(who/which) each and every one of them
ki hepsi birer
(Which) each and every one of them was a masterpiece
ki hepsi birer başyapıttı
kind / friendly / gentle / polite
kibar
a kind reminder
kibar hatırlatma
a polite compliment
kibar iltifat
gentle words
kibar sözler
a proud peacock
kibirli bir tavuskuşu
match / Streichholz
kibrit
matchstick /Streichholzstäbchen
kibrit çöpü
Where are the matches ?
Kibritler nerede ?
to giggle
kıkırdamak
body hair
kıl
clay /mud
kil
by a hair's breadth
kıl payı
mud huts
kilden kulübeler
because of his sword
kılıcı yüzünden
dripping from her sword
kılıcından damlayan
He tossed his sword at a tree.
Kılıcını bir ağaca doğru savurdu.
the tip of his sword
kılıcının ucu
cover / sheath / housse
kılıf
disguise /costume
kılık
to disguise / to masquerade /sich verkleiden
kılık değiştirmek
rug / carpet
kilim
church
kilise
lock
kilit
lock picking
kilit kırma
the art of lockpicking
kilit kırma sanatı
thinking the art of lock picking might be able to facilitate their careers
kilit kırma sanatının, kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen
from ambitious children up to young people thinking that the art of lockpicking might facilitate their career
kilit kırma sanatının, kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen hırslı çocuk ve gençlere kadar
to be locked (in)
kilitlenmek
locker
kilitli dolap
Have you got lockers ?
Kilitli dolaplarınız var mı ?
sword
kılıç
to render (make/transform)
kılmak
kilo
kilo
to lose weight
kilo vermek
pounds (kilos) of
kilolarca
pounds (kilos) of the best kind of Turkish delight
kilolarca en iyi cins Türk lokumu
overweight
kilolu
overweight
kilolu
overweight
kilolu
kilometre
kilometre
per kilometre
Kilometre başına
How much per kilometre ?
Kilometre başına ne kadar ?
square kilometer
kilometre kare
who
kim
Who wants to join me ?
Kim bana katılmak ister?
who knows / who can know
kim bilebilir
Who doesn't ! / Wer würde würde das nicht tun!
Kim etmiyor ki?
Who he is /was
Kim olduğu
to explain who he is
Kim olduğunu açıklamak
to not explain who he is /was
Kim olduğunu açıklamamak
He warned them not explain (that would not explain) who he was
Kim olduğunu açıklamamaları için onları uyardı.
to identify who he is
kim olduğunu saptamak
whosoever / anyone
kim olsa
Who wants to play a game ?
Kim oyun oynamak ister?
Who wants to live forever?
Kim sonsuza dek yaşamak ister?
You-Know-Who
Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen
He was one of You Know Who's closest supporters
Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen'in en sıkı destekçilerinden biriymiş
Whom to fear /whom you should fear
Kimden korkmalı
some (k)
kimi
who cares (spoken)
kimi bağlar
Sometimes also they (it) were (was) ornamented (b) with reliefs.
Kimi zaman da kabartmalarla bezeliydi.
Sometimes also they were ornamented (b) with reliefs that he decorated with gilded paint
Kimi zaman da yaldızlı boya ile süslediği kabartmalarla bezeliydi.
move!
kımılda!
to stir /move (k)
kımıldamak
to some of them
kimilerine
according to some
kimilerine göre
according to some
kimilerine göre
motion / slight movement
kımıltı
motionless
kımıltısız
to stay motionless
kımıltısız durmak
whose
kimin
to identify whose it is
kimin olduğunu saptamak
with who(m)
kiminle
With whom are you (pl) going?
kiminle gideceksiniz?
to identify (someone) (s)
kimliğini saptamak
Nobody went there at night especially (not) alone.
Kimse geceleyin oraya gitmezdi, hele yalnız.
nobody came
kimse gelmedi
Nobody suspected him
Kimse ondan şüphelenmezdi.
Nobody seems to have enough money.
Kimsede yeterince para yok gibi.
a place where no one will disturb
kimsenin rahatsız etmeyeceği bir yer
Nobody would have to x
kimsenin x-mesi gerekmeyecekti
forlon /lonely /orphan / all alone (k)
kimsesiz
Ask the questions you cannot ask anyone
Kimseye soramadığın soruları sor
People who do not harm anyone
kimseye zararı dokunmayan insanlar
their desire to conquer people who do not harm anyone
kimseye zararı dokunmayan insanları fethetme arzuları
in order to justify their desire to conquer people who do not harm anyone
kimseye zararı dokunmayan insanları fethetme arzularını haklı çıkarmak için
she cautioned us not to talk to anyone
kimseyle konuşmamayı bize tembihledi
chemistry
kimya
chemical
kimyasal
Kümmel
kimyon
sheath / scabbard
kın
hatred (k)
kin
quinoa
kinoa
mode / mood
kip
restlessly /with steadily excited fidgeting movements /little by little but always moving
kıpır kıpır
He kept fidgeting /er zappelte unaufhörlich
kıpır kıpır duruyordu
He was excitedly moving / Er zappelte aufgeregt
kıpır kıpırdı
To stir / move / toss / wriggle
kıpırdanmak
to move /stir something
kıpırdatmak
twitch /wriggle/ motion /unsteadiness
kıpırtı
knallrot
kıpkırmızı
striking ginger (colour) / bloodred
kıpkızıl
prairie / field
kır
dirt (k)
kir
the grass of the field
kır otu
hare / Hase
kır tavşanı
field lilies
kır zambakları
How the field lilies grow
kır zambaklarının nasıl büyüdüğü
rent (fee to pay for renting e.g. a flat)
kira
How much is the rent?
Kira ne kadar?
to hire / rent
kiralamak
for rent /rental
kiralık
a house for rent
kiralık ev
to search for a house for rent
kiralık ev aramak
to share the rent
kirayı paylaşmak
cherry (k)
kiraz
barren
kıraç
the barren land a.. z)
kıraç arazı
frost
kırağı
Hoarfrost /Rauhreif
kırağı
to become frostbitten
kırağı çalmak
whip / scourge / horsewhip / Gerte
kırbaç
Limestone /Kalkstein
kireçtaşı
broken (for good /unrepairable)
kırık
a broken plate
kırık bir tabak
broken (seems to be broken /might be fixed)
kırılmış
Forty
kırk
I am forty
Kırk yaşındayım
in the forty years of / vierzigjährig
kırk yıllık
swallow
kırlangıç
to get dirty, to become dirty
kirlenmek
to be defiled
kirletilmek
to dirty, to make sth dirty
kirletmek
dirty (k)
kirli
laundry (dirty wash)
kirli çamaşırlar
she collects the dirty wash
kirli çamaşırlarını toparlayacak
countryside
kırlık
to enter the countryside
kırlığa girmek
to break (+acc)
kırmak
red
kırmızı
The red shoes are too tight.
Kırmızı ayakkabılar çok sıkı.
a red flash/lightening
kırmızı bir şimşek
beef
kırmızı et
Kidney beans / rote Bohnen
kırmızı fasulye
red currants / rote Johannisbeere
kırmızı frenküzümü
to run a red light / to jump a red light / bei rot durchfahren
kırmızı ışıkta geçmek
red lentils
kırmızı mercimek
cranberry /lingonberry/ Preiselbeere
kırmızı yabanmersini
a plant being cultivated for its red fruit (product) (ü)
kırmızı ürünü için yetiştirilen bir bitki
red wine
kırmızı şarap
reddish (s)
kırmızımsı
reddish (t)
kırmızımtrak
hedgehog
kirpi
eyelashes /Wimpern
kirpikler
without blinking
kırpmadan
to blink / clip / crop
kırpmak
rural
kırsal
the countryside
kırsal kesim
stationary / Schreibwaren
kırtasiye
Schreibwarenhandlung
kırtasiyeci
to snigger / to laugh in one's sleeve
kıs kıs gülmek
short
kısa
shortly after
kısa bir süre sonra
in short / in brief / in a word
kısacası
to shorten / to become shorter
kısalmak
retaliation
kısas
choked/husky / dimmed /heiser /belegt (k)
kısık
to stew / cook on a low fire / dämpfen
kısık ateşte pişirmek
dimmed light
kısık ışık
to chuckle
kısık sesle gülmek
with a husky voice (k) /in a low voice
kısık sesli
jealous
kıskanç
to act jealous
kıskanç davranmak
jealous husband
kıskanç koca
jealousy
kıskançlık
partly / partially / to a certain extend / teilweise / zum Teil
kismen
partly also because of the horrific nature of the events / und teilweise wegen der schrecklichen Natur der Ereignisse
kısmen de olayların dehşetengiz tabiatı nedeniyle
partly to keep the identity of victims secret / teilweise, um die Identität der Opfer geheim zu halten
kısmen kurbanların kimliğini gizli tutmak amacıyla
mare
kısrak
the mare's flank
kısrağın böğrü
by touching slightly the mare's flank
kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak
to pinch / jam in / shut in (k) / einquetschen
kıstırmak
scarce / limited
kıt
with / of little faith
kıt imanlı
to live from hand to mouth / to make both ends meet / to earn a bare living
kıt kanaat geçinmek
continent
kıta
when she opened the book
kitabı açtığında
When she opened the book, the pages rustled as if they promised a lot of things.
Kitabı açtığında sayfalar çok şeyler vaat edercesine hışırdadı.
I need to read the book and write its summary.
Kitabı okuyup özetini yazmam gerek.
according to the story the book would tell
kitabın anlatacağı öyküye göre
the cover of the book
kitabın kapağı
the cover of the book pressed against the girl's ear
kitabın kapağı kızın kulağına baskı yapıyordu.
The cover of the book pressed against the girl's ear as if it wanted to pull her again into its pages.
Kitabın kapağı, onu tekrar sayfalarının içine çekmek istercesine kızın kulağına baskı yapıyordu.
His book reveals immense contradictions about foods consumed in the United States and other English-speaking Western countries.
Kitabında ABD ve diğer İngilizce konuşulan Batı ülkelerinde tüketilen gıdalarla ilgili muazzam çelişkileri gözler önüne seriyor.
book
kitap
to bind books
kitap ciltlemek
stacks of books / Bücherstapel
kitap istifleri
the book cover
kitap kapağı
We can go to the library to read a book, but of course we can read at a café, too.
Kitap okumak için kütüphaneye gidebiliriz; ama tabii bir kafede de okuyabiliriz.
While reading a book she had fallen asleep.
Kitap okurken uyuyakalmıştı
out of print (not being present in a book publisher's)
kitap yayımcısında mevcut olmamak
Books cause all kinds of problems.
Kitaplar her tür soruna neden olurlar.
Books disappeared because their covers where cut and made into shoe soles
kitaplar yok olmuş; çünkü ciltleri kesilip ayakkabı tabanı yapılmış,
Books disappeared because with their pages steam baths were heated
kitaplar yok olmuş; çünkü sayfalarıyla buhar banyoları ısıtılmış,
Books can for example give you an idea.
Kitaplar örneğin sana fikir verebilir.
bookcase
kitaplık
bookshop
kitapçı
the bookshop has a sale on
kitapçıda indirim var
mass media
kitle iletişim
mass media and public opinion
kitle iletişim araçları ve kamuoyu
elated / glad / proud /joyful
kıvançlı
a happy/proud event
kıvançlı bir olay
Kiwi
Kivi
curly
Kıvırcık
curved
kıvrık
a curved, pointed knife out of rusty bronze
kıvrık, paslanmış bronzdan sivri uçlu bir bıçak
winding streams /meandering streams
kıvrıla kıvrıla akan dereler
to wiggle / to worm
kıvrıla kıvrıla gitmek
fold / bend / curve / twist (general word - k)
kıvrım
curled / twisted (k)
kıvrımlı
clothes (k)
kıyafet
doomsday / apocalypse / end of the world /(ressurection)
kıyamet
an apocalypse to break loose /all hell to break loose
kıyamet koparmak
an apocolapsypse broke out
kıyamet koptu
compared to / in comparison with a dative
kıyasla
incomparable
kıyaslanamaz
shore
kıyı
ground meat / Gehacktes
kıyma
girl
kız
queen (cards)
kız
as if the girl had asked an inappropriate question
Kız sanki uygunsuz bir soru sormuş gibi
girlfriend
kız arkadaş
My girlfriend hates art and music.
Kız arkadaşım sanat ve müzikten nefret eder .
He hopes his girlfriend will like the neckless.
Kız arkadaşının kolyeyi beğeneceğini umuyor.
She crouched down beside one of the trees. /Sie kauerte sich neben einen der Bäume.
Kız ağaçlardan birinin yanında çömeldi.
The girl hugged her father.
Kız babasına sarıldı.
It was long time since the girl had last seen the sea (from a story told in past tense)
Kız denizi görmeyeli çok olmuştu.
In the darkness she (k. ) knocked her knee several times against a chair or a coffee table.
Kız karanlıkta birkaç kez dizini bir sandalyeye ya da sehpaya çarptı.
sister
kız kardeş
Peewit /Kiebitz
kız kuşu
When the girl gracefully moved away...
Kız zarafetle ulaşırken
daughter
kız çocuk
The girl would spend hours in front of a lock.
Kız, bir kilidin önünde saatler harcardı.
The girl would spend hours in front of a lock prodding it with her wires and flirting with its mechanism
Kız, bir kilidin önünde, onu telleriyle dürtüp mekanizması ile flört ederek saatler harcardı.
The girl would spend hours in front of a lock, prodding at it with her wires, flirting with the mechanism, exploring the lock with a casual fascination that is unknown to criminals.
Kız, bir kilidin önünde, onu telleriyle dürtüp mekanizması ile flört ederek, suçlular tarafından bilinmeyen gelişigüzel bir hayranlıkla keşfetmeye saatler harcardı.
sledge
kızak
to turn red, to redden, to be fried, to toast (intransitive)
kızarmak
toastbread
kızarmış ekmek
to fry (in oil)
kızartmak
The sight /view of the sled was great
kızağın görüntüsü harikaydı
Libellen /damselflies
Kızböcekleri
Libellen /damselflies
Kızböcekleri
Libelle / damselfly /odonata
Kızböceği
to make ... angry
kızdırmak
angry / mad (k)
kızgın
like an angry bull
kızgın bir boğa gibi
He let out a bellow like an angry bull
kızgın bir boğa gibi bir böğürtü kopardı
I am angry because I'm hungry
kızgınım çünkü açım
anger / indignation / fury (k)
kızgınlık
to add fuel to the fire (increase a dispute)
kızgınlığını körüklemek
dark red /ginger
kızıl
robin (k)
kızılgerdan
turkish pine /Türkische Kiefer /Kalabrische Kiefer /Pinus brutia /found in the Aegean region, mainly in Southern Turkey
kızılçam
infrared
kızılötesi
My daughter goes to kindergarden
kızım anaokuluna gidiyor
my daughter wants to be a popstar
kızım bir pop yıldızı olmak istiyor
He didn't want the girl to worry about him.
Kızın kendisi için endişelenmesini istemiyordu.
Does your daughter want to study?
kızın okumak istiyor mu?
We will watch the girls run away/ scatter
Kızların kaçışmasını seyredeceğiz
to be angry
kızmak
ass /popo
kıç
to kick s.o.'s ass. / jem. in den Hintern treten
kıçını tekmelemek
winter
kış
over winter
kış boyunca
since the coming of winter (recent form)
kış geldiğinden beri
since the coming of winter (old form)
kış geleli beri
Winter had passed hard enough on the farms
Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti.
the person must be his own doctor
kişi kendisinin doktoru olmalıdır
The person must first identify the aspects (sides) that need to be developed,
kişi, öncelikle geliştirmesi gereken yanlarını tespit etmeli
an active man with a personality
Kişilikli, faal insan
impersonal
kişiliksiz
in winter
kışın
We can't go fishing in Winter.
Kışın balık tutmaya gidemeyiz.
Im Winter fischt man nicht. / One doesn't fish in Winter.
Kışın balık tutulmaz.
trees that lose their leaves in winter
kışın yapraklarını döken ağaçlar
personal
Kişisel
Personal development tests
Kişisel gelişim testleri
provocative /tantalizing
kışkırtıcı
a voice to a tantalizing degree familiar
kışkırtıcı bir derecede tanıdık bir ses
to provoke / agitate / incite / excite
kışkırtmak
to whinny / to neigh (horse) / hennir / wiehern
kişnemek
corinth / Korinthe
kişniş
Coriander /Koriander (fresh)
kişniş
clarinet
klarnet
clarinet player
klarnet çalıcısı
Keyboard /Tastatur (computer)
Klavye
Clementine
Klementin
air conditioning
klima
Turn on the air conditioner, please.
Klimayı aç lütfen.
Chlorine / Chlor - Cl 17
Klor
Cobalt - Co 27 (geçmiş metalleri /Hafif gri tonda metalik)
Kobalt
husband
koca
my husband said "I hope we don't get lost"
kocam 'umarım kaybolmayız' dedi
to grow old
kocamak
huge
kocaman
to smell / sniff /stink
koklamak
to smell (of)
kokmak
Smell /scent /odor
koku
to smell /catch a smell
koku almak
a dog that has rolled in something smelly,dirty
kokulu,pis bir şeylerin içinde yuvarlanmış bir köpek
to rot / to go bad (k) / childish expression
kokuşmak
rotten / foul / fetid / rancid (k) childish expression
kokuşmuş
arm
kol
The arm is broken, it remains inside the sleeve (prov. When something shameful happened, tge family will cover it up. > We have doubts about, but we will never fibd out...)
Kol kırılır, yen içinde kalır.
wristwatch
kol saati
easy
kolay
Take it easy. / Be at ease. / may it be easy for you!
Kolay gelsin
I knew it was not going to be easy
Kolay olmayacağını biliyordum.
to easily get broken
kolayca kırılmak
I hope it won't break easily
Kolayca kırılmamasını umuyorum
it can facilitate
kolaylaştırabilecek
to facilitate / to simplify / to ease
kolaylaştırmak
pry about, spy outkolaçan etmek, prowl, walk about
kolaçan etmek
to watch / to keep a good lookout for (k)
kollamak
My arms and legs were revolting.
Kollarım ve bacaklarım isyan etti.
I crossed my arms
kollarımı kavuşturdum
to cross one's arms
kollarını kavuşturmak
to cross one's arms
kollarını kavuşturmak
armchair / seat
koltuk
He sat like frozen to his chair.
Koltuğunda donakalmıştı
My arm hurts
kolum acıyor
necklace
kolye
comedy
komedi
comedian
komedyen
nightdesk / Nachttisch
komodin
into her nightdesk drawer
komodinin çekmecesine
She had hid a box of matches in the drawer of her night desk .
Komodinin çekmecesine bir kutu kibrit saklamıştı.
compote
komposto
order /comnand
komuta
to obey a comnand /to comply to a command
komuta uymak
general (mil)
komutan
communist
komünist
neighbour
komşu
I don't like my neighbour. He is a meddler.
Komşumdan hoşlanmıyorum. İşgüzar biri.
When our neighbour Emre was young he had a big family.
Komşumuz Emre'nin gençken büyük bir ailesi vardı.
if things like making phone calls from the neighbour's house were left aside, he spent this week pretty much on reading books.
Komşunun evinden telefon etmek gibi şeyler bir tarafa bakılırsa, bu haftayı hemen hemen kitap okuyarak geçirmişti.
villa
konak
to camp
konaklamak
cone
koni
to put on / settle / perch
konmak
to concentrate
konsantre olmak
concert
konser
consul
konsolos
consulate
konsolosluk
contract /agreement
kontrat
to renew the contract
kontratı yenilemek
become uncontrollable
kontrol edilemez hale gelmek
to check
kontrol etmek
control requirement / control condition
kontrol şartı
to be out of control
kontrolden çıkmak
to lose control
kontrolü kaybetmek
topic /subject
konu
to handle / to be about /to deal with a subject
konu işlemek
to be publicly disgraced
konu komşuya rezil olmak
guest / visitor
konuk
to welcome guests / to host
konuk ağırlamak
state / position/ status / location
konum
to position / to situate / to locate
konumlanmak
let's get back to the subject
konumuza geri dönelim
speaking of which (lit. While the subject is being opened)
konusu açılmışken
about (k)
konusunda
Let's come to the subject
konuya gelelim
to stick to the point
konuya odaklanmak
to be in need of someone to talk to
konuşacak birine ihtiyaç duymak
speech disorder
konuşma bozukluğu
What do you think the speech implied?
Konuşma sence neyi kastetti?
They went (proceeded) straight ahead without talking.
Konuşmadan dosdoğru ilerlediler.
his talking / his lecture / his speech (k)
konuşması
more opportunities to speak
konuşmasına daha çok fırsat
the beginning of his lecture
konuşmasının başı
since the beginning of his lecture
konuşmasının başından beri
He said the same things again and again since the beginning of his lecture.
Konuşmasının başından beri aynı şeyleri söyleyip durdu.
The region in which (this language) is spoken is on Chinese soil.
Konuşulduğu bölge Çin topraklarında
Since the region in which (this language) is spoken is on Chinese soil.
Konuşulduğu bölge Çin topraklarında olduğundan
to be talked
Konuşulmak
he/they would be discussing (+acc. object)
konuşuyor olacaktı
convention
konvansiyon
to snatch
koparmak
to copy
kopyalamak
I'm copying and pasting.
Kopyalayıp yapıştırıyorum.
Korea
Kore
floor / hallway
koridor
lightning flashing in the hallways
koridorlarda çakan şimşekler
coward
korkak
to fear / to be afraid of
korkmak
No need to fear (you don't need to fear)
Korkmana gerek yok.
No need to fear (you don't need to fear)
Korkmana gerek yok.
Don't fear ! Hold on (stay /stand in your place) and wait! See how the Lord will save you today! (Mısır'dan 14:13)
Korkmayın! Yerinizde durup bekleyin, RAB bugün sizi nasıl kurtaracak görün.
You are not afraid. (You don't fear.)
Korkmuyorsun.
fear
korku
to be petrified (by fear)
korkudan donakalmak
Despite the fear prickling in my stomach
Korkunun midemde karıncalanmasına rağmen
Funny how fear can affect you.
Korkunun seni nasıl etkilediği gülünç.
scary / terrifying / awful / terrible
korkunç
to scare / intimidate
korkutmak
scary
korkutucu
He had a scary face.
Korkutucu bir yüzü vardı.
They were afraid, but they also afraid to say no.
korkuyorlardı, ama hayır demeye de korkuyorlardı.
against that what he feared it had scarcely any effect(s)
kortuğu şeye karşı etkileri yok denecek kadar azdı
small forest / grove
koru
forester /woodsman /ranger / protector/Förster
korucu
The rangers maintain the hiking trails (p) in the forest.
Korucular, ormandaki patikaların bakımını yapacak.
unripe grape
koruk
coppice /Wäldchen
koruluk
Would you like to hike through the woods(coppice/Wäldchen) ?
Korulukta yürüyüşe çıkmak ister misin?
guard (k)
koruma
to maintain / save / keep / protect
korumak
Her guards changed/swobbed places.
Korumaları yer değiştirdi.
to be protected / preserved
korunmak
huge / giant adj (k)
koskoca
He had a giant jetblack moustache.
Koskoca kapkara bir bıyığı vardı.
huge / giant / enormous
koskocaman
his enormous beard
koskocaman sakalı
his huge beard which was spread over his knees functionned as a blanket
koskocaman sakalı dizlerine dökülmüş, bir battaniye işlevi görüyordu.
bucket
kova
tag (game of)
kovalamaca
the tag (game of purchase) kept us fit
kovalamaca bizi zinde tuttu
to play tag
kovalamaca oynamak
to pursue / chase / give chase / run after
kovalamak
pursuing (Pres Participle)
kovalayan
to fire (k)
kovmak
cavity, hole
kovuk
to put
koymak
dark
koyu
dark red
koyu kırmızı
ockergelb
koyu sarı
The ocker coloured (b) wall plaster seemed so dirty.
Koyu sarı boyalı duvar sıvası bu kadar kirli görünüyordu.
the dark yellow (ocker) coloured (b) plaster(pl)
koyu sarı boyalı sıvalar
to deepen / darken / thicken
koyulaşmak
to begin to / se mettre à (k)
koyulmak
sheep
koyun
a sheep or a chicken thief
koyun ya da tavuk hırsızı
dormitory
koğuş
He runs but doesn't grow weak
Koşar ama zayıf düşmez
to run
koşmak
to harness
koşmak
to bustle about / to cause to run
koşturmak
condition / Bedingung
koşul
to meet the conditions
koşulları sağlamak
to go for a run
koşuya çıkmak
I like to go for a run and then take a shower
koşuya çıkmayı ve sonra duş almayı severim
hustle and bustle / commotion
koşuşturma
fumble / bustle / fummeln
koşuşturmak
king
kral
the king and queen stated that they were going to be parents
kral ve kraliçe ebeveyn olacaklarını açıkladılar
high treason
krala hainlik
He sat down at the queen's feet
kraliçe'nin ayaklarının dibine oturdu
suitable to queens / that would befit queens (aorist makes it hypothetical)
kraliçelere yaraşır
with a contempt befitting queens
kraliçelere yaraşır bir küçümsemeyle
the solid rows of the Queen's soldiers
Kraliçenin Askerleri'nden katı sıralar
kingdom
krallık
tie
kravat
brother /bro /dude (shortened in texting)
krdş
credit
kredi
credit card
kredi kartı
cream
krem
whipped cream
krem şanti
whipped cream syphon
krem şanti sifonu
meringue / creamy pastry
kremalı pastacık
ice coffee (with creme on top)
kremalı soğuk kahve
ice cream with whipped cream
kremşantili dondurma
pancake
krep
cricket
kriket
crystal
kristal
attack
kriz
to inflame the crisis / to escalate the crisis
krizi tırmandırmak
Chromium / Chrom - Cr 24 (geçiş metalleri)
Krom
stop watch /timer
kronometre
croissant
kruvasan
hairdresser (k)
kuaför
dom /cupola / Kuppel
kubbe
lap
kucak
Embrace / Umarmung
kucak
to embrace / hug (k)
Kucaklamak
to hug / embrace (k)
kucaklaşmak
She kept a bag on her lap
Kucağında bir kese duruyordu.
force (kd)
kudret
a spell of power / a power(ful) talisman
kudret tılsımı
to rage / rave / go mad / boil over / get furious
kudurmak
Puppet
kukla
slave (auch im religiösen Sinne)
kul
ear
kulak
to attend / give ear / pay attention/ listen carefully / hark(en)
kulak vermek
ohrenbetäubend
kulakları sağır eden
And my ears hear better than those of a bat.
Kulaklarım da bir yarasanınkinden daha iyi duyar.
He pulled his earplugs off
kulaklıklarını çıkardı
Let him who has ears hear!
Kulağı olan işitsin !
What is whispered into your ear, proclaim it from the rooftop
Kulağınıza fısıldananı damlardan duyurun
What is whispered to your ear, proclaim it from the rooftops.
Kulağınıza fısıldananı, damlardan duyurun.
tower
kule
user
kullanıcı
to become available / usable
kullanılabilir hale gelmek
to become useless /disfunctional / unusable
kullanılamaz hale gelmek
I can't even afford to buy a used car.
Kullanılmış bir araba bile almaya gücüm yetmez.
Out of use / out of order / außer Betrieb
Kullanım dışı
useful
kullanışlı
to come in handy
kullanışlı olmak
impractical
kullanışlı olmayan
to use / to drive
kullanmak
in a manner ready to use
kullanmaya hazır bir şekilde
to worship / serve
kulluk etmek
handle /grip / Griff
kulp
please - If you do this for me, I'll do anything for you / lit. Let me be your slave and disciple !
Kulun kölen olayım !
incubation (nest)
kuluçka
incubation (nest) ist the natural and physiological desire they exhibit (show)
Kuluçka, gösterdikleri doğal ve fizyolojik arzu hali.
in order to make continue (.tir) the generation /progeny of poultry (winged animals) incubation is the natural and physiological desire they exhibit (show )
Kuluçka, kanatlı hayvanların nesillerini devam ettirebilmek için gösterdikleri doğal ve fizyolojik arzu hali.
to brood
kuluçkaya yatmak
club
kulüp
sand
kum
gambling
kumar
to gamble
kumar oynamak
fabric / cloth
kumaş
sandstone
kumtaşı
beaver
kunduz
Heart (cards)
kupa - kör
cookie
kurabiye
rule
kural
anomaly / irregularity / exception
kuraldışılık
to look for exceptions
kuraldışılıkları aramak
in accordance with the rules
kurallara uyularak
to stretch the rules
kuralları esnetmek
victim
kurban
frog
kurbağa
to tamper witb / to irritate
kurcalamak
ribbon (k)
kurdele
fiction
kurgu
to mount /to build 7 to fictionalize
kurgulamak
to be fictionalized /to be made up / to be composed / to be formulated
kurgulanmak
to set; to establish; to found
kurmak
cunning
kurnaz
wolf
kurt
The wolf was howling
Kurt uluyordu.
saviour
kurtarıcı
to rescue / recover
kurtarmak
Wolves attacked the sheep pens (rep)
Kurtlar koyun ağıllarına saldırmış
The places gnawed by the worms had looked like tiny bullet holes.
Kurtların kemirdiği yerler minik mermi delikleri gibi görünmüştü.
seen by / to judge from the number of wolves
kurtların sayısına bakılırsa
salvation
kurtuluş
dry
kuru
dried peas / getrocknete Erbsen
kuru bezelye
black eye beans
kuru börülce
weiße Bohnen / white beans (lit. dry beans)
kuru fasulye
fruitcake (with dried fruit)
kuru meyveli kek
board (committee)
kurul
board member
kurul üyesi
to dry oneself / to wipe oneself / to be dried
kurulanmak
established / set
kurulmuş
congress (activity)
kurultay
organizations
kuruluşlar
soot / Ruß
kurum
institution
kurum
with soot
kurumla
he was covered (Pqpf) with soot
kurumla örtülmüştü
dried / getrocknet
kurutulmuş
dried plum /Backpflaume
kurutulmuş erik
dried fruit / Dörrobst
kurutulmuş meyveler
nuts (k)
kuruyemiş
bullet /missile
kurşun
lead /Blei
kurşun
bullet hole
kurşun deliği
bullet-proof vest
kurşun geçirmez yelek
Bleistift/pencil
kurşun kalem
Kuskus
kuskus
Don't vomit (on a dat.)
kusma sakın
to vomit
kusmak
fault / flaw / defect / failure
kusur
Don't look at the flaw - a very sincere way to say Sorry
Kusura bakma
perfect / faultless / impeccable
kusursuz
flawlessly / in a perfect way
kusursuz bir şekilde
celebrate / congratulate
kutlamak
blessed
kutlu
Bible exegesis
Kutsal kitap yorumu
the holy law
Kutsal yasa
to bless
kutsamak
to be blessed
kutsanmak
can (e.g. coke)
kutu
box
kutu
What's inside the box?
Kutuda ne var?
Pole / polar /terminal
kutup
polar bear
kutup ayısı
polar bear fur / Eisb¨arfell
kutup ayısı kürkü
pole star
kutup yıldızı
quarts (stone)
kuvars
power (..v)
kuvvet
strong / powerful (k)
kuvvetli
there was a risk of strong wind
kuvvetli rüzgâr riski vardı
vigorously /energisch
kuvvetlice
tail / cue / Schwanz /Schweif
kuyruk
comet
kuyruklu yıldız
I hate queuing (waiting in a queue)
Kuyrukta beklemekten nefret ediyorum.
I hate to enter a queue.
Kuyruğa girmekten nefret ediyorum.
hidden / sheltered /secluded/ snug (k)/ işsiz, sessiz, göze çarpmayan
kuytu
it was in a sheltered /secluded (k) place (nothing happens there ever)
kuytu bir yerdeydi
jeweler /jewelry store
kuyumcu
He goes to the jeweler
kuyumcuya gider
cousin
kuzen
north
kuzey
North Amerika
Kuzey Amerika
Northpole
kuzey kutbu
on the north side
kuzey tarafında
the nothern hemosphere
kuzey yarım küre
up north
kuzeyde
raven
kuzgun
with raven-black hair / mit rabenschwarzen Haar
kuzguni saçlı
lamb
kuzu
swan
kuğu
bird
Kuş
The bird is sitting on a branch.
Kuş dalda oturuyor.
a bird cage
kuş kafesi
bird watchers
kuş meraklıları
Feather/ plume / down / fluff
Kuş tüyü
eiderdown / quilt
Kuş tüyü yorgan
belt (not leather) pouch / money-belt (k)
kuşak
generation (homonym of belt)
kuşak
to be inherited from generation to generation
kuşaktan kuşağa aktarılmak
rosehip /églantier /Hagebutte
kuşburnu
suspicicion / distrust / fear
kuşku
to distrust / suspect / fear / worry/ smell a rat/ be suspicious/ disbelieve
kuşkulanmak
without any doubt
kuşkulanmaksızın
doubtless
kuşkusuz
doubtless it is so
kuşkusuz öyledir
The bird gas a worm in its beak.
Kuşun gagasında solucan var.
nightmare
kâbuş
i pushed the bowl towards him.
Kâseyi ona doğru ittim.
filter paper/ Filterpapier
kâğıt filtresi
meatball-bread
köfte-ekmek
root
kök
because they couldn't take roots
Kök salamadıkları için
because they couldn't take roots they dried off
Kök salamadıkları için kuruyup gittiler.
to take roots
kök salmak
slave
köle
a slave is not higher than his master
köle efendisinden üstün değildir
It is enough if the slave is/for the slave to be like his master
Kölenin efendisi gibi olması yeterlidir
dog
köpek
shark
Köpekbalığı
to set the dogs on s. o. /die Hunde auf jemanden hetzen
köpekleri (birinin) peşine salmak
My dog is barking.
Köpeğim havlıyor.
My dog will not bite you
Köpeğim seni ısırmaz.
bridge
köprü
the bridge is very close
köprü çok yakın
on the brigdes the traffic is blocked (clogged/stuck)
köprülerde trafik tıkanıyor
much water has passed under the bridge since / Many things have changed since then
köprünün altından çok sular geçti
foam
köpük
foamingly
köpük köpük
bubbly
köpük köpük kabarmış
mousse (dessert)
köpük tatlısı
sparkling / foamy / fizzy
köpüklü
sparkling / foamy / fizzy
köpüklü
to explode /effervesce /bubble over
köpürmek
blind
kör
blindly believing
kör inançlı
In the country of the blind, the one-eyed man is king (Erasmus)
Körler ülkesinde tek gözlü adam kraldır
The eyes of the blind are being opened
Körlerin gözleri açılıyor
to fan / blow up / waken / instigate / embitter / "put oil into the fire"
körüklemek
bad
kötü
When she was taking shelter next to her father after a bad dream
kötü bir düşten sonra babasının yanına sığındığında
If I'm having a bad day, I'll tell all my Facebook friends!
Kötü bir gün geçiriyorsam, tüm Facebook arkadaşlarıma söylerim!
It was a bad day, it passed...
Kötü bir gündü, geçti...
the feeling that something bad is goingto happen / ill boding
kötü bir şey olacağı hissiyle
bad spells / evil spells
kötü büyüler
She loved the stories in which were evil spells and good fairies
Kötü büyüler ve iyi perilerin olduğu hikâyeleri seviyordu.
a bad/dark joke (some people may laugh others may call it bad taste)
kötü espri
Bad news travels(reaches) quickly(t)
Kötü haber tez ulaşır
under bad weather conditions
Kötü hava şartlarında
ill-disposed / mean spirited /malicious 7 malevolent
kötü niyetli
unfortunate
kötü tâlihli
You're setting a bad example
Kötü örnek oluyorsunuz
more than bad / by far the worst
kötüden de öte
evil / vice /wickedness / harm / malice
kötülük
Abstain from evil
Kötülükten sakının
pessimistic
kötümser
pessimism
kötümserlik
crippled / paralyzed / lame
kötürüm
the lame walk (are walking)
kötürümler yürüyor
village
köy
in villages, markets and suchlike places
köy, pazar ve benzeri yerlerde
by wandering around in villages, markets suchlike places
köy, pazar ve benzeri yerlerde dolaşarak
Travelling tradesman selling small haberdashery items by traveling in villages, markets and similar places
Köy, pazar ve benzeri yerlerde dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan gezici esnaf
just outside the village
köyün hemen dışında
corner / angle
köşe
around the corner
köşe başında
the azalee that was in a flowerpot standing on the small table in the corner
köşedeki sehpanın üzerinde duran saksıdaki açelya
diagonal
köşegen
angular
köşeli
angular traits
köşeli hatlar
my corner
köşem
I withdrew to my corner
köşeme çekildim
to be in a tight corner / to have one's back against the wall /to be trapped / cornered/ in Schach gesetzt
köşeye sıkışmak
mold /mildew /mouldiness
küf
He spun around cursing.
küfrederek döndü.
to curse a dative / swear
küfretmek
sulfur / Schwefel -S 16
kükürt
ashes
kül(ler)
cone / conical hat
külah
underpants
külot
culture
kültür
cross-cultural communication
kültürlerarası iletişim
ashly (greyish) (s)
külümsü
ashly (greyish) (t)
külümtrak
cluster (k) /flock /pile/ cloud
küme
cumulus cloud
küme bulut
poultry / Geflügel (specific)
kümes hayvanları
cube
küp
earring
küpe
sphare /Kugel (geometr.)
küre
offended / resentful / mimosa
küskün
to be offended ) to be angry
küsmek
arrogant / cheeky / frech
küstah
to hammer /bang
küt küt vurmak
mass /bulk /block (k)
kütle
occuring as (big) blocks (k)
kütleler hâlinde bulunan
log /stump /block
kütük
library
kütüphane
The library is near the pub.
kütüphane barın yanında
You were very young (small) /du warst sehr klein
küçücüktün
small
Küçük
small circles (d)
küçük daireler
Jackdow /Dohle
küçük karga
Don't take painkillers for a small indisposition.
Küçük rahatsızlık için ağrı kesici ilaçlar içme.
He did not like to think that he loved his little niece merely (s) because he had returned home.
Küçük yeğenini sade eve döndüğü için sevdiğini düşünmek hoşuna gitmiyordu.
to become smaller (k)
küçülmek
rather small / dwarfish (k)
küçümen
disdain / contempt
küçümseme
to belittle /to underestimate / to despise / to look down on (k)
küçümsemek
laboratory
laboratuvar
ultramarine / darkblue
lacivert
lapislazuli
lacivert taşı
word /talk (l)
laf
for the sake of conversation
laf olsun diye
don't mumble the words in your mouth / don't beat about the bush / don't go around the houses
lafı ağzında geveleme
Even before finishing his talk he steered towards the inn.
Lafını bitirmeden hana yönelmişti bile.
the cheese boat is not walking with words /actions speak louder than words
lafla peynir gemisi yürümez
the cheese boat is not walking with words /actions speak louder than words
lafla peynir gemisi yürümez
cabbage
lahana
knickname
lakap
tulip
lale
tulips
laleler
lamp
lamba
bloody / damn / adj
lanet olası
You open your laptop
Laptopu açarsın
rubber boots / Wellingtons / Gummistiefel
lastik çizme
they must not forget their rubber boots
lastik çizmelerini unutmamalılar
to be too familiar / unceremonius
laubali olmak
familiarity
laubalilik
the sink is filled with water, it does not go...
lavabo su ile doldu, gitmiyor...
The sink blocked, how can I open it ?
Lavabo tıkandı nasıl açabilirim
I took off the pipe of the sink / I took the pipe of the sink into pieces
lavabonun borusunu söktüm
How does the water clogging /blocking the sink get out (go) ?
lavaboya dolan su nasıl gider
worthy (l)
layık
laser sighting system / Laservisiersystem
lazerli nişan alma sistemi
chamberpot / bedpan / Nachttopf
lazımlık
in favor of
lehine
to abdicate in favour of
lehine feragat etmek
stain / spot
leke
to stain
lekelemek
Leslie would definitely go crazy if she saw that telefon laying on a silver tray.
Leslie telefonun gümüş bir tepsi içinde durduğunu görseydi kesinlikle çıldırırdı.
perch /Barsch
levrek
Perch, turbot (Steinbutt), red mullet (Rotbarbe), lobster, shrimps and mussels
Levrek, kalkan, barbunya, istakoz, karidesler ve midyeler
stork
leylek
flavour /savour
lezzet
delicious /tasty
lezzetli
carcass
leş
putrid / evil smelling /malodourous (l)
leş gibi kokan
stinker (l)
leş gibi kokan kimse
leader
lider
Ballaststoffe / fiber
lif
league
lig
they might win the league, but it's unlikely
lig şampiyonu olabilirler, ama çok olası değil
to become the league champion; to win the league
lig şampiyonu olmak
(sea)port /haven/ harbour
liman
lemon
limon
lemon juice
limon suyu
lemonade
limonata
lemon drops (candy) Zitronenbonbons
limonlu şeker
turkish currency
lira
college /lycée (before university)
lise
list
liste
Lithium - Li 3
Lityum
Litschi
liçi
box / loge (opera)
loca
porthole /bull's eye / Bullauge
lomboz
London is rainy on April four.
Londra 4 Nisan'da yağmurlu.
When she talked about lords and kings a romantic glance/glow appeared in those always ice cold looking eyes of hers
Lordlar ve krallardan söz ederken, o her zaman buz gibi soğuk bakan gözlerinde romantik bir parıltı beliriyordu.
gloomy/dim/obscure /dark (l)
loş
In the dim light, the silhouettes playing across the curtain looked confusing and strange.
Loş ışıkta perde üzerinde oynaşan silüetler kafa karıştırıcı ve tuhaf görünüyordu.
Luke ignored me and took a sip of his coffee.
Luke beni görmezden gelip kahvesinden bir yudum aldı.
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year.
Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği iPod'umu aldım
I took my I pod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised
Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year.
Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year.
Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year.
Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year.
Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği, bir yıllık birikimimle aldığım iPod'umu aldım.
word (l)
lâkırdı
garnet / Granat
lâl taşı
luxury
lüks
Please text me !
Lütfen bana mesaj at !
Please leave me in peace !
lütfen beni rahat bırak
Would you please write it down somewhere !
Lütfen bir yere yazar mısınız.
Please complete your exercise.
Lütfen eğitimini tamamla.
please let me know
lütfen haberdar edin
please sit down
lütfen oturun
Please answer the question honestly.
Lütfen soruyu dürüstçe cevaplayın.
Please accept my apology.
Lütfen özrümü kabul edin.
Please don't be offended
Lütfen şimdi bana darılma
Please don't show us those pictures again
lütfen şu fotoğrafları bize tekrar gösterme
Please don't disturb him while he is studying.
Lütfen, ders çalıştığı zaman onu rahatsız etme.
Please close the door when you get out.
Lütfen,çıkarken kapıyı kapatın.
'or anything'/ 'or whatsoever' Mutated duplication in spoken language - a word is repeated with its initial replaced by:
m
'and all...' 'etc. etc.' Mutated duplication in spoken language in positive statements - a word is repeated with its initial replaced by:
m
unfortunately
maalesef
Unfortunately there was no free seat
maalesef boş koltuk yoktu
unfortunately the police couldn't find the murder weapon
maalesef polis cinayet silâhını bulamadı
unfortunately not / unfortunately there are none
maalesef yok
temple /sanctuary /chapel /shrine (m)
mabet
adventure
macera
medal
madalya
financial damage (h)
maddi hasar
seen that / considering that/since/ étant donné que, vu que
Madem
Considering that you so much dislike me to be in the shop
Madem beni bu dükkânda bu kadar istemiyordunuz
Since we are together (for once) I want to say a few things.
Madem bir aradayız bir şeyler söylemek istiyorum.
Since we are together (for once) ...
Madem bir aradayız...
Since you are so curious...
Madem bu kadar merak ediyorsun ...
flat water
maden suyu
devices dedicated to mining
madencilik adanmış cihazlar
Magnesium - Mg 12
Magnezyum
skillfully (m)
maharetle
embarrassed / verschämt / red-faced
mahcubiyetle
court
mahkeme
the verdict / court order
mahkeme kararı
The American priest Brunson was released after a last-minute decision by the court.
Mahkemenin son dakika kararı ile ABD'li rahip Brunson serbest bırakıldı.
I hope we won't have to go to court.
Mahkemeye gitmek zorunda kalmayacağımızı umuyorum.
prisoner (m)
mahkum
privacy
mahremiyet
to love one's privacy
mahremiyetini sevmek
limited / stuck
mahsur
to isolate
mahsur bırakmak
isolated
mahsur kalan
to be stuck /limited /isolated /stranded /besieged /shut up
mahsur kalmak
to destroy / ruin /to mess up
mahvetmek
I messed up
mahvettim!
I am done (for) / I am fucked
mahvoldum
cellar
mahzen
article
makale
pasta
makarna
reasonnable
makul
to cost
mal olmak
to be charged with property damage
mala zarar vermekle suçlanmak
to increase the cost
maliyet artırmak
to lower the costs
maliyet azaltmak
to bring down the cost / to keep down the cost / to reduce the cost
maliyet düşürmek
to bring down the cost / to keep down the cost / to reduce the cost
maliyet düşürmek
costs
maliyetler
ingredients
malzemeler
to take away the meaning/sense
manayı ortadan getirmek
cloth pin / Wäscheklammer
mandal
mandarin
mandalina
spiritual / moral
manevi
Foster child / adoptive child
manevi evlat
moral obligation
manevi yükümlülük
Barbecue (device)
mangal
to make a barbecue
mangal yapmak
on the grill
mangalda
I like fish cooking on the grill.
Mangalda pişen balığı seviyorum.
Manganese /Mangan Mn 25 (geçiş metalleri /metalik)
mangan
Mango
Mango
because they fired him on the grounds of removing the unrest out of the Manisa church
Manisa kilisesinden huzursuzluk çıkardığı gerekçesiyle kovdukları için
The witness who pointed out that he had made these statements feeding himself with hatred becaused they had sacked him on grounds of removing the unrest from the Manisa
Manisa kilisesinden huzursuzluk çıkardığı gerekçesiyle kovdukları için kendisinin düşmanlık besleyerek bu ifadeleri verdiğini belirten tanık
The witnesses at Manisa were connected to the court via teleconferencing
Manisa'daki tanıklar telekonferans yöntemi ile mahkemeye bağlandı
mushroom
mantar
cork
mantar
cork stopper (bottle) / Flaschenkorken
mantar tıpa
to gather mushrooms
mantar toplamak
logical
mantıklı
in logical order
mantıksal sırada
illogical
mantıksız
coat (m) not much used word (for woman)
manto
with my coat (m - not often used word for fem. coat)
mantomla
view / sight / landscape
manzara
Marabou stork
marabu
Carpenter
marangoz
(He is ) more than a carpenter
marangozdan da öte
marathon
maraton
I was buying his present (h) when he walked (g) into the shop (m)
markete girdiğinde hediyesini alıyordum
We'll go to the market and the pub
markete ve bara gideceğiz
march
Mart
seagull
martı
The seagulls follow the steamboat and eat the bagels.
Martılar vapuru takip ediyorlar ve simitleri yiyorlar.
lettuce
marul
to be exposed to a dative
maruz kalmak
table
masa
He seized/ grapped the desk lamp
masa lambasını kavradı
He seized/ grapped the desk lamp
masa lambasını kavradı
He seized/ grapped the desk lamp
masa lambasını kavradı
tablecloth (m)
masa örtüsü
fairytale /Märchen
masal
without fairytale
masalsız
my table / my desk
masam
She want to climb onto the table and perforate him with a fork.
Masanın üstüne çıkıp onu çatalla delik deşik etmek istedi.
mask
maske
cost/ expense
masraf
worth the expense
masrafına değer
Costs are up, revenue is down. What can you do?
Masraflar yükseldi, gelirler düştü. Ne yapabilirsin?
expensive (m)
masraflı
infinitive (gram. )
mastar
infinitive verb ending /infinitive suffix
mastar eki
innocent
masum
mat (foto)
mat
a flask / water bottle (camping)
matara
printing shop
matbaa
maths
matematik
I never received good grades in mathematics.
Matematikten hiçbir zaman iyi not alamadım.
Drill / Bohrmaschine
matkap
funny
matrak
blue
mavi
Blue tit
mavi baştankara
a blue speckled butterfly
Mavi benekli kelebek
blueish (s)
mavimsi
blueish (t)
mavimtrak
yeast
maya
parsley
maydanoz
slightly sour/ tart / süßsauer /piquant /pungent
mayhoş
mine
mayın
mined
mayın döşenmiş
May
Mayıs
making drowsy /sleepy (m) /schläfrig machen
mayıştırıcı
to make s. o. drowsy
mayıştırmak
monkey
maymun
swimsuit
mayo
mayonnaise
mayonez
(fire) cracker
maytap
oppressed
mazlum
Let the oppressed hear (i) and rejoice
Mazlumlar işitip sevinsin !
match (sport)
maç
pique (cards)
maça - pik
man of the match
maçın adamı
he was man of the match
maçın adamıydı
cave (m)
mağara
store
mağaza
he mentionned that the store was closed at noon
mağazanın öğlen kapandığını belirtti
to leave the shop
mağazayı terk etmek
proud / haughty
mağrur
to be haughty
mağrur olmak
haughtiness /disdainfulness
mağrurluk
forced / bound /obliged (m)
mecbur
to be obliged (m)
mecbur olmak
parliament
meclis
The party that had the majority in the Parliament, formed the government.
Mecliste çoğunluğu olan parti, hükümet kurdu.
watercourse /channel / conduct / media
mecra
civilization / culture
medeniyet
media
medya
Meggie used to think that this first sound that came out of every book was different according to the story the book would tell.
Meggie her kitabın çıkardığı bu ilk sesin, kitabın anlatacağı öyküye göre değiştiğini düşünürdü.
Meggie threw bread crumps to them that had remained in her pocket from a picnic she had gone on a long (already) forgotten day
Meggie onlara montunun cebindeki, artık çoktan unuttuğu bir gün gittiği bir piknikten kalan ekmek kırıntılarını atmıştı
Meggie threw bread crumps to them that had remained in her pocket from a picnic she had gone on a long (already) forgotten day,when suddenly the door opened.
Meggie onlara montunun cebindeki, artık çoktan unuttuğu bir gün gittiği bir piknikten kalan ekmek kırıntılarını atmıştı ki kapı bir anda ardına kadar açıldı.
As they walked there, Meggie involontarily gripped Mo's hand.
Meggie oraya doğru yürürken istemsizce Mo'nun elini tuttu.
Meggie kept turning in her bed from one side to the other, somehow she couldn't sleep.
Meggie yatağında bir o yana bir bu yana dönüp duruyor, bir türlü uyuyamıyordu.
bigger than the school Meggie went to last year
Meggie'nin geçen yıl gittiği okuldan daha büyük
He caught Meggie's eye
Meggie'yle göz göze geldiler
Meggie was pondering at least one hour over what this answer could mean.
Meggie, en az bir saat bu yanıtın ne anlama geldiği konusunda kafa yordu.
Meggie adored to read books by candlelight.
Meggie, mum ışığında kitap okumaya bayılıyordu.
mechanism
Mekanizma
flirting with the mechanism
mekanizması ile flört ederek
letter
mektup
place /space /sight /locality
mekân
angel
melek
angel's statue
melek heykeli
Big-bodied animal from the group of carnivore mammals
Memelerin et obur takımından iri gövdeli hayvan
mammal
memeli
cetacean (a marine mammal of the order Cetacea ; a whale, dolphin, or porpoise)
memeli deniz hayvanı
Mammalian species
memeli türü
country /fatherland /home town (m)
memleket
satisfied / content / delighted /pleased
memnun
to dissatisfy
memnun edememek
pleasurably/satisfactorily / pleasingly
memnun edici bir şekilde
to delight /satisfy / make happy / charm
memnun etmek
I would love to
memnun kalırım
I will appreciate it
memnun olurum
satisfaction / pleasure
memnuniyet
to be pleased / to feel pleased
memnuniyet duymak
pleasing /gratifying / satisfactory
memnuniyet verici
to give pleasure / satisfaction / to gratify
memnuniyet vermek
unrewarding
memnuniyet vermeyen
gladly / with pleasure
memnuniyetle
officer (fonctionnaire)
memur
manager (m)
menajer
manager (being a manager)
menajerlik
handkerchief
mendil
a Violet / Veilchen
menekşe
violet /purple
menekşe rengi
clamp (me...)
mengene
hinge / Scharnier
menteşe
to get out of the hinges /aus den Angeln geraten
menteşelerinden çıkmak
menu
menü
Can we have the menu please ?
menüyü alabilir miyiz lütfen?
Don't worry,it doesn't matter !
merak etme, önemli değil
curious
meraklı
You are curious.
Meraklısın.
to die to know something / vor Neugierde platzen
meraktan çatlamak
red coral / Edelkoralle (for gems)
mercan
red coral jewelry
mercan takı
marjory
mercanköşk
lense
mercek
meringue
mereng
Hello cutie!
Merhaba şekerim!
the center /Mittelpunkt
merkez
marble
mermer
bullet (m)
mermi
bullet holes
mermi delikleri
extend /degree /rank
mertebe
(work) shift
mesai
His shift starts at seven thirty am.
Mesaisi sabah yedi buçukta başlar.
You stay overtime
Mesaiye kalırsın
to stay overtime
mesaiye kalmak
message
Mesaj
to text
mesaj atmak
they're for example pretty good at maths
mesela matematikte oldukça iyiler
matter/ issue/ problem
mesele
What's the matter ?
mesele ne?
the thing is / the trouble was
mesele şu ki ...
e.g. / such as / for example (m)
meselâ
Like what for example?
Meselâ ne gibi ?
Like what for example?
Meselâ ne gibi ?
profession
meslek
trade secret / Berufsgeheimniss
Meslek sırrı
colleague /coworker
meslektaş
The metal expands if you heat it.
Metali ısıtırsan genişler.
a metallic coppery smell
metalik bakırımsı bir koku
Penny /sou / brass farthing
metelik
Text
metin
The text is easier to understand.
Metnin anlaşılması daha kolaydır.
metre
metre
available / existing
mevcut
existing infrastructure
mevcut altyapı
current network
mevcut ağ
the present state / the current situation /present condition
mevcut durum
best available techniques
mevcut en iyi teknikler
to become available
mevcut hale gelmek
under present circumstances
mevcut koşullarda
to exist / to become available / to subsist
mevcut olmak
present study
mevcut çalışma
master / god
mevla
seasonal
mevsimlik
(Lit. Field Battle of the Commander-in-Chief") was a battle in the Greco-Turkish War (1919–1922) term used for a war of 3+ nations
Meydan muharebesi
challengingly /in defiance of
meydan okuyarak
inclined / predisposed
meyilli
fruit
meyve
Fruchtmark
meyve eti
fruit basket /Obstkorb
meyve serpeti
juice
meyve suyu
a thin, long, soft, feetless, small animal living as a parasite in things as fruit, vegetables, meat, cheese, wood and bowels.
meyve, sebze, et, peynir, tahta, bağırsak gibi şeyler içinde asalak olarak yaşayan, ince, uzun, yumuşak, ayaksız küçük hayvan
fruitcake (cake with fruit on top) / Obstkuchen
meyveli kek
orchard
meyvelik
Get out of my orchard or I´ll set the dogs on you!
Meyveliğimden çık, yoksa köpekleri peşine salarım!
to dig a grave
mezar kazmak
appetizers / amuses-gueule
meze
graduated
mezun
to graduate from
mezun olmak
He has the intention to graduate.
mezun olmak niyetinde
to meet the requirements for graduation
mezun olması için gereken şartları karşılamak için
it seems /to my surprise
meğer
torch
meşale
In the light of the torches she saw men, their fists raised to the sky and in the darkness undulating green flags.
Meşalelerin ışığında adamların gökyüne usanmış yumruklarını, karanlıkta dalgalanan yeşil bayraklarını gördü.
oak
meşe
acorn
meşe palamudu
I guess you're busy
meşgulsün herhalde
famous
meşhur
to legitimize
meşruluk kazandırmak
Or (rather not)/ otherwise
Mi yoksa mı
stomach /Magen
mide
sickening
mide bulandırıcı
heartburn /Sodbrennen (lit. stomach burning)
mide yanması
my stomach twisted (not a very common expression)
midem bukuldu
I feel sick
midem bulanıyor
While my stomach lurched, I held my breath.
Midem bulayınca nefesimi tuttum.
I feel like eating (My stomach is getting scratched through)
Midem kazınıyor
my stomach twisted(k) so much that a lump sat in my throat
midem o kadar kasılmıştı ki boğazıma bir yumru oturdu
to have the stomach getting scratched / 'damaged' by hunger = to be hungry / to feel like eating
Midesi kazınmak
pony
midilli
mussel (seashell/ the animal inside)
midye
mica /Glimmer (of the group of silicate minerals easily slicable)
mika
microwave
mikrodalga
microwave
mikrodalga
quantity
miktar
mile
mil
millimetre
milim
to threaten the national security
milli güvenliği tehdit etmek
national lottery
milli piyango
national lottery ticket
milli piyango bileti
national lottery ticket
milli piyango bileti
nationality (m)
milliyet
billions of turkish pounds
milyarlarca lira
million
milyon
architectual rendering
mimari sunuş tekniği
tinsy winsy (m)
minicik
tiny (m)
minik
tiny (m) naked feet
minik çıplak ayaklar
grateful
minnettâr
to be grateful
minnettâr olmak
shirt (old word -m)
mintan
to appoint s. o. as a heir /to designate a heir
mirasçı tayin etmek
to murmur / mutter
mırıldanmak
purr (sound of a cat) Schnurren /ronronnement
mırlama
guest
misafir
guest room
misafir odası
Egypt
Mısır
Corn / Mais
mısır
Lime /Limone
Misket limonu
lazy /sluggish /sleepy
miskin
His lazy brown eyes, like those of a cow, looked with a mild surprise
Miskin kahverengi gözleri bir ineğinkiler gibi hafif şaşkınlıkla bakıyordu.
mission
misyonerlik
missionary activity
misyonerlik faaliyeti
to engage in missionary activities
misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak
to be in the mission
misyonerlik yapmak
myth
mit
was it ?
miydi ?
temperament /nature
mizaç
to whine /heulen /quengeln
mızmızlanmak
spear
mızrak
He held his spear.
Mızrağını tuttu.
using his spear as being a walking stick
mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak
helmet
miğfer
when Mo and Meggie arrived at (came to) the door
Mo'yla Meggie kapının önüne gelince
when Mo and Meggie arrived at (came to) the door he stood a few steps behind (g) them and...
Mo'yla Meggie kapının önüne gelince o onların birkaç adım gerisinde durup
Mo had forbidden her to lighten candles at night.
Mo, geceleri mum yakmasını yasaklamıştı.
mobile device
mobil cihaz
to read books on mobile devices
mobil cihazlarda kitap okumak
furniture
mobilya
fashion
moda
fashion designer
modacı
model
model
Moiraine kneeled down next to each one in turn.
Moiraine sırayla her birinin yanında diz çöktü.
break
mola
In the break snacks were served.
Molada ara öğün sunuldu.
Blouson
mont
His jacket ( blouson)
Montu
Does the coat keep you warm ? No, it doesn't.
Montu seni sıcak tutuyor mu? Hayır, sıcak tutmuyor.
bread crumbs remaining in the pocket of her coat from a picnic
montunun cebindeki bir piknikten kalan ekmek kırıntıları
purple
mor
upsetting / depressing
moral bozucu
to become/turn purple
morarmak
walrus/Walross
mors
very purple
mosmor
Motorbike
Motosiklet
the intricate patterns on the mosaic floor
mozaik zeminindeki girift desenler
mp3 player (pronunciation)
mp3 çalar (m p üç çalar)
become exempt (from)
muaf hale gelmek
treatment (m)
muamele
to examine
muayene etmek
enormous /huge (m)
muazzam
an enormous weight
muazzam ağırlık
enormous contradictions
muazzam çelişkiler
he exposes enormous contradictions
muazzam çelişkileri gözler önüne seriyor
miracle
mucıze
I can't do miracles.
Mucizeler yaratamam ya.
muffin
muffin
Budgerigar (Wellensittich)
Muhabbet Kuşu
conservative
muhafazakâr
guard (m) /bodyguard /escort / guardian
muhafız
Let's loot the guardians depots and find some money. / Lass uns die Depots der Wächter plündern und uns decken mit Geld eindecken.
Muhafızların depolarını yağmayalıp para bulalım.
A milk pudding that has legendary origins dating as far back as Sassanid Persia. The basic ingredients are rice, sugar, rice flour and milk.
Muhallebi
neighbourhood /surroundings
muhit
probably / likely/ most likely
muhtemelen
It probably won't hurt you at all.
Muhtemelen seni hiç yaralamayacak.
magnificent /spectacular / splendid /brilliant / glorious / great
muhteşem
at a fabulous price
muhteşem bir fiyata
a great example stands in front of us
muhteşem bir örnek önümüzde duruyor
magnificently/ resplendently / spellbindingly
muhteşem bir şekilde
epic fail
muhteşem fiyasko
magnificent beauty
muhteşem güzellik
that would be fantastic
muhteşem olurdu
fantastic pictures
muhteşem resimler
the magnificent century
muhteşem yüzyıl
a splendid victory
muhteşem zafer
He was gorgeous (magnificent) More than gorgeous, he was beautiful.
Muhteșemdi. Muhteşemden de öte, çok güzeldi.
candle
mum
candlelight
mum ışığı
by candlelight
mum ışığında
Mungbohnen
mung fasulyesi
Moses
Musa
infested / haunted
musallat
to haunt / to impost oneself / to pester
musallat olmak
Jews (m)
Museviler
tap / Wasserhahn / robinet
musluk
the gasket (rubber sealing ring) of the tap / Dichtungsring des Wasserhahns
musluğun contası
monsoon
muson
kitchen
mutfak
It's between the kitchen and the living room.
mutfak ve oturma odası arasında
In the kitchen,inthe living room -as if they wanted to run us crazy (ç) - a big swarm of flies flew non stop back and forth.
Mutfakta, oturma odasında sanki bizi çıldırtmak istercesine büyük bir sürü sinek durmadan ileri geri uçuyordu.
to tidy up the kitchen
mutfağa çeki düzen vermek
surely / absolutely /without fail (m)
mutlaka
happy
mutlu
Merry Christmas
Mutlu Noeller
Happy New Year
Mutlu Yıllar
happiness
mutluluk
jubilant / "flying to the airs from joy"
mutluluktan havalara uçan
unhappy
mutsuz
When she is unhappy she is irritable.
Mutsuz olduğu zaman asabidir.
unhappiness
mutsuzluk
banana
muz
stricken by /suffering from
muzdarip
trickster / prankster / mischievous / teasing /impish
muzip
qn impish look
muzip bir bakış
an impish smile
muzip bir gülüş
troll
muzip cüce
a hobgoblin
muzip peri
fight /strife / struggle (m) / campaign
mücadele
gem / jewel / precious stone
mücevher
a cup covered with jewels
mücevherlerle kaplı bir fincan
Intervention
müdahale
directorate /management /directorship /headship
Müdürlük
for life (m)
müebbet
life imprisonment (m)
müebbet hapis
engineer
mühendis
delay /respite /Aufschub /Frist / (a fixed period of time for carrying out an action)
mühlet
to grant a delay
mühlet vermek
good news
müjde
The gospel is preached to the poor.
Müjde yoksullara duyuruluyor..
excellent
mükemmel
possible
mümkün
it is impossible / unlikely
mümkün değil
to allow / to render possible
mümkün kılmak
within the possible extend especial to / for ( a dativ)
mümkün mertebe ... özgü
as late as possible
mümkün mertebe geç
as early as possible
mümkün olduğu kadar erken
as near as possible
mümkün olduğu kadar yakın
at your convenience
mümkün olduğu kadar yakın bir zamanda
at your convenience
mümkün olduğu kadar yakın bir zamanda
as soon as possible
mümkün olduğu kadar çabuk
as much as possible
mümkün olduğu kadar çok - mümkün olduğu kadar fazla
as many times as possible
mümkün olduğu kadar çok kez
competition
müsabaka
available (not occupied)
müsait
there are no toilets available
müsait tuvalet yok
consideration / idea / observation /opinion
mütalaa
consistently
mütemadiyen
thankful (...kk..)
Müteşekkir
stunning/ terrific / devasting /fabulous / entsetzlich / fürchterlich
müthiş
this was a great success!
müthiş bir başarıydı!
I have an awful bad conscious. / Ich habe ein entsetzlich schlechtes Gewissen.
Müthiş bir vicdan azabı içindeyim.
debate
müzakere
auction
müzayede
museum
müze
the fossiles at the museum
müzedeki fosiller
music
müzik
a stereo player / Stereoanlage
müzik seti
musician
müzisyen
acccompagnied by the music
müziğin eşliğinde
kind / soft /tender (m)
müşfik
kind, thoughtful and sensitive
müşfik, düşünceli ve hassas
The customer is always right.
müşteri her zaman haklıdır
Do all of the clients behave kind towards him?
Müşterilerin hepsi ona karşı dost canlısı mı davranır?
He has a lot of meetings with clients.
Müşterileriyle birçok toplantı yapar.
What are you(sg) doing ? Slang
Nabıyon ?
What are we doing ? Slang
Nabıyoruz
ironmonger / Eisenwarenhändler
nabur
rare (adj)
nadir
you have a rare disease
nadir bir hastalığınız var
rare books
nadir bulunan kitaplar
the value of rare books
nadir bulunan kitapların değeri
seldom /rarely
nadiren
chorus
nakarat
cash
nakit para
embroidered
nakışlı
transport /freight
nakliye
a transport (freight) helicopter
nakliye helikopteri
prayer (islamic)
namaz
He was fired because he prayed.
namaz kılıyor diye işten atıldı
to do prayer
namaz kılmak
prayer rug
namaz seccadesi
prayer time
namaz vakti
Gun barrel /Lauf (Gewehr / Pistole) / Rohr (Kanone)
namlu
Nandu
nandu
peppermint
nane
what shall we do (slang)?
Napalım
What are you doing bro (slang)
Napıyon krdş
what do you want to do (slang)?
napmak istersin
Granatapfel /pomegranate
nar
robin (n)
nar bülbülü
Citrusfruit /Zitrusfrüchte
narenciye
waterpipe
nargile
to have one's share (n.a.)
nasibini almak
How
Nasıl
seen how you jumped
nasıl atladığına bakılırsa
How mistaken he was
Nasıl da yanılıyordu
How do you say? /Wie sagt man
Nasıl diyorsunuz
How would I survive?
Nasıl hayatta kalacaktım?
anyway / anyhow / somehow or other
nasıl olsa
anyhow /somehow or other you will get over it
nasıl olsa sen atlatırsın
however /peu importe comment
nasıl olursa olsun
Define it however you like
nasıl tanımlarsanız tanımlayın
How to ask for help / How help is asked for ?
Nasıl yardım istenir?
to grant
nasip etmek
advice (n)
nazihat
to advice /sermon /counsel (n)
nazihat etmek
sweet natured / civilized / obliging /kind/ gentle (n)
Nazik
courteously (n)
nazik bir şekilde
(to be) on thin ice/ in a precarious condition
nazik durumda (olmak)
a gentle attitude /a gentle behaviour
nazik tavrı
tactfully (n) (lit. in a polite and understanding manner)
nazik ve anlayışlı bir şekilde
to kindly request
nazikçe talep etmek
what ?
ne
what would you like? (have / take)
ne alırsınız?
What do you want to buy ?
Ne almak istiyorsun?
what's the point?!?
Ne anlamı var ki?
What's the point? / What's the meaning?
ne anlamı var?
what an idiot!
ne aptal!
for shame
ne ayıp
How do I know ?/No freaking idea
Ne bileyim (ben) ?
How cold you look !
Ne de çok üşümüş görünüyorsun !
What did you say?
Ne dedin?
What did you say? I'm sorry, I was lost in thought.
Ne dedin? Özür dilerim, düşünceye dalmışım.
whatever you say
ne dersin de
Whatever you say / I don't care what you say, I liked it
Ne dersin de. Beğendim
What do you think?
ne düşünüyorsun
They neither sow nor reap
Ne eker ne de biçerler
you reap what you sow
ne ekersen onu biçersin
What's the difference ?!?
Ne farkı var ki?
no more no less
ne fazla ne (de) eksik
What beautiful girls especially Ayşe.
Ne güzel kızlar, hele Ayşe.
How cool!
Ne harika!
How cute
ne hoş
what would you like? (want)
ne istersiniz?
neither good nor wicked
ne iyi ne de aşağılık
What will we drink?
Ne içeceğiz ?
What is your job?
Ne iş yapıyorsun?
how much
ne kadar
how helpless
ne kadar aciz
What an ordinary day this has been!
Ne kadar da sıradan bir gün oldu!
The sooner the better. /Je früher desto besser.
Ne kadar erken olursa o kadar iyi.
to be worried about how safe it will be
ne kadar güvenli olacağından endişeli olmak
how nice
ne kadar hoş
How much would you like ?
Ne kadar istersiniz ?
Just let me tell (you)/( I should tell you) how happy /pleased I am
ne kadar mutlu - memnun olduğumu söylemeliyim
How much money do you have ?
Ne kadar paran var ?
How much money do you have(s) ?
Ne kadar paraya sahipsin?
As many as there are protons so many elektrons are there
Ne kadar protonu varsa, o kadar elektronu vardır.
how long (time)
ne kadar süre
How long can you keep them ? / Wielange halten sie sich ?
Ne kadar süre dayanır ?
For how long ?
Ne kadar süreliğine?
I can't thank you enough
ne kadar teşekkür etsem az
How much damage is there?
Ne kadar zarar var?
how hard can it be?
ne kadar zor olabilir?
How funny.The zebra is like a donkey in pyjamas.
Ne komik. Zebra pijamalı eşek gibi.
blessed is / lucky is / happy is + Dat
ne mutlu
lucky me
ne mutlu bana
lucky you
ne mutlu sana
Happy is the country which has no history !
Ne mutlu tarihi olmayan bir ülkeye !
How happy is he who can say I am a Turk
ne mutlu türküm diyene
What happened?
Ne oldu?
So what ?
Ne olmuş?
What a chilly day!
Ne serin bir gün!
How often
Ne sıklıkta
how often do you come here
Ne sıklıkta buraya gelirsiniz ?
what he said
ne söylediği
He could not hear what he said.
ne söylediğini duyamadı
thinking about what he should say
ne söylemesi gerektiğini düşünerek
whatever I say
ne söylersem söyleyeyim
What a coincidence !
Ne tesadüf !
What a coincidence ! Me, too!
Ne tesadüf ! Ben de !
What would you hope for ? / What did you hope for ?
Ne umardın ?
what's wrong with that
ne var bunda?
However (n)
Ne var ki
However wisdom is confirmed by the works it produces.
Ne var ki bilgelik ortaya koyduğu işlerle doğrulanır.
whatever I x (e)
ne x-ersem x-eyim
It's certain what he will do.
Ne yapacağı belli
We did not decide yet what we will do.
Ne yapacağımıza henüz karar vermedik.
whatever I do it's not good enough for him
ne yaparsam yapayım onun için yeterince iyi değildir.
whatever I do it's not good enough
ne yaparsam yapayım yeterince iyi değildir.
I don't know what I should do / I don't know what to do.
Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.
What was he supposed to do?
Ne yapması gerekiyordu
What does he love to do?
Ne yapmayı çok sever?
as long as you know what you're doing
ne yaptığını bildiğin sürece
unfortunately
ne yazık ki
what would you like to eat?
ne yemek istersiniz?
What did you cook?
Ne yemek yaptın?
What does he like to eat ?
Ne yemeyi sever?
What will we eat ?
Ne yiyeceğiz ?
What will we eat and what will we drink?
Ne yiyip ne içeceğiz ?
He neither grows tired nor weak
Ne yorulur ne de zayıflar
you shouldn't have! (What a trouble you made to yourself)
ne zahmet ettin!
When
ne zaman
When are you going to leave ?
ne zaman ayrılacaksın?
Whenever a washing rope dropped its wash in the dirt
Ne zaman bir çamaşır ipi çamaşırları çamura düşürse
What time shall we meet ?
Ne zaman buluşacağız ?
When is he going to come?
Ne zaman gelecek?
When do you lock up / close ?
Ne zaman kapatacaksınız ?
When will that be?
Ne zaman olacak?
When can we see him?
Ne zaman onu görebiliriz?
So what if you don't love me
ne çıkar beni sevmesen de
What does it matter ?!?
Ne önemi var ki?
whatever the methodes/ egal durch welche Methoden
ne şekilde olursa olsun
however whatever the means /wie und wodurch auch immer
ne şekilde ya da nasıl olursa olsun
In what way ? (form)
ne şekilde?
Neither nor
Ne... ne de
reason / cause
neden
why
neden
Why did you go to Europe?
Neden Avrupa'ya gittin?
why did you fall in love?
neden aşık oldun?
Why didn't you tell (s) us ?
Neden bize söylemediniz ?
why do you hang out with me all this time
neden bunca zamandır benimle takılıyorsun
Why do you say that?
Neden böyle söylüyorsun?
Why did he have to stop?
Neden durması gerekti?
why are you worrying
neden kaygılanıyorsunuz
Why do I say that ?!?
Neden mi böyle söylüyorum ?
Why are you so sad ?
Neden o kadar üzgünsün?
to cause
neden olmak
Why not ?
neden olmasın?
Why do I have to tell (a) you (pl) ?
Neden size anlatmak zorundayım?
The reason(n) was not only (s) Prince Ash, though (g) he had sparked my desire not to be noticed.
Nedeni sadece Prens Ash değildi, gerçi fark edilmeme isteğimi tetiklemişti.
maid of honour (servant of a king)
nedime
breath
nefes
Breath in ! Breath out ! / Inhale, exhale!
Nefes alın, nefes verin!
breathlessly /pantingly /out of breath
nefes nefese
Holding my breath I struggled to get my face out (of the water).
Nefesimi tutarak yüzeye çıkmak için debelendim.
yummy
nefis
hatred
nefret
to hate (n.d.)
nefret duymak
to hate (+ abl) n.e. (most common term)
Nefret etmek
river (n)
nehir
we followed the river(n) so (s) we didn't get lost
nehiri takip ettik bu sayede kaybolmadık
what is happening ? what is going on?
neler dönüyor ?
She had difficulty to understand what was happening
Neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu.
What did you do after our last meeting?
Neler yaptın en son görüşmemizden sonra?
wet / damp (n)
nemli
I wiped the little table with a wet cloth /Ich wischte den Wohnzimmertisch nit einem feuchten Tuch ab
Nemli bir bezle sehpanın üzerine sildim.
a damp wind
nemli bir rüzgâr
Neon- Ne 10
neon
by almost a third
nerdeyse üçte bir oranında
Where / what part of
nere
Where / where is he / where is it
nerede
Where shall we meet ?
Nerede buluşacağız ?
How do you know ?
Nereden biliyorsun ?
Where are you?
Neredesin?
to almost cover his feet
neredeyse ayaklarını örtmek
What places do you want to see ?
Nereleri görmek istiyorsun?
Where are you from?
Nerelisin ?
what part of me
nerem
what part of you
Neren
Where does it hurt?
neresi acıyor?
We did not decide yet where we will go.
Nereye gideceğimize, henüz karar vermedik.
Where shall we go ?
Nereye gidelim?
Where are you going?
nereye gidiyorsun?
daffodil / Narcissus
nergis
generation / posterity / Nachwuchs / progeny / descendance / lineage
nesil
object (gram.)
nesne
net/ clearly / sharp
net
a clear and open way
net ve açık bir şekilde
to be expressed in a clear and open manner
net ve açık bir şekilde ifade edilmek
bed sheet / Bettbezug
nevresim
Newton's law of gravity
Newton'un yerçekimi kanunu
what for (spoken)
neyden
What was his name?
Neydi adı ?
to /at what (dat. of what)
neye
do you remember what he looked like?
neye benzediğini hatırlıyor musun?
What are you getting ready for this much? / What are you preparing (e. g. dressing) for this much?
Neye hazırlanıyorsun ki bu kadar?
What are you getting ready for? / For what are you preparing (e. g. dressing)?
Neye hazırlanıyorsun?
What are you getting ready for? / For what are you preparing (e. g. dressing)?
Neye hazırlanıyorsun?
What are you interested in ?
Neye ilgin var?
What is his crime ? / What is he accused of ?
Neyle suçlanıyor ?
kindness / politeness / courtesy (n)
nezaket
kindness / refinement /mannerly / politeness
nezaket
kindly / polıtely / amiably / mildly
nezaketle
rude / impolite /mannerless/ discourteous
nezaketsiz
decent
nezih
cold / Schnupfen
nezle
I got flu.
Nezle oldum.
full of joy
Neşe dolu
overjoyed (in a state full of joy)
neşe dolu bir hâlde
cheerful / sprighty/ high-spirited /mirthful /merry (n)
neşeli
cheerful thoughts
neşeli düşünceler
Your are full of happy thoughts
neşeli düşüncelerle doluysun
to look/appear cheerful
neşeli görünmek
cheerfully /merrily
neşeyle
scalpel
neşter
many a... / a great many / rather a lot / how many
nice
Many a man has breathed his last in this desert!
Nice adamlar bu çölde son nefeslerini vermişlerdir.
Many happy returns !
Nice senelere !
I haven't seen him for rather a long time
Nice zamandır onu görmedim.
Nickel - Ni 28 (Parlak, hafif altın rengi ile karışık metalik ve gümüş)
Nikel
wedding (n)
nikâh
to have the authorization to perform a marriage ceremonial
nikâh kıyma yetkisine sahip olmak
perform a marriage ceremony
nikâh kıymak
blessing (n)
nimet
grandmother (n)
nine
lullaby (n)
ninni
April
Nisan
comparatively /relatively
nispeten
qualitative
nitel
to characterize / to describe / to qualify / to specify (n)
nitelendirmek
to be decribed / characterized
nitelenmek
composition/ property / Beschaffenheit / Eigenheit
nitelik
qualified / elligible / meritable / sufficient / having the quality of
nitelikli
qualified plunder /qualified robbery
nitelikli yağma
qualified looting and establishing a criminal organization
nitelikli yağma ve suç örgütü kurma
intention
niyet
statement of purpose (intention and goals)
niyet ve hedefler açıklaması
His intention was good, but he too just talked like any person starting to give a sermon.
Niyeti iyiydi, ama nasihat etmeye başlayan her insan gibi, o da sadece konuşuyordu.
his intention was good, but...
niyeti iyiydi, ama...
to intend
niyeti olmak
he has the intention
niyetinde
I am fasting (n)
niyetliyim
you shouldn't have! (Why did you trouble yourself)
niçin zahmet ettiniz
nıche /bay / Nische
niş
to aim at (in order to hit) (n)
nişan almak
to get engaged
nişanlanmak
engaged
nişanlı
starch
nişasta
Go to Russia at Christmas.
Noel'de Rusya'ya git.
chickpeas / Kichererbse
nohut
point (in numbers)
nokta
please (slang)
nolur
Normally I would wear whatever cleanish was on thefloor, but today was special.
Normalde, yerde temize yakın ne varsa alır giyerdim, ama bugün özeldi.
Norway
Norveç
note /memo
not
musical note
nota
to be awestruck (n)
nutku tutulmak
he used it in a speech (n)
nutkunda kullanmıştı
speech /discourse
nutuk
guard/watchman /sentinel (n)
nöbetçi
on duty /on guard
nöbetçi
in neutral state
nötr hâlde
population
nüfus
nuclear waste
nükleer atık
He /she / it / that
o
While he ate the Queen continued to ask questions.
O yerken, Kraliçe soru sormaya devam etti.
She was the kind of...
O ... türüydü
She weighs sixty kilos
o altmış kilo
that isn't my mum’s favourite car
o annemin en sevdiği araba değil
He thinks of buying a motorbike instead of the car.
O araba yerine motorsiklet almayı düşünüyor.
He bought that car twenty years ago.
o arabayı yirmi yıl önce aldı
He seemed to never grow up.
O asla büyümüyor gibiydi.
She had a serious grudge against me.
O bana karşı ciddi bir garezi vardı.
Sometimes he gives bagels to the sea gulls.
O bazen martılara simit veriyor.
That is a different pair of shoes/ that's another story
o başka
Is it for me ?
O benim için mi ?
He is one metre seventy-five centimetres
o bir metre yetmiş beş santim
That isn't my grandma's necklace
o büyükannemin kolyesi değil
She also was covered up to her throat with white fur.
O da boynuna kadar beyaz kürklerle kaplıydı.
He also never understood that peopledid bad things for money, because he didn't care for money. (didn't give importance too)
O da insanların para için kötü şeyler yapmasını hiç anlamıyordu çünkü kendisi paraya hiç önem vermez.
Laughing he did the same.
o da kahkaha atarak aynısını yaptı
also why that speaker comes up until the end of the news with an emotionless expression but smiles at the last words is a fact that cannot be understood.
o da spikerin neden donuk bir ifadeyle haberin sonuna kadar gelip de son kelimelerde gülümsediğinin anlaşılamamasıdır.
She talks even to the milkman about her visions.
O da vizyonlarından sütçüye bile söz ediyor.
He called me just now
O demin beni aradım
He is not like his brother. He is very different from him.
O erkek kardeşine benzemez. O ondan çok farklı.
Can you recite that old poem?
O eski şiiri ezbere okuyabilir misin?
That house is ours.
O ev bizim(ki)
He hates housework.
O ev işlerinden nefret ediyor.
It rained that night, a fine gently drizzling rain.
O gece yağmur yağıyordu, ince, usul usul çiseleyen bir yağmur.
And you need to find something to kill the time until he comes.
O gelene kadar da zamanı öldürecek bir şey bulman gerek.
he wished that he had worn
o giymiş olmayı isterdi
everybody exposed to that eyeless look
o gözsüz bakışa maruz kalan herkes
a visible shiver traveled over everyone who was exposed to that eyeless look.
o gözsüz bakışa maruz kalan herkeste gözle görülür bir ürperti gezindi.
this afternoon he would go to the place he every month grudgingly avoided to visit.
O gün öğleden sonra da her ay istemeye istemeye uğramaktan çekindiği yere gidecekti.
until that day
o güne kadar
She is wonderful
o harika
He falls (d) asleep immediately
O hemen uykuya dalar
he always criticizes me
o hep beni eleştiriyor
He enjoyed all of them.
O hepsinden zevk alırdı.
he's always in the way, isn't he?
o her zaman ayak altında, öyle değil mi?
It did not look / seem (...k) very inviting
O hiç davetkâr gözükmüyordu.
It's nice
o hoş
In that case / therefore (h)
O hâlde
He was very pleased with that compliment.
O iltifattan çok hoşnuttu.
he doesn't believe (aorist)
o inanmaz
He is a kind, very calm and romantic man.
O iyi kalpli, çok sakin ve romantik bir adam.
It isn't that simple
o kadar da basit değil
Don't pretend any longer to be so honest.
O kadar dürüstmüş gibi davranmayın artık.
I got so scared, I dropped my ice cream
o kadar korktum ki, dondurmamı düşürdüm
I am so tired, I could sleep standing.
O kadar yorgunum, ki ayakta uyuyabilirim.
it snowed so much we couldn't go outside
o kadar çok kar yağdı ki dışarıya çıkamadık
He rang the door bell.
O kapı zili çaldı.
What do you mean (when you said), that was not your brother?
O kardeşin değil derken ne kastettin?
because he is in love with that girl
o kız aşık olduğundan
That isn't my daughter.
O kızım değil
I am rather good at it
O konuda oldukça iyiyim.
I would be very bad at it.
O konuda çok kötü olurdum.
He was as far as possible from being normal.
O normal olmaktan alabildiğine uzaktı.
He is too young to go to school. (g.k.)
O okula gidemeyecek kadar küçük.
He is too young to go to school.
O okula gitmek için çok küçük.
He treated him like a bomb that might explode any moment.
O ona her an patlayacak bir bombaymış gibi davranıyordu.
He feeds them
O onları doyurur.
he stood a few steps behind (g) them and
o onların birkaç adım gerisinde durup
He stood a few steps behind (g) them and began (k) to anxiously inspect the closed window shutters.
o onların birkaç adım gerisinde durup evhamlı bir şekilde kapalı panjurları incelemeye koyuldu.
from behind one of those windows
o pencerelerin bir tanesinin arkasından
He was talking about that stupid(s) dinner party.(d)
O salak akşam yemeği davetinden söz ediyordu.
He drives as if he were drunk.
O sarhoşcasına arabasını kullanır.
She's blond.
o sarışın
It is for you.
O senin için.
He is not bored.
O sıkılmıyor.
at that moment / at that point
o sırada
meanwhile / at that time / around that time / thereabouts
o sıralarda
Those streets were kept open.
O sokaklar açık tutuluyordu.
Those streets were kept open by the red-cloaked (coat - c) pikemen.
O sokaklar kırmızı ceketli mızraklı askerlerle açık tutuluyordu.
Ignore that last part.(or chapter)
O son bölümü göz ardı et.
She was precisely the kind of student
O tam olarak öğrenci türüydü
He was completely harmless
O tamamen zararsızdı
He is the luckiest person I know
o tanıdığım en şanslı insandır
You draw a cross on the floor with that chalk and run home
O tebeşirle yere bir çarpı çizip eve koşarsın
He feels exhausted and frustrated.
O tükenmiş ve sinirli hissediyor.
in that freaky place
o ucube yerde
Does he only eat carrots and stuff ?
O yalnız havuç mavuç filan mı yiyecek?
While he ate
O yerken
he's the player of the year
o yılın oyuncusu
he's the player of the year
o yılın oyuncusu
Therefore don't look at the law all of you = so sorry for all of you
o yüzden kusura bakmayın hepiniz
So it was said," As many as there are protons and neutrons, that is the weight of the atomic nucleus."
O yüzden, 'kaç proton ve nötron varsa, atom çekirdeği o ağırlıktadır,' deniyordu.
then / in that case
o zaman
In that case we are colleagues from now on
O zaman biz de artık iş arkadaşıyız
Then he is stuck where he was. / Dann sitzt er fest.
O zaman olduğu yere çakılıp kalır.
Then I hope to be able to go the following day to the beach.
O zaman plaja ertesi gün gidebilmeyi umarım.
then let me convince you
o zaman seni ikna etmeme izin ver
Ever since
o zamandan beri
Back then / in those days they were only a theory.
O zamanlar bunlar sadece teori.
Back then proton,neutron and electrons were believed to be the smallest materials.
O zamanlar, en küçük maddelerin proton, nötron ve elektron olduğuna inanılıyordu.
he isn't very clever, is he?
o çok zeki değil, öyle değil mi?
That way our production will increase.
O şekilde üretimimiz artacak.
He ate the show breads which only the priests could eat.
O, ancak kâhinlerin yiyebileceği adak ekmeklerini yedi.
She is my friend I can't hurt her.
O, arkadaşım, onu incitemem.
When he was beginning to snore in the back.
O, arkasında horlamaya başladığında
He can't bind books like your father.
O, baban gibi kitap ciltleyemez.
He requested that one of the gentlemen or the lady should come (t. e.) by all means.
O, beyefendilerden birinin veya hanımefedinin behemsal teşrif etmelerini rica ediyordu.
Does he buy the computer paying cash ? No he doesn't use cash. He buys with credit card.
O, bilgisayarı nakit mi alır? Hayır, nakit kullanmaz. Kredi kartıyla alır.
He uses his computer a lot.
O, bilgisayarını çok kullanır.
He had woken up from (with) an owl's howl
O, bir baykuş feryadıyla uyanmıştı
He was a great borrower of books but did not care much to return them.
O, bol bol kitap ödünç alan ama geri vermeye pek yanaşmayan biriydi.
She was keen to live this experience.
O, bu deneyimi yaşamaya hevesliydi
He was a regular (constant) client here.
O, buranın devamlı müşteri.
He was in the world, the world came to being through him (with his mediation) but the world did not know him.
O, dünyadaydı, dünya Onun aracılığıyla var oldu, ama dünya Onu tanımadı
As soon as she had thrown bread crumbs the door was abruptly (in einem Ruck) opened
o, ekmek kırıntılarını atmıştı ki kapı bir anda ardına kadar açıldı.
She was very pleased about my gift.
O, hediyemden çok hoşnuttu.
She has been my girlfriend for two months.
O, iki aydır kız arkadaşım.
He was very pleased with my compliment.
O, iltifatımdan çok hoşnuttu.
He enjoyed all the criminal types who were his usual pupils at the stronghold.
O, kalede kendisinin her zamanki öğrencileri olan tüm suçlu tiplerinden zevk alırdı.
He enjoyed all the criminal types who were his usual pupils at the stronghold, from the common burglar to the more sophisticated blackmailers, ambitious children and young people who thought the art and science of lockpicking could facilitate their career
O, kalede kendisinin her zamanki öğrencileri olan tüm suçlu tiplerinden - sıradan hırsızdan, daha sofistike şantajcılara ve kilit kırma sanatının, kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen hırslı çocuk ve gençlere kadar - hepsinden zevk alırdı.
He went to a place as far as possible from his home.
O, kendi evinden alabildiğine uzak bir yere gitti.
He pointed out that the person was an employe working at the city hall
O, kişinin belediyede çalışan bir işçi olduğunu belirtti.
He will come to you (whether he likes it or not)
O, sana tıpış tıpış gelecek.
He is wandering around the palace.
O, sarayda dolanıyor.
He said that the success of the new product was in her hands.
O, yeni ürünün başarısının onun elinde olduğunu söyledi.
He is watering the flowers.
O, çiçeklere su veriyor. - O, çiçekleri suluyor .
Obsidian (black shining stone) (o)
obsidyen
gourmand / glutton / voracious
obur
Obelix (the greedy /gourmand)
Oburix
Oven / stove / furnace (january)
ocak
to be thrown into the furnace
ocağa atılmak
room
oda
the room used to be rarely (s) ventilated/aerated
oda seyrek havalandırılırdı
There is a fine (massive/solid) crystal chandelier hanging in the room.
Odada som kristalden bir avize asılı.
to focus
odaklamak
to be focussed on a dative /to stay focussed /to concentrate /to set sight on sthg
odaklanmak
Don't leave your room untidy again!
odanı bir daha dağınık bırakma!
There was a door at each end of the room.
Odanın iki ucunda birer tane kapı vardı.
You are smoking too much inside the room , the curtains have started to turn yellow.
Odanın içinde çok sigara içiyorsun, perdeler sararmaya başladı.
Do you mind if we see her room?
Odasını görmemizin bir mahsur var mı?
(fire)wood / log (o)
odun
woody / holzig
odunsu
After he went to the office, he would have lunch with his boss.
Ofise gittikten sonra patronuyla öğle yemeği yiyecekti.
Most of what the Ogers had made was preserved.
Ogerlerin yaptıklarından çoğu korunmuştu.
arrow
ok
The arrow plunged hissing into the darkness.
Ok tıslayarak karanlığa daldı.
(a) bow and arrow (lit. arrow and bow)
ok ve yay
the arrow hasleft the bow / the dies are cast
ok yaydan çıktı
The arrow was ready to be pulled
Ok çekilmeye hazırdı.
a quiver with arrows inside
okların bulunduğu bir okluk
quiver (o)
okluk
oxygen / Sauerstoff - O 8
oksijen
He loosed (lit. threw) an arrow at the bounding deer.
oku sekerek koşan geyiğe doğru attı.
a bow whose arrow is nocked
oku takılmış bir yay
The book she had read was under her head.
Okuduğu kitap başının altındaydı.
school direktor
okul müdürü
Is the school far from it ?
Okul ondan uzakta mı ?
I don't miss going to school
okula gitmeyi hiç özlemiyorum
Bringing teddy bears to school is not allowed.
Okula oyuncak ayı getirilemez.
I don't break the school rules
okulun kurallarını çiğnemem
a reading experience
okuma tecrübesi
to read
okumak
if you insist on reading
okumakta ısrar edersen
aliterate (unwilling to read)
okumaya isteksiz
Don't read !
Okumayın
ocean
okyanus
as strong as she could be /as strong as possible
olabildiğince güçlü
trying to appear as strong as possible
olabildiğince güçlü görünmeye çalışarak
possible but not necessarily
olabilir ama şart değil
to prophesy / to inform in advance
olacakları önceden bildirmek
Can't be /no way /impossible /oops a daisy
olamaz
why not?
olamaz mı?
possibility
olanak
impossible (o)
olanaksız
With all of / with the utmost of
olanca ... ile
with all his might
olanca kuvvetiyle
they should be defined as (being)
olarak tanımlanmalıdırlar
I wanted advise from them.
Olardan tavsiye istedim.
possibility
olasılık
he weighed the possibilities and....
olasılıkları tartıp
event
olay
crime scene
olay yeri
The victim got /took revenge on the wrongdoer.
Olayın kurbanı, suç failinden intikam aldı.
the essence of the event / the chief point of the incidence
olayın özü
natural /normal / usual/ common
olağan
it was the natural choice
olağan bir seçimdi
He tried to behave normal (as usual)
olağan davranmaya çalıştı
Uncommon/ unusual /extraordinairy/ abnormal (d)
olağandışı
exceptional/ extraordinary / remarkable / spectacular (...ü)
olağanüstü
with an extraordinary speed (...ü)
olağanüstü bir hızla
an example of extraordinary workmanship (...ü)
olağanüstü işçilik bir örneği
quite / rather /pretty
oldukça
quite elaborated /quite developed
oldukça gelişmiş
a quite elaborated music
oldukça gelişmiş bir müzik
a magic spray that you can create yourself pretty easily.
Oldukça kolay bir şekilde kendin oluşturabileceğin sihirli bir sprey
I go quite often, maybe once a week.
Oldukça sık giderim, belki haftada bir.
quite wealthy(v) relatives
oldukça varlıklı akrabalar
It stayed where it was
olduğu yerde kaldı
ripe / reif
olgun
without
olmadan
to become
olmak
should it be or not
Olmalı mı olmamalı mı
should it be or not or should it never change
Olmalı mı olmamalı mı yoksa hiç değişmemeli mi
I could not manage to be (+ adj)
olmayı beceremedim
if I am
olsam
You are always welcome. (May it be, I always wait)
Olsun, her zaman beklerim.
positive
olumlu
think positively
olumlu düşün
I try to think positive
olumlu düşünmeye çalışıyorum
negative
olumsuz
awful /dreadful /adverse condition (e.g.for weather)
olumsuz şart
It is (possible) / (es) kommt vor
olur
fine with me
olur
Nevernever (Faeryland)
Olurolmaz
just happen to
oluvermek
to consist of / to be formed by
oluşmak
to create/ form / constitute
oluşturmak
backbone /spine
omurga
shoulder
omuz
to be packed (crowded) shoulder to shoulder
omuz omuza yığılmak
if his shoulders wear not hanging down (collapsed) he would tall
omuzları çökmüş olmasa uzun boylu olacaktı
Shaking his shoulders he smiled much more embarrassed.
Omuzlarını silkerek daha çok mahcubiyetle gülümsedi.
ten
on
within ten minutes
on dakika içinde
in/after ten minutes
on dakikadan sonra
nineteen
on dokuz
the ninetenth
on dokuzuncu
the ninetenth century
on dokuzuncu yüzyıl
I have (s) ten dollars.
On dolara sahibim.
I have ten dollars.
On dolarım var.
Twelve animals rule over this kingdom.
On iki hayvan bu krallığa hükmeder.
He is twelve years old.
On iki yaşında.
After ten years / For a decade the Spartans could not take Troya.
On yıl sonunda Spartalılar Truva'yı alamadı.
he forgot to adress her as Your Majesty
ona 'Majesteleri' diye hitap etmeyi unutmuştu
The faces of those looking to Him are (shining) radiant
Ona bakanların yüzü ışıl ışıl parlar
I will serve him whole heartedly
ona canı gönülden hizmet ederim
They never gave (rep.) him proper gifts (a) for his birthday.
Ona doğum gününde hiç doğru dürüst armağan vermemişlerdi.
protect it /keep an eye on it
ona göz kulak ol
he has always treated her well
ona her zaman iyi davrandı
She always makes him do his homework.
Ona her zaman ödevlerini yaptırtır.
I have no respect for her / I don't give any credit to her.
Ona hiç itibar etmem
I don't believe him
ona inanmıyorum
I will serve him whole heartedly to the last shred of my very soul
ona ruhumun en son zerresine kadar canı gönülden hizmet ederim
Don't look at him for a long time.
Ona uzun bir süre bakma
I am struck by his/her love /I am crazy by her love/ I fell in love with her (poetic way)
ona vuruldum
by looking edgewise at him
ona yan yan bakarak
I can't afford to buy her a new dress.
Ona yeni bir elbise almaya gücüm yetmez.
he asked her out on a date
ona çıkma teklif etti
to mend / repair / restore
onarmak
affirmation / confirmation / approval /okay
onay
to acknowledge / affirm /confirm
onaylamak
with a disagreeing voice
onaylamayan bir sesle
He shook his head disapprovingly
onaylamayarak başını salladı.
in her / in him
onda
'there is a devil feather on him' / he is irresistible
onda şeytan tüyü var
anybody but he
ondan başka kim olsa
I leaned away from him
ondan uzağa kaykıldım
Onyx
oniks
they
onlar
while they were always interested in simple solutions
Onlar hep basit çözümlerle ilgilenirken
While they were always interested in simple solutions, the easy way
Onlar hep basit çözümlerle, kolay yolla ilgilenirken
Who are they?
onlar kim?
while they were looking for the easy way
Onlar kolay yolla ilgilenirken
They are frıendly to him.
Onlar ona karşı dost canlısı
They are fishing with barques.
Onlar sandallarla balık tutuyorlar.
They are thirsty
Onlar susamışlar.
to/at them
onlara
even (d) if you dare to touch them
onlara dokunma cüretini dahi göstersen
after taking a step towards them
Onlara doğru bir adım attıktan sonra
For I can testify about them that they are zealous for God, but their zeal is not based on knowledge.
Onlara ilişkin tanıklık ederim ki, Tanrı için gayretlidirler; ama bu bilinçli bir gayret değildir.
compared to them
onlara oranla
Should we tell them about the argument?
onlara tartışmadan bahsedelim mi?
much more valuable than they
onlardan çok daha değerli
He carried them on his wings
onları kanatları üzerinde taşıdı
He aligned them in a semi circle facing the door
Onları kapıya dönük bir yarım çember şeklinde dizdi.
Can you eat them? (Please go ahead)
Onları yiyebilir misin ?
Can you eat them? ( Are you able too?)
Onları yiyebiliyor musun ?
She could have bet everything that they were opened
Onların açıldığına her iddiasına girebilirdi
She could have bet everything that even during the day they were seldom opened
Onların gün boyunca bile nadiren açıldığına her iddiasına girebilirdi.
It was certain, that they were not going to have any objection.
Onların itirazı olmamayacağı kesindi.
their numbers could be calculated
onların sayıları hesaplanabiliyordu
He thinks they are boring.
Onların sıkıcı olduğunu düşünüyor.
All they said was only in order to justify their desire to conquer people who do not harm anyone
Onların söylediği her şey sadece kimseye zararı dokunmayan insanları fethetme arzularını haklı çıkarmak içindi.
She stood before them, her hands on her hips.
Onların önünde durdu, elleri belinde
Where is theirs?
Onlarınki nerede ?
with them
onlarla
Don't be friends with them. They are all losers.
Onlarla dost olma. Hepsi ezikler.
you should forgive him
onu affetmelisin
Can you open it?
Onu açabilir misin ?
he didn't have to (m) wait for him
onu beklemeye mecbur değildi
Can you describe her ?
Onu betimleyebilir misin ?
if I disappoint him another time...
Onu bir daha hayal kırıklığına uğratırsam....
Can you bring it here ?
Onu buraya getirebilir misin ?
Are you able to bring it here ?
Onu buraya getirebiliyor musun ?
the expense to bring him here
onu buraya getirme masrafı
he didn't mean it
onu demek istemedi
I saw her in the library yesterday.
onu dün kütüphanede gördüm
you hurt him
onu incittin
He thinks (s) I was trying to deceive/trick him.
Onu kandırmaya çalıştığımı sanıyor.
he could not stand him / he dislıked him
onu katlanamıyordu
send him off!
onu oyundan at!
I loved him.
onu sevdim
I don't know him.
Onu tanımıyorum
as if it wanted to pull her again into its pages
onu tekrar sayfalarının içine çekmek istercesine
by prodding at it with her wires
onu telleriyle dürtükleyerek
you should forget him
onu unutmalısın
I don't have the intention to embarrass her and draw her fury upon me.
Onu utandırıp da gazabını üzerime çekmeye niyetim yok.
We can call him and his friend. (phone)
Onu ve arkadaşını arayabiliriz.
I can't shoot him.
Onu vuramam.
We shouldn't have left her in trouble.
Onu zor durumda bırakmamalıydık.
It amazed him a lot.
Onu çok şaşırtıyordu.
I can't kill it. ( I could never manage to do it even if I tried to)
Onu öldüremem.
I can't kill it (I'm trying and trying, but it's not working)
Onu öldüremiyorum.
his /her
onun
his name was uttered
onun adı telaffuz ediliyordu
Underneath it hang another sign.
Onun altında bir tabela daha asılıydı.
His understanding cannot be grasped.
Onun bilgisi kavranamaz.
Does he have a girlfriend?
Onun bir kız arkadaşı var mı?
can you draw a picture of him?
onun bir resmini çizebilir misin?
This mocking behaviour of his burned like nettels.
Onun bu alaycı tavrı ısırgan otu gibi yakıyordu.
His answers were ridiculous.
Onun cevapları gülünçtü.
His serious expression wiped off my last remnants of doubt.
Onun ciddi ifadesi beni son şüphe kırıntıları da silip süpürdü.
its being thicker / it to be thicker (acc. case)
onun daha kalın olmasını
His support could be worse than not having any.
Onun desteği hiç yoktan daha kötü olabilirdi.
His righteousness
Onun doğruluğu
When is her birthday?
onun doğum günü ne zaman?
Her birthday is on February third
onun doğum günü Şubatın üçünde
His reign
Onun egemenliği
His ability to sudddeny pop up in every visible sight of the house, to be able to move silent like a cat were respect rising talents.
Onun evin her görülebilen her yerinde ansızın ortaya çıkıvermek, kedi gibi sessiz hareket edebilmek gibi gerçekten de saygı uyandıracak yetenekleri vardı.
I hear him coming: let's withdraw, my lord.
Onun geldiğini duyuyorum; geri çekilelim efendim.
His arrival was followed by a large number of national and international press members.
onun gelişini de ulusal ve uluslararası çok sayıda basın mensubu takip etti.
stuff like that
onun gibi şeyler
I will be his first speech
onun ilk konuşması olacak
We suspected him to order Italian or chinese food and regaling himself.
Onun Italyan ya da Çin yemeği siparişi verip kendine ziyafet çektiğinden şüpheleniyorduk.
Can you buy him a computer ?
Onun için bir bilgisayar alabilir misin ?
Therefore (o.i.) do not fear.
Onun için korkmayın.
for him it's not good enough
onun için yeterince iyi değildir.
I thought it was his fault
Onun kabahati sandım
Qnd his blood is used as fuel for the time travel machine (the time machine to send back into the past)
Onun kanı da geçmişe yollayacak olan zaman makinesi için yakıt olarak kullanılıyormuş
Hıs muscles ache
Onun kasları ağrır.
I know who he is.
Onun kim olduğunu biliyorum.
What was he confused about ? (spoken)
Onun neyden kafası karışmıştı?
He did not even have to be there.
Onun oralarda olması bile gerekmiyordu.
We are the only one's to spoil/disrupt his plans. / Wir sind die Einzigen, die seine Pläne durchkreuzen können
Onun planlarını bozabilecek olan yalnızca bizleriz.
To be so close as to feel(d) his warmth
Onun sıcaklığını duyumsayacak kadar yakınında olmak
her health (sı) was not so smooth either
onun sıhhati de öyle düzgün değildi.
When he looked at her pale bandaged face he freaked out and insisted to go immediately to the hospital.
Onun solgun, bandajlı yüzüne bakınca çılgına döndü ve hemen hastaneye gitmek için ısrar etti.
His sudden uprise in the latest public opinion polls
onun son kamuoyu yoklarmalarındaki ani yükselişi
Everyone who tasted them would always want more
Onun tadına bakan herkes daha fazlasını isterdi.
I knew her sleep was heavy (past progr)
Onun uykusunun çok ağır olduğunu biliyordum.
when he was/had made completely sure (...c.) that she had fallen asleep
onun uykuya daldığından iyice emin olunca
when he was/had made completely sure (...c.) that she had fallen asleep he made a move about to enter her room.
Onun uykuya daldığından iyice emin olunca odasına girmek üzere hareket geçti.
He thought he might have been going north instead.
Onun yerine kuzeye gidiyor olabileceğini düşündü.
He thought he might have been going north instead.
Onun yerine kuzeye gidiyor olabileceğini düşündü.
because of him / her
onun yüzünden
the tenth
onuncu
with him
onunla
together with it
onunla beraber
because she was afraid that he would make fun of her
onunla dalga geçmesinden çekindiği için
he is very nerveous /uneasy about it
onunla ilgili çok tedirgin
So that we could meet him for the first time.
onunla ilk kez tanışabilelim diye.
Don't talk to him. He's in a bad mood.
Onunla konuşma. Sinirleri tepesinde.
we should have met her by now
onunla şimdiye kadar tanışmış olmalıydık
Honour
onur
my honour
onurum
opal
opal
opera
opera
optical trick
optik hile
there
Orada
Once there used to lodge a merciless band of robbers there.
Orada bir zamanlar acımasız bir eşkıya çetesi barınıyormuş.
as if she wanted to make sure that it was there
orada olduğundan emin olmak istercesine
I also enjoyed living there
orada yaşamaktan da keyif aldım
I made many friends there.
Orada çok arkadaş edindim.
rate
oran
in proportion / at a rate of
oranında
than /in comparison to / in proportion to
oranla
As (they) walked there... / als (sie) daraufzugingen
oraya doğru yürürken
armee / military
ordu
encampment / milit.camp
ordugah
to encamp
ordugah kurmak
compost
organik gübre
organisation
organizasyon
tuna /thon /Thunfisch (o)
orkinos
wood / forest / jungle
orman
we walked into the jungle
ormana girdik
an electric saw cutting trees in the forest
ormanda ağaç kesen bir elektrikli testere
Rhododendron
ormangülü
He burned the forest piece by piece
Ormanı parça parça yaktı.
a part of the forest (area)
ormanın bir bölümü
the rest (g) of the forest
ormanın gerisi
Jungle book/ das Dschungelbuch
Ormanın kitabı
a quarter mile of the forest area
Ormanın çeyrek millik bir bölümü
a crown settling upon the forest
ormanın üstüne konan bir taç
middle-size /medium
orta
medium size
orta boy
medium size pizza
orta boy pizza
secondary school
orta dereceli okul
mediocrity
orta hal
average quality
orta kalite
middle ear
orta kulak
middle finger
orta parmak
middle class / bourgeoisie
orta sınıf
to reach a compromise
orta yol bulmak
(that is) in the middle
ortadaki
to take away /remove /kill /eliminate / to do away with
ortadan kaldırmak
partner (o)
ortak
common name
ortak adı
1. one´s immediate surroundings, the area around one. 2. middle, central.
ortalık
the place was in a complete chaos/mess
Ortalık darmadağınıktı.
Sorry for the mess
ortalık dağınık kusura bakmayın
place /environment ( where you are / not surroundings) / atmosphere (o)
ortam
someone who is the centre of conversation at every table (lit the man of the place)
ortam adamı
the temperature of this place/location
ortam sıcaklığı
to enter a group of friends/ to be around new people
ortama girmek
to hang out with many people (to flow into the places/environments)
ortamlara akmak
to put forth / to produce
ortaya koymak
to reveal
ortaya çıkarmak
to show up / come into the open
ortaya çıkmak
Thousands of books disappeared in the Middleages, because with their pages steam baths were heated.
Ortaçağda binlerce kitap yok olmuş, çünkü sayfalarıyla buhar banyoları ısıtılmış.
Thousands of books disappeared in the Middleages.
Ortaçağda binlerce kitap yok olmuş.
the Middleages
Ortaçağlar
the fast(ing)
oruç
to fast
oruç tutmak
The people being proud/happy of the arrival (coming) of the Ottoman forces to the region proclaimed their loyality (attachment) to the sultan.
Osmanlı güçlerinin bölgeye gelmesinden kıvançlı olan halk padişaha bağlılığını duyurdu
grass / herb
ot
authentic
otantik
inauthentik
otantik olmayan
hotel
otel
grassland / pasture
otlak
bus
otobüs
When I reached the bustop I was soaking wet. s
Otobüs durağına vardığımda sırılsıklam olmuştum.
bus trip
otobüs gezisi
When does the bus leave?
Otobüs ne zaman kalkar ?
the buses stopped running
otobüsler çalışmayı bıraktı
the woman who fainted in the bus
otobüste bayılmış kadın
while waiting for the bus I took refuge under a mossy cypress tree
otobüsü beklerken yosunlu servi ağacının altında sığındım
automatic
otomatik
automatically
otomatik olarak
self portrait
otoportre
to request an autopsy
otopsi talep etmek
authority
otorite
with authority
otoriteyle
Hitch hiker
otostopçu
highway (o)
otoyol
The highway is too crowded to move.
Otoyol hareket edemeyecek kadar kalabalık.
the rest of the herbs
otun kalanı
The rest of the herbs were sharp and thorny vegetation.
Otun kalanı sivri ve dikenli bitkiler idi.
most of the grass
otun çoğunluğu
Most of the herbs were nettles.
Otun çoğunluğu ısırgandı.
seat / potty (Nachttopf)
oturak
they nearly sat down
oturayazdılar
benches
oturma bankları
living room / sitting room
oturma odası
how many chairs are in the living room.
oturma odasında kaç sandalye var?
to sit
oturmak
to really jnderstand sthg/to grasp sthg (o)
oturmak
some spots (places) not understood (o)
oturmayan bazı yerler
we will spread light on / flash on some not understood spots
oturmayan bazı yerleri ışık tutmuş olacağız,
Why don't you sit / come on sit down (insisting imp.) (sg)
otursana
Why don't you sit / come on sit down (insisting imp.) (Pl)
otursanıza
He sat down and loosened his tie.
Oturup, kravatını gevşetti.
thirty
otuz
Thirty years ago, lightning struck that clock tower.
Otuz yıl önce saat kulesine yıldırım çarptı.
plain / meadow
ova
to rubb (over)/ massage
ovalamak
scrubb / rubb /massage
ovmak
to rubb (against each other)
ovuşturmak
vote
oy
to distract /divert /ablenken
oyalamak
to idle / to hang around / to potter / to linger
oyalanmak
to play
oynamak
devices dedicated to playing
oynamaya adanmış cihazlar
whereas / however
oysa
However (whereas) Your heavenly Father knows
Oysa göksel Babanız bilir
But Meggie was now twelve, and was old enough to take care of a few candles
Oysa Meggie artık on ikisindeydi ve birkaç muma dikkat edecek yaştaydı.
cavity
oyuk
game (not sports)
oyun
to mix the cards
oyun kartları karmak
playcard
oyun kağıdı
to play a game
oyun oynamak
spoilsport / Spielverderber
oyunbozan
I don't want to be a spoilsport
Oyunbozan olmak istemem
toy
oyuncak
teddy bear
oyuncak ayı
a doll
oyuncak bir bebek
toy tank / Spielzeugpanzer
oyuncak tank
player /actor
oyuncu
The Turkish language patch of the game cane out.
Oyunun Türkçe yaması çıktı.
bard
ozan
ozone hole
ozon deliği
baby goat / kid
oğlak
knight /Bube /valet (cards) (o)
oğlan
son
oğul
They put their son to bed at eight.
Oğullarını saat sekizde yatağa yatırırlar.
shoe (p)
pabuç
shoebill / Schuhschnabel
pabuç gagalı
shingel /Schindel (wooden plates used for roofing)
padavra
expensive
pahalı
clean /pure /unstained (p)
pak
parcel / package
paket
rubberband /elastic / Schießgummi
paket lastiği
take away
paket-servis
Don't damage (h. v) the package.
Pakete hasar verme!
Atlantic Bonito (a large mackerel-like fish common in shallow waters of the Atlantic Ocean, the Mediterranean Sea, and the Black Sea, where it is an important commercial and game fish.)
palamut
empty talk /clap trap / cod swallow
palavra
Load of codswallop /empty talk/a load of shit
palavranın daniskası
palmtree /Palme
palmiye
(Winter) Coat (p)
palto
clown
palyaço
clownfish
palyaço balığı
I am a clownfish.
palyaço balığıyım
Schneewittchen und die sieben Zwerge
Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler
fair / kermes
panayır
Don't panic, it's only a fire drill.
Panik olmayın, bu sadece bir yangın tatbikatıdır.
She backed off panicking.
Panikleyerek geriledi.
window shutters
panjurlar
Clipboard /panel / board
pano
There are advertisements on the board.
Panoda ilanlar var.
hostel / guest house / boarding/ bed and breakfast
pansiyon
trousers
pantolon
antidote
panzehir
Opal (p)
panzehir taşı
daisy / marguerite / camomile
papatya
camomile tea
papatya çayı
Papaya
Papaya
king (cards)
papaz
parrot
papağan
money
para
He gambles to earn money.
Para kazanmak için kumar oynuyor
to spend money irresponsably
para sorumsuzca harcamak
I don't care about money
para umrumda değil
to withdraw money
para çekmek
they realized they couldn't afford it
paralarının yetmeyeceğini anladılar
parallel / Paralele
paralel
to shatter/ to tear to pieces / to tear apart /to make mincemeat of
paramparça etmek
You tore my nerves to pieces / you shattered my nerves
paramparça ettin sinirlerimi
you are in a mess despite the money (e. g. you bought an expensive plain ticket and still got late)
Paranla rezil oldun.
to be in a embarrasing situation/"in a mess despite the money
parasıyla rezil olmak
to be in finanacial difficulties
paraya sıkışık olmak
they chose to spend the money on a new lamp
parayı yeni bir lambaya harcamayı seçtiler
parachute /Fallschirm
paraşüt
parachuting
paraşütle atlama
to glitter / sparkle / twinkle/ scintillate
parıldamak
park
park
No parking
Park edilmez
to park
park etmek
parking permit
park müsaadesi
parking permit
park müsaadesi
to apply for a park permit
park müsaadesi için başvurmak
the man breaking out in sweat in his parka
parkasının içinde ter basan adam
to get stranded/ stuck in the park
parkta yolda kalmak
race track / route / parcours
parkur
Brilliant / bright / shiny / polished / sparkling
parlak
Metallic and silver mixed with bright, light gold color
Parlak, hafif altın rengi ile karışık metalik ve gümüş
to shine
parlamak
to polish / shine / brighten / make glitter
parlatmak
finger
parmak
barred / vergittered
parmaklıklı
a barred window / ein vergittertes Fenster
parmaklıklı bir pencere
party
parti
There were at least fifty people in the party.
Partide en az(ından) elli kişi vardı.
the party has an excellent leader
partinin mükemmel bir lideri var
Everyone I love came to the party.
Partiye eş dost geldi.
piece
parça
piece by piece
parça parça
particle
parçacık
to tear into pieces (p)
parçalamak
He takes them to pieces, puts a spell on them (and)reassembles them again.
Parçalarına ayırır, büyü yapar, yeniden birleştirir.
passport
pasaport
rusty
paslı
a rusty tool
paslı alet
a rusty iron bedframe
paslı bir demir somya
a rusty nail
paslı çivi
all the time/to keep doing sthg (slang)
paso
door mat
paspas
cake / Torte
pasta
Let's divide the cake into equal parts.
Pastayı eşit parçalara bölelim.
bacon
pastırma
right away /without thinking much
pat diye
potato
patates
French fries
patates kızartması
I want to eat French fries.
Patates kızartması yemek istiyorum
I take (buy) French fries and eat.
Patates kızartmasını alır ve yerim.
plump /tactless /blunt
patavatsız
I am tactless
patavatsızım
to ice skate
paten kaymak
path / footpath / trail / track
patika
He was watching the path.
patikayı gözlüyordu
Glubschaugen /goggle eyes
patlak gözler
I have a flat tyre.
Patlak lastiğim var.
to break out / explode /erupt
patlak vermek
explosion / detonation
patlama
Right in the middle (diameter) of the explosion
Patlama çapının tam ortasında
Right in the center of the explosion lay a blue polished stone.
Patlama çapının tam ortasında cilalı mavi bir taş yatıyordu.
The explosion frightened the people away.
Patlama, insanları korkutup kaçırdı.
to blow up / explode
patlamak
popcorn
patlamış mısır
eggplant
patlıcan
Solanaceae, or nightshades /Nachtschattengewächse (potatoes / eggplants/ chili /tomato / tobacco/petunia)
patlıcangiller
a plant of the nightshades (Nachtschattengewächse)
patlıcangillerden bir bitki
a plant of the nightshades (Nachtschattengewächse) and this plants starchy rich edible tubers
patlıcangillerden bir bitki ve bu bitkinin nişastaca zengin, yenebilen yumruları
Get permission (a day off) from the boss
Patrondan izin al!
His boss told him that it was very important to do a good job.
Patronu ona, iyi bir iş çıkarmasının çok önemli olduğunu söyledi.
because I don't get on well with my boss
patronumla geçinemediğim için
He hopes the boss will give him the apple.
Patronun ona elmayı vermesini umuyor.
He hopes that the boss will give him more opportunities to work.
Patronun ona çalışma daha çok fırsatı vermesini umuyor.
He's hoping the boss will give him the opportunity to work.
Patronun ona çalışma fırsatı vermesini umuyor.
He's having some problems with his boss.
Patronuyla bazı sorunlar yaşıyor.
share /part / portion
pay
to get one's share
payını almak
There were few (p) people not getting their share
payını almayan pek az kişi vardı
Share ! (also information/ experiences)
Paylaş !
They couldn't share and began to quarrel
paylaşamayıp didişmeye başladırlar
to share /partake
paylaşmak
market
pazar
Sunday
pazar
on sunday
pazar günü
If I go to the market I will buy vegetables.
Pazara gidersem sebze alacağım.
I can come at ten o"clock on Sunday.
Pazargünü saat onda gelebilirim.
marketing
pazarlama
marketing ressearch
pazarlama araştırması
a marketing campaign
pazarlama kampanyası
sales representative
pazarlama mümessili
marketing opportunity
pazarlama olanağı
marketing strategy
pazarlama stratejisi
marketing presentation
pazarlama sunumu
marketing tactic
pazarlama taktiği
marketing expert
pazarlama uzmanı
on markets on fairs
pazarlarda, panayırlarda
bargain /deal
pazarlık
We don't negotiate
Pazarlık yapmıyoruz.
monday
pazartesi
on Mondays
Pazartesileri
Mangold
Pazı
biceps
pazı
The pasha's wife (h) died and he had only one daughter remaining
Paşa'nın hanımı ölmüş, bir kızı kalmıştı.
Very /quite/ much (p)
Pek
very little / few (p)
pek az
There was little (p) laughter to be heard.
Pek az kahkaha duyuluyor.
I don't want to tell much. / Ich will nicht viel erzählen
Pek bir şey anlatmak istemiyorum.
not very friendly
pek de dostça
with a not very friendly smile
pek de dostça olmayan bir gülümsemeyle
is not very manly
pek de erkeksi değil
with a record that is hardly reliable / mit einer nicht sehr Vertrauen erweckenden Bilanz (Register)
pek de güvenilir sayılmayan bir sicille birlikte
not quite / not much
pek değil
We shook(squeezed) hands as if we knew each other from before.
Pek eskiden tanışırmışcasına el sıkıştık.
too much (p)
Pek fazla
his top-of-the-line Nimbus 2000 broomstick
pek kaliteli Nimbus İki Bin sürpürgesi
Pecannuss
Pekan cevizi
well / ok / good /alright - interjection / 'denn (so)' in Fragesatz
peki
So what's the obstacle in front of Burak?
Peki Burak'ın önündeki engel ne?
Well, how many books do you have? / Wieviele Bücher haben Sie denn?
Peki kaç kitabınız var?
Good and how about you ?
peki ya sen
well /jolly well / well enough
pekâla
cloak
pelerin
His cloak has many patches. (sarkastic / more patches than cloak)
Pelerinden çok yama var.
His cloak was hooking to his quiver.
Pelerini sadağına takılıyordu.
the bulgy folds of the cloak
pelerinin şişkin kıvrımları
the bulgy folds of the cloak hi d (g) that he stooped/slouched to desguise (g) his height
Pelerinin şişkin kıvrımları, boyunu gizlemek için çıkardığı kamburunu gizliyordu.
the wind that caused his cloak to sway like a flag
pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgâr
the edges of his cloak
pelerininin etekleri
pelican
pelikan
The stuffed animal's head had been torn off, and cotton spilled from the ( hole in the) neck.
Pelüş oyuncağın başı kopmuştu ve pamukları boynundan dışarı saçılmıştı
pink
pembe
pinkish (s)
pembemsi
pinkish (t)
pembemtrak
window
pencere
She started to count the windows (lit. And if she tried...) she soon (immediately) gave up.
Pencereleri saymaya çalıştıysa da bundan hemen vazgeçti.
Open the window that we get a little air. (lit. open the window and let it blow)
Pencereyi aç da essin.
Can you open the window ? (Simply spoken)
pencereyi açar mısın
penguin
penguen
pliers /Zange
pense
claw /Kralle (i.e. parrot/ lion)
pençe
curtain (also in theatre)
Perde
fairy / nymph / pixie
peri
elvish
peri benzeri
epilepsy
peri hastalığı
fairy dust / pixie dust
peri tozu
fairy dust / pixie dust
peri tozu
periodic table / Periodensystem
Periyodik tablo
staff / personnel
personel
rotor /propeller
pervane
reckless / careless / fearless / unrestrained (p)
pervasız
sill /(Fenster)Rahmen
pervaz
forelock / lock hanging over the fronthead
perçem
Thursday
Perşembe
Can I visit your grandmother on Thursday ?
Perşembe anneanneni ziyaret edebilir miyim?
to give up / to surrender
pes etmek
shabby / common
pespaye
Dig until you find oil.
Petrol bulana kadar kaz.
The fuel price went up.
Petrole zam geldi.
these (following) words proclaimed by the prophet Isaiah
Peygamber Yeşaya aracılığıyla bildirilen şu söz
cheese
peynir
types of cheese
peynir çeşitleri
Cheese buns
peynirli poğaça
napkin
peçete
I need a napkin .
Peçeteye ihtiyacım var.
They are following us. /We are being followed /Sie sind hinter uns her.
peşimizdeler
The deer that he pursued was still with the herd.
Peşinde olduğu geyik hâlâ sürüdeydi.
to purchase / chase / go after (p.o.)
peşinde olmak
after (behind) a genitive (p)
peşinden
to purchase / chase / go after (p g)
peşinden gitmek
after them (p)
peşlerinden
They shot black arrows after them.
peşlerinden siyah oklar fırlattılar.
picnic
piknik
piccolo flute
pikolo flüt
pleated /folded /Falten-
pilili
pipette (p)
pipet
flea
pire
rice
pirinç
brass /Messing
pirinç
dirty (p)
pis
a bad smell
pis bir koku
it left a nasty / foul smell
pis bir koku bıraktı
to stink (p)
pis kokmak
flounder / Flunder (Plattfisch, eyes on the right side., 20 -25 cm, Atlantik., Mediterr, Southsea, Baltik, Karadeniz, Marmara
pisi balığı
filth/ dirt
pislik
lottery
piyango
to win the lottery (k)
piyango kazanmak
to win the lottery (ç)
piyango çıkmak
piano
piyano
he is good at piano playing
piyano çalmada iyi
soldier /pawn/ Bauer(chess)
piyon
easy to cook / leicht zu kochen
pişirilmesi kolay
to cook / bake
pişirmek
The beach was at a one hour distance by car.
Plaj arabayla bir saatlik mesafedeydi.
number plate (car)
plaka
plan
plan
What's the plan ?
plan ne?
planning
planlama
Do I have to delay my plans?
Planlarımı ertelemek zorunda mıyım?
Be organized
Planlı olun.
Platin
platin
plateau (geographical term)
plato
push play !
playe bas !
pollen
polen
air filter (car) (p)
polen filtresi
police
polis
The police couldn't find the criminal in the swamp but the insects did.
Polis bataklıkta suçluyu bulamadı ama böcekleri buldu.
the police caught the murderer red-handed
polis katili suçüstü yakaladı
police officer
polis memuru
The police arrived late at the robbery scene.
Polis soygun yerine geç ulaştı.
Call the police !
Polis çağırın!
the police can't arrest the suspect without evidence
polis şüpheliyi kanıt olmadan tutuklayamaz
Pumice/ Bimsstein (poröses glasiges Vulkangestein)
ponza
popstar
pop yıldızı
butt / Hintern
popo
Dudley who had a butt so huge that it overflowed from both sides of the kitchen chair (i)
Poposu mutfak iskemlesinin iki yanından taşacak kadar iri olan Dudley
porcelain (p)
porselen
badger / Dachs
porsuk
Eibe / yew tree
porsuk ağacı
the from Eibe / yew tree made bow
porsuk ağacından yapılma yayı
orange
portakal
orange juice
portakal suyu
staff (music) Notenlinien
porte sistemi
portrait
portre
portrait fotography
portre fotoğraf
portrait painting
portre resim
portrait drawing
portre çizimi
skin /hide /fur (p)
post
Poste code
Posta Kodu
to throw into the mailboxtes
posta kutularına atmak
mail box
posta kutusu
to throw into the mailbox
posta kutusuna atmak
the scratches on the mailbox
posta kutusundaki çizikler
Potassium / Kalium - K 19 (Gümüşümsü beyaz / alkali metaller)
potasyum
pound
pound
Powerpoint slide show
Powerpoint slayt gösterisi
PowerPoint Presentation
PowerPoint sunuşu
pastry filled with cheese or meat / palm sized buns with or without filling
poğaça
pragmatists
pragmatistler
principle
prensip
primates
primatlar
outlit
priz
the outlet is broken
priz bozuldu
professional
profesyonel
professor
profesör
profile
profil
program
program
The program lasted (extended) until the night / Das Program zog sich bis in die Nacht hinein
Program geceye sarktı
The program was very intense.
Programı çok yoğundu.
proton
proton
the number of protons
proton sayısı
When protons and electrons were discovered for the first time they were believed to be the smallest particles found in nature.
Protonlar ve elektronlar ilk kez bulundukları zaman, onların doğada bulunan en küçük parçacıklar olduğuna inanılıyordu.
The protons are in the nucleus, the electrons in the orbit.
Protonlar çekirdekte; elektronlar yörüngededir.
psychologist
psikolog
point
puan
to win points
puanlar kazanmak
powdered sugar
pudra şekeri
cigar / cuban cigar
puro
fogg / mist
pus
foggy / misty
puslu
The Misty Mountains
Puslu Dağlar
tip / trick
püf noktası
smooth (p)
pürüzsüz
tassel / Quaste
püskül
to blow out / to errupt / to spout (p) - (either air or a force behind the movement /movement has a concrete target) intransitive
püskürmek
to blow out / to errupt / to spout (p) - (either air or a force behind the movement /movement has a concrete target) transitive
püskürtmek
to spray / spit / versprühen / ausspucken /speien
püskürtmek
the Lord
Rab
The Lord has done great things for us. We are filled with joy. Mezmur 126: 3
Rab bizim için büyük işler yaptı, sevinç doldu içimiz.
the fear of the Lord is pure(p)
RAB korkusu paktır
The Lord will fight for you. It is enough for you to be calm. Mısır'dan 14 : 14
RAB sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter
But those who hope in the Lord
Rab'be umut bağlayanlarsa
I turned towards the Lord and he answered (y) me.
RaB'be yöneldim, yanıt verdi bana.
Praise (thank) the Lord for He is good ! (Ps 106:1)
RAB'be şükredin, çünkü O iyidir.
the Angel of the Lord / Jesus
RaB'bin meleği
The Angel of the Lord encamps around those who fear Him, he delivers them.
RaB'bin meleği Ondan korkanların çevresine ordugah kurar, kurtarır onları.
Fear the Lord, all you His saints, for the one who fears Him lacks nothing.
RaB'den korkun, ey Onun kutsalları, çünkü Ondan korkanın eksiği olmaz.
I boast in the Lord
RaB'le övünürüm
the zeal of the Lord
Rabb'in gayreti
the Name of the Lord
RABbin adı
I will proclaim the name of the Lord
RABbin adını duyuracağım
the rules of the LORD are true, and righteous altogether.
RABbin ilkeleri gerçek, tamamen adildir.
The Law of the Lord is perfect
RABbin yasası yetkindir
The Law of the Lord is perfect, it refreshes the soul
RABbin yasası yetkindir, cana can katar,
radio
radyo
shelves
raflar
river rafting (Wildwasserschlauchbootfahren)
rafting
easy /at ease / easy going (r)
rahat
with a relaxed attitude (impolite)
rahat tavırlı
I was fond of my comfort/my peace
rahatıma düşkündüm
to settle down / ease up
rahatlamak
they relax
rahatlar
uneasy/ uncomfortable /sick
rahatsız
discomfortable /irritating /exasperating /disturbing /annoying /plaguesone
rahatsız edici
He will disturb continuously
rahatsız edip duracak
to disturb / to offend
rahatsız etmek
inconvenience / malaise / embarrassment /indisposition / unwellness / trouble
rahatsızlık
priest / pater / clergymen
rahip
in the case/prosecution of Pastor Brunson
Rahip Brunson davasında
priesthood
rahiplik
opponent /competitor / Konkurrent
rakip
Racoon / Waschbär (r)
rakun
Rand touched his arrow.
Rand okuna dokundu.
to ask for an appointment
randevu talep etmek
report was saved (computer)
rapor kaydedildi
pin /Reisszwecke
raptiye
to meet /come across /fall upon
rastlamak
Rhabarber /rhubarb
Ravent
to consent / to approve
razı olmak
although (r)
rağmen
period (menstruation)
regl
guide / handbook /guide book / directory
rehber
publicity
reklam
planed / gehobelt
rendelenmiş
colourful
rengarenk
colour
renk
colour assortment
renk çeşitleri
a circle whose colours were divided half white, half black by a serpentine line
renkleri yılansı bir çizgi ile ayrılmış yarısı beyaz, yarısı siyah bir çember
colourful / coloured
renkli
caterpillars that have coloured thorns
renkli dikenleri olan tırtıllar
to juggle with coloured balls
renkli toplarla hokkabazlık yapmak
colorful, polished and gold gilded XIV Louis style writing desk
renkli, cilalı ve altın yaldızlı XIV Louis tarzı yazı masası
Push reset !
Resete bas!
picture / painting
resim
Did you like the picture?
Resim hoşuna gitti mi?
to paint a picture
resim yapmak
officially / openly / for good
resmen
official vehicles
resmi araçlar
an official declaration /a formal announcement
resmi bildiri
When we saw the picture, we laughed out loud.
Resmi gördüğümüzde kahkahayla güldük.
to take a picture (r) of
resmini çekmek
restaurant
restoran
to renovate / reintegrate
restore etmek
being fashionable
revaçta olan
rayon / section / department
reyon
mess / chaos
rezalet
That's a mess
rezalet ya
fennel
rezene
shameful / vile / crappie / shitty / dishonourable
rezil
to be ashamed / to lose face (r)
rezil olmak
to lose face / to become disreputable
rezil rüsva olmak
minor of age /underage person
reşit olmayan
minors (of age)
reşit olmayanlar
I don't think they let the underage/minors in.
reşit olmayanları içeri soktuklarını sanmıyorum
Request/ appeal / prayer
Rica
You are welcome
Rica ederim
to request /ask /desire / beg
rica etmek
risk
risk
Better not to risk it. (Better if we don't...)
Risk almasak iyi olur.
Nothing ventured, nothing gained.
Riske girmeden kazanılmaz.
to venture /to take a risk
riske girmek
to become risky
riskli hale gelmek
Rob ignored (d) me.
Rob beni duymazdan geldi.
roquette / rocket /kind of watercress / Garten-Senfrauke
roka
When in Rome do as the Romans do / si fueris Rōmae, Rōmānō vīvitō mōre; si fueris alibī, vīvitō sīcut ibī
Roma'daysan, Romalılar gibi davran
novel
roman
romantic / dreamy / poetic
romantik
The experts at La Sapienza University in Rome put forward an equation to measure the power of the Internet to spread gossip. According to the equation, the spread rate of gossip can be calculated.
Roma’daki La Sapienza Üniversitesi uzmanları dedikodunun yayılması konusunda internetin gücünü ölçmek için bir denklem ortaya koydu. Denkleme göre dedikodun yayılma hızı hesaplanabilecek.
my other half; my soulmate
ruh ikizim
to become mentally ill
ruhen yıkılmak
depression (psych.)
ruhsal çöküntü
I will put My Spirit upon Him.
Ruhum'u Onun üzerine koyacağım.
to the last shred of my very soul
ruhumun en son zerresine
Russia constitutes 17 million square kilometers of this.
Rusya bunun 17 milyon kilometre karesini oluşturmaktadır.
Words borrowed (passed) from Russian)
Rusçadan geçmiş sözcükler
interview
röportaj
dream (while sleeping)
rüya
dreamless
rüyasız
it was a dream (r)
rüyaymış
it seems /to my surprise it was a dream
rüyaymış meğer
wind
rüzgâr
The wind snatched the coat off his hand.
Rüzgâr ceketi elinden kopardı.
The wind was howling (like wolves)
Rüzgâr uluyordu.
the wind changed direction and...
rüzgâr yön değiştirip
He walked with a steady stride without paying attention to the wind.
Rüzgâra aldırış etmeden telaşsızca yürüyordu.
windy
rüzgârlı
bribes
rüşvet
to take bribes
rüşvet almak
hour
saat
clock /watch
saat
It's six past five
saat beşi altı geçiyor
At five there is a 'bus to / from the sea', remember? I came with it.
Saat beşte bir deniz otobüsü var ya, onunla geldim.
at one o'clock
saat birde
It's a quarter to one
saat bire çeyrek var
between four and five o'clock
Saat dört-beş arası
I will be home at four.
saat dörtte evde olacağım
It's two o'clock.
Saat iki.
It's ten to two
saat ikiye on var
What's the time ?
Saat kaç ?
At what time?
Saat kaçta?
clock tower
saat kulesi
It's half past eight
saat sekiz buçuk
They go to bed at eight.
Saat sekizde yatarlar.
It's twenty past seven
saat yediyi yirmi geçiyor
did you set the clock correctly?
saati doğru kurdun mu?
hours
saatler
to spend hours
saatler harcamak
After what seemed like hours..
Saatler sürmüş gibi gelen bir zaman sonra..
After hours of waiting alone she finally grew impatient and left the room.
Saatlerce yalnız bekledikten sonra sonunda sabırsızlanıp odayı terk etti.
After hours of waiting alone she finally she lost her patience and left the room.
Saatlerce yalnız bekledikten sonra sonunda sabrını kaybetti ve odayı terk etti.
morning
sabah
a room for two persons breakfast inclusive
sabah kahvaltısı dahil iki kişilik oda
in the morning hours
sabah saatlerinde
this early in the morning /at this time of the morning
sabah sabah
you get up at seven in the morning
Sabah yedi(de) kalkarsın
morning star
sabah yıldızı
I was busy in the morning.
Sabah yoğundum
In the mornings everyone emptied without looking whether there was anybody or not, their chamberpots from the window down.
Sabahları aşağıda birisinin olup olmadığına bakmaksızın herkes, lazımlıklarını pencereden aşağı boşaltıyorlardı.
In the mornings I get generally ill-tempered.
Sabahları genelde huysuz olurum.
I like to cast an eye on the newspapers in the mornings before breakfast
Sabahları kahvaltıdan önce gazetlere göz gezdirmeyi severim.
in the morning
sabahleyin
Have breakfast in the mornings.
Sabahleyin kahvaltı yap.
What do you like to do in the morning?
sabahleyin ne yapmayı seversin?
Patience /forbearance/ steadfastness/ endurance
sabır
Patience is a virtue.
Sabır bir erdemdir.
Patience had marked a big part (b) of his life. (y)
Sabır, yaşamının büyük bir bölümüne damgasını vurmuştu.
to grow impatient
sabırsızlanmak
impatience
sabırsızlık
constant / steady (s)
sabit
to lose one's patience
sabrı taşmak
soap
sabun
1. to soap oneself. 2. to be soaped. 3. slang to be cleaned out, lose all one´s money (while gambling).
sabunlanmak
quiver (s)
sadak
simple /plain / einfach /schlicht
sade
to live a simple life
sade bir hayat yaşamak
just / only / merely (s)
sadece
Only official and public transport vehicles were allowed at the event
Sadece resmi ve toplu taşıma araçlarına izin verilen etkinlikte
She was not just pale, she was snowwhite as powdered sugar
sadece soluk renkli değil, pudra şekeri gibi bembeyazdı
they claim they were only protecting the children
sadece çocukları koruduklarını iddia ediyorlar
Only, there is one condition
Sadece, bir şartı var.
loyal /devoted
sadık
the faithful will be exalted above the unbelievers (from the Wheel of time)
sadıklar inanmayanlardan yüce kılınacaktır
the faithful will be exalted above thrones(from the Wheel of time)
sadıklar tahtlardan yüce kılınacaktır
pure /innocent / naive/ fool
saf
sapphire
safir
naivety / innocence
saflık
Safran
safran
fried egg / Spiegelei
sahanda yumurta
really / tatsächlich
sahi
Really ?
Sahi mi?
come to think of it / true that
sahi ya
Come to think of it, does what they are doing (also) happen to be a phenomena?
Sahi ya bunlar ne yapıyorlar da fenomen oluveriyorlar?
really / actually /honestly (s)
sahiden
You were really (s) such.
Sahiden öyleydin.
beach (s) / coast
sahil
owner
sahip
It (there) is the only place I've got.
Sahip olduğum tek yer orası.
owners
sahipler
ahead of its owners
sahiplerinin ilerisi
stage /podium /Bühne
sahne
fake /false
sahte
Fake prince and ambassador arrested in Italy
sahte prens ve büyükelçi İtalya'da yakalandılar
to be accused of fraud
sahtekarlıkla suçlanmak
to be accused of fraud
sahtekarlıkla suçlanmak
dishonest /fraudulent / crooked
sahtekâr
last meal before fasting in Ramdan (around 3/ 4 am)
sahur
Goldfinch / Stieglitz
saka kuşu
disabled / lame / crippled
sakat
disability / infirmity
sakatlık
found with disability /injured / laming
sakatlık bulunan
a laming doe
sakatlık bulunan bir dişi geyik
inhabitant
sakin
quiet / calm / serene
sakin
Calm down !
sakin ol
I am trying to stay calm.
Sakin olmaya çalışıyorum.
objection /inconvenience
sakınca
Do you mind...?
Sakınca (sı) var mı ...?
to consider harmful /risky
sakınca görmek
Do you mind?
sakıncası var mı?
would you mind / if there's no objection
sakıncası yoksa
to avoid / beware/ refrain / be cautious of + Abl
sakınmak
Chewing gum
sakız
to chew chewing gum
sakız çiğnemek
to hide something (s)
saklamak
hide and seek
saklambaç
to play hide and seek
saklambaç oynamak
to hide oneself / to take cover (s)
saklanmak
saxophone
saksafon
magpie / Elster
saksağan
flowerpot / Blumentopf
saksı
potplants
saksı bitkileri
a potplant
saksı bitkisi
a potted flower /a flower pot (with flower inside)
saksı çiçeği
stupid / blöd
salak
Salami
salam
salad
salata
types of salad
salata çeşitleri
cucumber
salatalık
I have been attacked / Ich bin überfallen worden
saldırıya uğradım
to attack / assail / assault
saldırmak
To attack was still the best defense.
Saldırmak hâlâ en iyi savunmaydı.
to secrete / excrete
salgılamak
tuesday
salı
to shake sth (e.g. hands)
sallamak
hobby horse / Schaukelpferd
sallanan at
The moonlight reflected in the eyes of the hobby horse/Schaukelpferd
Sallanan atın gözlerine ay ışığı yansıyordu.
The moonlight reflected in the eyes of the hobby horse/Schaukelpferd; this reflection was also in the eye(s) of the mouse when Tolly pulled her out from under her pillow to look at her.
Sallanan atın gözlerine ay ışığı yansıyordu; ayrıca ona bakmak için Tolly onu yastığının altından çıkardığında farenin gözünde de vardı bu yansıma
to swing / to rock / to shake
sallanmak
to unleash / to release / to let out / to unbind
salmak
saliva /Speichel
salya
snail (with house)
salyangoz
like a flash in the pan / wie ein Strohfeuer​ (something that happened only once or for a short time and was not repeated)
saman alevi gibi
hayloft / Scheune / Heuboden
samanlık
milky way
samanyolu
Samaritan
Samırıyeli
Samaritans
Samırıyeliler
Sable /Zobel (marder kind living in Sibiria /Mongolia)
samur
what did I just tell you?
sana az önce ne dedim ben?
"Let me make you drink a beer" (fam. for may I pay you a drink?)
Sana bir bira içireyim.
let me give you some advice
sana biraz tavsiye vereyim
I come to you today or tomorrow
Sana bugün veya yarın geleceğim.
I come to you today or tomorrow
Sana bugün ya da yarın geleceğim.
Didn't I tell you that (this)?
Sana bunu söylemedim mi?
I don't mind telling you this
sana bunu söylemekte (bir) sakınca görmüyorum
Sorry to have bothered you
sana da zahmet oldu
Didn't I tell you before?
Sana daha evvel söylemedim mi?
What did I just say to you ?
Sana demin ne dedim?
I can trust you.
Sana güvenebilirim.
I will make you decrease your mistakes.
Sana hatalarını azalttıracağım.
Can I buy you a drink?
Sana içecek bir şey ısmarlayabilir miyim?
Can I invite you for a coffee?
Sana kahve ısmarlayayım mı?
do you mind if I join you
sana katılmamda sakınca var mı?
I am throwing the book at you.
Sana kitabı fırlatıyorum.
He is mad at you
Sana küsmüştür
What did he tell you ? Was hat er dir erzählt?
Sana ne anlattı?
What can I get you?
sana ne ikram edebilirim?
And why would I want to help you?
Sana neden yardım edeyim ki?
I realize I am really lucky to have you as a friend
sana sahip olduğum için şanslı olduğumun farkındayım
I (will) cry to you
Sana seslenirim
Who asked you! /Nobody asked you!
Sana soran olmadı.
I'll phone you.
Sana telefon açacağım.
I told you I was out of credit on my phone
sana telefonumda kredi kalmadığını söyledim
I come to you either today or tomorrow
Sana ya bugün ya ( da) yarın geleceğim.
Speak in a manner that is becoming on you.
Sana yaraşır şekilde konuş
I can help you
Sana yardım edebilirim
It is not that I don't want to help you but right now I am very busy.
Sana yardım etmek istemiyor değilim ama şu anda çok meşgulüm.
It's not that I won't help you. I will, but not now.
Sana yardım etmeyecek değilim; ama şimdi değil.
I will be glad to help you
sana yardımcı olmaktan memnun olacağım
art
sanat
Art for art's sake. / Ars artis gratia
Sanat sanat içindir
Are you interested in art ?
Sanata ilgin var mı?
artistically / kunstvoll
sanatsal bir şekilde
artfully entwined / kunstvoll in einander verschlungen/verflochten
sanatsal bir şekilde birbirine geçmiş
artist
sanatçı
industry
sanayi
pain /twinge / pang /ache (s)
sancı
barque / Kahn / fishing boat
sandal
chair
sandalye
Sandwich
Sandviç
I think / I fancy
sanırım
I think (s) it will be good if we go/pass another time over the program.
Sanırım programın üstünden bir daha geçsek iyi olacak.
I guess so
sanırım öyle
I think I am going to try it
Sanırım, ben deneyeceğim
as if /quasi /like
sanki
word at a sentence end to express an urge. ex. Where THE HECK is he ?/Wo bleibt er BLOSS?
sanki (Nerede kaldı sanki?)
As if someone wanted to give the impression/feeling of a palace reception room to the hereabouts
Sanki birisi buraya sarayın davet salonu izlenimini vermek istemiş
As if someone wanted to give the impression/feeling of a palace reception room to the hereabouts
Sanki birisi buraya sarayın davet salonu izlenmini vermek istemiş
As if I was getting further and further from my goal of rescuing Ethan.
Sanki Ethan'ı kurtarma amacımdan gitgide uzaklaşıyordum.
As if the landlady was watching them from behind one of those windows
sanki ev sahibesi o pencerelerin bir tanesinin arkasından onları gözetliyormuşçasına
He began to anxiously examine the closed window shutters as if the landlady was watching them from behind one of those windows
sanki ev sahibesi o pencerelerin bir tanesinin arkasından onları gözetliyormuşçasına evhamlı bir şekilde kapalı panjurları incelemeye koyuldu.
as if mixed with shadow
sanki gölgeyle karışmış gibi
He asked as if for the sake of keeping up the conversation
sanki laf olsun diye soruyormuş gibi
'she heard the sound of that night's rain as if with tiny fingers was beaten on a window pane'
sanki minik parmaklarla cama vuruluyormuş gibi o geceki yağmurun sesini duyuyordu.
Every place was scrupulously clean as if its owner spent his free time in digging out out minuscule dirt pieces that were in hidden cracks
Sanki sahibi boş zamanlarını gizli çatlaklardaki minicik pislik parçalarını kazımakla geçiriyormuş gibi her yer tertemizdi.
as if a spotlight shone right on me and I was on display
sanki spot ışıkları doğrudan üzerime çevrilmiş ve teşhir edilmiştim.
She lowered her voice as she said the man's name, as if she believed that this would alleviate her eerie feeling a little.
Sanki ürkütücülüğünü biraz olsun hafifletir düşüncesiyle adamın adını söylerken sesini alçalttı.
To think / suppose /fancy
sanmak
I don't think so
Sanmam
hallucination
sanrı
marten / weasel / Marder
sansar
centimetre
santim
handle /Griff
sap
stem (plant) / Stängel /Stiel
sap
completely healed / in perfect health
sapasağlam
to be stuck in / to sink into / to get stuck
saplanmak
to deviate /detour / divert from /lead away from
sapmak
to establish; to discover; to conclude
saptamak
to be determined
saptanmak
to turn yellow
sararmak
palace
saray
under (dat.) the stones of the palace
sarayın taşlarının altına
they had been buried under the stones of the palace
sarayın taşlarının altına gömülmüşlerdi
to spend /consume /use up (s)
sarf etmek
to get drunk
sarhoş olmak
yellow
sarı
topaz
sarı yakut
Don't cross the yellow line.
sarı çizgiyi geçmeyiniz
Give me a hug.
sarıl bana
to hug / cuddle / clasp / cling
sarılmak
garlic
sarımsak
yellowish (s)
sarımsı
yellowish (t)
sarımtrak
to wrap oneself up / to gird oneself
sarınmak
Aloe / Agarve
sarısabır
The aloe plants set/were established with their fleshy leaves like spiders on the road.
Sarısabır bitkileri etli yapraklarıyla örümcek gibi yola kurulmuslardı.
blond
sarışın
to hang down / to dangle/ to drop (s) / hängen / bammeln/ to last - dauern (often in a negative sense)
sarkmak
to wrap / twine/ encircle / surround /wind /embrace
sarmak
spiral
sarmal
steep
sarp
to be shaken / shattered (e.g. by an earthquake)
Sarsılmak
our unwavering faith
sarsılmaz inancımız
unshakable faith / unwavering faith
sarsılmaz inanç
to shake / agitate / shatter (e.g. earthquake)
Sarsmak
to buy
satın almak
salesman
satış görevlisi
to sell
satmak
chess
satranç
chess board
satranç tahtası
chessmen /Schachfiguren
satranç taşları
I set the chessmen back on their board
satranç taşlarını tahtasına geri yerleştirdim
war
savaş
battlefield / battleground
savaş alanı
war is never necessary
savaş hiç gerekli değil
without a fight /kampflos
savaşmadan
He won't give up on his plans without a fight
Savaşmadan planlarından vazgeçer.
to battle / struggle / fight / make war
savaşmak
I was battling him
savaştım onunla
prosescutor / sollicitor
savcı
The prosecutor began to give his deliberation on the merits/principles
Savcı esas hakkındaki mütalaasını vermeye başladı
The prosecutor asked for(wanted the) removal of control requirement
Savcı kontrol şartının kaldırılmasını istedi
to be dispersed /to be driven away / to be scattered (s)
savrulmak
defense
savunma
to defend
savunmak
extravagant
savurgan
to swing / toss / flap
savurmak
because of you / thanks to you / grâce à toi
Sayende
Thanks to you I love Turkish a lot.
Sayende Türkçeyi çok sevdim.
because of you(pl) / thanks to you / grâce à vous
Sayenizde
page
sayfa
change of page orientation between horizontal and vertical
sayfa yönlendirmesini yatay ile dikey arasında değiştirme
respect
saygı
to respect /to esteem a dat.
saygı duymak
number
sayı
to score
sayı yapmak
numbered/counted
sayılı
sort of / kind of
sayılır
to be counted
sayılmak
dear
sayın
dear spectators
sayın seyirciler
supreme court of public accounts (From saymak)
Sayıştay
to count
saymak
reed
saz
musical instrument (s)
saz
a hair
saç
scalp (s. d.)
saç derisi
hairdryer
saç kurutma makinası
She had gathered the hair loosely with hairpins
saç tokalarıyla gevşek bir biçimde toplamıştı.
icicle
saçak buzu
to be scattered / spilled (s)
saçılmak
scattered stones
saçılmış taşlar
to dye hair
saçları boyamak
Anyone who has a hair longer than a matchstick looks like a girl.
Saçları kibrit çöpünden uzun olan herkes kıza benziyor
Her hair was combed in the most fashionable style (t) of Paris.
Saçları Paris'da en revaçta olan tarzda taranmıştı.
his hair and his skin
saçları ve derisi
My hairs have started to turn white.(a)
Saçlarım ağarmaya başladı.
they were covered (ö) with the same dust which covered (k) his hair and his skin
saçlarını ve derisini kaplayan aynı tozla örtülmüştü
the dust covering (k) his hair and his skin
saçlarını ve derisini kaplayan toz
Absurd / silly / foolish / stupid / nonsensical (s)
saçma
It was an absurd idea / it was a crazy joke
saçma bir fikirdi
silly (s) jokes (e)
saçma espriler
to scatter / spill (s)
saçmak
nonsense /bullshit / rubbish (s)
saçmalık
That's a load of crap. / that's thoroughgoing stupidity
saçmalığın daniskası
right (not left)
sağ
in his right hand
Sağ elinde
There was a long straight wand of gold in her right hand (and) a golden crown on her head,
sağ elinde uzun, düzgün, altından bir asa, başında altın bir taç vardı.
He lifted his right hand up.
Sağ elini kaldırdı.
safely / safe and sound
sağ salim
rainfall / downpour / shower
sağanak (yağış)
to the right
sağdaki
deaf
sağır
the deaf hear (are hearing)
sağırlar işitiyor
health
sağlık
health care system
sağlık hizmetleri sistemi
healthy
sağlıklı
unhealthy
sağlıksız
Do you want to talk about your health?
sağlığından konuşmak ister misin?
reason
sebep
to cause
sebep olmak
vegetable
sebze
vegetable section
sebze reyonu
miserable / wretched
sefil
coffee table
sehpa
to bound /run ricocheting
sekerek koşmak
8: 4 = 2
sekiz bölü dört eşittir iki.
They lived in China for eight years.
sekiz yıl Çin'de yaşadılar
the eighth
sekizinci
to REbound / hop / skip (keep bouncing)
sekmek
eighty
seksen
flood /torrent / deluge
sel
Hi /hello
selam
Greetings
selamlar
Sticky tape /Tesafilm
seloteyp
symbol
sembol
sympathetic / warm hearted / likeable/ appealing
Sempatik
district (s)
semt
district bazaar / street market
semt pazarı
you sg
sen
Why don't you go ahead and say something too!
Sen de bir şeyler söylesene!
(It seems) you didn't like it either
sen de hoşlanmamışsın
And you are naive.
Sen de safsın.
Are you too overwhelmed by/ sick of the heat ?
Sen de sıcaktan bunaldın mı?
I would go if you went.
Sen gidersen,ben de giderdim.
I could go if you go.
Sen gidersen,gidebilirim.
If you are ready, I'm ready too.
Sen hazırsan, ben de hazırım.
You have to comply with the desired conditions.
Sen istenilen şartlara uymak durumundasın.
i'll thank you to mind your own business
sen kendi işine bakarsan memnun olurum
you were hindering my letters ?
Sen mektuplarıma engel mi oluyordun?
Are you sweating ?
Sen terliyor musun?
It's enough that you WANT to eat (= If you want to eat there is plenty of food go ahead)
Sen yemek iste yeter ki.
Are you cold ?
Sen üşüyor musun?
do you think ... ?
sence ... mi?
do you think the President is reliable?
sence Başkan güvenilir mi?
Do you think you should have gone there?
Sence oraya gitmeli miydin?
to stagger / stumble (s)
sendelemek
I have hope for you / I believe in you
Senden umutluyum
year (s)
sene
This is the thing I 've been longing for for years (s) .
Senelerdir özlemini duyduğum şey işte buydu.
symphony
senfoni
I can't understand you.
Seni anlayamıyorum.
I love you like crazy.
Seni delicesine seviyorum!
I can't hear you.
Seni duyamıyorum.
Nice to see you
Seni görmek ne güzel.
I came to see you.
Seni görmeye geldim.
If I upset you in any way, I sincerely apologize.
Seni herhangi bir şekilde üzdüysem, içtenlikle özür dilerim.
It doesn't concern you / this is none of your business
seni ilgilendirmez
she didn't mean to hurt you
seni incitmek istemedi
If you knew how (much) I love you !
Seni nasıl seviyorum,bir bilsen!
Whatever floats your boat / Whatever makes you happy
seni ne mutlu edecekse
It is quite a long time since I last saw you.
Seni son gördüğümden beri uzun zaman oldu.
I will kill you
Seni öldüreceğim.
I will have you killed. I make sb kill you / I order sb to...
Seni öldürteceğim.
I summoned called you here for an important business
Seni önemli bir iş için buraya çağırdım
I don't know whether you learned German or not.
Senin Almanca öğrenip öğrenmediğini bilmiyorum
Which is your favoured Turkish food?
Senin en sevdiğin Türk yemeği hangisi?
He cannot be compared to ordinary people like you.
Senin gibi sıradan insanlarla kıyaslanamaz
I shouldn't have told you a thing to stimulate (fuel) your curiosity/interest (i)
Senin ilgini körükleyecek bir şey anlatmamalıydım
I want to buy something for you.
Senin için bir şey satın almak istiyorum.
What were you confused about ? (spoken)
Senin neyden kafanı karışmıştı?
with you
seninle
I don't agree with you
seninle aynı fikirde değilim
I would love to see you soon.
Seninle en yakın zamanda görüşmeyi çok isterim.
I am proud of you
seninle gurur duyuyorum
It has been a pleasure chatting with you.
Seninle sohbet etmek bir zevkti.
Did he talk to you recently ?
Seninle yakın zamanda konuştu mu?
tutoyer
senli benli konuşmak
basket
sepet
Your basket is empty
sepetiniz boş
ceramic / porcelain
seramik
tiled walls
seramik kaplı duvarlar
free (available)(s) / unattached /unrestricted
serbest
to release / discharge / deliver
serbest bırakmak
I am not free (available) (s)
serbest değilim
I am free (available ) (s)
serbestim
before displaying
sergilemeden önce
to expose / exhibit / display
sergilemek
to be exposed / displayed
sergilenmek
to spread over /to sprawl
serilmek
cool /chilly
serin
to cool off / to cool down
serinlemek
chill /cool(ness)
serinlik
to spread /to unfold / to lay out
sermek
solid / hard/ rigid/ stiff - for an object opposed to soft - hart (German)
sert
the click emitted by something hard
sert bir şeyin çıkardığı tıkırtı
stiffly / sharply
sertçe
fortune
servet
there is no limit to the account of his wealth
servetinin haddi hesabı yokmuş
cypress tree
servi ağacı
sparrow
serçe
voice / sound / volume
ses
sound
ses
let it sound at least / (let it be a big thing)
ses getirsin bari
His voice changed into a hoarse whisper.
Sesi boğuk bir fısıltıya dönüştü.
Would you put the volume down
Sesi kısar mısın lütfen
His voice was soft yet its fluctuating (up and down going) melody made me think of raging oceans and wild storms.
Sesi yumuşaktı, yine de iniş çıkışlı ezgisi bana hırçın okyanusları ve vahşi fırtınaları düşünürdü.
there was (a sound of) dictatorship in his voice
sesinde bir buyurganlık vardı
He lowered his voice.
Sesini alçalttı.
to turn up the volume
sesini açmak
to turn down the volume
sesini kısmak
There was also compassion in his voice.
Sesinin tonunda merhamet de vardı.
She couldn't hinder her voice to tremble from anger.
Sesinin öfkeden titremesini engelleyemedi.
to shout / cry/ yell / call
seslenmek
voiceless / silent
sessiz
Be quiet !
sessiz ol!
quietly / noiselessly
sessizce
He talked quietly.
sessizce konuştu.
Silence (lit. voiceless-ness)
sessizlik
to sink into silence
sessizliğe gömülmek
Out of (in) the silence he thought that he heard tiny bare feet running
sessizliğin içinden minik çıplak ayakların koştuğunu duyduğunu sandı
lovesick
sevdalı
I like it/ I got a satisfactory impression - a one time thing
sevdim
affectionate / caressing / zärtlich
sevecen
to feel love
Sevgi duymak
a couple I suspected to be in love
Sevgili olduğunu şüphelendiğim bir çift
I believe/suspect that they are a couple (lovers)
Sevgili olduğunu şüpheleniyorum
my darling / my dear (s)
sevgilim
cute / charming / lovely/ pretty / fair
sevimli
sweetness / cuteness / loveliness
sevimlilik
unsympathetic/ unsympathisch
sevimsiz
My joy in some way does not carry your joy. (from a poem of Attila İlhan )
Sevincim bir türlü tutmaz sevincini.
The moment I am happy you get upset. (from a poem of Attila İlhan )
Sevindiğim anda sen üzülürsün.
We are filled with joy
sevinç doldu içimiz
joyful / mirthful / happy
sevinçli
to leap for joy
sevinçten zıplamak
shabby /illbred / rude
seviyesiz
I continuously see it and like it every time
Seviyorum
to love
sevmek
Should he love, should he not love or should he not like it at all ?
Sevmeli mi sevmemeli mi Yoksa hiç beğenmemeli mi
audiance /spectator
seyirci
spectators / watchers
seyirciler
The audience applauded the juggler.
Seyirciler hokkabazı alkışladı.
rarer /sparesely
seyrek
rare /scarce /few and far between
seyrek
sparse vegetation (plant cover)
seyrek bitki örtüsü
losely woven
seyrek dokunmuş
sparesely furnished
seyrek eşyalı
rare diseases
seyrek görülen hastalıklar
sparesely populated
seyrek nüfuslu
rarely encountered
seyrek rastlanan
to dillute / thin down / rarify
seyrelmek
to watch
seyretmek
cannot get enough of watching
seyretmeye doyum olmaz
indicate / suggest
sezdirmek
intuition / instinct / perception
sezgi
season (s - e.g a sport season)
sezon
the season (s) always begins in August
sezon her zaman Ağustos'ta başlar
option / choice / alternative
seçenek
election / choice
seçim
The election was rigged./frauded
Seçime hile karıştırılmıştı.
distinguished /outstanding /exclusive/exquisite
seçkin
an exquisite district /neighbourhood (s)
seçkin bir semt
elite
seçkin kişiler
to choose / select
seçmek
to run / race / rush (s)
seğirtmek
Yaralı bir hayvanın çaresız sesini benzer bir sesle hıçkırdı.
She sobbed with a voice similar to the desperate sounds of a wounded animal
cosy / nice warm
sıcacık
hot
sıcak
to take a hot bath
sıcak banyo yapmak
after starting to sip the hot drink
sıcak içeceği yudumlamaya başladıktan sonra
Drink hot lemon tea !
Sıcak limonlu çay iç
Do you have hot water?
Sicak suyunuz var mı ?
to keep warm
sıcak tutmak
hot chocolate
sıcak çikolata
the heat / temperature
sıcaklık
register /record / credentials
sicil
registration file
sicil dosyası
cancellation of registration
sicil iptali
registration number
sicil numarası
Adjective
sıfat
adjective
sifat
zero gravity
sıfır yerçekimi
flush /Klospülung
sifon
cigarette
sigara
Smoking again and again (participle) he got a headache.
Sigara içe içe başı ağrıdı.
No smoking /Rauchen verboten
Sigara içilmez
to smoke
sigara içmek
Do you mind if I smoke ? is there a problem if / would (will) there be a problem if...
Sigara içmemin bir sakıncası var mı - ... olur mu?
to quit smoking
sigara içmeyi bırakmak
it is necessary that you quit smoking
sigara içmeyi bırakmak zorundasın(ız)
He decided to quit smoking.
Sigara içmeyi bırakmaya karar verdi.
He decided to leave cigarettes (quit smoking)
Sigarayı bırakmaya karar verdi.
social security registration number / insurance number
sigorta sicil numarası
health (sı)
sıhhat
Be healthy ( said after a haircut)
Sıhhatler olsun!
magician /illusionist / (someone doing magic tricks)
sihirbaz
magically / with /by magic
sihirle
magic (s) adj
sihirli
What's the magic word?
Sihirli kelime neydi ?
You forgot the magic word
Sihirli kelimeyi unuttun
frequent /dense /thick/close
sık
slang for: penis
sik
hang in there / be patient / grit your teeth /grin and bear it! Lit. Beiß die Zähne zusammen.
sık dişini
often / frequently
sık sık
a bag at which she looked frequently
sık sık baktığı bir kese
tight / fast / firm / strict
sıkı
tight / narrow / short
sıkı
tight groups of trees
sıkı ağaç toplulukları
tight groups of trees dropped a deep shadow on the places
sıkı ağaç toplulukları yerlere derin bir gölge düşürdü
On places where tight groups of trees dropped a deep shadow
Sıkı ağaç topluluklarının derin bir gölge düşürdüğü yerlerde
close cooperation
sıkı işbirliği
They work hard and are successful at school.
Sıkı çalışırlar ve okulda başarılıdırlar.
boring
sıkıcı
I am bored. (s)
Sıkıldım.
to be bored / to get bored (s)
sıkılmak
to be bored
sıkılmak
boredom / annoyance / nuisance
sıkıntı
to create problems
sıkıntı yaratmak
No problem
sıkıntı yok
No problem. Everything is fine.
Sıkıntı yok, her şey yolunda
depressing / uneasy / distressed
sıkıntılı
a troublesome thought
sıkıntılı bir düşünce
It was a depressing / troublesome morning
Sıkıntılı bir sabahtı.
you can get in trouble
sıkıntıya sokabileceksin
to get in trouble
sıkıntıya sokmak
dense /cramped / crowded/ hard-pressed
sıkışık
tight schedule
sıkışık program
rush hours
sıkışık zaman
to jam (in) / tighten / squeeze (s)
sıkışmak
Often, I would see that the weather is nice and sunny.
Sıklıkla, havanın güzel ve güneşli olduğunu görürdüm.
to press together /to tighten /to squeeze / to hold tight zusammenbeißen
sıkmak
eraser / Radiergummi
silgi
top hat /Zylinder
silindir şapka
deleted messages
silinen mesajlar
to clean out /sweep away /mop up /clean away /slang: to gulp down /garbage down food
silip süpürmek
Silicon /Silicium -Si 14
Silisyum
To be shaken / to shake oneself / to jerk oneself out of a somnolent state
silkelenmek
to toss / to shake off / to shake oneself
silkinmek
to wipe off / delete / efface / cross out
silmek
weapon / arm
silâh
symbol / token / emblem
simge
he fingered the symbol
simgeyi elledi
bagel
simit
tightly closed lips / zusammengepreßte Lippen
sımsıkı kapalı dudaklar
very black beady eyes
simsiyah boncuk gözler
alchemists
Simyagerler
Alchemists never did manage to convert lead into gold.
Simyagerler, kurşunu bir türlü altına dönüştürmeyi beceremedi.
exam
Sınav
You will need to study to pass the exam.
Sınavı geçmek için çalışman gerekecek.
squirrel
sincap
(made) from squirrel fur (p)
sincap postlarından
fly (insect)
sinek
trefle / Kreuz (cards)
sinek
kolibri
sinekkuşu
cinema
sinema
The cinema is far away.
sinema uzak
the girl who works in the cinema
sinemada çalışan kız
We could go to the cinema
sinemaya gidebiliriz
I'd prefer rather to go to the bar than going to the cinema
Sinemaya gitmektense bara gitmeyi tercih ederim.
class / Klasse (biol.) (e.g. mamalia/ Säugetiere)
sınıf
class (school) /classroom
sınıf
the classmate said he could take a look at the textbook
sınıf arkadaşı ders kitabına bakabileceğini söyledi.
My classmatte said I could have a look at the textbook.
Sınıf arkadaşım ders kitabına bakabileceğimi söyledi.
He wanted to see the textbook of a classmate.
Sınıf arkadaşının ders kitabına bakmayı istedi.
he wanted the help of a classmate
sınıf arkadaşının yardımını istedi
border (s)
sınır
nerve /sinew / anger / temper
sinir
to drive s.o. nuts
sinir etmek
to drive s.o. nuts
sinir etmek
to boil with rage / to be hopping mad / to be pissed off
sinir(in)den kudurmak - öfkeden kudurmak
deportation / expulsion
sınırdışı
to be deported / expulsed
sınırdışı edilmek
to get frustrated (angry)
sinirlenmek
to be on edge
sinirleri gerilmek
to be in a bad mood (lit. one's nerves are on the hill)
sinirleri tepesinde olmak
nervous / irritable / pissed off
sinirli
to crouch /duck /cringe (s)
sinmek
insidious / sneaky /sly / heimtückisch / hinterhältig
sinsi
to prowl /lurk /sneak
sinsi sinsi dolaşmak
to stalk
sinsi sinsi izlemek
to ask slyly
sinsi sinsi sormak
signal mixer
sinyal karıştırıcı
to indicate (in traffic)
sinyal vermek
donkey foal
sıpa
order /Bestellung
Sipariş
to order / bestellen
sipariş vermek
Are you ready to order?
Sipariş vermek için hazır mısınız?
Show my orders
Siparişlerimi göster
trench (Schutzgraben) / shield / bulwark
siper
to take shelter / to take cover
siper almak
to use as a shield
siper etmek
to dig a trench
siper kazmak
secret (s)
sır
the cat is out of the bag /the secret is no longer a secret
sır ifşa oldu
When it needed to be kept secret/to be a secret
sır olması gerekirken
row (number...)
sıra
What is next
Sırada ne var
I wonder what is next.
Sırada ne var acaba.
ordinary / common
sıradan
the common thief
sıradan hırsız
from the common burglar to the more sophisticated blackmailers
sıradan hırsızdan, daha sofistike şantajcılara
ordinary people
sıradan kişiler
mountain range
sıradağlar
to line up /array
sıralamak
during/ while (s)
sırasında
in turns / one by one
sırayla
merely / only / exclusively / just to (s)
sırf
merely to set them off (fire them)
sırf onları ateşlemek için
Did you go up all the way to the third floor just to drink water?
Sırf su içmeye ta üçüncü kata mı çıktın?
just for the sake of decoraration
sırf süs olsun diye
just for the sake of x
sırf x olsun diye
soaked
sırılsıklam
to grin / smirk
sırıtmak
vinegar
sirke
the priviledge to know the secrets
sırları bilme ayrıcalığı
The secret has not been solved yet
Sırrı henüz çözülemedi
(the) back
sırt
backpack
sırt çantası
He secretly threw a slice of Salami into his backpack.
Sırt çantasına gizlice bir dilim salam attı.
his back
sırtı
to his back
sırtına
on his back
Sırtında
on the back
sırtüstü
She lay on ( her ) back, her mouth was half open
sırtüstü yatıyordu, ağzı yarı açıktı.
fog / mist (s)
sis
Mist wrapped around my ankles as if alive, stroking/caressing my skin with his wet fingers.
Sis canlıymış gibi ayak bileklerimi sardı, ıslak parmaklarıyla tenimi okşadı.
The fog glided by turning from the parched/scorched area towards the stone.
Sis kavrulan alanın üstünden döne döne taşa doğru süzüldü.
skinny /mager (s)
sıska
foggy
sisli
system
sistem
to protect from the fog
sisten korumak
malaria /Tropenfieber
sıtma
Eucalyptustree
sıtmaağacı
plaster
sıva
Nuthatch /Kleiber
sıvacı kuşu
liquid
sıvı
like liquid silver
sıvı gümüş gibi
sharp / pointed
sivri
with pointed ears (adj.)
sivri kulaklı
sharp and thorny vegetation
sivri ve dikenli bitkiler
to become pointed / to advance rapidly
sivrilmek
gnat / moskito
sivrisinek
The mosquitoes will not leave me alone!
Sivrisinekler beni rahat bırakmıyor!
black
siyah
blueberry / Blaubeere / Heidelbeere
Siyah yabanmersini
Are the black shoes comfortable ?
Siyah ayakkabılar rahat mı?
black currant / schwarze Johannisbeere
siyah frenküzümü
black cloaked
siyah pelerinli
the black cloaked rider
siyah pelerinli binici
black Urgal blood stained the bag that was in her hand
siyah Urgal kanı elindeki keseyi lekeliyordu.
He was clad in black and silvery tones
Siyah ve gümüşi tonlarda giyinmiş
blackish (s)
siyahımsı
blackish (t)
siyahımtrak
political asylum
siyasal iltica
politics
siyaset
politician
siyasetçi
politicians actually control nothing
siyasetçiler aslında hiçbir şey kontrol etmiyorlar
politicians always promise to change the law
siyasetçiler her zaman kanunu değiştirmeye söz verirler
scratch / scar /(light wound)
sıyrık
you pl (or formal)
siz
Sometimes you can hear their laughter.
Siz de bazen onların gülüşünü duyabilirsiniz.
You(formel) are certainly / presumably a doctor?
Siz her halde doktorsunuz ?
Who are you?
siz kimsiniz?
Seek ye first His Reign and righteousness
Siz öncelikle Onun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin.
infiltrating / who is infiltrated / seeping (present participle)
sızan
infiltrating bundles of sunlight
sızan güneş ışığı demetleri
You wouldn't believe it if I told you
size anlatsam herhalde inanmazdınız
I don't have the intention to tell you (pl) a school story.
Size bir okul hikâyesi anlatmaya niyetli değilim.
Can I ask you (pl) a question?
size bir soru sorabilir miyim?
Let me make you an offer !
size bir teklifte bulunayım
What comes to you (pl) even every hair on your (pl) head is counted. Matta 10:30
Size gelince, başınızdaki bütün saclar bile sayıldır.
Is it /can it be because he doesn't trust you ?
Size güvenmediği için olabilir mi?
what I say to you in the dark
Size karanlıkta söylediklerim
What I say to you in the dark, tell it in the daylight.
Size karanlıkta söylediklerimi, siz gün ışığında söyleyin.
let me give you a little hint
size küçük bir ipucu vereyim
I said I ll come to you at five, remember/I believe?
Size saat beşte geleceğim demiştim ya?
I am sorry to have troubled you (pl)
size zahmet verdiğim için üzgünüm
you stupid dogs /you stupid bastards
sizi ahmak itler
It is a pleasure for us to entertain you.
Sizi ağırlamaktan zevk duyarız.
we're looking forward to seeing you (pl) /we are waiting impatiently....
sizi görmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz
a thought environment / a place for thinking where nobody, no outside factor will disturb you
Sizi kimsenin, hiçbir dış faktörün rahatsız etmeyeceği bir düşünme ortamı
It has to be your oasis, your thought environment where nobody, no outside factor will disturb you.
Sizi kimsenin, hiçbir dış faktörün rahatsız etmeyeceği bir düşünme ortamınız, vahanız olmalıdır.
It gives us happiness to please you.
Sizi memnun bırakmak bize mutluluk verir.
your interest in your environment
sizin çevrenize olan ilginiz
with you (pl)
sizinle
we look forward to meeting you (pl) / we are waiting impatiently....
sizinle tanışmayı sabırsızlıkla bekliyoruz
It was a great pleasure to meet you again.
Sizinle yeniden karşılaşmak büyük bir keyifti.
to whine / to whimper
sızlamak
to moan / complain / whine
sızlanmak
you all /royal plural (thou) / describing a whole generation
sizler
to you all
sizlere
We shall be happy to welcome you in our hotel.
Sizleri otelimizde ağırlamaktan mutlu olacağız
vouvoyer
sizli bizli konuşmak
to infiltrate / leak / to seep/ drain (ı) (e.g. water/ light/ a secret)
sızmak
shit
sıç
rat /mouse
sıçan
murids / Mäuseartige
sıçangiller
of the murids - M¨¨äuseartigen, a rodent, a mammal
sıçangillerden, kemirgen, memeli hayvan
to jump / splash / leap / bounce (once)
sıçramak
the blue of 'I am so deep in shit' - (term used by students who have exam in the morning and didn't study enough)
sıçtım mavisi
refuge
sığın
shelter
sığınak
my shelter
sığınağım
to shelter / to take refuge
sığınmak
cattle (includes cows, bulls, oxen, and buffaloes)
sığır
beef
sığır eti
In order to reach the cattle and horses they tore the stable walls with their teeth apart.
sığır ve atlara ulaşmak için ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı.
starling
sığırcık
Scandium - Sc 21 (geçiş metalleri /metalik gri)
Skandiyum
slide (e.g. Power point)
slayt
creating or modifying slide layouts
Slayt düzenlerini oluşturma veya değiştirme
slide view
slayt görünümü
ki onunla ilk defa tanışabilsinler
so they could meet him (get to know him) for the first time.
Sodium / Natrium - Na 11
Sodyum
sophisticated
sofistike
table (s)
sofra
tablecloth (s)
sofra örtüsü
to prepare the table / lay out the table cloth
sofrayı hazırlamak
conversation
sohbet
street
sokak
lampost / street lantern
sokak lambası
Someone came to the side of a cold and hungry dog staying in the cold air in front of an apartment block opposite the street.
Sokağın karşısındaki apartmanın önünde soğuk havada üşüyen ve aç kalan bir köpeğin yanına bir kişi geldi.
to put something into something
sokmak
come close, nestle, snuggle, draw near, wriggle oneself into, infiltrate, come up, creep, edge, edge in, encroach, nuzzle, penetrate, put oneself forward, sidle, sidle up to, worm one's way /sich anschmiegen
sokulmak
left
sol
on her left foot
sol ayağında
Its left front foot was stretched in a weird angle
sol ön ayağı garip bir açıyla uzanmıştı.
on her left front foot
sol ön ayağında
turn left
sola dön
to the left
soldaki
pale (...g)
solgun
the edges of his pale grey cloak were dragged in the blood(pl)
solgun gri pelerininin etekleri kanların içinde sürüklendi
Pale(ly)
Solgun solgun
Pale(ly) it had sat on top of the trees in the east
Solgun solgun doğudaki ağaçların üzerine oturmuştu
to fade / wither / wilt
solmak
worm
Solucan
pale (...k)
soluk
to take a breath /to breath in (s. a.)
soluk almak
pale coloured
soluk renkli
pale skinned
soluk tenli
to catch a breath (s)
soluklanmak
to gasp for breath
soluğu tutulmak
holding my breath
soluğumu tutarak
to hold one's breath
soluğunu tutmak
bed frame/ Bettgestell (the metal part / springs of a bed)
somya
end / ending (s)
son
last
son
to catch the last evening news
son akşam haberlerini yakalamak
the last moment
son an
at the last moment
son anda
the horror of the last moments
son anların dehşeti
spoiled by the horror of her last moments
son anlarının dehşeti ile bozulmuş
The last rider
Son binici
a last-minute decision
son dakika kararı
after a last minute decision
son dakika kararı ile
extremely
son derece
suffix
son ek
at top speed
son hızla
expiration date
son kullanım tarihi
deadline
son mühlet
recently
son zamanlarda
to reach / come to an end
sona ermek
To end / expire / come to an end / discontinue
Sona ermek
autumn
sonbahar
The autumn rain started again. It's as if it competes with my crying.
Sonbahar yağmuru yine başladı. Gözyaşımla yarış yaparcasına.
after / then
sonra
Then for a while nothing happened.
Sonra bir süre için hiçbir şey olmadı.
See you later
sonra görüşürüz
then surely
sonra kesinlikle
then giggling and whispering
sonra kıkırdamalar ve fısıldamalar
We ll talk later
sonra konuşuruz
Then he took three arrows and nocked the first, the two others he held in his left hand.
sonra üç tane ok alıp birini yaya taktı, diğer ikisini sol elinde tuttu.
an afterwards fictionalized/made/build diary
sonradan kurgulanmış bir günlük
the next
sonraki
The next two days passed in the blink of an eye.
Sonraki iki gün göz açıp kapayıncaya kadar geçti.
the next election is in two years
sonraki seçim iki yıl içinde
when is the next election?
sonraki seçim ne zaman?
later (than)
sonrası
Do you guys have plans for later ?
sonrası için planınız var mı?
forever
sonsuza dek
I don't want to be single forever
sonsuza dek bekâr olmak istemiyorum
to keep one's eyes on the prize
sonuca odaklanmak
He couldn't take the consequence/result
Sonucu göze alamadı.
towards the end
sonuna doğru
until the end
sonuna kadar
the last but not the least (but not the worst)
sonuncusu ama en kötüsü değil
the last but not the least (the most important)
sonuncusu ama en önemlisi
She was sure it was the latter.
sonuncusu olduğundan emindi
finally / in the end / at last
sonunda
Finally they sickened me
Sonunda bıktırdılar beni
finally we found a road sign
sonunda bir tabela bulduk
Finally the bad news spilled quickly from his lips.
Sonunda kötü haber dökülüverdi dudaklarından.
consequently / as a consequence / in conclusion 7 ultimately
Sonuç olarak
the consequences
sonuçlar
I heard the results over the radio
sonuçları radyodan duydum
to take the consequences
sonuçlarını göze almak
presenting /feature/ presentation /introduction (...ş)
sonuş
query /inquiry /question
sorgu
to ask
sormak
it doesn't hurt to ask
sormakta bir sakınca yok
if you don't mind me asking
sormamda bir sakınca yoksa
question
soru
responsible
sorumlu
to blame
sorumlu tutmak
responsibillity
sorumluluk
They did not want to load the responsablity on one single person.
Sorumluluğu tek bir kişi üzerine yüklemek istememişler.
irresponsably / recklessly
sorumsuzca
problem
sorun
Not at all / not to worry / it doesn't cause a problem
Sorun değil
What's the problem ? / Whats the matter ?
Sorun ne?
no problem
sorun yok
There are no problems, there are only challenges (difficulties).
Sorunlar yoktur, sadece zorluklar vardır.
to overcome the difficulties / to surmount the difficulties / to resolve the problems
sorunları atlatmak
investigation / inquiery
soruşturma
The investigation revealed a scandal.
Soruşturma bir skandalı ortaya çıkardı.
sauce
sos
social
sosyal
social network
sosyal iletişim ağı
social media
sosyal medya
Socialize !
Sosyalleş !
soy sauce
soya sos
chicken with soy sauce
soya soslu tavuk
Your surname / Ihr Nachname
Soyadınız
robbery
soygun
robber
soyguncu
it was robbery
soygundu
noble (with lineage)
soylu
the noble horse
soylu at
They fell of their noble horses (to the ground) and...
Soylu atlarından yere düşüp
It was a noble beauty, like the one belonging to (peculiar to) a prince of a foreign nation.
Soylu bir güzellikti, yabancı bir ulusun prensine özgü
Nobility / aristocrazy / noblesse
soylular
to rob (e.g. bank)
Soymak
to undress
soyunmak
abstract
soyut
a philosophy
soyut düşünüş
abstract idea
soyut görüş
abstraction / abstract concept
soyut kavram
abstract concept
soyut kavram
absract painting
soyut resim
abstract art
soyut sanat
onion
soğan
Chive / Schnittlauch
soğancık
cold
soğuk
bad joke (not funny)
soğuk espri
clothes suiting the cold weather conditions
soğuk hava şartlarına uygun giysiler
The cold stars looked at him without blinking their eyes.
Soğuk yıldızlar gözlerini kırpmadan ona bakıyordu.
The cold began to penetrate the rain coat.
Soğuk, yağmurluğun içine işlemeye başladı.
cold (noun)
soğukluk
to cool down / to become cold
soğumak
spatula / Spatel
spatül
speaker
spiker
the speaker came up with an emotionless expression until the end of the news
spiker donuk bir ifadeyle haberin sonuna kadar geldi
sport
spor
sport shoes
spor ayakkabı
sport club
spor kulübü
gym
spor salonu
the gym is right here
spor salonu tam burada
stade
stadyum
stand /Stativ
statif
push stop !
Stopa bas !
Stress
Stres
Stressful people are prone to get ill
Stresli kişiler hastalığı davet ediyor
Avoid stress
Stresten kaçın.
water
su
flood
su baskını
puddle /flaque d'eau /Pfütze
su birikintisi
Would you like some water or anything?
Su mu içer misin?
officer (military rank)
subay
sausage (su...)
sucuk
egg with sausage
sucuklu yumurta
to drown
suda boğulmak
She is afraid of water.
Sudan korkar.
I am (become) like a fish out of water.
Sudan çıkmış bir balık olurum.
to water / sprinkle
sulamak
the waters were flowing down the mountains in streams
sular dereler hâlinde dağlardan aşağıya akıyordu
the surface of the waters
suların yüzeyi
Juicy /saftig
sulu
submission / confirmation / presentation / offering (...a)
sunma
to offer / proffer / introduce / present
sunmak
presentation /supply / offer (...m)
sunum
presentation software
sunum - sunuş yazılımı
to present / make a presentation
sunum yapmak
presenting (verbal noun)
sunuş
white paper (presentation paper)
sunuş belgesi
view menu (computer)
sunuş menüsü
wall (s)
sur
Shut up !
Sus !
Are they thirsty ? (You were all day together. You must know without even asking them)
Susadılar mı ?
I am thirsty
susadım
Are you thirsty
susadın mı
sesame seed /Sesamkorn
susam
to be thirsty / to feel thirsty
susamak
Are they thirsty ? (if you don't know go and ask them)
Susamışlar mı?
They are thirsty, they want to drink
susamışlar,su istiyorlar.
They are thirsty, they want to drink
susamışlar,su istiyorlar.
sea otter
susamuru
the water surface, flat as a mirror / die spiegelglatte Wasseroberfläche
suyun ayna kadar düz yüzeyi
crime
suç
a life of crime
suç hayatı
to lead a life of crime
suç hayatı sürmek
You are not afraid to lead a life of crime.
Suç hayatı sürmekten korkmuyorsun.
criminal record
suç kaydı
crime novel / Krimi
suç romanı
criminal organization
suç örgütü
the ringleader / gang-leader / chief of the criminal organization
suç örgütü elebaşı
(being) the alleged leader of the criminal organization
suç örgütü elebaşı olduğu iddia edilen
to establish a criminal organization
suç örgütü kurmak
to accuse
suçlamak
on charges of / alleged to (s)
suçlamasıyla
to be accused by
suçlanmak
criminal
suçlu
guilty
suçlu
The criminal was sentenced (ç) to life imprisonment (m)
Suçlu müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
with a casual fascination unknown to criminals
suçlular tarafından bilinmeyen gelişigüzel bir hayranlıkla
red-handed
suçüstü
milkman
s¨ütçü
to disassemble / to take apart/ to pull out / to take down / to disconnect
sökmek
rip /tear /something torn /Riss /Laufmasche
sökük
to extinguish / to put out / to dampen
söndürmek
to curse (s)
sövmek
the words he said
Söyledikleri
to say / speak / tell
söylemek
If you want to say/tell it I have no objection
Söylemek istiyorsan itirazım yok
if you don't mind me saying
söylememde bir sakınca yoksa
rumour
söylenti
I would have told
söylerdim
discourse / speech
söylev
to give a speech / to lecture to a dat.
söylev çekmek
There is nothing to say actually.
Söyleyecek bir şey yok aslında.
words to say
söyleyecek söz
I have no words
söyleyecek sözüm yok
Let me tell you
söyleyeyim
promise (s) / word (saying)
söz
to talk about / to mention / to speak off
söz etmek
Words are fleeting, writing stays
Söz uçar, yazı kalır
to give a promise
söz vermek
a promise being (to be) fulfilled
söz yerine gelmek
word order
sözcük dizimi
his words got drowned by Dudley's long,noiseful burp
sözcükleri Dudley'den çıkan uzun, gürültülü bir geğirmenin içinde boğulup gitti
to intervene in /to enter a conversation / se mêler à une conversation
söze karışmak
Her words stuck like a knife into his heart / Ihre Worte gaben ihm einen Stich ins Herz.
Sözleri kalbine bıçak gibi saplanmıştı.
Let my words fall like dew
sözlerim çiy gibi düşsün
contract
sözleşme
oral presentation
sözlü sunum
to need a dictionary
sözlüğe ihtiyaç duymak
to fullfill a promise
sözü yerine getirmek
to interrupt
sözünü kesmek
to keep a promise
sözünü tutmak
willow /Weide
söğüt
dynasty /lineage /family (s)
sülale
pheasant /Fasan
sülün
Hyazinthe
sümbül
slug
Sümüklüböcek
Its super power is to have developed an unbelievable imune system.
Süper gücü, bağışıklık sisteminin inanılmaz gelişmiş olması.
broom
süpürge
to sweep
süpürmek
To maintain /sustain / keep up / carry on
sürdürmek
time / while
süre
as long as +-dik participle
sürece
continuously (s) / constant / permanent / without ceasing
sürekli
Stop asking the same questions over and over
sürekli aynı soruları sorup durmayı kes
constant care (s.b.)
sürekli bakım
to have one's head in the clouds
sürekli düş kurmak
obsession
sürekli endişe
constant improvent
sürekli gelişme
constant/regular smoking
sürekli içicilik
permanent job
sürekli iş
frequent guest
sürekli konuk
constantly /incessantly/continuously /always
sürekli olarak
trouble magnet
sürekli olarak başını belaya sokan kimse
control-freak
sürekli çevresindeki insanları kontrol altında tutmaya çalışan kimse
process
süreç
twig / Zweig
sürgün
to drive (s)
sürmek
surprise
sürpriz
slut / Schlampe
sürtük
driver (s)
sürücü
to drag / to sweep
sürüklemek
living in the form of pods (group of dolphins) /herds /swarms
sürüler durumunda
version
sürüm
ornated / decorated
süslü
milk
süt
milk rice
sütlaç pirinci
spurge /euphobia /Wolfsmilch
sütleğen
This milk's expiration date has come and gone!
Sütün son kullanım tarihi geldi de geçti bile!
To filter something/ to infiltrate/ to drain
süzmek
to look at something in detail
süzmek
draining waters
süzülen sular
To seep / filter/ be filtered/ drain / float
süzülmek
(intensifier for places and time) 'all the way'
ta
He ran all the way to school.
Ta okula kadar koştu.
Are there plates/dishes ?
Tabak var mı ?
floor (of a building)/base / sole (shoe)
taban
gun
tabanca
Could you hand me your plate?
Tabağını bana uzatır mısın?
road sign
tabela
of course /sicher
tabii ki
Of course I have some water.
tabii ki biraz suyum var
Of course he likes salad.
Tabii ki salata sever.
Of course I speak English
tabii ki İngilizce konuşuyorum
phrase /expression /locution
tabir
painting
tablo
paintings and mural paintings
tablolar ve duvar resimleri
to enjoy / drink in / relish
tadını çıkarmak
while having started to relish
tadını çıkarmaya başlamışken
to tolerate /to suffer /to endure
tahammül etmek
cereal flakes / Getreideflocken
tahıl ezmesi
evacuation / release / discharge
tahliye
Upon(following) his release he has been viewed while preparing his suitcases at home.
Tahliyesinin ardından evinde bavullarını hazırlarken görüntülendi.
prediction /estimation / Einschätzung /Hochrechnung/ Vorhersage
tahmin
Guess what (happened)
Tahmin et noldu
as might be expected
tahmin edilebileceği gibi
to guess /estimate
tahmin etmek
I should have guessed
Tahmin etmeliydim
it finished later than I expected
tahmin ettiğimden daha geç sona erdi
estimator / Vorhersager / forecaster
tahminci
estimated damage (h)
tahmini hasar
according to estimations /nach Schätzungen / schätzungsweise
tahminlere göre
wood / wooden (t)
tahta
wood (t) floor
tahta zemin
to swob /exchange
takas etmek
power (t)
takat
the powerless
takati olmayan
He increases the force of the powerless
takati olmayanın kudretini artırır
if / in case of / supposing that
takdirde
jewelry /ornament (t)
takı
to hang out / to stick around / to jam in / to hook / to fit / to attach / to install / to insert
takılmak
group /set /team
takım
Order / Ordnung (biol.) (e.g. Carnivora/Raubtiere)
takım
suit (clothes)
takım elbise
to support a team (t)
takım tutmak
a star cluster
takım yıldızı
pursuit / chase /Verfolgung
takip
Are you following?
takip ediyor musun?
to follow
takip etmek
to rattle /clatter (e. g. teeth)
takırdamak
they should not rattle /let them not rattle (imp neg pl)
takırdamasınlar
He pressed his teeth together, so they would not rattle.
takırdamasınlar diye dişlerini sıktı.
salto / summersault /Purzelbaum
takla
to turn a summersault / einen Purzelbaum schlagen
takla atmak
to imitate
taklit etmek
when taking his talent for imitation into consideration
taklit yeteneği dikkate alındığında
when taking his talent for imitation into consideration, this image did not seem strange at all
taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu.
when taking his talent for imitation into consideration, this image did not seem strange at all
taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu.
when taking his talent for imitation into consideration, this image did not seem strange(y) at all
taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu.
taxi
taksi
to take a taxi
taksi tutmak
to ask for / to demand / to claim
talep etmek
exactly / precisely / completely
tam
Vollkorn /complete (e.g. rice)
tam (taneli ) tahıl
to give full satisfaction / to literally (in the strict sense) satisfy
tam anlamıyla memnun etmek
a true / real X
tam bir X
rıght here
tam burada
to) sprint
tam hızla koşma(k)
exactly / precisely / completely (t.o.)
tam olarak
What exactly do you want?
Tam olarak ne istiyorsun?
right in the middle
tam ortasında
a door having a handle of shining brass right in the middle
tam ortasında parlak pirinçten bir kolu olan kapı
It had a door having a handle of shining brass right in the middle
tam ortasında parlak pirinçten bir kolu olan kapısı vardı
just as I guessed
tam tahmin ettiğim gibi
completely opposite / absolutely opposite
tam ters
right on time / exactly on time / pünktlich
tam zamanında
you stepped right on top of it / you hit the nail on the head
tam üstüne bastın
I haven't eaten any fish for three weeks straight (shark in Nemo)
Tam üç haftadır hiç balık yemedim.
as we speak; right this second
tam şu anda
they're arriving in Ankara right this second
tam şu anda Ankara'ya varıyorlar
He felt a bit foolish himself for wanting to check that Tam was still there
Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için kendini biraz aptal gibi hissediyordu
As Tam had taught him
Tam'ın ona öğretmiş olduğu gibi
ok / complete
tamam
to give full satisfaction
tamamen memnun bırakmak
all / entire / every bit
tamamı
fully
Tamamıyla
if you fully (completely) understood
Tamamıyla anladıysanız
to complete /to finish (t)
tamamlamak
to be finished/ completed (t)
tamamlanmak
it has been finished/ completed (t)
tamamlanmıştır
to repair
tamir etmek
reparation works
tamir işleri
repairman / mechanic
tamirci
dawnbreak /twilight / blueish colour of the sky (t)
tan
piece /grain / seed
tane
peppercorn
tane karabiber
familiar
tanıdık
to become familiar
tanıdık hale gelmek
someone I know
tanıdığım biri
witness (t) / Zeuge
tanık
the witnesses were confronted
tanıklar yüzleştirildi
testimony / witness (t)
tanıklık
for the purpose of testimony (t)
tanıklık amacıyla
to witness / testify (t)
tanıklık etmek
somebody I didn't know
tanımadığım bir kimse
Don't you know her/him ?
Tanımıyor musunuz?
to identify / define (math/ chemistry/NOT: in criminology)
tanımlamak
a concept difficult to define
tanımlaması zor bir kavramdır
to become unrecognizable
tanınmaz hale gelmek
When you get to know him you (will) like him a lot
tanıyınca çok seversin
Let them be able to get acquainted with / that they can get to know him (imp / potential / 3pl)
tanışabilsinler
to meet / to introduce (t)
tanışmak
let me introduce
tanıştırıyım
let me introduce
tanıştırıyım
to be glad to meet you
tanıştığına memnun olmak
The person you meet will never stay the same as you first knew.
Tanıştığınız insan, hiç bir zaman ilk tanıdığınız gibi kalmaz.
God
Tanrı
When you enter this year God wants to be also your Father
Tanrı bu yıla girerken senin de baban olmak istiyor.
God will also do His own part of the job. (a fact)
Tanrı da kendi üzerine düşeni yapacaktır.
The Lord is our salvation. Trusting in Him we shall not be discouraged. Jes. 12:2
Tanrı kurtuluşumuzdur. Ona güvenecek, yılmayacağız.
God is love. Who lives in love lives in God and God in him. 1. Yuhanna 4:16
Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı'da yaşar, Tanrı da onda yaşar.
for the sake of/ due to the Word of God
Tanrı sözünden ötürü
When he experiences persecution because of (due to) the Word of God
Tanrı sözünden ötürü zulme uğrayınca
to cry out to God
Tanrı'ya yakarmak
God helps those who help themselves
Tanrı, kendilerine yardım edenlere yardım eder
God created from the beginning of Creation men as men and woman (female). (Mark 10: 6)
Tanrı, yaratılış başlangıcından insanları erkek ve dişi olarak yarattı.
sacrifice (rel.)
tanrıya sunma
temple
tapınak
the side (t)
taraf
by (someone)
tarafından
detachment / impartiality / neutrality / objectivity
tarafsızlık
to scan /sweep /comb
taramak
Estragon
Tarhun
to describe (tf) (also for way directions - turn left, second to the right..)
tarif etmek
History
tarih
I learned that the history exam was cancelled.
Tarih sınavının iptal olduğunu öğrenmiştim.
one of the most important events in history
tarihteki en önemli olaylardan biri
one of the important cities in history
tarihteki önemli şehirlerden biri
according to historians and myth/legend compilers
tarihçi ve efsane derleyicisine göre
historical artifact
tarihî eser
agricultural worker /Landarbeiter
tarım işçisi
field
tarla
Field crow
tarla kargası
to become debatable /to become a highly controversial topic
tartışılır hale gelmek
discussion / debate / argument (mainly used for dispute)
tartışma
to dispute
tartışma yaşamak
to discuss / to argue
tartışmak
To weigh (out) / deliberate
tartmak
way / manner (t)/ style /fashion
tarz
cinnamon
tarçın
designer
tasarımcı
saving /economy /retrenchment
tasarruf
to economize / save
tasarruf etmek
pack up and leave
tası tarağı toplayıp gitmek
to describe (tv) (a quality nice /beautiful /newly constructed - not for giving directions !)
tasvir etmek
holiday (t)
tatil
I made a list of the places I went to on holidays.
Tatilde gittiğim yerlerin listesini yaptım.
How was your holiday?
tatilin nasıldı?
dessert
tatlı
sweet
tatlı
sweet apple cider
tatlı elma şırası
What desserts do you have?
Tatlı olarak ne var?
Do you like sweets?
Tatlı sever misin?
eat sweet talk sweet (let's..)
tatlı yiyelim, tatlı konuşalım
types of dessert
tatlı çeşitleri
sweetness
tatlılık
my sweatheart
tatlım
to taste
tatmak
Satisfied (t)
Tatmin olarak
ceiling
tavan
did you check if we need paint for the ceiling?
tavan için boyaya ihtiyacımız olup olmadığını kontrol ettin mi?
The ceiling was deteriorated with scorch marks (Plqpf)
Tavan yanık izleriyle bozulmuştu
attitude /behaviour / manner
tavır
advice / recommandation (t)
tavsiye
chicken / hen
tavuk
chicken (meat)
tavuk eti
chicken thief
tavuk hırsızı
chicken bones
tavuk kemikleri
The hen is laying an egg.
Tavuk yumurtlamış
chicken pie
tavuklu börek
peacock /Pfau
tavuskuşu
peacock feather
tavuskuşu tüyü
rabbit
tavşan
foal
tay
ration /portion (t)
tayin
to determine /to name /to designate
tayin etmek
Thailand / Thai
Tayland
fresh
taze
He (they) regain(s) new/ fresh strength
Taze güce kavuşur
fresh strength
taze güç
to refresh / renew / freshen up (replenish drinks / strength)
tazelemek
to be refreshed /replenished
tazelenmek
He seemed refreshed
tazelenmiş görünüyordu
to ask for compensation / to claim damages
tazminat talep etmek
crown
taç
Petal / Blütenblatt /('crown leaf') biol. otherwise ciçek yaprağı
taçyaprak
stone
taş
doll
taş bebek
stone age
taş devri
to skim /skip a stone - Steine flitschen / ditschen (to throw a stone in a way that it hits a watersurrface multiple times )
taş sektirmek
to carry
taşımak
After having thoroughly(i) made sure that the stone was gone
Taşın gittiğinden iyice emin olduktan sonra
While standing in front of the stone, the moon light gave him a pale shadow.
Taşın önünde dururken ay ışığı ona solgun bir gölge veriyordu.
Memory stick / flash memory
taşınabilir bellek
portable
taşınabilr
We've been living too far from each other since I moved.
Taşındığımdan sonra birbirimizden çok uzakta yaşıyorduk.
Since I moved we live so far away from each other.
Taşındığımdan sonra birbirimizden çok uzakta yaşıyoruz.
to move (from somewhere)
taşınmak
If you dig among the stones
taşların arasını kazarsan
If you dig among the stones surely (m) you will come up with a few bones or smashed helmets.
taşların arasını kazarsan mutlaka birkaç kemiğe, ezilmiş miğferler rastlarsın.
stony / rocky
taşlık
a rocky /rock strewn track (way)
taşlık bir yol
a smile (t)
tebessüm
Chalk
tebeşir
Congratulations !
tebrikler !
rape / assault
tecavüz
rapist
tecavüzcü
to be charged with rape
tecavüzden suçlanmak
experience /Erfahrung (t)
tecrübe
Experience (t) is the best teacher
tecrübe en iyi öğretmendir
supply
tedarik
supplier
tedarikçi
treatment / cure
tedavi
to treat /cure
tedavi etmek
by not having treatment
tedavi olmamakla
the treatment doesn't seem to have an effect, does it?
tedavinin etkisi yok gibi görünüyor, öyle değil mi?
caution /measure /precaution
tedbir
to throw caution to the wind
tedbiri elden bırakmak
to be on the safe side / to err on the side of caution
tedbiri elden bırakmamak
uneasy (t)
tedirgin
uneasiness (t)
tedirginlik
to turn to a threat
tehdit eder hale gelmek
to threaten
tehdit etmek
threatening / bedrohlich
tehditkâr
danger
Tehlike
to see whether there was any danger
tehlike olup olmadığını görmek
dangerous
tehlikeli
a, spell (e) against danger
tehlikeye karşı bir efsun
single / exclusive / only / solitary / unique / one
tek
Standing on one leg (foot) he caught the balls without making any effort, even without having (feeling) the need to look at them.
Tek ayağının üzerinde durarak, hiç çaba sarf etmeden, onlara bakmaya bile gerek duymadan topları yakalıyordu.
on one condition ...
tek bir koşulla...
Not even one
tek bir tane bile
there was not even one
tek bir tane bile yoktu
with one hand only / with a single hand
tek elle
in a single movement
tek harekette
He was ready to draw the arrow in a single movement
Tek harekette oku çekmeye hazırdı.
He only is my stronghold
Tek kalem Odur.
(of) top quality
tek kaliteli
He only is my rock.
Tek kayam Odur.
They closed the only escape route.
Tek kaçış yolunu kapadılar.
He only is my salvation.
Tek kurtuluşum Odur.
in one go / all at the same time / in one lump / all at once
tek seferde
there are hundreds of people trying all to leave at once
tek seferde gitmeye çalışan yüzlerce insan var
extremely sparse / not densely populated
tek tük
What liitle grass remained was yellow and dying.
Tek tük kalan otlar sararmış, ölüyordu.
He was her only relative (y)
Tek yakını oydu.
the only thing he did
tek yaptığı
He only looked at me. (The only thing he did was to look at me)
Tek yaptığı bana bakmıştı.
One way / one direction
Tek yön
'Allahüekber' shouting
tekbir
monotonous /monotone / uniform
tekdüze
billygoat
teke
one by one
teker teker
they disappeared (were lost from sight) one by one
teker teker gözden kayboldular
wheel (t)
teker(lek)
tongue twister / (nursery) rhyme
tekerleme
One (of +gen) (t)
teki
auspicious / favorable
tekin
spooky / haunted
tekin olmayan
weird /eerie /unlucky (t)
tekinsiz
the Haunted Court / the Unseelie Court (Court of Dark Pixies/Feries)
Tekinsiz Divanı
striped / tabby / getigert cat
tekir kedi
offer
teklif
to make an offer / to offer
teklif etmek
to kick /give a kick
tekme atmak
to plan to give a kick /to intend to kick
tekme atmayı planlamak
"Damn it Robbie! "I cursed while advancing slowly towards him planning to give him a kick.
Tekme atmayı planlayarak ona doğru ağır ağır ilerlerken, 'Kahretsin Robbie!', kükredim.
to kick
tekmelemek
boat
tekne
The ships (t) pass slowly
Tekneler yavaş yavaş geçiyor.
technique
teknik
due to a technical problem
teknik bir sorun yüzünden
The technician will connect the wires /cables (k)
Teknisyen kabloları bağlayacak.
We are not technophobic people.
Teknofobik insanlar değiliz.
technology
teknoloji
A number of words borrowed from Russian entered the language through technology
Teknoloji ile dile giren birtakım sözcükler Rusçadan geçmiş
again (t)
tekrar
Please repeat !
Tekrar et lütfen !
to repeat
tekrarlamak
Can you repeat this ?
tekrarlayabilir misiniz?
he kept repeating
tekrarlayıp duruyordu
wire
tel
Stapler /Klammeraffe /Hefter
tel zımba
pronunciation / utterance /articulation
telaffuz
to be pronounced / uttered
telaffuz edilmek
to pronounce / utter
telaffuz etmek
flurry/alarm/ hastiness/panic, rush/ whirl/ fuss/ excitement/to-do
telaş
hastily
telaşla
to worry s.o. / jem. beunruhigen / perturb a bit (not as strong as kaygılandırmak)
telaşlandırmak
unagitated/ unruffled/ calm/ steady
telaşsız
Unhurriedly / steadily
telaşsızca
my phone number
telefon numaram
What is your phone number ?
Telefon numaran ne ?
The telephone is ringing.
Telefon çalıyor.
teleconference
telekonferans
to be connected via teleconferencing
telekonferans yöntemi ile bağlanmak
television
televizyon
tv program
televizyon programı
to watch tv
televizyon seyretmek
I was not aware of that I forgot the tv on.
Televizyonu açık unuttuğumun farkında değildim.
wires
teller
with her wires
telleriyle
Set down the wireless frequency to one hundred kilohertz.
Telsiz frekansın yüz kilohertze indir.
He adjusted (a) the wireless frequency.
Telsizin frekansını ayarladı.
grounds (coffee) / coffee grounds leftover in the cup
telve
theme / subject / topic (t)
tema
to charge /to caution
tembihlemek
basic
temel
basic concept
temel kavram
basically
temel olarak
fundamentally flawed
temelinden kusurludur
wish /request /petition (t)
temenni
assurance /supply /procurement/receiving
temin
commonly used for Lieferstatus /Delivery Status lit. realization status
temin durumu
to assure/ make (someone) feel sure/ to obtain, get, procure
temin etmek
Supply Processing / in Arbeit /Beschaffung
Temini İşlemde
clean
temiz
a clean face / beardless
temiz bir yüz
You can go out on the balcony to get fresh air.
Temiz hava almak için balkona çıkabilirsin.
to cleanse (to render clean)
temiz kılmak
cleanish /nearly clean
temize yakın
to clear / absolve /purge
temize çıkarmak
to try to purge
temize çıkarmaya çalışmak
to clean, to make sth clean
temizlemek
temizleyeceğim -Slang (I will clean)
temizliycem
He has never time for cleaning.
Temizliğe asla zamanı olmaz.
prudent / cautious (t)
temkinli
cautiously (t)
temkinli bir şekilde
July
Temmuz
I'l probably make it over there in July
temmuz'da oraya gelirim herhalde
to represent
temsil etmek
representative
temsilci
skin (t)
ten
break / school break / recreation
teneffüs
during recreation (school break)
teneffüste
isolation / loneliness
tenhalık
my loneliness
tenhalığım
the wind breezing on her skin (t)
teninde gezinen rüzgâr
To feel the wind breezing on her skin much more she closed her eyes
Teninde gezinen rüzgâr çok daha hissetmek için gözlerini kapadı.
tennis
tenis
hill
tepe
Little hill / mound / knoll
tepecik
The little hills/ mounds had turned into mountains and also the cliffs on both sides of the street steadily steepened.
Tepecikler dağlar hâline gelmiş, yolun iki tarafındaki yamaçlar da giderek dikleşmisti.
don't freak out /don't go nuts / don't blow up
Tepen atmasın
Don't freak out, but I just lost our entire savings in a poker game.
Tepen atmasın ama, tüm birikmiş paramızı poker oyununda kaybettim.
to freak out /see red /blow up /flip one's handle
tepesi atmak
reaction
tepki
to react
Tepki vermek
tray
tepsi
sweat
ter
to break out in sweat
ter basmak
to discipline /housebreak /teach manners / bändigen
terbiye etmek
decent /well-bred /cultivated /genteel /civilized
terbiyeli
decent people
terbiyeli insanlar
as if it would have preferred
tercih edermişçesine
to prefer
tercih etmek
Kress
tere
bathed in sweat / schweissgebadet
tere batmış
doubt / uncertainty/ hesitation /perplexion
tereddüt
to hesitate
tereddüt etmek
butter
tereyağı
to get a promotion
terfi almak
to be promoted (...e)
terfi edilmek
to step up / to work one's way up / to advance
terfi etmek
to promote
terfi ettirmek
beetles that indwelled abandonned snale houses
terk edilmiş salyangoz kabuklarına yerleşen böcekler
to leave / to abandon (t)
Terk etmek
abandonned / deserted / forsaken
terkedilmiş
the Forsaken
Terkedilmişler
all of the Forsaken
Terkedilmişlerin tümü
slippers / flip flaps
terlik
I am sweating
terliyorum
terminal
terminal
thermometer
termometre
Adverse / opposing / perverse
ters
to go wrong /to backfire
ters gitmek
misfortune / ill luck
terslik
immaculate / very clean / spotless
tertemiz
tailor /seanstress /Schneider(in)
terzi
A tailor can't sew his own rips /cuts. (prov. He helps others but can't hekp himself)
Terzi kendi söküğünü dikemez.
anti-terror branch
terörle mücadele şubesi
chance / coincidence
tesadüf
in the hand of toys called coincidence/chance (an addition which is incorrectly making a double passive /common mistake)
tesadüf den(il) en oyuncakların elinde
Look what a coincedence !
Tesadüfe bak!
in the hand of chance (pl)
tesadüflerin elinde
consolation (t)
teselli
with the consolation (t)
teselliyle
delivery / handover
teslim
delivery status (correct term)
Teslim durumu
to deliver / to hand over
teslim etmek
I'd rather die than surrender.
Teslim olmaktansa ölmeyi tercih ederim.
to identify
tespit etmek
saw
testere
trigger / Auslöser
tetik
to spark /trigger /set off /induce
tetiklemek
The dogs being on alert growled/snarled.
Tetikte duran köpekler hırladılar.
to be on guard /to be alert (lit. to be on the trigger)
tetikte durmak
unpretentiousness /modesty
tevazu
I serve with humility
tevazu ile hizmet ediyorum
to ressort to
tevessül etmek
Aunt (maternel)
Teyze
this grief that she wouldn't dare to disclose towards her aunt
teyzesinin karşısında ifşa etmeye cesaret edemeyeceği bu keder
quickly (t)
tez
counter / Theke
tezgâh
counter / workbank
tezgâh
He wiped the counter with an old (worn) rag (piece of cloth)
Tezgâhı eskimiş bir bez parçasıyla siliyordu.
the tools on the workbench
Tezgâhtaki aletler
clerk / shop assistant / salesman
tezgâhtar
lieutnant (t)
teğmen
Thanks /Dank
Teşekkür
thank you
teşekkür ederim
Teşekkür ederim" demek için en A smile is the best way to say "thank you".
Teşekkür ederim" demek için en iyi yol bir gülümsemesi.
to thank
teşekkür etmek
thanks
Teşekkürler
to expose /exhibit /display (t)
teşhir etmek
to honour
teşrif etmek
to encourage to / incite / motivate
teşvik etmek
Thai food
Thai yemeği
Amon Din işaret kulesi yanıyor.
The beacon of Amon Din is lit. (burns)
Eriğin fiyatı çok pahalıydı.
The price of the plums was very expensive.
Ağaç gövdesi o kadar eğri büğrü ve kabaydı ki neredeyse içinden gizlice bakan yüzler görebiliyordum
The tree trunk was so gnarled and rough that I could almost see faces peering out of the trunk.
commercial
ticari
to tuck in /to overcrowd /to fill to ocerflowing /to clutter/
tıka basa doldurmak
full to the brim
tıka basa dolu
to get satiated /to get filled up to the brim
tıka basa doymak
filled up to the brim (with food) but not satified in the least
tıka basa doymuş ama hiç mi hiç tatmin
filled up to the brim (with food) but not satified in the least
tıka basa doymuş ama hiç mi hiç tatmin
to stuff oneself
tıka basa yemek
blocked /obstructed
tıkalı
stuffy nose
tıkalı burun
solution to open a blocked/clogged sink
tıkalı lavabo açma için çözüm
to be stuck / to be blogged
tıkanmak
to ingurgitate / tuck in / stuff oneself
tıkınmak
to click / tap
tıkırdatmak
a click
tıkırtı
He heard the click.
tıkırtıyı duydu
to click (computer)
tıklamak
overcrowded /chock-full
tıklım tıklım
while I was trying to make myself a way through the overcrowded hallway
tıklım tıklım koridorlarda kendime yol açarken
Disgust/ repugnance/ revulsion
tiksinti
fox
tilki
talısman /amulet /charm /spell
tılsım
to break the spell
tılsımı bozmak
psychiatric hospital / madhouse / asylum
tımarhane
crocodile
timsah
to tinkle /clatter
tıngırdamak
tune / timber
tını
Medicine (science)
tıp
medical science
Tıp bilimi
exactly / to a T / all of a piece
tıpatıp
identical / replica
tıpatıp aynı
doppelg¨änger (t.. t)
tıpatıp aynısı
to bear a striking resemblance to
tıpatıp benzemek
to fit like a glove
tıpatıp uymak
snowstorm / blizzard
tipi
to come/go somewhere even though you hate it and you dont want to do it, but you know that you have to do it whether you like it or not
tıpış tıpış gelmek / gitmek
same (t)
tıpkı
just like / just as/ ebenso / genauso wie
tıpkı ... gibi
Just like the iron street gate
tıpkı demir sokak kapısı gibi
just like tightly closed lips / sowie zusammengepreßte Lippen
tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi
the spitting image of / Doppelgänger (t..k.. a... )
tıpkısının aynısı
to shake all over / to tremble like an aspen leaf
tir tir titremek
handrail /rail (t)
tırabzan
to shave / cut short
tıraş etmek
to get shaved / to shave
tıraş olmak
bottle opener /Korkenzieher
tirbuşon
to escalate
tırmandımak
to climb
tırmanmak
finger/foot nail
tırnak
caterpillar
Tırtıl
to hiss
tıslamak
Titanium / Titan -Ti 22 ( geçiş metalleri / Gümüş gri metalik beyaz)
Titanyum
to shiver / tremble (constantly) / quake / shake
titremek
It stayed vibrating where it was
titreyerek olduğu yerde kaldı
theatre
tiyatro
theater play
tiyatro oyunu
I want to find the theatre.
Tiyatroyu bulmak istiyorum
shrill / high pitched / strident
tiz
a strident scream
tiz bir çığlık
with a very strident voice
tiz mi tiz bir sesle
T-shirt
tişört
şirkete denizaşırı ülkelerde genişletmek
to expend the company overseas
insan beyinin tuhaflığından istifade etmek
to exploit the quirks of the human brain
bölgedeki gerilimi tırmandırmak
to increase the tension in the region
... kendine saklamak
to keep ... for oneself
bankaya girip vurgun yapmak
to rob a bank
seed / germ
tohum
the parable of the seed
Tohum benzetmesi
some of the seeds
tohumlardan kimi
hairpin /bobby pin
toka
door knob
tokmak
when Tolly pulled her out from under her pillow
Tolly onu yastığının altından çıkardığında
this reflection was also in the eye(s) of the mouse when Tolly pulled her out from under her pillow
Tolly onu yastığının altından çıkardığında farenin gözünde de vardı bu yansıma
Wad / Stapel /Bündel (e.g. banknotes, letters)
tomar
plump /fat (t)
tombul
a plump vase
tombul bir vazo
bud /Knospe
tomurcuk
tonne
ton
shade (of a colour)
ton
tuna/thon /Thunfisch (t)
tonbalığı
ball
top
to shoot a ball high (football)
topa yükselik kazandırmak
to limp / hobble (t)
topallamak
to pull oneself together / sich fassen / sich aufrappeln
toparlanmak
to collect sth / gather sth/ hoard (t)
toplamak
to add (+)
toplamak
to gather / to come together / to assemble /to swarm together
toplanmak
meeting
toplantı
The meeting is at nine.
Toplantı dokuzda.
the meeting has officially started
toplantı resmen başlamış bulunuyor
You organize (make) a meeting
toplantı yaparsın
During meetings, when he tried to say something, his boss won't allow him to speak.
Toplantılar sırasında, bir şey söylemeye çalıştığı zaman patronu konuşmasına izin vermiyor.
During the meetings, when I tried to say something my boss wouldn't let me talk.
Toplantılar sırasında, birşey söylemeye çalıştığım zaman Patronum konuşmama izin vermezdi.
He doesn't like meetings very much.
Toplantılardan çok hoşlanmaz.
You attend the meeting
toplantıya katılırsın
to attend the meeting
toplantıya katılmak
He moved the balls so fast (ç) in the air that Meggie's head turned when she watched (i) him.
topları havada o kadar çabuk hareket ettiriyordu ki onu izlerken Meggie'nin başı döndü.
public transport vehicles
toplu taşıma araçları
group (t)
topluluk
socially expected
toplumca beklenen
ground, soil, earth
toprak
earth coloured
toprak rengi
cats scratching about the ground for sweet potatoes
Toprağı tatlı patates bulmak için eşeleyen kediler
on / in the ground
toprağın içinde
heel / Ferse /Hacken
topuk
bag (t)
torba
screw driver
tornavida
Lark /Feldlerche
toygar
dust
toz
tossing cloud (pile /heap-k) of power like snow into the air
toz gibi kardan bir kümeyi havaya savurarak
Concerning Dustfinger, having forgotten about the world,he juggled with colourful balls.
Toz Parmak ise dünyayı unutmuş renkli toplarla hokkabazlık yapıyordu.
As for Dustfinger he did not fear the night, he loved the night.
Toz Parmak ise geceden hiç korkmuyordu, o geceyi seviyordu.
dust particles
toz zerreleri
with dust
tozla
covered with dust
tozla örtülmüş
pink tinted /rose coloured /bed of roses /rosarot
tozpembe
Life is not just pink. /Life is not a bed of roses.
Tozpembe değil hayat.
to see through rose coloured glasses
tozpembe görmek
Kaki
trabzon hurması
the traffic is dense the whole day
trafik b¨ütün gün sıkışık
road signs /Verkehrsschilder
trafik levhaları
You stay in the traffic
trafiğe kalırsın
peak traffic hours
trafiğin en sıkışık olduğu saatler
to jump on a trampolin
trambolinde zıplamak
train
tren
train whistles
tren düdükleri
train whistle
tren düdüğü
train station
tren istasyonu
I get on the train.
Trene biniyorum.
I couldn't catch (ye) the train
trene yetişemedim
to catch (ye) the train
trene yetişmek
Did the train leave? - No (colloq) it didn't leave (lit.lift) yet, there are still five minutes.
Trenim kalktı mı? - Yoo, kalkmadı henüz, daha beş dakika var.
trollocs (half human half animal creatures from the Wheel of time)
trolloclar
The trollocs having already fallen their bellies to the ground were writhing as if they wanted to dig and enter into the ground.
Trolloclar kendilerini çoktan karın üstü yere atmışlar, yeri kazıp içine girmek istemiş gibi kıvranıyorlardı.
trumpet
trompet
tropical belt / tropics
tropikal kuşak
tropical fruit /Südfrüchte
tropikal meyveler
the Troyan war
Truva Savaşı
strange
tuhaf
it's kind of weird
tuhaf sayılır
strange things
tuhaf şeyler
You begin to think strange things
tuhaf şeyler düşünmeye başlıyorsun
novelties / haberdashery / Kurzwaren
tuhafiye
peddler (t)
tuhafiyeci
oddly enough / strangely enough
Tuhaftır ki
bronze
tunç
bronze age
tunç devri
tour guide
tur rehberi
our tour guide was suddenly gone
tur rehberimiz aniden yok oldu
new / early grown / out of season
turfanda
fruit out of season / early grown fruit
turfanda meyve
tourist
turist
As soon as the tourists xame to İstanbul they went to the market.
Turistler İstanbul'a gelir gelmez çarşıya gitti.
turquoise (t)
turkuaz
crane /Kranich
turna
tournament
turnuva
radish
turp
orange (colour)
turuncu
orangeish (s)
turuncumsu
orangeish (t)
turuncumtrak
door handle (t)
tutamaç
Consistency
Tutarlılık
inconsistent
tutarsız
inconsistency
tutarsızlık
passion /ambition
tutku
passionate
tutkulu
I am a passionate fotographer.
Tutkulu bir fotoğraçıyım.
tong /Greifzange (to hold e.g. cotton balls/medicin)
tutma pensesi
When one opens the handle the trigger emerges
tutma yerini açınca tetiği ortaya çıkıyor
To hold /grip/ keep / take
tutmak
prisoner(..s)
tutsak
to be imprisoned / to be held captive
tutsak edilmek
to imprison / to hold captive
tutsak etmek
they will remain imprisoned
tutsak kalacaklar
to remain imprisoned
tutsak kalmak
prison (t)
Tutukevi
to arrest
tutuklamak
prisoner(kl)
tutuklu
eclipse
tutulma
frugal /genügsam / sparsam
tutumlu
toilet
tuvalet
toilet paper
tuvalet kâğıdı
toilet break / pause pipi
tuvalet molası
Where is the toilet ?
tuvalet nerede?
to go to toilet
tuvalete gitmek
I need to go to toilet.
Tuvalete gitmem gerekiyor .
to flush the toilet
tuvaletin sifonunu çekmek
Don't forget to flush the toilet.
Tuvaletin sifonunu çekmeyi unutma.
salt
tuz
trap
tuzak
the trap area
tuzak alanı
one and a half miles away from the trap area
tuzak alanının bir buçuk mil açığında
to salt
tuzlamak
salinization /Versalzung (soil)
tuzlanma
tips (how) to make salty patries (h)
Tuzlu hamur işi yapmanın püf noktaları
saltiness
tuzluluk
Pass me the salt
Tuzu uzat
Turn the TV off
TV'yi kapat
lucky / fortunate (t)
tâlihli
to be in luck (t)
tâlihli olmak
misfortune (t)
tâlihsizlik
to stagger / stumble / trip
tökezlemek
to stumble and fall
tökezleyip düşmek
to rasp (voice)
törpülemek
merchant / trader / dealer (t)
tüccar
brought by merchants
tüccarların getirdiği
the fine woven fabric brought by merchants
tüccarların getirdiği ince dokunmuş kumaş
rifle / Jagdgewehr - a gun, especially one fired from shoulder level, having a long spirally grooved barrel intended to make a bullet spin and thereby have greater accuracy over a long distance. "a hunting rifle"
tüfek
to come to an end / to be exhausted / to run out / to be consumed
tükenmek
ball pen
tükenmez kalem
exhausted (t)
tükenmiş
related to the consumed food
tüketilen gıdalarla ilgili
to spit
tükürmek
Spittle /Spucke (t)
tükürük
all (t) whole; entire
tüm
Are all these just destiny/ fate (related) ? / Are all these just a question of fate ?
Tüm bunlar yalnızca kaderle mı ilgili ?
All I could think of was Ethan and going home together with him.
Tüm düşünebildiğim Ethan ve onunla birlikte eve dönmekti.
I cleaned the house whole day.
Tüm gün evi temizledim.
I watched television continuously the whole day.
Tüm gün televizyon izleyip durdum.
I wanted to become a famous writer my whole life
tüm hayatım boyunca ünlü bir yazar olmak istedim
of all criminal types
tüm suçlu tiplerinden
all of (+gen)
tümü
answer all (e-mail)
tümünü yanıtla
sort / kind (t)
tür
species / Art (biol.) (e.g. wildcats)
tür
shrine
türbe
to derive
türemek
You should taste every dish of Turkish cuisine.
Türk mutfağının her yemeğini tatmalısınız.
a turkish citizen
türk uyruklu
the Turkish Republic
Türkiye Cumhuriyeti
The Republic of Turkey is the northern hemisphere
Türkiye Cumhuriyeti, kuzey yarım kürededir
Turkey is on 37 th place. (refers to surface)
Türkiye ise 37. sıradadır.
Turkey has territories in both the European and the Asian continent.
Türkiye'nin hem Avrupa hem de Asya kıtasında toprakları vardır.
the first president of Turkey was ...
Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanı ...
who was the first president of Turkey?
Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanı kimdi?
Turkey is surrounded by seas on three sides.
Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrilidir.
Turkish
Türkçe
Do you speak Turkish ?
Türkçe konuşuyor musun?
The more I study Turkish the more I understand (lit. I increasingly understand better) how to use the suffixes.
Türkçe çalıştıkça,son ekleri kullanmayı,giderek daha iyi anlıyorum.
He spoke Turkish very well.
Türkçe'yi çok iyi konuşurdu.
How do say ... in Turkish ? (s) (lit. is it said)
Türkçede ... nasıl söylenir?
They prefer (y) Turkish
Türkçeyi yeğliyorlar.
smoking /fuming
tüten
He will not quench the fuming/smoldering wick
Tüten fitili söndürmeyecek.
to smoke (intrans) /fume
tütmek
to smoke (e.g. cigarettes)
tüttürmek
Feather / hair /down / long animal hair
tüy
their hair (fur) was so white that compared to them even the snow seemed less white
tüyleri öylesine beyazdı ki kar bile onlara oranla daha az beyaz görünmekteydi
hairy / feathered
tüylü
monster / freak (u)
ucube
Having tassel (that is) hanging at/from its end
ucundan bir püskülün sallandığı
cheap
ucuz
escape (from a dangerous situation) with little or no harm / to get off cheap
ucuz atlatmak
to get cheaper
ucuzlamak
small (u)
ufak
tinsy winsy
ufak tefek
selling tiny haberdashery articles
ufak tefek tuhafiye eşyası satan
litlle one /shorty /kiddo
ufaklık
to become smaller (u)
ufalmak
smart ass / know-it-all / bighead
ukala
transportation (u)
ulaşım
delivery confirmation (u)
ulaşma bilgisi sunma
to reach/ arrive (u)
ulaşmak
deliver / transport / convey
ulaştırmak
greatness / awe / Erhabenheit
ululuk
to howl
ulumak
nation / People
ulus
national
ulusal
national park
ulusal park
national and international
ulusal ve uluslararası
national and international press members
ulusal ve uluslararası basın mensubu
a large number of national and international press members
ulusal ve uluslararası çok sayıda basın mensubu
international
uluslararası
rules of international law
uluslararası hukuk kuralları
it is in no way compatible with the international rules of law
uluslararası hukuk kurallarıyla hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır.
in accordance with international law
uluslararası hukuka uygun
trying to prevent the activities carried out in accordance with international law
uluslararası hukuka uygun gerçekleştirdiği faaliyetlerin engellenmeye çalışılması
nationality (u)
Ulusluluk
I hope you are ok with it.
umarım ... -de bir sakınca yoktur
I hope my girlfriend likes the necklace.
Umarım kız arkadaşım kolyeyi beğenir.
I hope that's ok
umarım sakıncası yoktur
I hope it's ok with you
umarım senin için bir sakıncası yoktur
I hope it's no trouble
umarım zahmet olmaz
to hope / to expect
ummak
I don't care
umrumda değil
my hope
umudum
my hope is in Him
umudum Ondadır
don't give up your hope
umudunu kaybetme
to stay hopeful
umudunu korumak
to lose hope
umudunu yitirmek
concern /matter
umur
to care / to consider important (u)
umursamak
to care about / für wichtig halten / beachten
umursamak
unconcerned / gleichgültig
umursamaz
She tried to speak with an unconcerned voice.
Umursamaz bir ses tonunda konuşmaya çalışıyordu.
You don't care, especially if in the end you get what you want.
umursamazsın özellikle de sonunda istediğini elde edeceksen.
I don't care / it's none of my concerns
umurumda değil
hope
umut
to hope in a dat.
umut bağlamak
hopeful / expectant
umutlu
Despairingly / hopelessly (u)
umutsuzca
factor / element
unsur
to forget
unutmak
Try not to forget.
Unutmamaya çalış.
to offer an unforgettable experience
unutulmayacak bir deneyim sunmak
unforgettable experiences
unutulmayacak deneyimler
very long
upuzun
I have a very long night ahead.
Upuzun bir gece beni bekliyor.
When the Urgals dashed ahead..
Urgallar ileri doğru atılırken
When the Urgals ran towards the dead Elves
Urgallar ölü Elflere doğru koşarken
to get heavy with the smell of the Urgals
Urgalların kokusuyla ağırlaşmak
the Urgals' deadly arrows
Urgalların ölümcül okları
The deadly arrows of the Urgal dismounted the two Elves.
Urgalların ölümcül okları iki Elfi yere indirdi.
in a well-behaved manner / like a good boy
uslu uslu
with ingenious ways /auf geniale Art und Weise
ustaca yollarla
art / craftmanship /mastership / competence/ virtuosity
ustalık
method / procedure (u)
usul
gently / quietly
usul usul
my shame
utancım
They used to embarass me
Utandırıyorlardı beni
to embarrass / to shame
utandırmak
to be ashamed / embarrassed
utanmak
shamelessness
utanmazlık
shame
utanç
in shame
utanç içinde
embarrassing
utanç verici
to wake up sb
uyandırmak
awake
uyanık
to stay up
uyanık kalmak
vigilance /watchfulness
uyanıklık
to wake up
uyanmak
I set the alarm to wake up.
Uyanmak için alarmı kurdum.
Won't she wake up ?
Uyanmaz mı?
the warning (u)
uyarı
despite (r) the warning
uyarıya rağmen
to warn
uyarmak
inspite of my warning (verb)
uyarmama rağmen
if you insist on reading this book despite my warning
uyarmama rağmen bu kitabı okumakta ısrar edersen
satellite
uydu
to fabricate
uydurmak
to apply
uygulamak
I couldn't find anything for a decent price.
Uygun fiyatlı birşey bulmayı başaramadım
the right amount of (lit. in the suitable number)
uygun olan sayıda
to be convenient / suitable/ apropriate for (u.o.)
uygun olmak
suitability /compatibility
uygunluk
improper / inappropriate
uygunsuz
sleep
uyku
sleepy
uyku sersemi
because she was sleepy
uyku sersemi olduğu için
Do they have sleeping bags ?
Uyku tulumları var mı ?
sleeping bag
uyku tulumu
I feel sleepy
uykum geldi
to feel sleepy
uykusu gelmek
sleepless
uykusuz
How to deal with insomnia? / How insomnia is dealt with?
Uykusuzlukla nasıl baş edilir?
to fall asleep (d)
uykuya dalmak
I try to fall asleep
uykuya dalmaya çalışıyorum.
She pretended to have fallen asleep /Sie tat so als wäre sie eingeschlafen.
uykuya dalmış gibi yaptı
thigh /Oberschenkel
Uyluk
I am her question'Doesn't he match?'
Uymadı mı sorgusuyum.
Does he/she not match?
uymadı mı?
to fit /match
uymak
subject of / citizen of / national of
uyruklu
submissive
uysal
submissively
uysal uysal
in accordance with a dative
uyularak
to sleep
uyumak
to let s.o. sleep / to put s.o. to sleep / to anesthesize / hypnotize
uyutmak
a place to sleep
uyuyacak bir yer
they would find a place to sleep
uyuyacak bir yer bulurlardı
to fall asleep
uyuyakalmak
drugs
uyuşturucu
I was suspected of drug trafficking.
Uyuşturucu kaçakçılığı yaptığımdan şüphe ediliyordu.
numbness / drowsiness /somnolence / lethargy
uyuşukluk
far / distant (u)
uzak
they began to stay (d) away
uzak durur oldular
to keep away from / to keep out of / to get away from + Abl
uzak tutmak
In the distance a horse whinnied.
Uzaklarda bir at kişnedi
distance
uzaklık
remote control
uzaktan kumanda
to grow longer
uzamak
The extending ups and downs offered a new amazing view at every turn.
Uzanan inişler ve çıkışlar her dönemeçte yeni ve şaşırtıcı manzaralar sunuyordu.
to lie (in bed)
uzanmak
Make it short !
Uzatma !
to extend
uzatmak
space
uzay
spaceship
uzay gemisi
alien
uzaylı
an expert (u)
uzman
expert advice (counseling)
uzman danışmanlıklar
to prefer expert advice
uzman danışmanlıklar tercih etmek
long
uzun
Langkorn
uzun (taneli ) tahıl
a long spear
uzun bir mızrak
tall oaktrees
uzun meşeler
Tall oaks intermingled with somber walnut trees
uzun meşelerle kasvetli ceviz ağaçlarının birbirine karıştı
with long black forelocks
uzun siyah perçemlerle
He hopes it will last a long time. (not get broken)
Uzun süre dayanacağını umuyor.
long haired / shaggy
uzun tüylü
a shaggy mare
uzun tüylü bir kısrak
for a long time / for ages
uzun zamandır
He didn't have a light schedule in a long time.
Uzun zamandır hafif bir programı olmamıştı.
long lunch breaks
uzun öğle yemeği araları
length
uzunluk
Length width and height
Uzunluk, genişlik ve uzunluk
end / extremity
if I could fly I would reach the stars
uçabilseydim yıldızlara ulaşırdım
airplane
uçak
flight ticket
uçak bileti
The flight (lit. plane) ticket costs too much.
Uçak biletinin ücreti çok fazla.
One should remain seated until the plane lands.
Uçak yere inene kadar herkes yerinde oturmalı.
to be concerned about how safe it is to travel by plane
uçakla seyahat etmenin ne kadar güvenli olacağından endişeli olmak
I missed the airplane by a few minutes (by a hair's breadth)
uçağı kıl payı kaçırdım
if I don't catch my plane, I will sue the bus company. (open conditional /it is possible) a
Uçağıma yetişemezsem, otobüs şirketini mahkemeye vereceğim.
The ends (of your hair) are split. (broken) Do you see the splits ?
Uçlarında kırıklar var. Çatalları görüyor musunuz?
to fly
uçmak
to provoke to fly
uçmaya kışkırtmak
to disappear / vanish/ to fly off / fly away
uçup gitmek
cliff /abyss
uçurum
A vast meadow spreads out below the cliff.
Uçurumun altında geniş bir çayır var.
flight (airplane)
uçuş
The flight is delayed
uçuş gecikmeli
boarding pass
uçuş kartı
to visit / call on
uğramak
to undergo / experience / run against / incur
uğramak
to hesitate to visit /to avoid going to
uğramaktan çekinmek
to try hard
uğraşmak
to howl /roar
uğuldamak
luck (u)
uğur
sinister /evil /unlucky
uğursuz
the size (greatness) of his promise
vaadin büyüklüğü
promise (v)
vaat
to promise (v)
vaat etmek
valley
vadi
along the valley
vadi boyunca
villager / village man
vadili
villagers /village people
vadililer
specific to village people
vadililere has
oasis
vaha
wild / brutal / barbaric / vicious
vahşi
a wild mountain range
vahşi dağ sırası
savages
vahşiler
Here is how the event/ it usually takes place: /the event usually develops as follows
Vak'a genelde şu şekilde gelişir:
event/ case (the apostrophe stands for a hamza/glottal stop in the original Arabic word)
vaka - vak'a
the case has already been solved by the police
vaka polis tarafından çoktan çözüldü
foundation (e.g. charitable foundation)
vakıf
time (v)
vakit
There's little time, (but nonetheless) you go out
Vakit az çıkarsın
If I find time (v), I'll call you.
Vakit bulursam, seni arayacağım.
It's not time to stop but to stop it.
Vakit durma değil durdurma vakti.
It's time to stop
Vakit durma vakti.
It is time for x (noun)
vakit x vakti
It is time to x
vakit x-me vakti
It is time to eat.
Vakit yeme vakti.
It is time for food.
Vakit yemek vakti.
Those who do not have time don't watch tv.
Vakti olmayanlar, televizyon seyretmiyor.
if you have time (open conditional /it is possible)
vaktin varsa
if you don't have time (open conditional /it is possible)
vaktin yoksa
before its time / prematurely
vaktinden evvel
knight /Bube /valet (cards) (v)
vale
governor / prefect
vali
governorship /proconsulate
valilik
He worked as a prefect
valiliklerde bulunmuş
By Jove / I swear / By God / upon my word
Vallahi
I swear I'm fine, thanks
Vallahi, iyiyim, sağ ol.
Vanadium - V 23 (Geçiş metalleri /gümüşi gri)
Vanadyum
vanilla
vanilya
boat / ferry / Dampfer (not very big)
vapur
there are/ there is / gibt es
var
to exist
var olmak
there was
vardı
the firm conviction I reached
vardığım kesin kanaat
delivery confirmation (v)
varış bilgisi sunma
Existence / presence / being
varlık
wealthy ( v)
varlıklı
his presence reassuring people
varlığı insana güven veren
to reach / get to / attain / arrive
varmak
to assume
varsaymak
scrape / dangerous situation / tight spot
varta
get out of a tight spot / to escape of a great danger
vartayı atlatmak
quality /characteristic /qualification
vasıf
testament
vasiyet
love of the home country (being lovesick of the homecountry)
vatan sevdalısı
Our love of our homeland never changed.
Vatan sevgimiz hiç değişmedi.
citizen
vatandaş
ray (fish)
vatoz
to discourage / to argue out of an Ablativ/X-maktan
vazgeçirmek
position / posture / stance / condition (v)
vaziyet
and
ve
and in the meantime
ve bu esnada
and in the meantime we wonder how how all these can be prevented
ve bu esnada bütün bunların nasıl önlenebileceğini merak ediyoruz
and in the meantime we wonder whether all these are prevented
ve bu esnada bütün bunların önlenip önlemeyeceğini merak ediyoruz
and in the meantime we wonder whether all these are prevented, how all these can be prevented
ve bu esnada bütün bunların önlenip önlemeyeceğini, nasıl önlenebileceğini merak ediyoruz
And then (d),exactly a year ago...
Ve derken, tam bir yıl önce...
And while the weather is like this
Ve hava böyleyken
and the sun did not always have to be down.
ve her zaman güneşin batmış olması gerekmiyordu.
And I still didn't know how to get out of this.
Ve hâlâ bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum.
and voices like pages of a huge book being turned
ve koca bir kitabın sayfaları çevriliyormuş gibi sesler
And those curved streets made it far more impossible to see (what was) beyond/ahead.
Ve o kıvrımlı sokaklar çok daha ilerisine görülmeyi imkânsız kılıyordu.
and so on (etc.)
ve saire
and if I could know for sure how the rumours started
Ve söylentinin nasıl başladığını kesin olarak bilebilseydim
pest (ilence) /plague
veba
farewell /leave taking /parting
veda
to take a French leave (to go without saying goodbye)
veda etmeden gitmek
to say goodbye / to take one's leave
veda etmek
I came to say goodbye
Veda etmeye geldim
a farewell letter
veda mektubu
farewell party
veda partisi
death (v)
vefat
to pass away / decease (v)
vefat etmek
vegetarian
vejetaryen
I am vegetarian.
Vejetaryenim
benefactor /do-gooder /Wohltäter /patron
velinimet
He had become our benefactor /guardian
velinimetimiz oldu
the veranda had a shabby and unused look
Verandanın pespaye ve kullanılmayan bir hali vardı
in the statement he made (gave)
verdiği ifadede
tax
vergi
tax collectors
vergi görevlileri
He has become the friend (d) of tax collectors and sinners.
Vergi görevlileri ve günahkârlarla dost oldu.
tax collector
vergi görevlisi
I suggest that taxes should be lowered(d)
vergilerin düşürülmesini öneriyorum
Do not forget to pay your taxes!
Vergilerini ödemeyi unutma!
data
veri
it will be given
verilecek
it will be given ( by law / as reward)
verilecektir
to be given
verilmek
to become efficient
verimli hale gelmek
data bank / Datenbank
veritabanı
to give
vermek
an important marketing presentation that he needs to give
vermesi gereken önemli bir pazarlama sunumu
or
veya
or caught in the fires pursuing them
veya onları kovalayan yangınlara yakalanmış
Queen (chess)
vezir
bad conscious / remorse / schlechtes Gewissen
vicdan azabı
screw
vida
video
video
Video games? They were invented by the devil, they were leading kids into crime and turning them into serial-killers.
Video oyunları? Onlar şeytan icadıydı, çocukları suça yönlendiriyor ve seri katillere dönüştürüyordu.
video game
video oyunu
Vikings lived on these soils.
Vikingler bu topraklarda yaşamış.
rich in vitamines
vitamince zengin
visa
vize
collections (brit.: college examinations held at the beginning or end of a term)
vizeler
busily /continuously /rattling /humming /buzzing
vızır vızır
the whizzing trafic
vızır vızır akan trafik
to whirl / to whizz (through)
vızır vızır geçmek
to hum / to be buzzing with activity (v.v.ç. / v.v.i)
vızır vızır çalışmak - vızır vızır işlemek
cherry
vişne
Obsidian (black shining stone) (v)
volkan camı
etc.
vs.
to be emphasized / to be underlined
vurgulanmak
to do a robbery
vurgun yapmak
to get decompression sickness (diving /when getting upwards to quickly)
vurgun yemek
to hit /strike (v) / one strike + dative / kick the ball
vurmak
to shoot an accusative
vurmak
to be banged shut /zugeknallt (e. g. door/the door was banged )
vurularak kapanmak
he was shot (not: he was beaten)
vuruldu
I am really in love with you
vuruldum sana
to be hit / shoot
vurulmak
to be shot /to be struck by love (poetic way)
vurulmak
to be shot /to be struck by love (poetic way)
vurulmak
to be shot /to be struck by love (poetic way)
vurulmak
an animal whose body is covered with feathers
Vücudu tüylerle örtülü bir hayvan
common name for animals whose body is covered with feathers
Vücudu tüylerle örtülü hayvanların ortak adı
body (v)
vücut
in flesh and bone / in Fleisch und Blut / incarnate
vücut bulmuş hâli
body parts / Körperteile
vücut parçaları
Website
web sayfası
How to make a web page?
web sayfası nasıl yapılır
Shall we x ? (e)
x -elim mi?
X consists only of Y / x is just y
X Y-den ibaret
I would x (a)
x -ardım
if s.o. x-ed or not ; whether s.o. x-ed or not
x -ip x -mediğini
to check if s.o. x-ed or not / to check whether s.o. x-ed or not
x -ip x -mediğini kontrol etmek
Mr. X
X Bay
Mrs. X
X Bayan
if things like x are/were left aside
x gibi şeyler bir tarafa bakılırsa
When X were discovered for the first time
X ilk kez bulundukları zaman
in the district of x
x ilçesinde
very x
x mi x
as far as possible from being x
x olmaktan alabildiğine uzak
that would be x
x olurdu
and X is anyway not a very pleasant subject.
X pek de hoş bir konu değil zaten.
Invalid character in entity name Line: 0 Column: 10 Char:
x ve Ortakları
after x's being put to bed / when x had been put to bed
x yatırıldıktan sonra
x is very stubborn / x needs to always have his way
X çok dediğim dedik biri.
to long for x (less common expression)
x'e özlem duymak
It is enough for x to be like y
X'in y gibi olması yeterlidir.
to long for x ( more common expression)
x'in özlemini duymak
to care a lot for X
X'in üstüne titremek
an y to x
x- acak - ecek bir y
as if he (I /you...) wanted to x / up to the point of x-ing
x- ana - ene kadar
rather than x
x- den ziyade
when he x-ed (-e)
x- diğinde
An x is needed.
X- gerek.
I suggest that it /they should be x-ed...
X- ilmesini öneriyorum
don't stop x-ing
X- ip durma!
I am in the middle of x-ing
x- maktayım - x-mekteyim
as long as you don't x ( the more you keep not x-ing/if you continue to not x)
x- medikçe
Lust haben zu x-en / to want to x
x- mek içinden gelmek
to get drowned by x (e.g. a sound)
X- menin içinde boğulup gitmek
there is/was no possibility to x (rep)
X- mesine olanak yokmuş
it seemed there was no possibility to x (rep)
X- mesine olanak yokmuş gibi görünüyordu
intenioned/having the intention to x (e)
x- meye niyetli
since I last X-ed
X- meyeli
He began to think of x-ing
x- meyi düşünür oldu.
as soon as she had x-ed
X- mişti ki...
I will x - Slang x-(lay)acağım x-(ley)eceğim
x-(l)ıcam x-(l)iycem
to be left in a helpless state (frozen/speechless...)
x-akalmak
as if x /like x /as if he x-d
x-casına x-cesine
as far as possible from x
x-den alabildiğine uzak
from x onwards / from x until now
X-den bu yana
some of the x
x-den kimi
he does not mention an ablativ
x-den söz etmiyor
before x
x-den önce
more than x / above x / beyond x
X-den öte
not to be superior to x / not to be higher than x
x-den üstün değil(dir)
to be superior to x / to be higher than x
x-den üstün(dür)
even though they X
X-dikleri hâlde
after x-ing (...di...)
x-dikten sonra
while he x-ed
x-diği sırada
Y that he/she Xed (Y is the object of X)
X-diği Y
when he x-ed
x-diği zaman
it's not worth to x
x-diğine değmez
to regret to have ever x-ed
x-diğine x-eceğine pişman olmak
to be arrogant towards x
X-e kabadayılık taslamak
(of course) you have x (s)
X-e sahipsin (-dir)
Let's surprise x
X-e sürpriz yapalım
If I could x (e) I would x (i)
x-ebilseydim x-irdim
Y that X'es (Y is the subject of X)
X-en Y
as soon as he x-ed /-xes (e)
x-er x-mez
if I x I can x
x-ersem x-ebilirim
if I x then I ll y
x-ersem y-eceğim
to nearly x / faillir de x-er
x-eyazmak
let me x (e)
x-eyim
deserves to be X-ed
X-ilesi
to use a x pattern
x-in kalıbını kullanmak
to keep X-ing / to do something continuously/again and again
X-ip durmak
He began to x
x-ir oldu
to quickly x
x-ivermek
if they x (open conditional /it is possible) a
x-larsa
with x-ing /by x-ing
x-makla x-mekle
rather than x-ing /instead off x-ing
x-maktansa - x-mektense
he was in the middle of x-ing
X-maktaydı x- mekteydi
fond of x-ing (... a)
X-maya düşkün
to not have the intention to X
X-maya niyetli değil
before x-ing
x-meden
Ich habe keine Lust zu x-en / I don't want to/feel like x-ing
X-mek içimden hiç gelmiyor
it is necessary to x (e)
x-mek zorunda
you might have to x (in the future)
x-mek zorunda kalabilirsin
you might have to x (right now)
x-mek zorunda olabilirsin
it is necessary that you x (e)
x-mek zorundasın(ız)
to have difficulty to x
x-mekte güçlük çekmek
to have difficulty to x (z)
x-mekte zorlanmak
to have difficulty to x (z)
x-mekte zorluk çekmek
to (also) enjoy x-ing
x-mekten (de) keyif almak
I have to x
X-mem gerek
there is a need for my x-ing /for me to x
x-meme gerek var
I discovered another way to x
x-menin başka bir yolunu keşfettim
to be on the verge /brink of x-ing
x-menin eşiğine gelmek
No use to x
x-menin yararı yok
it needs to x
x-mesi gerek
to try to x
x-meye çalışmak
Not that I won't x, but...
x-meyecek değilim, ama...
to quit x-ing
x-meyi bırakmak
Not that I don't x.... but
x-miyor değilim, ama...
might/may have x-ed
X-miş olabilir
if he x'es (open conditional /it is possible) a
x-sa
if we x (open conditional /it is possible) a
x-sak
if I x (open conditional /it is possible) a
x-sam
if you (sg) x (open conditional /it is possible) a
x-san
Why don't you x / come on x (insisting imp.) (Sg)
x-sana x-sene
if you (pl) x (open conditional /it is possible) a
x-sanız
Why don't you x / come on x (insisting imp.) (Pl)
x-sanıza x-senize
You (pl) will x Slang (x-eceksiniz)
X-çeniz
Louis XIV style
XIV Louis tarzı
win/earn Xpert points
Xper puanlar kazan:
to jump onto X
X’e atlamak
I believe /don't you know / don't you remember (spoken language) (at sentence end)
ya
particle used at sentence beginning to signify 'what if'
ya
either...or...
ya ...ya da...
or (y)
ya da
What if you go out ?
Ya dışarı çıkarsan ?
What if he does not love me?
Ya o beni sevmiyorsa?
What if we can't finish the project on time?
ya projeyi zamanında bitiremezsek?
Oh Lord you are our Father. Your name is 'our Saviour' from time everlasting. (Is.63: 16)
Ya Rab, Babamız Sensin. Ezelden beri adın 'Kurtarıcımız'dır
(even/what is more) they are loved for an unknown reason
ya sebebi bilinmeden sevilirler
How unsatiable are you!
Ya sen ne doyumsuz
either describe or draw
ya tarif et ya da çiz
people who have the possibility of either dying of pest or being killed by traveling soldiers
ya vebadan ölmek ya da gezici askerler tarafından öldürülmek gibi olasılıkları olan insanlar
Either you win the competence of dying or you collect the capacity of fear /Either you win mastery of dying, or the ability to amass fear (from a poem of Attila İlhan )
Ya ölmek ustalığını kazanırsın, ya korku biriktirmek yetisini.
wild /uninhabited /uncultivated/ wilderness
yaban
savage
yaban adam
grey goose / wild goose
yaban kazı
foreigner / stranger / foreign
yabancı
a foreign language
yabancı dil
foreign markets
yabancı pazarlar
the demand for the products of the company in foreign markets is increasing.
yabancı pazarlarda şirketinin ürünlerine olan talep artmakta
foreign national
yabancı uyruklu
foreign language teacher
yabancı uyruklu dil öğretmeni
a foreign student
yabancı uyruklu öğrenci
I am a foreigner
yabancıyım
wild / untamed / uncultivated
yabanı
Be careful not to anger the wild elephants.
Yabani filleri kızdırmamaya dikkat et.
oregano
yabanı mercanköşk
wild rice (black)
yabanı pirinç
to find odd /to find strange (y)
yadırgamak
he would find it inappropriate, unacceptable, weird
Yadırgar
stew / ragout (y)
yahni
hey / man / how the hell / for god's sake / what on earth is that / hullo / look there
yahu
bagel (cookie)
yahudi simidi
Jew's belt / money belt / pouch
Yahudi çıkını
When John came he fasted and didn't drink
Yahya geldiği zaman oruç tutup içkiden kaçındı
collar
yaka
to catch / get hold of / seize
yakalamak
to get caught
yakalanmak
Catch her!
Yakalayın onu !
lament / cry / Flehen
yakarış
near /close
yakın
a relative /connection (y)
yakın
soon / close
yakında
See you soon !
yakında görüşmek üzere!
burned down / (burned and ruined)
yakıp yıkılmış
When they passed in front of a burned down castle red spots appeared on Elinor's face from excitement.
Yakıp yıkılmış bir kalenin önünden geçerken Elinor'un yüzünde heyecandan kırmızı lekeler beliriyordu.
fuel / combustible / gasoline
yakıt
to beseem / to be proper / sich gehören
yakışık almak
is not proper / gehört sich nicht
yakışık almaz
handsome
yakışıklı
to befit
yakışmak
for about a year
yaklaşık bir yıl için
since about a year
yaklaşık bir yıldan beri
approximately
yaklaşık olarak
to approach/ to get closer
yaklaşmak
to bring closer/ to move closer
yaklaştırmak
to burn something
yakmak
ruby
yakut
bootlicker /groveler /asshole (y) /Schleimer
yalaka
turning to his followers/grovelers/bootlickers he puffed up his chest.
yalakalarına dönerek göğsünü kabarttı
to lick
yalamak
a lie
yalan
to lie / to tell a lie
yalan söylemek
If I am lying, let them chop me and make a soup out of me. (shark in Nemo)
Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınlar.
If I am lying I hope they'll chop me and make a soup out of me.
Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınları
If I am lying I hope they'll chop me and make a soup out of me.
Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınları
to deny something which is claimed that it is true
yalanlamak
gilded / vergoldet
yaldızlı
gilded paint / Goldfarbe
yaldızlı boya
To decorate (s) with gilded paint / mit Goldfarbe verzieren
yaldızlı boya ile süslemek
Nominative
Yalın hâl
barefoot
yalınayak
plainness / simplicity / Nüchternheit
yalınlık
alone
yalnız
all alone
yalnız başına
That just means that your team has to work faster.
Yalnız bu demektir ki, senin ekibinin daha hızlı çalışması lazım.
Does he eat only zucchini, potatoes, cabbage - how (what) should/do I know - carrots and or something?
Yalnız kabak, patates, lahana, ne bileyim, havuç mavuç filan mı yiyecek?
to be alone (stay alone)
yalnız kalmak
He wants to be alone.
yalnız kalmak istiyor
I am living alone
Yalnız yaşıyorum
Only those who have a lot of money can buy a yacht.
Yalnız çok parası olanlar, bir yat alabilir.
nothing but / just / nothing else
yalnızca
Only on the trees were some leaves.
Yalnızca ağaçlarda biraz yaprak vardı.
only a fool / an idiot / just a fool
yalnızca bir aptal
There used to be some wind only on the sea,( and not elsewhere.) (It's not the case now. Now there's wind everywhere.)
Yalnızca denizde biraz rüzgâr olurdu.
Only at the sea there was a little bit of wind. (At that moment, there was some wind only on the sea, and nowhere else.)
Yalnızca denizde biraz rüzgâr vardı.
in a vulgar language only known to him
yalnızca kendisinin bildiği adi bir dilde
Only in winter there is snow. !it If it ever snows, it happens only in winter. (There may be winters when it doesn't.)
Yalnızca kışın kar olur.
In winter there is only snow. (!it It always snows in winter. There's no way it's winter and it's not snowy)
Yalnızca kışın kar var.
Only one magpie from inside one of the rhododendron bushes growing around the house...
Yalnızca, evin çevresinde büyüyen ormangülü çalılarının birinin içinden bir tane saksağan
loneliness
yalnızlık
if I am alone
yalnızsam
to totter /stagger (under a burden) / wobble
yalpalamak
wobbling
yalpalaya yalpalaya gelmek
to try to get into someone's favour by licking boots
yaltaklanarak, gözüne girmeye çalışmak
to lick boots /to bow and scrape
yaltaklanmak
to plead / flehen
Yalvarmak
patch (piece of cloth for mending/Flicken) / informatic:a small piece of code inserted into a program to improve its functioning or to correct a fault. "a program patch that fixes a bug"/a language patch
yama
Mountain side / cliff /Bergwand /Abhang
Yamaç
The slope was steep and led to the side(shore) of a big lake. (Der Abhang war sehr steil und fiel zum Ufer (zur Seite) eines grossen Sees herab .
Yamaç dimdikti ve büyük bir gölün kenarına iniyordu.
the slopes were steadily rising/getting steeper (d) rep.
yamaçlar giderek dikleşmişti
trapezoid / irregular / skewed / schief
yamuk
lopsided / askew standing
yamuk duran
a lopsided standing mirror
yamuk duran bir ayna
sideways / edgewise
yan yan
by slipping to the side
yana doğru kayarak
People like Yana always looked for exceptions.
Yana gibi kişiler hep kuraldışılıkları ararlardı.
People like Yana always looked for exceptions, different possibilities and exoticism.
Yana gibi kişiler; kuraldışılıkları, farklı olasılıkları ve egzotikliği ararlardı.
to tilt / to lean to the side / to be lopsided
yana yatmak
Yana was precisely the kind of student her mentor Arthcamu despised:'the professional amateur'.
Yana, 'profesyonel amatör' olarak, öğretmeni Arthcamu'nun tam olarak nefret ettiği öğrenci türüydü.
cheek /Wange
yanak
burning
yanan
Outside the burning area the grass was flattened.
Yanan alanın dışındaki çimenler düzleşmişti.
volcano
yanardağ
crater / Krater
yanardağ ağzı
up to his cheek
yanağına kadar
to approach /to go next to (to the side of)
yanaşmak
to not give an inch to /to fail to
yanaşmamak
A man from the neighbouring table
Yandaki masadan bir adam
A man from the neighbouring table intervenes in the discussion
Yandaki masadan bir adam söze karışıyor.
Wild/ uncontrollable fire
yangın
The fire narrowed the area.
Yangın alanı daralttı.
a fire ring / a ring of fire
yangın halkası
fire drill /Brandschutzübung /Probealarm
yangın tatbikatı
The fire thickening the band
Yangın şeridi kalınlaşarak
Fire !
Yangın!
the 'flames' (lit. fire) of the fire
yangının ateşi
angrily reflecting the 'flames' of the fire
yangının öfkeyle ateşini yansıtan
caught in the fires
yangınlara yakalanmış
namely / so / that is
yani
Well, yes, Alihan is difficult and all, but...
Yani evet , Alihan zordur mordur ama...
right along / besides
yanı sıra
to walk along
yanı sıra yürümek
burn / scorch / weather beaten
yanık
scorch marks
yanık izleri
mistake / error (y)
yanılgı
error and defeat
yanılgı ve yenilgi
to be mistaken
yanılmak
She had not been mistaken
yanılmamıştı
I hesitate to take my umbrella
yanıma şemsiyemi almakta çekinirim
to take along
Yanına almak
next to / near
yanında
It was certain that some of those next to him would have no objection to reduce the number of their competitors on the way to power
Yanındakilerden bazılarının, iktidar yolundaki rakiplerinin sayısını azaltmaya itirazi olmayacağı kesindi.
as well as / besides / alongside
yanısıra
response; answer
yanıt
to answer (y)
yanıt vermek
to answer; to respond
yanıtlamak
to answer; to respond
yanıtlamak
mistake /error
yanlış
You misunderstood
Yanlış anladınız
to make a wrong move
yanlış bir hamle yapmak
You are looking for thrill (h) in the wrong place.
Yanlış yerde heyecan arıyorsun.
My train takes you to the wrong cities ( from a poem of Attila İlhan )
Yanlış şehirlere götürür trenlerim.
by mistake / mistakenly
yanlışlıkta
to enter by mistake
yanlışlıkta girmek
to burn
yanmak
reflection
yansıma
to reflect
yansıtmak
puzzle / jigsaw
yap-boz
what a lot of things there are that you can do / there is so much you can do
yapabileceğin ne de çok şey var
I don't have someone to do this for me (informal)
Yapanım yok
whatever I do
yaparsam yapayım
all alone
yapayalnız
structure/build / nature / form / texture / disposition
yapı
it is being made (fact)
yapılmaktadır
you lined up so many more things not to do
yapılmaması gereken amma çok șey sıraladın
production / program
yapım
sticky
yapış yapış
to glue /stick/ adhere (intrans)
yapışmak
to glue / to fix / to stick / to paste sthg
yapıştırmak
make-believe / pretended /mock
yapmacık
with a mock smile(t) /with a make-believe smile
yapmacık bir tebessümle
to make
yapmak
I have other things to do
yapmam gereken başka şeyler var
There ıs something I have to do.
yapmam gereken bir şey var
he has other things to do
yapması gereken başka şeyler var
not to be (can 't be) bothered about
yapmaya istekli olmamak
to like to do
yapmayı sevmek
He forgot to make
yapmayı unuttu
leaf
yaprak
Blattstiel / leave stalk
yaprak sapı
trees that lose their leaves
yapraklarını döken ağaçlar
if you had done it = You didn't do it. But if we imagine you had done it...
Yapsaydın = Yapmadın. Ama yapmış olduğunu hayal etsek, ...
if you have done it = Did you do it? If yes, no problem.
Yaptıysan = Yaptın mı? Evetse, sıkıntı yok.
if you've lready done it, you don't need to do it again
yaptıysan bi daha yapmana gerek yok
his voice trembling as if he were startled by the size of the promise he had made
yaptığı vaadin büyüklüğünden ürkmüş gibi sesi titreyerek
I regret that I ever made/did....
yaptığıma yapacağıma pişman oldum
thank you for the compliment, that you made
yaptığınız iltifat için teşekkür ederim
wound / injury
yara
scar
yara iz
to hurt someone/something
yaralamak
injury
yaralanma
injured
yaralı
useless /unfitting
yaramayan
advantage / Vorteil
yarar
there is no goal in / no use to...
yararı yok
to profit / benefit / utilize / take advantage of / make use of / exploit
yararlanmak
bat
yarasa
the Creator
Yaratıcı
creative
yaratıcı
by the Creator
Yaratıcı tarafından
They were imprisoned by the Creator.
Yaratıcı tarafından tutsak edildiler.
creativity
yaratıcılık
to increase your creativity
yaratıcılığını artırmak
creature
yaratık
The creatures began with grunts to descend the path.
Yaratıklar homurtuyla patikadan aşağı inmeye başladılar.
The creatures clung faster to their weapons.
Yaratıklar silâhlarına daha sıkı sarıldılar.
the Creation
yaratılış
from the beginning of Creation
yaratılışın başlangıcından
creation (artwork /masterpiece) (not very frequently used)
yaratım
during the creation
yaratım sırasında
to create
yaratmak
that suits / that fits for / worthy of (pres part.)
Yaraşan
to be convenient / suitable/ apropriate for (y) / that would befit (aorist makes it hypothetical)
yaraşır
Help !
Yardım !
to help
yardım etmek
Find a way to help !
Yardım etmenin bir yolunu bul !
He will find a way to help
yardım etmenin bir yolunu bulacak
I helped
yardım ettim
to ask for help
yardım talep etmek
I need help
yardıma ihtiyacım var
helper
yardımcı
Be a helper
yardımcı ol
Can I help (you)?
Yardımcı olabilir miyim?
Thank you for your help; you're an angel.
Yardımın için teşekkür ederim, sen bir meleksin.
judgement /conclusion /decision
yargı
on judgement day
yargı günü
the juridicial process (y.s.)
yargı sürecini
in order to monitor (follow) the juridicial process
yargı sürecini takip etmek için
to judge (y)
yargılamak
to stand trial
yargılanmak
judicial council (from yargılamak)
yargıtay
to reach a judgement / pass judgement on
yargıya varmak
Judge (y)
yargıç
half (noun) (also in sport match)
yarı
half term /semester
yarı yıl
slot /slit /cleft / fissure
yarık
half a bundle of parsley
yarım demet maydanoz
I need half a kilo of ground meat.
Yarım kilo kıymaya ihtiyacım var.
hemosphere
yarım küre
half an hour earlier
yarım saat önce
half-way /half-baked /superficial /after a fashion
yarım yamalak
to do by halves /to make a half-assed-attempt /to fudge
yarım yamalak yapmak
half a year
yarım yıl
tomorrow
yarın
We are going for a run tomorrow night.
yarın gece koşuya gideceğiz
first thing tomorrow
yarın ilk iş olarak
I won't be at school tomorrow.
yarın okulda olmayacağım
tomorrow morning
yarın sabah
it'll be wet tomorrow so they'll need their raincoats
yarın yağışlı olacak bu yüzden yağmurluklarına ihtiyaçları olacak
I can't wait until tomorrow but don't worry (m.e.) it will be worth the effort
Yarına kadar bekleyemem ama merak etme emeğine değecek
if he does not come until tomorrow
Yarına kadar gelmezse
the day after tomorrow / übermorgen
yarından sonraki gün
Let tomorrow's worry be for tomorrow
Yarının kaygısı yarının olsun.
half (of it) black, half (of it) white
yarısı siyah, yarısı beyaz
un cercle(ç) half black, half white
yarısı siyah, yarısı beyaz bir çember
(at) half of
yarısında
radius
yarıçap
race (competition)
yarış
law / statutes
yasa
illegal transition / illegal passage
yasa dışı geçiş
to organize illegal transition
yasa dışı geçişi organize etmek
those organizing illegal transition
yasa dışı geçişi organize ettikleri
the 2 Iraqi nationals detained for organizing illegal crossing
yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu
(on top of) the 2 Iraqi nationals being detained for organizing illegal border crossing, 11 more suspects were sent to court
yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu 11 şüpheli daha adliyeye sevk edildi.
illegal border crossing
yasa dışı sınır geçişi
illegal
yasadışı
forbidden love
yasak aşk
To forbid / ban /prohibit / interdict
yasaklamak
legal / lawful / legitimate
yasal
legal concept
yasal kavram
being legal / legally
yasal olarak
I am legally obliged to keep away from x
Yasal olarak x-dan uzak durmakla yükümlüyüm
I am legally obliged
Yasal olarak yükümlüyüm
I hope we won't have to ressort to legal means. (lit. to apply for legal ways)
Yasal yollara başvurmak zorunda kalmayacağımı umuyorum.
to stretch the law
yasayı esnetmek
to lean against a dative / to rest against a dative
yaslanmak
(He is) very old
yaslı mı yaşlı
flat /platt
yassı
Flatfish/Plattfische
yassı balıklar
Flat nose (a knick name) / Flachnase
Yassı Burun
pillow /Kissen
yastık
bed
yatak
bedroom
Yatak odası
you go to bed
yatarsın
landscape (opposite to portrait)
yatay
landscape page orientation
yatay sayfa düzeni
the chair at her bedside
yatağın başucundaki iskemle
in his bed
yatağında
She is cleaning under her bed.
Yatağının altını da temizliyor.
an entombed saint / place where a holy man is buried
yatır
to be put to bed
yatırılmak
investment
yatırım
investor
yatırımcı
to put s.o. to bed
yatırmak
to go to bed
yatmak
I suggest you go to bed now
yatmanı öneririm
at a slow rate
yavaş bir hızla
speak slowly
yavaş konuş
Slowly, painfully he pushed the panic to the back of his mind, locked it there and kept it there, though it tried to come out screaming.
Yavaşça, acıyla, paniği zihnin gerisine itti, oraya kapattı ve çığlık çığlığa dışarı çıkmaya çalışmasına rağmen orada tuttu.
baby / cub / nestling / little one
yavru
He feeds (b) the worm to his kids.
Yavrularını solucanla besliyor.
to provoke its nestlings to fly
yavrularını uçmaya kışkırtmak
pedestrians
yayalar
common /widespread
yaygın
to become wide-spread
yaygın hale gelmek
To spread (intransitive)/ to get diffused
yayılmak
to publish
yayımlamak
The bow's arrow was nocked.
Yayın oku takılmış.
to broadcast
yayın yapmak
publishing house
yayınevi
He drew (g) his bow with a sure (of himself) touch
yayını kendinden emin bir dokunuşla gerdi
to spread out (y)
yaymak
summer
yaz
writer / author
yazar
Not edited by the author either
Yazarı tarafından da kurgulanmamıştır
writing desk /Schreibtisch
yazı masası
printer
yazıcı
The printer is out of paper.
Yazıcının kağıdı bitti.
written
yazılı
the coolness of the forest that even on the hottest days in summer can cool/chill people
yazın en sıcak gününde bile insanı üşütebilecek orman serinliği
We are going to France in the summer.
yazın Fransa'ya gideceğiz
I can go to Switzerland in Summer.
Yazın İsviçre'ye gidebilirim.
inscription/legend /Inschrift
yazıt
If I write it down I can forget it and sleep peacefully.
Yazıya dökersem unutup rahat rahat uyuyabilirim.
to put on paper / to write down / to transcribe / to redact
yazıya dökmek
Let me write that down / Let me put this on paper
yazıya dökmeliyim
I think I should write this down / I think I should put this on paper (lit. I think: Let me write this down)
yazıya dökmeliyim diye düşünüyorum.
to write
yazmak
oil
yağ
oil filter (car)
yağ filtresi
precipitation (rain)
yağış
wet (y)
yağışlı
plunder / looting / robbery
yağma
plunder / looting / robbery
yağma
to rain / pour / fall
yağmak
to plunder / to loot (y)
yağmalamak
rain
yağmur
raindrop
yağmur damlası
the rain stopped so we went outside
yağmur durdu bu yüzden dışarıya çıktık
rainforest
yağmur ormanı
if it rains you'll get wet
yağmur yağarsa ıslanacaksın
to rain
Yağmur yağmak
soaked by the rain
yağmurdan ıslanmış
Bending (down) she looked outside through the windowpane wettened from the rain
yağmurdan ıslanmış cama doğru eğilerek dışarıya baktı.
raincoat
yağmurluk
wet (y)
yaş
in the period he had lived in
yaşadığı devirde
In the period in which he had lived ladies' calves and knees were hardly seen (kept out of sight ).
Yaşadığı devirde kadınların baldırları ve dizleri pek görünmüyordu.
life (y)
Yaşam
Life forms
Yaşam biçimleri
to live
yaşamak
to lose one's life
yaşamını yitirmek
to fill with water / to moisten (eyes gözleri/ trees)
yaşarmak
Yay ! Hooray!
yaşasın!
guess my age
yaşımı tahmin et
he moved with a swiftness/an agility that denied his age
yaşını inkâr edecek bir çeviklikle hareket ediyordu.
the more he got older
yaşlandıkça
the more he got older the more it began to be difficult
yaşlandıkça daha zor olmaya başladı
to put age on s.o.
yaşlandırmak
I must be getting old
yaşlanıyorum herhalde
ageing
yaşlanma
to grow old
yaşlanmak
Old – for people
Yaşlı
even if he looked old
yaşlı gösterse de
You cannot teach an old dog new tricks
Yaşlı köpeğe yeni numara öğretemezsin
elderli
yaşlıca
old age / Alter
yaşlılık
she was old enough
yaştaydı
replacement / Ersatz-
yedek
replacement shirt / Ersatzhemd (y.m.)
yedek mintan
the more he ate
yedikçe
The more he ate the more he wanted to eat.
Yedikçe, daha fazla yemek istiyordu.
the seventh
yedinci
the sole /the only
yegâne
Wind (y)
yel
windmill
yel değirmeni
mane /Mähne (e. g. horse)
yele
vest / waistcoat / Weste
yelek
to sail
yelken açmak
sailing (sport)
yelken sporu
to attempt / try /dare /move to
yeltenmek
food/ prey (y)
yem
without being/becoming a prey
yem olmadan
food
Yemek
to eat
yemek
You can play until lunch is cooked.
Yemek pişirilene kadar, oynayabilirsin.
I missed dinner.
Yemek saatini kaçırdım.
a recipe
yemek tarifi
I like cooking.
Yemek yapmayı seviyorum
Are we not going to eat? formal - street talk
Yemek yemeyecek miyiz? - Yemek yemiycez mi?
refectory / dining hall
yemekhane
Our meals are very varied.
Yemeklerimiz çok çeşitlidir.
Is it possible that he didn't eat?
Yememiş olması mümkün mü?
Is it possible that he didn't eat?
Yememiş olması mümkün mü?
Concerning the food I am still undecided.
Yemeğe gelince, henüz kararsızım.
I don't share my food with anyone.
Yemeğimi kimseyle paylaşmam.
I could swear
yemin edebilirdim
I swear I know nothing!
yemin ederim hiçbir şey bilmiyorum!
to swear + dat
yemin etmek
very green
yemyeşil
sleeve
yen
possible to be eaten / edible
yenebilen
its edible tubers
yenebilen yumruları
Wife of an uncle (also used among close friends for the other's girlfriend)
Yenge
crab
yengeç
a new gardener's spade (b)
yeni bir bahçıvan beli
they have developed a new computer program
yeni bir bilgisayar programı geliştirdiler
He needs a new computer.
Yeni bir bilgisayara ihtiyacı var.
a new fascist coup attempt
yeni bir faşist darbe girişim
And it was the king in person who had to face/resist a new fashist coup attempt
yeni bir faşist darbe girişime göğüs gerenin de bizzat kral oldu
to get a new job
yeni bir işe girmek
a new recipe
yeni bir tarif
I need a new hat
yeni bir şapkaya ihtiyacım var
We live in a new flat.
Yeni dairede yaşıyoruz.
The best way to come up with / bring out new ideas
Yeni fikirler ortaya çıkarmanın en iyi yolu,
The best way to come up with / bring out new ideas is to get really bored.
Yeni fikirler ortaya çıkarmanın en iyi yolu, gerçekten sıkılmaktır.
His new invention exploded within minutes.
Yeni icadı birkaç dakika içinde patladı.
best wishes on / congratulations to your new job
yeni işin hayırlı olsun
the rising/new generation/ the younger generation (n)
yeni nesil
I just woke up
Yeni uyandım
New year
yeni yıl
to enter the new year
yeni yıla girmek
new moon
Yeniay
again (y)
yeniden
to rename
yeniden isimlendirmek
re-confrontational procedure
yeniden ve yüzleştirme usulü
renewed
yenilenmiş
a renewed energy gave strength to his steps.
yenilenmiş nir enerji adımlarına güç veriyordu
defeat
Yenilgi
I couldn't hide my disappointment over the defeat.
Yenilgimizden dolayı, hayal kırıklığımı saklayamadım.
I can't accept myself the defeat.
Yenilgiyi kabullenemem.
receptive / innovative / progressive
Yenilikçi
innovatively
yenilikçi bir şekilde
innovative thinking
yenilikçi düşünme
avantgardist
yenilikçi kimse
innovative technology
yenilikçi teknoloji
innovative approach
yenilikçi yaklaşım
innovative solutions
yenilikçi çözümler
open to change / innovation
yeniliğe açık
the new one
yenisi
to be eaten
yenmek
completely new
yepyeni
ground / floor / place
yer
to go in for / to rank / to be situated / to enter
yer almak
earth crust
yer kabuğu
fire gushing from the depths of the earth crust
yer kabuğunun derinliklerinden fışkıran ateş
I know thwre are things between heaven and earth that we can't explain.
Yer ve gök arasında açıklayamadığımız bir şeylerin var olduğunu biliyorum.
underground
yeraltı
from the underground
yeraltından
there was a lot of snow on the ground
yerde çok kar vardı
A small objecy on the floor caught my attention.
Yerdeki küçük bir nesne dikkatimi çekti.
I kicked the puddle on the ground and splashed water on him.
yerdeki su birikintisine tekme atıp üzerine su sıçratım.
to abandon / to put/leave on the ground
yere bırakmak
to empty into something/ a place (e.g. a river)
yere dökülmek
to fall on the ground (d)
yere düşmek
The floor was spread (s) with loose straw.
Yere gevşek hasır serilmişti.
to land (on the ground)
yere inmek
In respect to the black woolen garnents, descending until the floor the environment would have been to hot.
Yere kadar inen siyah yünlere göre etraf fazla sıcak olacaktı.
to fall to the ground /prostrate oneself /grovel
yere kapanmak
to faint /to pass out
yere yığılmak
anyone in my place would do the same
yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı
(from) in front of the place
yerin önünden
fidgety / restless/ zapplig
yerinde duramayan
If I were in your place I would not touch that little monster.
Yerinde olsam o küçük canavara dokunmazdım.
she couldn't move from her place
yerinden kıpırdayamıyordu
instead (off)
yerine
to fulfill / carry out / execute / complete
yerine getirmek
to give way to a dat.
yerini bırakmak
to locate (s)
yerini saptamak
residential
yerleşim
settlement
yerleşim merkezi
campus
yerleşke
to settle / to install oneself
yerleşmek
domestic /local /einheimisch e.g. wine
yerli
ground (y) / (surface of the) earth
Yeryüzü
from the other end of the earth
yeryüzünün öbür ucundan
gravity
yerçekimi
gravitational fields (the region of space surrounding a body in which another body experiences a force of gravitational attraction.)
yerçekimi alanları
the force of gravity
yerçekimi kuvveti
why don't you eat /go on eat (sg/pl)
yesene - yesenize
talent /skill /ability
yetenek
And he trusts very much in your skills.
Yeteneklerine de çok güveniyor.
talented
yetenekli
the 'Gifted' (ones)
Yetenekliler
enough is enough
yeter artık!
sufficiently
yeterince
brave enough
yeterince cesur
it is not good enough
yeterince iyi değildir.
It was scary enough. / It was horrible enough.
Yeterince korkunçtu.
I don't have enough money.
yeterince param yok
enough
yeterli
sufficiently
yeterli miktarda
capacity /ability /faculty / power
yeti
adult
yetişkin
to catch / catch up with / keep up with
yetişmek
to be cultivated
yetiştirilmek
to cultivate
yetiştirmek
authority / power
Yetki
authority
yetkili
perfect/competent /mighty (y)
yetkin
to be sufficient / genügen
yetmek
as if it were not enough
yetmiyormuş gibi
seventy
yetmiş
to corrupt
yezlaştırmak
to choose / opt / prefer / favour / give preference to (y)
yeğlemek
to turn green, to become green
yeşermek
green
yeşil
a green silk ribbon
yeşil ipek bir kurdele
a round box tied with a green silk ribbon
yeşil ipek bir kurdeleyle bağlı yuvarlak bir kutu
a very green tree
Yeşil mi yeşil bir ağaç
And it was the only window not hidden behind green shutters.
yeşil panjurların arkasında saklanmayan tek pencere de oydu.
green olives
yeşil zeytin
greenish (s)
yeşilimsi
greenish (t)
yeşilimtrak
foliage / verdure / green
yeşillik
Jade
yeşim taşı
to wash
yıkamak
ruined /collapsed
yıkık
I almost collapsed
Yıkıldım adeta
tumble / collapse / fall down
yıkılmak
year
yıl
snake
yılan
serpentine
yılansı
a serpentine line ( eine Schlangenlinie )
yılansı bir çizgi
a circle divided by a serpentine line
yılansı bir çizgi ile ayrılmış bir çember
for years
yıldır
lightening (y)
yıldırım
there is a risk of lightning
yıldırım riski var
star
yıldız
horoscope
yıldız falı
star light
yıldız ışığı
(to wish upon a star) A star fell down (slid) Make a wish!
Yıldız kaydı. Bir dilek tut!
Sternfrucht
Yıldızmeyvesi
with the first peddlar of the year
yılın ilk çerçisi ile
for years
yıllarca
after sharing for years
yıllarca paylaştıktan sonra
to dread / be intimidated / despair / verzagen /désespérer / to get frustrated (fed up and wanting to give up)
yılmak
again (y)
yine
we will wait for you ( lady) / we'd like to see you anytime/again / we hope to see you again / come qgqin
yine bekleriz (hanımefendi)
even so / nonetheless (y)
yine de
ro repeat / quote
yinelemek
twenty
yirmi
Rather than waiting 20 minutes for the bus let's go by taxi.
Yirmi dakika otobüsü beklemektense, taksiyle gidelim. Sinemaya
for twenty years
yirmi yıldır
predatory
yırtıcı
a predatory bird
yırtıcı kuş
torn
yırtık
critically damaged clothing / torn into many pieces
yırtık pırtık
To tear into pieces/ to rip /to slash
yırtmak
lost
Yitik
to disappear (y. g.)
Yitip gitmek
to deceive /to lose
yitirmek
food (yy)
yiyecek
We would like some food
yiyecek bir şey istiyoruz
they collect food
yiyecek biriktirirler
to collect food
yiyecek biriktirmek
Is there anything to eat?
Yiyecek birşey var mı?
This is nothing that can be called food.
Yiyecek denebilecek bir şey değil
There is no food.
yiyecek yok
Half of his food was finished.
yiyeceklerinin yarısı bitmişti.
to be piled up
yığılmak
mass / heap / bulk/ chunk /pile
yığın
valiant , hero
yiğit
to pile something up
yığmak
short for 'No' (spoken)
Yo
No, go ahead ( answer to eg Do you mind if I sit here?)
Yo, buyurun
it is not /it doesn’t exist
yok
scarcely any /little if any /so little that it could be called not existing
yok denecek kadar az
to destroy /extinguish
yok etmek
'No, dude (l), no dude, I have no money' he said, kept everyone saying.
Yok la yok la yok dedi param dedi herkes paso
to be gone / to disappear
yok olmak
polls (y) /inspections /examinations
yoklamalar
Or (y) should it never change
Yoksa hiç değişmemeli mi
or I will lose my patience
yoksa sabrım taşacak
poor /needy
yoksul
poor (y)
yoksul
The poor
yoksullar
it was not/ it did not exist
yoktu
Slope /incline (y) Anstieg / a road/way going uphill
yokuş
like water running down a slope
yokuş aşağı akan su gibi
road /way
yol
The way made (drew) a curve
Yol bir kavis çizdi.
wayside
yol kenarı
The way passed the forest and the rugged plains.
Yol ormandan ve engebeli düzlüklerden geçiyordu.
passenger
yolcu
journey / trip / travel (y)
yolculuk
There has not been any accident on the road for many years, this road seems to be used.
Yolda herhangi bir kaza yaşanmamış yıllardır bu yolu kimse kullanmamış gibi gözüküyor.
to get stranded / to get stuck
yolda kalmak
to post / to send
yollamak
I assume you know the way
yolu bildiğini varsayıyorum.
if we ask him for directions (for the way)
yolu ona sorasak
He put out the fires on his way
Yolundaki yangınları söndürdü
the second section of the way
yolunun ikinci kesimi
He couldn't see the second part of the way.
Yolunun ikinci kesimini göremiyordu.
Klee / clover / trefoil
yonca
to sculpture /chisel
yontmak
sculptured / chiseled
yontulmuş
colloq for no
yoo
routine
yordam
quilt /duvet
yorgan
tired
yorgun
he's tired, so he wants to stay at home
yorgun, bu yüzden evde kalmak istiyor
I was tired, cranky and the last thing I wanted was more hiking.
Yorgundum, sinirliydim ve istediğim son şey, biraz daha yürüyüştü.
I f you are tired you can't join us.
Yorgunsan, bize katılmayabilirsin.
to tire / o wear out / to exhaust s.o.
yormak
the tired one / the fading
yorulan
He strengthens the tired
Yorulanı güçlendirir
if they are tired
yoruldularsa = yorulduysalar
to tire / o wear out / to exhaust
yorulmak
if they were tired, (but they are not /unreal present)
yorulsalar
if they had been tired (but they never were /unreal past)
yorulsaydılar
when she was tired
yorulunca
When she got tired she leaned against a tree.
Yorulunca bir ağaca yaslandı.
if they'll get tired
yorulurlarsa
interpretation / exegesis / commentary / explanation / paraphrase
yorum
to interprete/ explain
yorumlamak
she couldn't interprete it
yorumlayamıyordu
mossy /lichenous /moosbewachsen
yosunlu
under a mossy cypress tree
yosunlu servi ağacının altında
mossy-ish/lichenous /moosbewachsen
yosunumsu
a mossy-ish rug
yosunumsu bir kilim
intense / heavy / busy / hectic
yoğun
intensive security measures
yoğun güvenlik önlemi
violent /intensive snowstorm
yoğun tipi
yoghurt
yoğurt
sip
yudum
sip by sip
yudum yudum
to sip
yudumlamak
tenderhearted / easily forgiving / (someone compassionate who doesn't get angry)
yufka yürekli
up
yukarı
to pull up
yukarı çekiştirmek
oak / Hafer
yulaf
oatmeal /porridge
yulaf lapası
after having a breakfast from oakmeal
yulaf lapasından oluşan kahvaltısını yaptıktan sonra
to shut /close (eyes/hands only)
yummak
tuber
yumru
fist / punch
yumruk
to punch / thump (lit to throw a fist)
yumruk atmak
fist fight
yumruk dövüşü
to punch / thump
yumruklamak
egg
yumurta
to lay an egg
yumurtlamak
soft /nice /gentle
yumuşak
a gentle voice
yumuşak bir ses
sweet-tempered / gentle
yumuşak huylu
soft /tenderhearted (y.k.)
yumuşak kalpli
soft or loud
yumuşak veya yüksek
einweichen / to soak
yumuşatmak
to (quickly) soften
yumuşayıvermek
dolphine
Yunus
home country
yurt
dormitory / youth hostel
yurt
(towards) abroad
Yurt dışına
The passports of people who go abroad are controlled.
Yurt dışına gidenlerin pasaportları kontrol edilir.
She went abroad to learn English, I think
Yurt dışına İngilizce öğrenmeye gitti, diye düşünüyorum.
foreign / abroad
yurtdışı
to go abroad
yurtdışına çıkmak
we used to live abroad
yurtdışında yaşardık
patriot (Heimatliebend)
yurtsever
dragonfly / Grosslibelle
yusufçuk
very round
yusyuvarlak
to swallow / to gulp
yutmak
to be engulfed
yutulmak
nest
yuva
round
yuvarlak
a stab in the dark / wild (round) guess
yuvarlak tahmin
Rundkorn
yuvarlak taneli tahıl
to roll sthg (transitiv)
yuvarlamak
to roll over / to around in (dog/horse) intransitiv
yuvarlanmak
for a marriage to break down ( lit. one's nest is collapsing)
yuvası yıkılmak
in its nest
yuvasında
direction / aspect / sense
yön
Turkish Dative (used for directions)
Yönelme hâli - -e hâli
to head for / to steer towards / sich wenden / to turn towards / to direct oneself towards + Dat
yönelmek
manager / Geschäftsführer
yönetici
administration; management
yönetim
Chairman of the board of directors
yönetim kurulu başkanı
manager / producer / director (film)
yönetmen
conductor (orchestra)
yönetmen
orbit
yörünge
As for the orbit there are particles that we call electrons.
Yörüngede ise elektron dediğimiz parçacıklar var.
lofty (of imposing height)
yüce
to be exalted (to be rendered high) above an ablative
yüce kılınmak
supremecy / glory/ highness / sovereignity (y)
yücelik
to become lofty (of imposing height)
yücelmek
to exalt / glorify / promote / aggrandise
yüceltmek
load
yük
to carry loads
yük taşımak
an animal used for carrying loads
yük taşımakta kullanılan hayvan
to load
yüklemek
to take upon oneself / to take over / to be stuck with / to be loaded with
yüklenmek
charged
yüklü
high / loud
yüksek
He climbed onto a high piece of granit.
Yüksek bir granit parçasının üstüne çıktı.
a high rock
yüksek bir kaya
Take me out to a high rock !
Yüksek bir kayaya çıkar beni!
a loud voice
yüksek bir ses
high contrast
yüksek karşıtlık
high resolution
yüksek çözünürlük
high lofty mountains
yüksek, yüce dağlar
height
yükseklik
acrophobia /fear of height / Höhenangst
yükseklik korkusu
When the rising light indicates the birth of a new world will you close your eyes ?
Yükselen ışık yeni bir dünya'nın doğuşunu işaret ederken gözlerinizi mi kapayacaksınız ?
rise / uptrend
yükseliş
to rise / increase
yükselmek
elevation / altitude / ridge
yükselti
to raise / increase something
yükseltmek
foxglove /digitalis /Fingerhut /(lit. Thimbleweed)
Yüksük otu
obligation /responsibility /liability
yükümlülük
our obligations and ties
yükümlülüğümüz ve bağlarımız
I am obliged
yükümlüyüm
wool / woolen
yün
his wool garment's collar
yün giysisinin yakası
He moved the collar of his wool garment closer to his neck.
Yün giysisinin yakasını boynuna yaklaştırdı.
woolen cloth
yün kumaş
a woolen cardigan
yünlü bir hırka
heart / (soul) (y)
yürek
heart beats
yürek atışları
heartache /heartbreak
yürek sancısı
courageous / fearless / stout (y)
yürekli
Her heart (y) was beating madly.
Yüreği delice çarpıyordu.
while her heart thumped violently
yüreği güm güm atarken
Her heart was beating so fast that she could hardly breath.
Yüreği nefes alamayacak kadar hızlı atıyordu.
my heart
yüreğim
'when the peace to my heart collapses' when my heart grows faint / is overwhelmed
Yüreğime huzur çökünce
they made our hearts bleed
yüreğimizi kanattılar
To walk
Yürümek
He prefered rather driving by car than to walk.
Yürümekten ziyade araba sürmeyi tercih etti.
They walk but don't get tired
Yürür ama yorulmazlar
To nick/sneak /walk away with /make away with
yürütmek
to walk and go = to walk away
yürüyüp gitmek
to attempt to walk away
yürüyüp gitmeye kalkışmak
like having attempted to walk away
yürüyüp gitmeye kalkışmış gibi
a person who seems to have tried to walk away
yürüyüp gitmeye kalkışmış gibi görünen bir insan
walk / pace
yürüyüş
walking stick
yürüyüş asası
The walking leaflet said there wouldn't be any phone reception in the mountains.
Yürüyüş broşüründe dağlarda telefonun çekmeyeceği yazıyordu.
to find hiking trails
yürüyüş parkurlarını bulmak
to go for a walk
yürüyüşe çıkmak
Do you want to go for a walk?
yürüyüşe çıkmak istiyor musun?
face
Yüz
reason / motive (y)
yüz
hundred
yüz
Grimace/ Grimasse
Yüz buruşturma
Hundred dark masks and hundred pairs of eyes trying to see who was (lying) behind them.
Yüz kara maske ve arkalarında yatanı görmeye çalışan yüz çift göz
to produce / bring forth / yield hundredfold
yüz kat ürün vermek
percent / in hundred
yüzde
to grow by ... percent
yüzde ... büyümek
a fifty per cent chance of rain
yüzde elli oranında yağmur yağma ihtimali
floating/swimming green ducks
yüzen yeşil ördekler
surface
yüzey
the writing desk whose surface we were not allowed to touch under any cicumstances
yüzeyine hiçbir süretle dokunmamıza izin verilmeyen yazı masası
fin /Flosse
yüzgeç
hundreds of
yüzlerce
Their faces don't turn red from shame
Yüzleri utançtan kızarmaz
to encounter; to face
yüzleşmek
to be confronted
yüzleştirilmek
confrontation
yüzleştirme
to confront / expose
yüzleştirmek
to swim
yüzmek
Swimming is the healthiest sport.
Yüzmek en sağlıklı spordur.
to go swimming
yüzmeye gitmek
century
yüzyıl
surface / floor space
yüzölçümü
His face was wrinkled like a tree.
Yüzü bir ağaç gibi boğum boğumdu.
His face was all red.
Yüzü kıpkırmızıydı
his uncle (e) having (rep) a very purple face
yüzü mosmor olmuş eniştesi
ring (for the finger)
yüzük
She noticed the uneasiness (t) that was in his face.
yüzündeki tedirginliği fark etti.
He wiped off the sweat on his face with his sleeve
Yüzündeki teri koluna sildi.
because of / on account of / due to an Nominative
yüzünden
Harry, who felt that his face was very red for good
Yüzünün resmen kıpkırmızı olduğunu hisseden Harry
weakness
zaaf
police (z)
Zabıta
We think the bazaar police should check the tradesmen everyday
Zabıtaların esnafları her gün denetlemesi gerektiğini düşünüyoruz.
victory / triumph ( z)
zafer
the taste of victory
zaferinin tadı
bother /trouble / Mühe / Anstrengung
zahmet
to bother / to take the trouble to / Sich sie Mühe machen
zahmet etmek
Don't bother yourself / machen Sie sich keine Umstände
Zahmet etmeyiniz
no pain no gain (z)
zahmet olmadan rahmet olmaz
Could I trouble you for another glass of water?
zahmet olmayacaksa sana bir bardak su daha alabilir miyim?
to bother /to take the trouble (z. g) /to enter into trouble to...
zahmete girmek
troublesome / inconvenient / painful /hard (z)
zahmetli
a demanding job
zahmetli iş
easy /painless (z)
zahmetsiz
Oleander
zakkum
the faint smell (pl) of oleander (pl)
zakkumların baygın kokuları
cruel
zalim
to rise in price / to get more expensive
zam gelmek
time (z)
zaman
a waste of time
zaman kaybı
time and space
zaman ve mekan
Time seemed to slow down.
Zaman yavaşlamış gibiydi.
now and again/ now and then / every so often/from time to time/ occasionally
zaman zaman
Every now and then he reminded the mare to continue to walk by touching slightly her flank.
Zaman zaman kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak, yürümeye devam etmesini hatırlatıyordu.
You need to find something to kill the time.
Zaman öldürecek bir şey bulman gerek.
Comb your hair in the shower to save time.
Zamandan tasarruf etmek için saçını duşta tara.
I would go if I had the time.
Zamanım olsa,giderdim.
once upon a time / at one time (z. b.)
zamanın birinde
if you ever have time
zamanın olursa
until the end of time
zamanın sonuna
on time
zamanında
(at) half of the times
zamanların yarısında
lily
zambak
the suspect (z)
zanlı
The suspects were referred to the judicial court of Izmir.
Zanlılar İzmir Adliyesine sevk edildi.
Membrane / skin
zar
dice
zar
with great difficulty / hardly
zar zor
grace /elegance /refinement /tactfulness /kindness (z)
zarafet
gracefully
zarafetle
damage
zarar
to suffer damage / hurt
zarar görmek
undammaged
zarar görmemiş
in an undammaged state
zarar görmemiş bir hâlde
How much is the damage ?
Zarar ne kadar ?
to (do) harm / to damage
zarar vermek
to harm / do harm (z. d.)
zararı dokunmak
harmless
zararsız
envelope
zarf
elegant / graceful
zarif
hymenoptera / Hautflügler (highly specialized insects with complete metamorphosis that include the bees, wasps, ants, ichneumon flies, sawflies, gall wasps, and related forms, often associate in large colonies with complex social organization)
zarkanatlı
a honey and beewax producing (making) stinging insect of the hymenoptera (Membranewings/Hautflügler)
Zarkanatlılardan, bal ve bal mumu yapan, iğnesiyle sokan böcek
anyway / in first place / already
zaten
He has already a phone but he wants a new one.
Zaten bir telefonu var ama yenisini istiyor.
I have already a phone.
Zaten bir telefonum var.
Already in the past he was not (counted) very (p) beautiful.
Zaten eskiden de pek güzel sayılmazdı ya.
Anyway the concept of freedom is higly overrated.
Zaten özgürlük kavramı fazla abartılıyor.
pneumonia
zatürree
The poor girl started to cry bitterly.
Zavallı kız içli içli ağlamaya başladı.
poor you /poor soul /die /der Ärmste /das arme Ding
zavallıcık
weak / thin
zayıf
to weaken / to grow weak ( because of illness)
zayıf düşmek
to weaken / to grow weak ( to get thin)
zayıflamak
emaciated (abgemagert)
zayıflamış
he weakens
zayıflar
to injure / to bruise
zedelemek
to be injured
zedelenmek
poison
zehir
to poison
zehirlemek
poisonous
zehirli
a poisonous snake
zehirli bir yılan
to turn/transform into a poisonous snake
zehirli bir yılana dönüşmek
mind (z)
zeka
intelligent (z)
zeki
an intelligant person
zeki bir insan
he seems to be a clever politician, doesn't he?
zeki bir politikacı gibi görünüyor, öyle değil mi?
thank you for the compliment, that you made to my intelligence /wit
zekâma yaptığınız iltifat için teşekkür ederim
floor
zemin
while the ground was swelling
zemin kabarırken
the floor was covered with a mossy-ish rug
zemin yosunumsu bir kilimle kaplıydı.
rich
zengin
My uncle who isn't very rich works a lot.
Zengin olmayan amcam, çok çalışır.
to get rich / to become rich
zenginleşmek
wealth
zenginlik
the deceitfulness of wealth
zenginliğin aldatıcılığı
particle / speck / atom
zerre
pleasure / delight
zevk
to enjoy (z) an ablative
zevk almak
tasteless / unenjoyable / of poor taste / styleless
Zevksiz
olive
zeytin
olive oil
zeytinyağı
pitch darkness
zifiri karanlık
There was no star (to be seen) in the inky night.
Zifiri karanlıkta hiç yıldız yoktu.
to confuse sb (z k)
zihni karıştırmak
in the back of his mind
zihninin gerisinde
In the back of his mind a voice kept talking/saying with fear.
Zihninin gerisinde bir ses korkuyla konuşup duruyordu.
He forced the voice speaking in the back of his mind to silence.
Zihninin gerisinde konuşan sesi susturdu.
He searched for an answer that his mind would be able to grasp without getting split in two.
Zihninin ikiye bölünmeden kavrayabileceği bir yanıt aradı.
bell
zil
as drunk as can be
zil zurna sarhoş
the jingling of the bells
zillerin şıngırtısı
(it was) decorated with bells
zillerle bezenmişti
adultery
zina
chain
zincir
fit (z)
zinde
to keep fit
zinde tutmak
bounce / jump
zıplamak
utterly ignorant
zır cahil
for / because (z) / inasmuch / for as much / likewise
zira
armour / shield
zırh
summit
zirve
banquet
ziyafet
This banquet looks nice.
Ziyafet güzel görünüyor.
to feast /regale
ziyafet çekmek
to waste
ziyan etmek
to visit
ziyaret etmek
to throb /pulsate
zonklamak
difficult
zor
forced / restrained /stiff
zoraki
he struggled to his feet
zorlanarak doğruldu
to be forced to / to sweat to / to have difficulties to / to suffer violence / to be bullied
zorlanmak
powerful/ violent/ furious/ hard / difficult
zorlu
obligatory / necessary / unavoidable
zorunlu
to be required
zorunlu olmak
it is obliged / he is obliged
zorunludur
to encounter / experience persecution
zulme uğramak
to persecute / bully / tyrannise
zulmetmek
when they persecute you
zulmettikleri zaman
persecution
zulüm
clarion / oboe like reed instrument (slang:penis /drunk)
zurna
a tightly fitting trousers
zurna gibi
to get drunk as a skunk
zurna olmak
emerald
zümrüt
snob/ pretentious asshole / Schnösel /Lackaffe /Arschloch
züppe
giraffe
zürafa
kingdom / Reich (biol.) (e.g. animalia/ vielzellige Tiere)
âlem
storyteller /poetrysinger with long flute /lover
âşık
I would have told him - gleeman or not...
Âşık ya da değil, ona söylerdim.
to put the effort / to try hard
çaba göstermek
to make an effort (s)
çaba sarf etmek
to endeavour/to struggle / make an effort
çabalamak
quickly (adv) in no time (ç)
çabucak
He straightened quickly.
Çabucak dikleşti.
to recover quickly / to overcome quickly (ç)
çabuk atlatmak
transient
çabuk gelip geçen
Let's hurry up !
Çabuk olalım !
easy peasy / fast and painless
çabuk ve zahmetsiz
tent / tabernacle
çadır
Can I set my tent up here?
Çadırımı buraya kurabilir miyim ?
to dwell in your tent
çadırında oturmak
high five
çak bir beşlik
flashing/hitting (Present Participle) (careful with humans !)
çakan
pocket knife
çakı
Gravel/ Kies / / Kieselsteine
Çakıl
fitted/paved with pebble stones
çakıl taşlarıyla döşeli
on the Gravelstone way/ auf dem Kiesweg
Çakıl yolunda
to be stuck
çakılıp kalmak
to tack/strike / drive in / hammer/ flash
çakmak
Flintstone / Feuerstein
Çakmak taşı
Do you have fire? (A lighter)
çakmağın var mı?
bush
çalı
sandal (shoe)
çalık
shrubbery/ bushes / Gebüsch
çalılık
strutting / playful
çalımlı çalımlı
He said I could work
çalışabileceğimi söyledi
hard working / diligent / fleissig
çalışkan
to work / to try
çalışmak
No use to work / study / try
çalışmanın bir faydası yoktur
He decided to work.
Çalışmaya karar verdi.
to be focussed /to focus on work
çalışmaya odaklanmak
workshop (activity)
çalıştay
to train /to start (a machine)
çalıştırmak
rough / turbulent
çalkantılı
to play music
çalmak
to steal
çalmak
pine tree
çam
laundry /Wäsche / washing
çamaşır
washing line
çamaşır ipi
washing machine
çamaşır makinesi
washing powder
çamaşır tozu
to do laundry
çamaşır yıkamak
I hate doing laundry
çamaşır yıkamaktan nefret ederim
Racoon / Waschbär (regional)
çamaşırcıayı
She washes the laundry in the washing machine.
çamaşırlarını çamaşır makinesinde yıkayacak.
Pine nut / Pinienkern
Çamfıstığı
Most of the pine's needles had burned.
Çamların çoğunun iğneleri yanmıştı.
mud / muck
çamur
to throw mud
çamur atmak
calyx /Blütenkelch
çanak
if only I could remember where I put my bag
Çantamı nereye koyduğumu bir hatırlasam!
his bag hang(a) loosely on one shoulder
çantası bir omuzunda gevşekçe asılıydı
his bag was full to the brim 4/crammed with illegal sleeping pills
çantası tıka basa yasadışı uyku ilaçlarıyla doluydu.
In his bag were tools banging at each other and tinkling.
Çantasında birbirine çarpıp tıngırdayan aletler vardı.
diameter
çap
crust around the eyes
çapak
to get crusted (eyes)
çapaklanmak
cure /remedy
çare
helpless /desperate / irremediably
çaresiz
lack of means / despair / impuissance
çaresizlik
wheel
çark
Passionsfrucht (fortune wheel /catherine's wheel)
Çarkıfelek
cross (Jesus)
Çarmıh
He who does not load/take his cross and come after me is not worthy (l) of me.
Çarmıhını yüklenip ardımdan gelmeyen bana layık değildir.
when it hit
çarparken
times / mal (calculation )
çarpı
cross (x)
çarpı
striking /stunning
çarpıcı
strikingly handsome
çarpıcı derecede yakışıklı
Crooked / curved
Çarpık
to contort
çarpılmak
palpitation / throb
çarpıntı
a palpitation would come
çarpıntı geliyordu
to bend / lean (something) to (one side)/ to crook, bend/ to set or make (sthg) askew/put (sthg) at an angle/ to distort, willfully to misinterpret / verzerren
çarpıtmak
Strike (against) /slap / hit/ bang / knock/ smash / bump into / crash
Çarpmak
to multiply (×)
çarpmak
to condem /sentence
çarptırmak
by leaps and bounds /very quickly /rapidly
çarçabuk
bed sheet /Laken
çarşaf
Can I have sheets ?
Çarşaf alabilir miyim?
wednesday
çarşamba
we still play badminton together on Wednesdays
Çarşambaları hâlâ birlikte badminton oynuyoruz
market (ç)
çarşı
In the marketplaces
çarşı meydanlarında
fork
çatal
forked
çatallı
their forked horns (ihr Geweih)
çatallı boynuzları
roof
çatı
thatcher /Dachdecker
çatı tamircisi
to clash /conflict / be on conflict
çatışmak
Sometimes conflicts arise from overlapping job duties.
Çatışmalar bazen örtüşen görev dağılımı yüzünden olur.
crack
çatlak
to crack / to die from overeating / exhaustion/ zerspringen / bersten
çatlamak
He would continue to eat until exploding
çatlayana kadar yemeye devam ederdi
Roggen /rye
Çavdar
Roggenmischbrot /rye mixed bread
Çavdar ekmeği karışık
Roggenvollkornmehl / rye wholemeal flour
Çavdar kepekli un
Roggenmehl / rye flour
Çavdar unu
tea
çay
to serve tea
çay ikram etmek
tea bag
çay poşeti
tea set /Teeservice
çay takımı
She doesn't like tea or coffee
çay veya kahve sevmez
She invited me for tea (colloq.)
çaya davet etti
tea seller
çaycı
A teapot doesn't boil from watching it.
Çaydanlık bakmakla kaynamaz
I drink tea without sugar.
Çayı şekersiz içiyorum.
daisy /Gänseblümchen
Çayır papatyası
age / time / epoch
çağ
in this day and age ... / in our age
çağımızda
to call (out)/ to shout
çağırmak
to gurgle
çağlamak
waterfall
çağlayan
female goat / doe
çebiç
face /visage (ç)
çehre
the one's covering their faces
çehreyi örtenler
to clean up /array /spruce up
çeki düzen vermek
attractive
çekici
attractiveness / charme / appeal
çekicilik
to not appeal
çekicilik arz etmemek
slanting eyes /schräge Augen (unteres Augenlid hat eine Falte, die einen Teil des Auges bedeckt / häufig bei Asiaten)
çekik gözler
to withdraw /to retreat /to be pulled / to quit
çekilmek
to become a nuisance / to become unbearable / to become obnoxious
çekilmez bir hale gelmek
unsociable /reserved / shy
çekingen
to beware / to abstain from/ to fear / to hesitate / to shy away from
çekinmek
to look after / to mastermind /manage / run a business / keep the homefires burning
çekip çevirmek
Stone (fruit) /pit / Kern
Çekirdek
the weight of the nucleus
Çekirdek ağırlığı
Kerngehäuse
çekirdek yatağı
Steinobst / fruit with stones
çekirdekli meyveler
without stones / kernlos
çekirdeksiz
dried raisin (pitless) / Sultanine
çekirdeksiz kuruüzüm
hammer
çekiç
hammerhead shark/Hammerhai
çekiç balığı
He will not quarrel and shout.
çekişip bağırmayacak
to quarrel / bicker
çekişmek
to pull (at both hands)/ to tug / ( to backbite /criticize maliciously)
çekiştirmek
the times he tried to tug
çekiştirmeyi denediği zamanlar
drawer / Schublade
çekmece
chest of drawers / Komode
çekmeceli dolap
to pull / draw / tow /haul / attract / absorb
çekmek
czech
çekçe
steel
çelik
contradiction / discrepancy
çelişki
to contradict
çelişmek
fenugrec
çemen
chin / jaw
Çene
jaw bone
çene kemiği
Shut up ya stupid dogs/bastards
Çeneler kapansın sizi ahmak itler!
It's not worth to tire your jaw. (not worth talking about)
Çeneni yorduğuna değmez.
hook
çengel
hooked
çengel biçiminde
notch / nick /chip/ Kerbe
çentik
jagged / notched
çentikli
towards the jagged granit block (piece)
çentikli granit parçasına doğru
snacks(chips /chocolat /nuts...)
çerez
frame
çerçeve
peddlar
çerçi
gang /band/ mob
çete
hard / tough / difficult / rough
çetin
complicated /confusing / intricate / incomprehensible
çetrefil
agile / swift
çevik
with a swift movement
çevik bir hareketle
special police force /S. W. A. T team /more qualified police officers used for raids(e. g. drugs)
çevik kuvvet
agility /swiftness
çeviklik
to turn / translate / convert
çevirmek
environment / surroundings / milieu
çevre
circumference /Umfang (geom.)
çevre
to enclose /surround / encircle
çevrelemek
around (ç)
çevresinde
A big crowd gathered around him.
Çevresinde büyük bir kalabalık toplandı.
cautiously examinating her surroundings
çevresini temkinli bir şekilde inceleyen
surrounded
çevrili
to be turned (ç)
çevrilmek
offline
çevrimdışı
online
çevrimiçi
dowry /trousseau /Mitgift
çeyiz
I have spared no expense for her dowry
Çeyizi için hiçbir masraftan kaçınmadım
one quarter / a fourth
çeyrek
a quarter mile
çeyrek millik
kind/ sort/variety (ç)
çeşit
they differ in kind
çeşitleri ayrı
We have a large selection / Wir haben eine grosse Auswahl
Çeşitlerimiz çok.
pair (+ sg) / couple
çift
dual helice / having two propellers
çift pervaneli
a dual helice transport (freight) helicopter
çift pervaneli nakliye helikopteri
farm
çiftlik
farmer
çiftçi
to pop up /to turn up / to show up /to happen to
çıkagelmek
get me out ! / take me out !
Çıkar beni !
when they went up
çıkar(lar)ken
to be brought (out) / expelled / to be taken
çıkarılmak
to remove /to emit / issue / extract /ausziehen
çıkarmak
to substract (-)
çıkarmak
exit
Çıkış
to ask somebody out on a date
çıkma teklif etmek
to climb / ascend / to go out/ to go with a specific purpose / to be off/ to date
çıkmak
So long as any life remains in the body, we should not cease hoping.
Çıkmayan candan umut kesilmez.
chocolate
çikolata
mousse au chocolat (ç)
çikolatali mus
chocolate cake (t)
çikolatalı turta
For the first time since they left (ç) his face was not jet black from worries (k)
Çıktıklarından beri ilk kez yüzü kederden simsiyah değildi.
to drive crazy /to run nuts
çıldırtmak
strawberry
çilek
mad
çılgın
to go beserk / to freak out
çılgına dönmek
crazily / frantically
çılgıncasına
madness
çılgınlık
chili pepper (ç)
çili biberi
lawnmower
çim biçme makinası
The lawnmower needs gasoline.
Çim biçme makinası için benzin gerekli.
tweezers / Pinzette
çımbız
to pinch
çimdiklemek
grass / grass ground
çimen
like drizzling rain upon the grass
çimen üzerine çiseleyen yağmur gibi
The (top of the) lawn was covered with faded crocusses.
çimenlerin üzeri solmuş çiğdemlerle kaplanmıştı
types of cement
çimento çeşitleri
Don't step on my lawn / Get off my lawn.
Çimlerime basma.
China
Çin
chinese (adj. e.g. chinese food / chinese scripture. ..
çin
on Chinese soil
Çin topraklarında
the Turkic language spoken in China's Xinjiang (Sincan) region.
Çin'in Sincan bölgesinde konuşulan Türki dil.
Chinese (language)
Çince
Zinc -Zn 30 (geçiş metalleri /Mavimsi açık gri)
çinko
zinc coating /zinc plating /galvanizing
çinko kaplama
chinese (person)
Çinli
Chinese (nationality)
Çinli
naked
çıplak
gilt-head bream / Goldbrasse (found in the Mediterranean Sea and the eastern coastal regions of the North Atlantic Ocean. It commonly reaches about 35 centimetres (1.15 ft) in length, but may reach 70 cm (2.3 ft) and weigh up to about 7.36 kilograms. It's
çipura
fire wood
çıra
ugly /unattractive /hideous
çirkin
The ugly duckling grew up to be a beautiful swan.
Çirkin ördek yavrusu, büyüyünce güzel bir kuğu oldu.
ugliness / Häßlichkeit
çirkinlik
To stir up/ to whip up/ to whisk / to flutter/ to struggle/ to flail
çırpınmak
to stir / flap / shake something/flutter
çırpmak
to drizzle
çiselemek
drizzling rain
çiseleyen yağmur
click /crack / snap / Laut /Pieps
çıt
to make no noise / sound / mucksmäuschenstill sein
çıt çıkarmamak
if you make a noise /the least little sound (lit. If your click is getting out)
çıtın çıkarsa
crisp /knackig (food)
çıtır
to crackle
çıtırdamak
who crackles / crackling (Present Participle)
çıtırdayan
to nail
çivilemek
to be nailed
çivilenmek
dew
çiy
to fall like dew
çiy gibi düşmek
Graphic representation
çizgesel sunuş
cartoon film / Zeichentrickfilm
çizgi filmler
the squirrels of a cartoon
çizgi filmlerindeki sincaplar
He ressembled the squirrels of a cartoon.
çizgi filmlerindeki sincaplara benziyordu
striped / gestreift
çizgili
you have crossed the line
çizgiyi aştın
scratch / Kratzer
çizik
to be drawn (painted)
çizilmek
boot
Çizme
to draw
çizmek
flower
çiçek
corolla (petals) / Blüte
çiçek
to flower /bloom
çiçek açmak
smallpox
çiçek hastalığı
to blossom / to come into flower / to bust out
çiçeklenmek
Staubgefäss (Blume) /stamen
çiçektozu borusu
flowershop / florist / flower seller
çiçekçi
roh /uncooked
çiğ
crocus /Krokus
çiğdem
scream (ç)
çığlık
I screamed and leaped (s) away (from my place)
çığlık atıp yerimden sıçradım
screaming and shouting
çığlık çığlığa
to scream for ice cream
çığlık çığlığa dondurma istemek
even though / in case they break (the law)
çiğnedikleri hâlde
to violate (a law) /break / run over
çiğnemek
urine/ pee
çiş
I need to pee
çişim geldi
the evening star (ç y)
çoban yıldızı
child
çocuk
The child ran home shouting (participle)
Çocuk bağıra bağıra evine koştu.
it is a piece of cake!
çocuk oyuncağı!
it is a piece of cake!
çocuk oyuncağı!
from children up to young people
çocuk ve gençlere kadar
to raise a child
çocuk yetiştirmek
The child is busy (by) doing his homework.
Çocuk ödevini yapmakla meşgul.
As the boy's (ç) eyes (gaze) were fixed on Talean however much he tried to hide his horror Davian could read it in his eyes.
Çocuk, bakışlarıyla Talean'a odaklandığı sırada her ne kadar dehşetini saklamaya çalışsa da, Davian bunu onun gözlerinden okuyabiliyordu.
The children skate on the pond once it is frozen solid.
Çocuklar gölet tamamen donunca paten kayıyor.
How do children learn to talk ?
Çocuklar konuşmayı nasıl öğrenirler?
The children held (commanded over) the dark corner under the stairs.
Çocuklar merdivenin altındaki karanlık köşeye el koymuşlardı.
my children don't need another video game
çocuklarımın başka bir video oyununa ihtiyacı yok
childhood
çocukluk
I miss all the free time I had in my childhood.
Çocukluğumda sahip olduğum boş zamanlarımı özlüyorum.
an important period of his childhood
çocukluğunun mühim bir devri
Mümtaz, who had been very lonely for an important period of his childhood, liked to talk to himself.
Çocukluğunun mühim bir devrinde çok yalnız kalan Mümtaz, kendi kendisiyle konuşmayı severdi.
childish
çocukça
childishness / childish behaviour
çocukça davranma
schoolboy humour
çocukça espri
childish pleasure
çocukça zevk
You run to your kid, you get it from school
Çocuğuna koşarsın, okuldan alırsın
very (ç)
çok
He had suffered much.
Çok acı çekmişti.
Did he suffer much?
Çok acı çekti mi ?
scandalous
çok ayıp
you know very little
çok az biliyorsundur
he felt much better
çok daha iyi hissetti
a very old, very well-known chorus
Çok eski, çok bildik bir nakarat
It was so much fun (e)
Çok eğlenceliydi.
too many / too much (ç)
çok fazla
too many emotions
çok fazla duygu
She has too much money.
çok fazla parası var
He feels nervous (g) because he doesn't go to many parties.
Çok fazla partiye gitmediği için gergin hissediyor.
so many questions
çok fazla soru
You are very young.
çok gençsin.
Though it was a beautiful house,it seemed as little inviting as the iron street gate.
Çok güzel bir ev olmasına rağmen, tıpkı demir sokak kapısı gibi o da hiç davetkâr gözükmüyordu.
I hope you are not too disappointed
Çok hayal kırıklığına uğramadığını umuyorum
much and even too much
çok hem de çok fazla
to move very fast
çok hızlı hareket etmek
You speak too fast.
çok hızlı konuşuyorsunuz
to breath heavily (fast)
çok hızlı solumak
a very subtle humor
çok ince bir espri
over-zealous
çok istekli bir biçimde
I would love to but I have to get up early tomorrow.
çok isterim, ama yarın erken kalkmam gerekiyor
He had a very good memory /Il avait une très bonne mémoire /Er hatte ein sehr gutes Gedächtnis.
çok iyi bir hafızaya sahip oldu
an animal that 'has a good sense of smell'/'a good nose'
çok iyi koku alan hayvan
a mammal with a good sense of smell, fed for guarding and hunting purposes
çok iyi koku alan, bekçilik, avcılık işler için beslenen memeli hayvan
You are so rude
Çok kabasın
heads (ke...) will role
çok kelle gidecek
You are so kind
Çok kibarsın
I wonder if he'll get too angry
Çok kızar mı acaba
The sin of someone talking a lot is not lacking (=When words are many, transgression is not lacking)
Çok konuşanın günahı eksik olmaz,
I am so glad (Nice to meet you)
çok memnun oldum
bright-eyed and bushy tailed
çok neşeli ve canlı
My arm turned purple because you hit so hard.
Çok sert vurduğun için kolum morardı.
Jubilant / exultant / over the moon
Çok sevinçli
to be few and far between
çok seyrek olmak
it's too hot
çok sıcak oldu
to feel very stressed
çok stresli hissetmek
It's very cheap because it is on sale
çok ucuz çünkü indirimde
if you try hard everything will be alright
çok uğraşırsan her şey düzelecek
I trried hard but I couldn't catch (ya) the train.
Çok uğraştım, ama treni yakalayamadım.
A very, very great many / Es sind viele, sehr viele
çok var, bir süre
as long as it was not looked at from too close, he might have thought it belonged to a palace
çok yakından bakılmamadığı bir saraya aitmiş sanılabilirdi
as long as it was not looked at from too close /as long as one did not look at it from too close
çok yakından bakılmamadığı sürece
You were so helpful
Çok yardımcı oldun
What a shame / pity
çok yazık!
bless you! (sneezing)
çok yaşa!
I will get fat if I go on eating like this.
Çok yemeye devam edersem şişmanlayacağım.
he's a very talented player
çok yetenekli bir oyuncu
if it's not too much trouble
çok zahmet olmayacaksa
to make a tremendous effort
çok çabalamak
of old
çok önceleri
I doubt that very much.
Çok şüpheliyim.
multimedia presentation
çoklu ortam sunuşu
already
çoktan
lots of kids
çoluk çocuk
a barren clearing (no trees)
çorak açıklık
socks
çorap
barren /infertile /desert /poor /waterless
çorap
soup
çorba
is the soup hot?
çorba sıcak mı?
to multiply (fig. )
çoğalmak
most of
çoğu
often /mostly /most times / frequently
çoğu kez
Most people think this is a waste of time.
Çoğu kişi bunun zaman kaybı olduğunu düşünür.
Most technical knowledge he does not dominate.
Çoğu teknik bilgilere hakim degil.
most of / majority
çoğunluk
mainly/mostly because of the weather
çoğunlukla hava yüzünden
pit / (big) hole / hollow / Grube
çukur
sack (ç)
çuval
to collapse / cave in / sink / give way
çökmek
weary
çökmüş
when it collapses / sinks/grows weary - gerund
çökünce
breakdown / collapse / depression
çöküntü
desert (ç)
çöl
to be stranded in the desert
çölde mahsur kalmak
to crouch (down) / kauern
çömelmek
generous (ç)
çömert
They call you "generous" and cause you to lose your property and possessions; they call you "valiant; brave-hearted" and cause you to lose your life. meaning: People mislead you by flattery.
Çömert derler maldan ederler, yiğit derler candan ederler.
clay jar
çömlek
trash (box) /garbage bin
çöp kutusu
match-making
çöpçatanlık
dating agency
çöpçatanlık ajansı
match-making service
çöpçatanlık hizmeti
dating website
çöpçatanlık sitesi
to match-make
çöpçatanlık yapmak
trash / garbage
Çöpü
black cumin
çörek otu
to solve / figure out / untangle / puzzle out / unravel
çözmek
solution / answer / remedy
çözüm
resolution (pixel)
çözünürlük
dirty word/slang word for penis / 'Schwanz'
çükün
because
çünkü
For this people's heart has grown dull / has hardened
Çünkü bu halkın yüreği duygusuzlaştı
For the family (household) knew that the tenants' only qualities were to not appear, to be hidden and to appear (surface m. ç.) as late and difficult as possible if not called and even if called.
Çünkü ev halkı, kiracılarının biricik vasfının, görünmemek, gizlenmek, aranmazsa, hatta arandığı zamanlarda bile mümkün mertebe geç ve güç meydana çıkmak olduğunu bilirlerdi.
For the zeal for your house has consumed me,
Çünkü evin için gösterdiğim gayret beni yiyip bitirdi,
For also there is nothing hidden that will not be known
Çünkü gizli olup da bilinmeyecek hiçbir şey yoktur.
The wages (sg) of sin are death but (whereas) the gift of God is eternal life (fact) in our Lord Jesus Christ. (Rom 6:23 )
Çünkü günahın ücreti ölüm, Tanrı'nın armağanı ise Rabbimiz Mesih İsa'da sonsuz yaşamdır.
For all have sinned and are deprived of the glory (y) of God. (Rom 3:23)
Çünkü herkes günah işledi ve Tanrının yüceliğinden yoksun kaldı.
because the protons are positively charged,the electrons are negatively charged
çünkü protonlar artı yüklü, elektronlar eksi yüklü.
For you have been a shelter for me
Çünkü sen benim için sığınak oldun.
Because I don't have all the information.
Çünkü tüm bilgilere hâkim değilim
For I am gentle and humble.
Çünkü yumuşak huylu alçakgönüllüyüm.
For also there is nothing covered that will not be revealed (ç)
Çünkü örtülü olup da açığa çıkarılmayacak hiçbir şey yoktur.
Because the people of the land are doing abjectly /vulgarly adultery by leaving me.
çünkü ülke halkı benden ayrılarak adice zina ediyor.
For even the Son of Men has not come to be served but to serve and to give his life (soul) as a ransom for many. (Mark 10: 45)
Çünkü İnsanoğlu bile hizmet edilmeye değil, hizmet etmeye ve canını birçokları için fidye olarak vermeye geldi.
Because I went to bed late last night.
Çünkü,dün gece geç yattım.
foul /rotten
çürük
To rot / decay / go bad (ç)
Çürümek
rotten
çürümüş
the other / the far
öbür
another world / a far away world
öbür dünya
spectators of another world
öbür dünyanın seyircileri
the other end / the far end
öbür uç
I will revenge (a gen from an abl.)
öcünü alacağım
to revenge /avenge
öcünü almak
payment status
Ödeme Statüsü
Payment method
Ödeme Şekli
as long as you don't pay
ödemedikçe
to pay
ödemek
fund
ödenek
worth the paid money / das Geld wert, das wir bezahlt haben / ein gutes Preis-Leistungs-Verhältnis
ödenen paraya değer
in default of payment
ödenmediği takdirde
I will examine your homeworks tomorrow.
Ödevlerinizi yarın inceleyeceğim.
to pay sth off/ to pay and get rid of debt
ödeyip kurtulmak
coward / fainthearted
ödlek
gall (liquid)
ödü
scared to death
ödü kopmuş
reward / prize
ödül
to give prizes
ödül vermek
to award / reward / recompense
ödüllendirmek
I am scared / I am terified (lit. my gall broke out)
ödüm koptu
if he doesn't return the book he borrowed
ödünç aldığı kitabı geri vermezse
the book he borrowed
ödünç aldığı kitap
to borrow
ödünç almak
to lend / loan
ödünç vermek
anger / rage
öfke
from anger / rage
öfkeden
angrily she gave them a speech about the value of rare books
öfkelenerek onlara nadir kitapların değeri konusunda bir nutuk attı
furious / enraged / adj
öfkeli
from my anger
öfkemden
angrily furiously / adv
öfkeyle
Angrily he looked to the sky
Öfkeyle gökyüzüne baktı.
to kill
öldürmek
his mother who will die
ölecek olan annesi
his mother who dies / died (if context is clear)
ölen annesi
to die
ölmek
his mother who is dying
ölmekte olan annesi
you aren't going to die
ölmeyeceksiniz
his mother who died
ölmüş olan annesi
as good as dead
ölmüş sayılır
measuring beaker / Messbecher
ölçme beher
to mesure
ölçmek
dead
ölü
The Elf seeing her dead friends
Ölü arkadaşlarını gören Elf
The dead are raised
ölüler diriliyor
death
ölüm
fatal / deadly / mortal
ölümcül
to get deadly injuries / take fatal wounds
ölümcül yaralar almak
mortal
ölümlü
his life (ö)
ömrü
You ate up my life and you are not satisfied. I am done.
Ömrümü yedin de doymadın. Bittim ben ya.
to extend his/one's life
ömrünü uzatmak
For the rest of your life
ömrünün geri kalan kısmı
Will you not be sad that you'll have to pass the rest of your life as a mouse ?
ömrünün geri kalan kısmını bir fare olarak geçirmek zorunda kalacağına üzülmeyecek misin ?
life (ö)
ömür
for life / lifelong
ömür boyu
lifetime warranty
ömür boyu garanti
life imprisonment / life sentence
ömür boyu hapis
lifelong sentence
ömür boyu hapis cezası
frontage/fassade
ön cephe
front wall
ön cephe duvarı
front door
ön kapı
He beat the frontdoor with his fists.
ön kapıyı yumrukladı
Unterarm /forearm
ön kol
before / ago (ö)
önce
I want (let me) first speak with you alone
Önce seninle yalnız konuşalım.
You might have heard me tell this before
önceden anlattığımda duymuşsun herhalde
in a raid effected (made) on pre-determined adresses
Önceden belirlenen adreslere yapılan baskında
to pretedetermine
önceden saptamak
to predetermine /to predestine
önceden tayin etmek
previous / before
önceki
the day before yesterday/ vorgestern
önceki gün
my previous offer is still valid.
önceki teklifi hâlâ geçerli
before /in the beginning /at first / vormals / at many times (in the past)
önceleri
previously unknown
önceleri bilinmeyen
He worked as a prefect many times in many locations
önceleri birçok valiliklerde bulunmuş
At first Edmund tried not be rude like speaking while his mouth was full
Önceleri Edmund ağzı doluyken konuşmak gibi bir kabalık yapmamaya çalışıyordu
I didn't want to believe it at first
önceleri inanmak istemedim
firstly / primarily
öncelikle
ahead (ö)
önde
prologue
Öndeyiş
to lean forward /to stoop /to duck down
öne doğru eğilmek
to go/get ahead/to pass to the front
öne geçmek
the importance
önem
to care / to attach importance to / emphasize/ to pay attention to
önem vermek
important / chief /key /major
önemli
to become important /signification
önemli hale gelmek
to consider sth/sb important (ö)
önemsemek
junk mail folder
önemsiz posta klasörü
suggestion
öneri
to be suggested / proposed / recommended
önerilmek
to suggest / propose / recommend
önermek
to predict
öngörmek
to be predicted
öngörülmek
prevention / measure / precaution
önlem
to prevent /avoid
önlemek
to be prevented
önlenmek
apron
önlük
primary elections /Vorwahlen
önseçimler
next month (ö)
önümüzdeki ay
in front of / before
önünde
to have a red carpet spread out in front of s.o.
önüne kırmızı halı serilmek
yours / lit. I kiss (at the end of a letter)
Öptüm
kiss
öpücük
duck
ördek
duckling
ördek yavrusu
organization
örgüt
organized (ö)
örgütlü
to make organized human trafficking
Örgütlü olarak göçmen kaçakçılığı yapmak
to weave / braid
örmek
eg.
örn.
example
örnek
for example /e.g. / z.B.
örneğin
for example /e.g. / z.B.
örneğin
If I thought for example of someone complaining
Örneğin birinin şikayet ettiğini düşünseydim
to keep secret / to cover up / verheimlichen / vertuscheln
örtbas etmek
to cover
örtmek
covers / capes
örtüler
Their capes shining in the moonlight.
Örtüleri ay ışığında parlayarak
to be covered by an instrumental case (ile/la)
örtülmek
to veil oneself / to cover oneself
örtünmek
overlapping
örtüşen
spider
örümcek
The spider is weaving a net.
Örümcek ağ örüyor.
cobweb / spidernet
örümcek ağı
cobwebs / spidernets
örümcek ağları
on the other hand
öte yandan
useless stuff / anything and everything /a bit of this and that
öteberi
another / the other / far / farther
öteki
to another / to the other / to the far(ther)
ötekine
on the other side of / on the far end of / beyond
ötesinde
To sing / crow / caw/ hoop /warble / whistle
ötmek
due to/ on the strength of / for the sake of an ablative
ötürü
praise
övgü
to offer praises
övgüler sunmak
to praise
övmek
Praise !
Övün!
to boast / pride on / sing one's own praises
övünmek
story (ö)
öykü
so
Öyle
You make it sound like
öyle bir konuşuyorsun ki
such a one that
öyle biri ki
such an enthousiastic person
Öyle coşkun bir insan
if you say so
öyle diyorsan
whatever you say
öyle diyorsan öyledir
I don't think so
öyle düşünmüyorum
it would appear that / likely enough
öyle görünüyor ki
so that /such that / in fact
öyle ki
When it is like this
öyle olduğunda
In that case they need to find another arrangement.
Öyle olduğunda başka bir düzenleme bulmaları gerekir.
In that case they need to find another arrangement.
Öyle olduğunda başka bir düzenleme bulmaları gerekir.
When it is like this I usually decide to go to the beach.
Öyle olduğunda, genellikle plaja gitmeye karar veririm.
he is obliged to be such
öyle olmaya zorunludur
fair enough / so be it / amen
öyle olsun
something like that
öyle sayılır
Tell her that (correct) / (Ankara dialect)
Öyle söyle - öyle de
I hope so
öyle umuyorum
if I do so
öyle yaparsam
that's true but ...
öyle, ama ...
just like this / motionless
öylece
alors /ainsi
Öylese
Alors qu'est-ce que cela peut te faire? / En quoi cela te regarde-t-il? / How then would this concern you?/ What's your business with it then?
Öylese sana ne ?
just like this
öylesine
I am so /such
öyleyim
if so / then / in that case
öyleyse
then take off your coat
öyleyse paltonu çıkar
essence / extract / soul / marrow
öz
private / special
özel
custom processing methods special processing methods / benutzerdefinierte Verarbeitungsmethoden
özel işleme yöntemleri
Especially / particularly
özellikle
Especially ın the evening hours (you) cannot get enough of the view here.
Özellikle akşam saatlerinde buranın manzarasına doyum olmaz.
an especially icy cold
özellikle buz gibi bir soğuk
especially if it conflicted with my strict orders
özellikle de benim kesin emirlerimle çatışıyorsa
a particularly entangled wood
özellikle dolaşık bir orman
He is especially good at playing the guitar
özellikle gitar çalmada iyi
an especially beautiful cloak
özellikle güzel bir pelerin
an especially strong man
özellikle güçlü bir adam
a particularly strong breeze
özellikle güçlü bir esinti
Especially in the words having the 'ye' sound in Russian
Özellikle Rusçasında 'ye' sesleri olan sözcüklerde
a particularly cold winter
özellikle soğuk bir kış
to make point of / to fuss / to take pains to /to take care to
özen göstermek
the summary
özet
special to / peculiar to / particular (+ dat)
özgü
original
özgün
free / at liberty (ö)
özgür
to break out (prison)
özgürlüğünü kazandırmak
self confidence
özgüven
to miss (to feel sad)
özlemek
Make me miss you
özlet kendini
Make me miss you
özlet kendini
to make someone miss /to make someobe long for
özletmek
Conciseness / essence / Prägnanz / treffende Art und Weise etwas zu formulieren
Özlülük
subject (gram)
özne
devotion
özveri
to internalize
özümsemek
apology
özür
like me apologizing
özür dilediğimi falan
to apologize
özür dilemek
Sorry I didn't understand what you just said. Can you repeat it please.
Özür dilerim. Az önce ne söylediğini anlamadım. Bir daha söyler misiniz lütfen.
revenge
öç
lunch
öğle yemeği
lunch break
öğle yemeği arası
to go out for lunch
öğle yemeğine çıkmak
(this) afternoon
öğleden sonra
What will the others do this afternoon ?
öğleden sonra diğerleri ne yapacak?
I want to go to swim in the afternoon.
öğleden sonra yüzmeye gitmek istiyorum
at noon
öğlen
student
öğrenci
a student is not superior to his teacher
öğrenci öğretmeninden üstün değildir
When his disciples were hungry they plucked heads of grain and began to eat.
Öğrencileri acıkınca başakları koparıp yemeye başladılar.
His disciples came and asked Jesus: 'Why do you talk in parables to the people?'
Öğrencileri gelip İsa'ya 'Halka neden benzetmelerle konuşuyorsun ?', diye sordular.
It is enough if the student is like his teacher
Öğrencinin öğretmeni gibi olması yeterlidir.
education / instruction
öğrenim
my learning /my instruction (not much used)
öğrenişim
I read in order to learn
Öğrenmek için okuyorum.
eager to learn
öğrenmeye istekli
I am trying to study
öğrenmeye çalışıyorum
teaching
öğretim
the way of teaching
öğretiş
my teaching /lit. the way I teach
öğretişim
Let my teaching drop like rain
öğretişim yağmur gibi damlasın
to teach
öğretmek
teacher
öğretmen
The teacher told me to stretch my legs.
Öğretmen bacaklarımı esnetmemi söyler.
The teacher tells her to stretch her legs.
Öğretmen ona bacaklarını esnetmesini söyler.
The teacher answered my questions as if he was mocking me.
Öğretmen sorularıma alay edercesine cevap veriyordu.
The teacher explained to me the answer of the question.
Öğretmen sorunun cevabını bana açıkladı
The teacher made me explain the answer of the question.
Öğretmen sorunun cevabını bana açıklattı
The teacher caused sb to explain the answer of the question to me.) (namely: he told someone else to explain it to me, and that person did.
Öğretmen sorunun cevabını bana açıklattırdı
I don't have a teacher. I am learning Turkish independently.
Öğretmenim yok. Bağımsız olarak Türkçe öğreniyorum.
teaching (profession) Lehramt enseignement
öğretmenlik
to teach / ein Lehramt ausüben / être dans l'enseignement
öğretmenlik yapmak
in the school where I teach
öğretmenlik yaptığım okulda
meal (ö)
öğün
advice /counsel
öğüt
counselor / adviser
öğütçü
remote / obscure/ out of the way
ücra
We went to a remote village
ücra bir köye gittik
wage
ücret
to ask for a fee
ücret talep etmek
country
Ülke
During the events of a "car-free day" organized every year in the country on the third sunday of September
Ülkede her yıl eylül ayının üçüncü pazar günü düzenlenen "Arabasız Gün" etkinliklerinde
During the events of a "car-free day" organized every year in the country on the third sunday of September, this year an accident took place.
Ülkede her yıl eylül ayının üçüncü pazar günü düzenlenen "Arabasız Gün" etkinliklerinde bu yıl trafik kazası meydana geldi.
to repatriate
ülkesine iade etmek
hopelessness / despair
ümitsizlik
Why don't you go ahead and understand my hopelessness
Ümitsizliğimi olsun anlasana
fame
ün
university
üniversite
exclamation
ünlem
to become famous
ünlenmek
famous
ünlü
to produce
üretmek
shy / fearful / timid / mousy / schreckhaft
ürkek
to be scared / to be frightened
ürkmek
to scare
ürkütmek
Eerie / scary / frightening
ürkütücü
eerieness
ürkütücülük
in the belief that it will alleviate her eerie feeling a little
ürkütücülüğünü biraz olsun hafifletir düşüncesiyle
to shiver (for one second)
ürpermek
product / fruit (ü)
ürün
to produce / bring forth / yield
ürün vermek
Products are manufactured to whet the appetite (in a way to whet the appetite) / Produkte werden hergestellt, um den Appetit anzuregen (auf eine den Appetit anregende Weise)
Ürünler iştahını kabartacak şekilde imal ediliyor
upstairs
üst kat
domaine / Domäne (biol.) (e.g. Eucaria / Eukarioten(echter Zellkern/ reiche Kompartimentierung/unlike bacteria)
Üst âlem
one upon another / one after the other / successively
üst üste
to come one after the other
üst üste gelmek
on top of it / moreover / what's more
üstelik
to crown all / worst of all
üstelik en kötüsü
master /maestro /topflighter /virtuoso
üstât
change (little money) /Wechselgeld
üstü
to keep the change
üstü kalmak
Keep the change, friend.
Üstü kalsın dostum.
I didn't take it personally. /No offense taken
üstüme alınmadım
we didn't take it personally
üstümüze alınmadık
above (...t.)
üstünde
to try on
üstünde denemek
the person taking off his jacket (which was on him)
üstündeki montu çıkaran kişi
the person taking off his jacket (which was on him) and covering (upon) the dog who felt cold
üstündeki montu çıkarıp üşüyen köpeğin üzerine örten kişi
Don't take it personally! /No offence
Üstüne alınma
to take it personally
üstüne alınmak
to step on top of
üstüne basmak
casual /superficial (ü)
üstünkörü
I casually /superficially refered to /touched
üstünkörü değinmiştim
iron (household) Bügeleisen (ü)
ütü
to iron / bügeln (ü)
ütü yapmak
step father
üvey baba
rowanberry / Vogelbeere
üvez
rowan /sorbier /Eberesche
üvez ağacı
member
Üye
membership
Üyelik
(my) Membership Information /Meine Kundendaten
Üyelik Bilgilerim
Did I upset you?
Üzdüm mü seni?
about to / on the brink of / on the verge of
üzere
on top (...z)
üzerinde
Three white horses with their riders on top
Üzerinde binicileri olan üç beyaz at
to take the pressure of someone
üzerindeki baskıyı almak
to get over (btw a shock)
üzerinden atmak
since then x years passed / x years ago
üzerinden x yıl geçmiş
even if many centuries have passed since then
üzerinden çok yüzyıl geçmiş olsa da
to do one's part
üzerine düşeni yapmak
sad / sorry
üzgün
I am sorry (to hear that)
üzgünüm
to upset s.o.
üzmek
Regretfully she puts the shoes back (in their place)
Üzülerek ayakkabıları yerine koyar.
to be sad / to be sorry
üzülmek
I grieve and cry, I have fun and laugh.
Üzülüp ağlar,eğlenip gülerim.
grape
üzüm
Beerenobst / berries
üzümsü meyveler
three
üç
for three minutes
üç dakikalığına
they got engaged after three weeks
üç hafta sonra nişanlandılar
three weeks ago
üç hafta önce
I weigh three kilo too much (There are three kilos of me too much)
üç kilo fazlam var
Shelter is one of the (our) three basic needs.
Üç temel ihtiyaçlarımızdan birisi barınaktır.
3x5 inquals 16
üç çarpı beş eşit değildir on altı.
3x7 = 21
üç çarpı yedi eşittir yirmi bir
They will stay with us for three or four days.
Üç-dört gün bizde geceleyecekler.
three by three
üçer üçer
triangle
üçgen
the third
Üçüncü
the third generation (n)
üçüncü nesil
I was too lazy
üşendim
to be too lazy to
üşenmek
to feel cold / to be cold
üşümek
to cause s.o. to feel cold / to chill / to catch cold / to go crazy
üşütmek
From the day İhsan's mother had held this little shop he had disliked her, despised her.
İhsan'ın annesinin bu küçük dükkanını tuttuğu günden beri beğenmemiş, hor görmüştü.
Cautiously he lifted his head until he could see with one eye.
İhtiyatla başını tek gözüyle bakabilecek kadar kaldırdı.
Combine two ideas and create a new one.
İki fikri birleştirip yeni bir fikir yaratın
I lost 3 kilos of weight within two weeks.
İki haftada üç kilo zayıfladım.
Two years earlier he had passed away and left her alone.
İki sene evvel vefat etmiş, onu yalnız bırakmıştı.
He buys two bagels and eats half a bagel, one and a half bagels he throws to the seagulls.
İki simit alıyor ve yarım simidi yiyor, bir buçuk simidi martılara atıyor.
The two teams tied. (were even)
İki takım berabere kaldı.
Neither team won the game; they drew.
İki takım da oyunu kazanamadı; berabere kaldılar.
Buy two get one for free.
İki tane alana, bir tane bedava.
Wanted: nanny for two kids.
İki çoçuk için dadı aranıyor.
Kanada ranks second. (comes in second place)
İkinci sırada Kanada yer alır.
the Provincial Security Directorate teams
İl Emniyet Müdürlüğüne bağlı ekipler
Provincial Gendarmerie Command(er)
İl Jandarma Komutanlığı
interested/curious / concerned
İlgili
it was / they were related to... (+dat)
İlişkindi
She had a beauty that didn't reveal itself on first sight but is slowly discovered.
İlk bakışta kendini ele vermeyen ağır ağır keşfedilen bir güzelliği vardi
She had a beauty that didn't reveal itself on first sight.
İlk bakışta kendini ele vermeyen bir güzelliği vardi
It's not the first time, and won't be the last.
İlk defa değildi, son defa da olmayacak.
First of all he looked at the bus schedule.
İlk olarak otobüs programına bakıyor.
It was like the feeling when we first met.
İlk tanıştığımız zaman duygu gibiydi.
I have decided to first save some more money.
İlk önce biraz daha para biriktirmeye karar verdim
When the iman farts the public shits./ Wenn der Imam furzt, scheißt das Publikum. -meaning, the people who are the experts of something should do it correctly, otherwise everyone else will take their example and do even worse things
İmam osurursa cemaat sıçar.
I purposely lied.
İnadına yalan söyledim.
I can't believe it. Are you kidding? (ş)
İnanamıyorum. Şaka mı yapıyorsun?
credibility
İnandırıcılık
Because I am stubborm I persistently keep asking you questions .
İnatçı olduğum için sana inatla soru sorup duruyorum.
The twigs (thin branches) looked like fine sharpened blades.
İnce dallar iyi bilenmiş ince bıçaklar gibi görünüyordu.
He clenched his thin hands to a fist and...
İnce ellerini yumruk yapıp
I speak English
İngilizce konuşuyorum
You speak (the) English very well
İngilizceyi çok iyi konuşuyorsun
England
İngiltere
Are you coming from England ?
İngiltere'den mi geliyorsun?
I am from England
İngiltereliyim
One (i) could think some times that one is invisible, right?
İnsan bazen görünmez olduğunu düşünebiliyor değil mi
We have to continue to fight for human rights.
İnsan hakları için savaşmaya devam etmemiz gerek.
Human trafficking
İnsan Ticareti
the operations in the Anti human traffic branch
İnsan Ticareti ile Mücadele Şubesindeki işlemler
I get frustrated when people don’t understand what I’m trying to say.
İnsanlar ne demek istediğimi anlamayınca sinirlenirim.
internet connection
İnternet bağlantısı
She hopes that the Internet connection will be good.
İnternet bağlantısının iyi olmasını umuyor.
revenge / vengeance
İntikam
She was like a lifeless marionette (puppet) whose strings had been cut (snatched off) ..
İpleri koparılmış cansız bir kukla gibiydi.
Ireland
İrlanda
contact
İrtibat
to make contact
İrtibat kurmak
Jesus healed them all.
İsa hepsini iyileştirdi.
Jesus said : You will know the truth and the truth will set you (pl) free. (Joh 8: 31)
İsa, 'Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak' dedi.
cases (gram.)
İsim hâliler
Scotland
İskoçya
İstanbul is a city that connects two continents.
İstanbul iki kıtayı bağlayan bir şehirdir.
Istanbul suffers from traffic problems.
İstanbul trafik derdinden muzdariptir.
They bought a plane ticket to go to Istanbul.
İstanbul'a gitmek için uçak bileti aldılar.
She has a house in Istanbul.
İstanbul'da bir evi var.
It rained cats and dogs in Istanbul
İstanbul'da gök delindi
After Istanbul the train entered the countryside.
İstanbuldan sonra tren kırlığa girdi.
He couldn't get the result he wanted.
İstediği sonucu elde edemedi
The last thing I wanted was for my expensive thing(e) to get wet.
İstediğim son şey pahalı bir eşyamın islanması olurdu.
If you want, I can post it via e-mail.
İstersen e-postadan yollayabilirim.
If you want, you can explore mountain roads with your car and find hiking trails and start to embrace nature.
İsterseniz arabanızla dağ yollarını keşfedip, yürüyüş parkurlarını bularak, doğayla kucaklaşmaya başlayabilirsiniz.
If you(pl) want you can go (in)to the sea and cool off
İsterseniz denize girip serinleyebilir
Sweden
İsveç
Switzerland
İsviçre
Italy
İtalya
of a good reputation / of high standing / important / estimable / creditable
İtibarlı
I am so relieved that I confessed this.
İtiraf ettiğim çok rahatladım.
I have no objection
İtirazım yok
I am fine. / It's going well
İyi gidiyor
I look good but my legs are cold.
İyi gözüküyorum ama bacaklarım üşüyor.
Have a nice weekend !
İyi haftasonları !
Good. Now I know I can trust you.
İyi. Şimdi sana güvenebileceğimi biliyorum.
Turns out the guy I watched was my husband. / Seems like the man I watched was my husband.
İzlediğim adam meğer eşimmiş.
The traces showed that the deer had been on the grassland only half an hour before.
İzler geyiğin yalnızca yarım saat önce otlakta olduğunu gösteriyordu.
He looked only occasionally at the tracks.
İzlere yalnızca ara sıra bakıyordu.
the judicial court of Izmir.
İzmir Adliyesi
(With) the two Iraqi citizens detained under allegations of organizing illegal transition in the context of an investigation after the accident in Izmir's M. district, in which 23 ïrregular immigrants lost their lives, 11 more suspects were sent to court
İzmir'in M. ilçesinde 23 düzensiz göçmenin hayatını kaybettiği kaza sonrası başlatılan soruşturma kapsamında yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu 11 şüpheli daha adliyeye sevk edildi.
Is there anything to drink ?
İçecek birşey var mı?
Who is the tallest between us?
İçimizde en uzun boylu olan kim?
It is easy (for a person) to become discouraged while looking for a job.
İş ararken insanın hevesi hemen kırılabiliyor.
Please consider me for the job.
İş için, lütfen beni göz önünde bulundurun.
I hope I won't be late for work.
İşe geç kalmayacağımı umuyorum.
He hopes he won't be late for work.
İşe geç kalmayacağını umuyor.
He is always late for work.
İşe hep geç kalır.
I didn't go to work or any such sort. (spoken language)
İşe mişe gitmedim.
You ask questions about things that are none of your business.
İşin(iz) olmayan şeyler hakkında soru soruyorsun(uz).
My orders in process
İşlemde olan Siparişlerim
Her unemployed husband is looking for a new job.
İşsiz olan kocası, yeni bir iş arıyor.
I am bored at work and home.
İşte ve evde sıkılırım.
Here, he put on again that mysterious sad and in the same time proud smile.
İşte yine o gizemli, hüzünlü ve aynı zaman kibirli gülümsemesini takınmıstı.
dawn / daybreak
şafak
King /König ( chess)
Şah
wonderful / fantastic (ş)
şahane
hawk
şahin
They are watching like hawks.
şahin gibi gözlüyorlar
to appear in person
şahsen icap etmek
to appear in person
şahsen mevcut olmak
prank / teazing remark /Streich
şaka
to be kidding
şaka yapıyor olmak
You must be joking /kidding.
Şaka yapıyor olmalısın.
it's not a good time to joke
şaka yapmak için hiç uygun bir zaman değil
tempel / Schläfe
şakak
to joke around with one another /to fool around with
şakalaşmak
to clink / clank (sword)
şakırdatmak
make a cracking noise / snap
şaklamak
to smack / snap / click / swish / flick / crack / schnalzen
şaklatmak
(for a voice)cheerful, joyful, pleasant / (for a person) speaking with a cheerful voice, full of life, lively,cheerful, pleasant
şakrak
She wrapped the shawl even more tightly
şalına daha da sıkı sarındı
candlestick
şamdan
champion
şampiyon
championship
şampiyonluk
luck (ş)
şans
lucky (ş)
Şanslı
You are a lucky guy
şanslı bir adamsın
one's lucky day
şanslı günü
lucky number
şanslı sayı
lucky guess
şanslı tahmin
Lucky guess
şanslı tahmin
misfortune / bad luck
şanssızlık
misfortune / bad luck
şanssızlık
blackmailer
şantajcı
hat
şapka
a number of hooks for hanging hats and coats
şapkalarla paltoların asılması için bir sürü kancası
wine
şarap
to offer wine
şarap ikram etmek
wine cellar
şarap mahzeni
charger
şarj aleti
song
şarkı
The song is stuck in my brain. (lit. the song is tangled around my tongue)
Şarkı dilime dolandı
to sing
şarkı söylemek
condition / restriction / requirement / clause
şart
obligatory /absolutely necessary
şart
to set /lay down /put conditions
şart koşmak
castle / chateau (ş)
şato
light /sunlight (ş)
şavk
May his light not blind and burn (roast) you.
şavkı sizi kör edip kavurmasın diye.
I was astonished
şaşakaldım
stunning views / surprising landscapes / amazing sights
şaşırtıcı manzaralar
to surprise / amaze
şaşırtmak
wonder / confusion / surprise / astonishment / amazement (ş)
Şaşkınlık
in wonder
şaşkınlık içinde
In wonder he looked at his own reflection.
Şaşkınlık içinde kendi yansımasına baktı.
With surprise (ş) I noticed that it was the man on the horse who had watched me that day from the forest.
Şaşkınlıkla onun o gün beni ormandan izleyen at üzerindeki adam olduğunu fark ettim.
to not believe one's eyes / to be rooted to the spot
şaşkınlıktan donakalmak
The chef provides for you
şef sizi geçindirir
The chef provides for you
şef sizi geçindirir
transparent
şeffaf
to turn colourless / to become transparent
şeffaflaşmak
compassionate /tender / caressing / zärtlich
şefkatlı
peach
şeftali
city (ş)
şehir
city center
şehir merkezi
guide book / city guide
şehir rehberi
long distance communication (intercity - beyond the country)
şehirlerarası iletişim - uzak mesafe iletişim
town people / city people (ş)
şehirliler
martyrdom
şehitlik
lust /sensuality /sexual desire
şehvet
sugar / candy
şeker
sugar tongue
şeker tutacağı
We are addicted to sugar.
şekere bağımlıyız
to take a nap
şekerleme yapmak
Fashion /form / mode (ş)
şekil
form
şekil
a shape shifter / changeling
şekil değiştiren
to shape /give form
şekillendirmek
waterfall (ş)
şelale
we tried walking towards the waterfall, but it was too dangerous
şelaleye doğru yürümeye çalıştık, ama fazla tehlikeliydi
umbrella
şemsiye
I need to buy an umbrella
şemsiye satın almam gerekiyor
if he doesn't bring his umbrella he'll get soaked
şemsiyesini getirmezse sırılsıklam olacak
merry / jolly / sprightly (ş)
şen
merry / jolly / sprightly / çok neşeli (ş)
şen şakrak
merriment / cheerfulness / mirth / carnaval / kermes / festivity/ Heiterkeit /Fröhlichkeit
şenlik
Guy fawkes night (English feast 5/11-king James I survived a murder plot)
Şenlik (ateşi) gecesi
honour / dignity
şeref
the balcony of the minaret
şerefe
Jordan river (ş)
şeria ırmağı
stripe / band
şerit
thing
şey
euhh what's the name/ truc /Dingsbums /thingy (spoken language)
şey
I can't get the thing off my mind. (I remember it again and again.)
Şey aklımdan çıkmıyor.
Euhh, who is this beautiful girl?
Şey, bu güzel kız kim?
devil; satan
şeytan
Good luck! (lit. Break the devil's leg) / Hals und Beinbruch
Şeytanın bacağını kır!
Lounge chair /Liegestuhl / chaise longue
şezlong
He sat on the lounge chair (Liegestuhl)
Şezlonga oturdu
severe
şiddetli
healing /curing
şifalı
Chest of drawers / Kommode (ş)
şifonyer
password
Şifre
encrypted / cryptic / ciphered
şifreli
encrypted file
şifreli dosya
encrypted letter
şifreli mektup
encrypted mail
şifreli posta
I want to change my password
Şifremi değiştirmek istiyorum
Click to change your password
Şifrenizi değiştirmeniz için tıklayınız
to complain
şikayet etmek
I have no complaints.
Şikayetim yok.
What's your complaint?
Şikayetiniz ne?
spoiled
şımarık
to spoil / coddle / indulge
şımartmak
By for now
şimdelik hoşça kal
now
şimdi
they're six points ahead now
şimdi altı sayı öndeler
Where on earth did this come from now?
şimdi durup dururken nereden çıktı bu?
Now the truth comes out !
Şimdi gerçek ortaya çıkıyor !
I f we won't go now
Şimdi gitmeyeceksek
If we won't go now, when will we go ?
Şimdi gitmeyeceksek ne zaman gideceğiz?
Now let's see what's in the box. Nothing! Absolutely nothing!
Şimdi kutuda ne olduğuna bakalım. Hiçbir şey! Kesinlikle hiçbir şey yok!
Now they were torn.
Şimdi onlar yırtıktı.
coming up now
şimdi sırada
Can you fix it now?
Şimdi tamir edebilir misiniz?
like I did now
şimdi yaptığım gibi.
Wash them now.
Şimdi yıka onları.
Will she now get transparent?
Şimdi şeffaflaşacak mı ?
already (ş)
şimdiden
It is better you go (verbal noun) back now
şimdiden geri dönmeniz daha iyi olur
While he had already started to relish the taste of his victory
şimdiden zaferinin tadını çıkarmaya başlamışken
so far
Şimdiye dek
yet; by now
şimdiye kadar
And up to now he has faced a lot of dangers.
Şimdiye kadar da pek çok tehlikeye göğüs gerdi.
whereas now / but now
şimdiyse
lightening / flash
şimşek
to be struck by lightning (living beings only/electrocuted)
şimşeklerle çarpılmak
the horse hit by the lightening stumbled and...
Şimşeğin çarptığı at tökezleyip
jingle / ringing / klingeln (ş)
şıngırtı
syringe
şırınga
company; firm
şirket
to expand the company
şirkete genişletmek
He took my backpack and took every bit and piece out scrutinizing.
Şırt çantamı almış içindekileri didikliyordu.
puffy /blown up / bulgy
şişkin
bulgy clouds
şişkin bulutlar
fat
şişman
to get fat
şişmanlamak
swollen /puffy / inflated
şişmiş
Schnitzel
şnitzel
to recover from shock
şoku atlatmak
to not be able to get over the shock
şoku üzerinden atamamak
shorts
şort
that (refers to an object at distance / something to come up in the next sentence / an example not mentioned yet)
şu
he had less hair than that guy
şu adamdan daha az saçı vardı
Even now even with the most powerful microscopes we can't see atoms.
Şu an bile en güçlü mikroskoplarla bile atomu göremiyoruz
(right) now / currently
şu anda
They are swimming in the sea at the moment.
Şu anda denizde yüzüyorlar.
the dentist is looking at her tooth right now
şu anda dişçi onun dişine bakıyor
He is at present in the inn.
Şu anda handa.
It wouldn't be good at all if he lost control now.
Şu anda kontrolü kaybetmesi hiç iyi olmazdı
I can't listen to you now.
Şu anda seni dinleyemem.
I think it's the right moment / I think the moment is right
şu anın doğru olduğunu düşünüyorum
Look at this fool. He's reading the newspaper but it's upside down.
Şu aptala bak. Gazeteyi başaşağı okuyor.
Does that sound alright?
Şu doğru mu geliyor ?
Look at the powerful expressions on the face of that statue !
Şu heykelin yüzündeki güçlü ifadelere bakın !
I want to hear that story again
şu hikâyeyi tekrar duymak istiyorum
Are those earrings yours?
şu küpeler senin mi?
What's that ?
Şu ne ?
that asshole /that sneaky looking fellow (h)
şu sinsi suratlı herif
show us that video again
şu videoyu bize tekrar göster
Shall we add garlic to this yoghurt and then hide it? Or shall we not add garlic and hide it?
Şu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak? Yoksa sarımsaklamasak da mı saklasak?
February
Şubat
The weather is cold in February.
Şubatta hava soğuktur.
Phylum /Stamm (biol.) (e.g. Chordata /Chordatiere (Wirbeltiere/ Schädellose /Manteltiere)
şube
Look at that
şuna bak
Those are your earrings
şunlar senin küpelerin
famous /renowned (ş)
şöhretli
feast / banquet (ş)
şölen
chimney
şömine
The flames were dancing on the logs in the fireplace.
Şöminedeki kütüklerin üzerinde alevler dans ediyordu.
Such (the following)/ like that
şöyle
comfortably (ş)
şöyle bir
here / (kindly) step in/ installez-vous
şöyle buyurun
to thank / praise /to be grateful for
şükretmek
doubt /skepsis
şüphe
to doubt / suspect / be skeptical about
şüphe etmek
suspect
şüpheli
the suspect has no alibi
şüphelinin gerekçesi yok
I have no doubt.
Şüphem yok.
doubtless
şüphesiz
doubtless (ş) the faithfull(s) sall be exalted in the land (d) (from the Wheel of time)
Şüphesiz ki sadıklar diyarda yüceltilecek