on charges of "qualified plundering and criminal organization" | "nitelikli yağma ve suç örgütü kurma" iddiasıyla |
"A week after the incident still could not come to himself," he said | "Olaydan bir hafta sonra hala kendine gelememişti' dedi |
on charges of making organized migrant trafficking | "Örgütlü olarak göçmen kaçakçılığı yapmak" suçlamasıyla |
'She is the one I want!' | 'Benim istediğim o!' |
The book called 1001 nights | 'Bin Bir Gece' adlı kitap. |
Don't do again work according to your head without asking me! | 'Bir da ha bana sormadan kafanıza göre iş yapmayın! |
"Leave it! You collect that later!" (e. g. dishes on the table) | 'Bırak bırak, sonra toplarsın!' |
"The Iron King?" Ash shook his head unable to make sense of it. | 'Demir Kral mı?' diye anlamlandıramayarak başını salladı Ash. |
"Your Master is coming, " the Myrdraal's voice was rasped like a dry snake skin (d) being crushed. (crumbled) | 'Efendiniz geliyor,' Myrdraal'in sesi kuru bir yılan derisinin parçalanması gibi törpüleniyordu. |
'Ha !', said the queen talking rather to herself than to Edmund. | 'Ha !', dedi kraliçe, Edmund'dan ziyade kendi kendine konuşarak. |
'No !' it came from inside her (she thought it but didn't speak it out) | 'Hayır!' diye geçirdi içinden. |
"No. Don't give me the ring. Put it on the shelf above the chimney." | 'Hayır, yüzüğü bana verme. Şöminenin üzerindeki rafa koy.' |
'Get ready!' he whispered. | 'Hazırlanın,' diye fısıldadı. |
'Go after the woman!' | 'Kadının peşinden gidin!' |
"I will leave your coffee here(lit. like this)" | 'Kahvenizi böyle bırakıyorum.' |
"Fall on your bellies, you worms!" | 'Karınlarınızın üzerine çökün, sizi solucanlar!' |
a topic like 'monkeys' playing | 'maymunların oynaması' gibi tema |
I just called to say “I love you”. | 'Seni seviyorum,' demek için aradım sadece. |
"Ok," I muttered. "Let's look if there are monsters or not." | 'Tamam', diye mırıldandım. 'Canavar var mı, yok mu bir bakalım.' |
"Alright." he said a bit forced. "I will do so." | 'Tamam,' dedi biraz zoraki. 'Öyle yapacağım.' |
"The ring is still in your pocket." saide the magician. | 'Yüzük hâlâ cebinde.' dedi büyücü. |
He does not have poor guy said to himself | 'Zavallı' kendine dedirtmez |
a topic like 'kids' having fun' | 'çocukların eğlenmesi'gibi tema |
Cheer up bro/ not all hope is lost (texting / full version) | 'Üzülme be olm!' - 'Üzülme be oğlum!' |
together (with)- | (-le) birlikte |
I am all for it / Ich bin dabei. | (ben) varım |
I was robbed (by a thief) / (lit pealed) | (bir hırsız tarafından soyuldum |
to be enthousiastic about (sthg / a subject) | (bir konuda) istekli olmak |
to take great pain (to do something) / große Mühe haben(z. ç.) | (bir şeyi yapmak için) çok zahmet çekmek |
friendly (to s.o.) | (birine karşı) dost canlısı |
to communicate / pour out one's grief to each other / to have a heart-to-heart talk | (biriyle) dertleşmek |
Is it possible that I quickly eat something before we go? | (Biz) gitmeden önce hızlıca bir şey yemem mümkün mü? |
to tell on and on / to describe in all details | (enine) boyuna anlatmak |
to vacuum (the house) | (evi) elektriklemek |
marker /highlighter | (fosforlu) işaret kalemi |
to seem / to appear / to show up / to see (a specialist); | (gibi) görünmek |
unfailing | (hiç) eksilmeyen |
not to pay the slightest attention / pano heed to something | (hiç) olmalı olmamak |
the latter (of the two) | (ikisinden) sonuncusu |
to suit for / to do for / to fit for / nützen / sich eignen/taugen (y) | (işe) yaramak |
(geological) sensing devices | (jeolojik) algılama aygıtları |
pealed / geschält | (Kabukları) soyulmuş |
He thinks it's boring | (Onun) sıkıcı olduğunu düşünüyor. |
to drum (with one's fingers) | (Parmaklarıyla) tempo tutmak |
to make (chewing gum) bubbles explode | (sakız) balon patlatmak |
to blow (chewing gum) bubbles | (sakız) balon şişirmek |
How is it going (for you) ? | (Senin) nasıl gidiyor? |
How is it going (for you) ? | (Senin) nasıl gidiyor? |
Nice to meet you | (sizinle) tanıştığıma memnun oldum |
Paprika | (toz) kırmızıbiber |
to turn red in the face (from shame) | (utançtan) yüzü kızarmak |
(and) therefore (b.d.) | (ve) bundan dolayı |
Oh really ? | (Ya) öyle mi? |
to go down/descend /land | (yere) inmek |
dried raisins (with pit) / Rosine | (çevirdekli) kuruüzüm |
… right? ; … is it? | - öyle değil mi? |
to be happy with / to be pleased with | - den memnun olmak |
even if / though | - se de |
be available in | -de mevcut olmak |
to exploit / take advantage off | -den istifade etmek |
to be dissatisfied with | -den memnun olmamak |
to be deprived of an ablativ | -den yoksun kalmak |
to bet that | -e iddiaya girmek |
eager for | -e istekli |
to want /lack / to need / to require | -e muhtaç olmak |
I can't e (a) | -emem (-amam) |
We can't e (a) | -emeyiz (-amayız) |
about / concerning | -le ilgili |
to hang out (with) | -le takılmak |
I keep wondering (if...) | ... (diye) merak edip duruyorum |
to be very good at ... | ... -de iyi olmak |
to be bad at ... | ... -de kötü olmak |
to tell about ... | ... -den bahsetmek |
to talk about ... ; to speak about ... | ... -den konuşmak |
to look forward to ... (lit. to wait for impatiently) | ... -i sabırsızlıkla beklemek |
I have to have... | ... -m olması gerekiyor |
You have to have... | ... -n olması gerekiyor |
can we have ... please? | ... alabilir miyiz lütfen? |
but I do not live anymore | ... ama artık yaşamıyorum |
difference between ... | ... arasındaki fark |
... the box which I opened | ... açtığım kutu |
... so we brought suntan lotion | ... bu yüzden güneş kremi getirdik |
to be going | ... gidiyor olmak |
article on ... | ... hakkında bir makale |
to have a chance ... | ... ihtimali olmak |
... (that) he needs ... | ... ihtiyacı olduğunu ... |
seperated by / divided by... | ... ile ayrılmış |
to be out of ... | ... kalmamak |
no matter what (the) … is | ... ne olursa olsun |
chance that ... | ... olma ihtimali |
to develop at a ... rate | ... oranında artmak |
to send off (the game) | ... oyundan atmak |
... the man who reported the problem | ... sorunu bildiren adam |
and they lived happily ever after | ... ve sonsuza dek mutlu yaşadılar |
I would love to | ... çok isterim |
... because you're sick | ... çünkü hastasın |
... because she's the woman of my dreams | ... çünkü hayallerimin kadını |
... because it's such a diverse place (different) | ... çünkü çok farklı bir yer |
to hear from ... | ...-den haber almak |
It's a quarter to... | ...-e çeyrek var |
to be proud of ... | ...-le gurur duymak |
and... as much as ... | ...de ... kadar |
We can meet on September 10th. | 10 Eylül'de buluşabiliriz |
It was like the feeling I had on July 15th. | 15 Temmuz'da yaşadığım his gibiydi. |
police hotline | 155 polis imdat |
the accidant in which 23 irregular migrants lost their lives | 23 düzensiz göçmenin hayatını kaybettiği kaza |
3 dimensional | 3 boyutlu |
Thanks to the 3D front design | 3 boyutlu yüz tasarımı sayesinde |
3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası aldı. | 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası aldı. |
5 suspects were taken into custody. | 5 şüpheli gözaltına alındı. |
Don't exaggerate, really don't exaggerate! | Abartma, gerçekten abartma! |
to exaggerate | abartmak |
According to a study in the US, men are struck six times more by lightning than women. | ABD'deki bir araştırmaya göre, erkeklere kadınlardan 6 kat daha fazla yıldırım çarpıyor. |
dude | Abicim |
abonnieren | abone olmak |
junk food | abur cubur |
Junk food is harmful to health. | Abur cubur yemek sağlığa zararlıdır. |
I wonder when they'll come back. | Acaba ne zaman dönecekler ? |
I wonder should one sleep (with) open or closed windows at night? | Acaba geceleri pencere açık mı yatmalı, kapalı mı? |
I wonder if he is in trouble | acaba onun başı dertte mi ? |
I wondered if you were in trouble | Acaba senin başın dertte mi |
strange (a) /weird /odd /bizarre /grotesk/outlandish | acayip |
They were making some weird (a) sounds | acayip sesler çıkarıyorlardı |
if I hurry, I'll catch the train. (open conditional /it is possible) | Acele edersem, trene yetişeceğim. |
Hurry up ! | Acele et ! |
Haste makes waste. transl: "The devil gets involved in things hastily done." | Acele işe şeytan karışır. |
hastiness / rashness / speediness / impetuosity | acelecilik |
Hastiness causes people to make mistakes (drops them to error) | Acelecilik insanı yanılgıya düşürür. |
What's your hurry ? | Acelen ne böyle? |
Hastily she added at once... | Aceleyle hemen ilave etti... |
beginner | acemi |
beginner's luck | acemi şansı |
hot / warm /spicy | acı |
to receive a nasty blow | acı bir darbe yemek |
A bitter eggplant is immune to frost." "Frost cannot harm a bitter eggplant." meaning: (usually by way of a wry sort of self-boasting and self-boosting) the person in question is tough and hardened by experience; he is not/cannot be easily harmed; he can | Acı patlıcana kırağı çalmaz. |
painful | acı verici |
to suffer | acı çekmek |
they used to torment me | acı çektiriyorlardı bana |
to torment / agonize / persecute | acı çektirmek |
Lupinen | acıbakla |
A hungry man thinks he will not be satiated, a thirsty man thinks he will not be quenched." | Acıkan doymam (sanır), susayan kanmam sanır. |
He prepares food for hungry customers. | Acıkan müşterilere yemek hazırlar. |
to get hungry / to be hungry / to feel hungry | acıkmak |
I am hungry = I've become hungry. I wasn't before, but now it's changed | Acıktım |
an offical emergency call (announcement) | acil bir resmi bildiri |
We want you to transmit an official emergency call /announcement. | Acil bir resmi bildiri iletmeni istiyoruz. |
emergency | acil durum |
to be in urgent need of | acil ihtiyaç duymak |
urgent request | acil istek |
We want you to transmit an official emergency cal.... l. | Acilbbir resmi bildiri iletmeni istiyoruz. |
bitter / painful / heartbroken / mournful / wehmütig | acılı |
with a mournful voice | acılı bir sesle |
to hurt (to be painful); to pity | acımak |
Merciless / cruel / pitiless / grim/ brutal | acımasız |
mercilessly / cruelly/ pitilessly / grimly | acımasızca |
deplorable / pathetic / pitiable / lamentable/regrettable | acınacak |
No pain no gain (a k y) | Acısız kazanç yoktur |
it hurts | acıyor |
helpless / incapable / inept / impotent / powerless / weak | aciz |
to become helpless | aciz hale gelmek |
Name/title | ad |
island | ada |
vow / offering | adak |
show breads (OT) /offering breads | adak ekmekleri |
muscular | adaleli |
a muscular body (v) | adaleli bir vücut |
justice | adalet |
Justice and Development Party | Adalet ve Kalkınma Partisi |
He will bring forth justice with/in faithfulness | Adaleti sadakatle ulaştıracak |
unfair | adaletsiz |
man | adam |
The man drummed / tapped with his finger on the counter. | Adam parmağıyla tezgâhta tempo tuttu. |
Following (after) the decision to release (him) the man was brought to his home. | Adam tahliye kararının ardından evine getirildi. |
the man fell with his face flat to the ground | adam yüzüstü kapaklandı |
the man fell with his face flat to the ground an grunted because he hit the stone and hurt himself | adam yüzüstü kapaklandı ve taşa çarpıp yaralandığı için homurdandı. |
reliance on a man | adama dayanma |
Do not lean on a man (= be not dependant on another person), for he is mortal; do not lean against a wall, for it is not 'unfallable'." | Adama dayanma ölür;duvara dayanma yıkılır. |
Better to die than become notorious.equiv: Give a dog a bad name and hang him.He that has an ill name is half hanged .May the life of a man come out instead of his name coming out | Adamın adı çıkacağına canı çıksın. |
He frowned even worse (The man's eyebrows were more wrinkled) | Adamın kaşları daha fena çatıldı |
The man's lying was twice as painful | Adamın yalancılığı iki kat acı veriyordu. |
We were arguing about whether the man was a thief spying out the neighbourhood, a privat detective or an evil magician. | Adamın çevreyi kolaçan eden bir hırsız, özel dedektif ya da kötü bir büyücü olup olmadığı konusunda tartışmıştık. |
His men slip in fear from under the doors | Adamları korkuyu kapıların altından sürer. |
His men distribute fear like mail | Adamları korkuyu posta gibi dağıtır. |
His men throw fear into the mailboxes | Adamları korkuyu posta kutularına atar. |
three of his men | adamlarından üçü |
He saw three of his men falling down | adamlarından üçünün düştüklerini gördü |
committed to / devoted to | adanmış |
candidate | aday |
sage (herb) | adaçayı |
almost / so to say / nearly / as good as | adeta |
as good as frozen | adeta donmuş gibi |
vulgar / lowly | adi |
He who must not be named (the person whose name must not be mentionned/commemorated) | Adı Anılmaması Gereken Kişi |
in a vulgar language | adi bir dilde |
to get a bad reputation | adı çıkmak |
vulgarly /coarsely /abjectly | adice |
fair /just | adil |
step | adım |
Let us exalt his name together ! | Adını birlikte yüceltelim ! |
Start by saying your name. (colloq.) | adını söyleyerek başla bakalım |
nicknamed / called | adlandırılan |
named / called | adlı |
juridical / foresenic / gerichtlich | adli |
police record / criminal record | adli sicil |
courthouse /justice / court of law | adliye |
to be sent to court | adliyeye sevk edilmek |
My address information | Adres bilgilerim |
address book (computer) | adres defteri |
I want to change my address | Adresimi değiştirmek istiyorum |
It's easier to ask forgiveness than permission. | Af dilemek, izin almaktan daha kolaydır. |
poltergeist | afacan peri |
taken aback /astonished | afallamış |
Well done ! /Bravo | Aferin ! |
excuse-me (a) | Affedersin |
to forgive | affetmek |
to beg for forgiveness | affetmesi için yalvarmak |
Africa | Afrika |
sigh /curse | ah |
to be cursed for one's cruelty | ah almak |
stupid me | ah aptal kafam |
to groan | ah etmek |
to sigh over sthg / s.o. | ah vah etmek |
to sigh | ah çekmek |
folk /community / people (a) | ahali |
harmony /unity /accordance /concord (a) | ahenk |
disharmonious /cacophonical /discirdant /atonal | ahenksiz |
slowly (a) | aheste aheste |
stable | ahır |
immoral | ahlaksız |
immorality | ahlaksızlık |
It is immorality | Ahlaksızlıktır |
idiot /fool (...k) | Ahmak |
A wager is a fool's argument./ When a fool finds no words he enters a bet. | Ahmak adam söz bulamayınca bahse girer. |
Ahmet is a talkative child. He starts to ask questions. | Ahmet geveze bir çocuk. Soru sormaya başlıyor. |
octopus | ahtapot |
raspberry | ahududu |
wooden (a) | ahşap |
belonging (defect verb) | aidiyet |
family | aile |
our family ties | aile bağımız |
I am living with my family | Ailemle birlikte yaşıyorum |
his family is poor, so he wants to be rich | ailesi yoksul, bu yüzden zengin olmak istiyor |
belonging (defect verb) | ait olma |
belonging (defect verb) | aitlik |
white/close to white | ak |
silver coin (lit. white coin) | ak akçe |
The silver coin is for dark days. ( Save something for a rainy day) | Ak akçe kara gün içindir. |
Akkadian | Akadca |
lung | akciğer |
Mediterranean | akdeniz |
Fluency / fluidity / smoothness | akıcılık |
agate / Achat | akik |
mind / intellect / wisdom | akıl |
to lose one's clear mind | akıl sağlığını yitirmek |
mind twisting / mind boggling | akıllara durgunluk veren |
the mind twisting impact | akıllara durgunluk veren darbe |
to slow down (lit. to give inactivity to the minds) | akıllara durgunluk vermek |
If brains were put to sale in the bazaar, everyone would choose his own. | Akılları pazara çıkarmışlar, herkes kendi aklını beğenmiş. |
intelligent / smart | akıllı |
someone intelligent | akıllı biri |
wise | akıllıca |
That was a wise choice. | akıllıca bir seçimdi |
trend | akım |
stream /current (a) | akıntı |
It's beyond me /I can't believe it /cela me dépasse | aklım almıyor |
It was beyond me /I couldn't believe it | aklım almıyordu |
it occurred to me that ... | aklıma şöyle bir şey geldi ... |
I'm losing it! I'll lose my mind / I"m getting crazy | aklımı kaçıracağım! |
'the way of the mind is one' / (great) minds think alike | aklın yolu bir |
What's on your mind? | aklında ne var? |
to petrify | aklını başından almak |
to confuse sb/ perplex / puzzle (a k) | aklını karıştırmak |
I think he lost his mind. | Aklını kaçırmış galiba! |
Have you lost your mind? | aklını mı kaçırdın? |
accordion | akordeon |
kinship /Verwandschaft | akrabalık |
Blood runs thicker than water | akrabalık arkadaşlıktan daha önemlidir |
axle ( of a car/waggon) | aks |
to hobble /limp / hinken / humpeln (a ) | aksamak |
opposite / adverse / spiteful (a) | aksi |
a spiteful (a) person (b) | aksi biri |
otherwise / if not / or else | aksi takdirde |
mishap /misfortune | aksilik |
Misfortunes come always one upon another. It never rains but pours. Misfortunes never come singly. | Aksilikler hep üst üste gelir. |
the creaking of the axle | aksın gıcırtısı |
the soft creaking of the axle | aksın yumuşak gıcırtısı |
to be transferred | aktarılmak |
non-stop | aktarmasız |
a direct ticket (non-stop ticket) | aktarmasız bilet |
actris (a) | aktris |
actor (a) | aktör |
The actors improvised the entire scene. | Aktörler tüm sahneyi doğaçlama yaptı. |
aquamarine (mavimsi yeşil değerli bir taş) | akuamarin |
aquarium | akvaryum |
pale (a) | akça |
Maple / Ahorn | akçaağaç |
coin | akçe |
evening | akşam |
at this time of the night | akşam akşam |
the evening news | akşam haberleri |
the evening air | akşam havası |
The evening air was quite cool. | Akşam havası oldukça serindi. |
supper / dinner | akşam yemeği |
dinner is about ready | akşam yemeği hazır sayılır |
to have dinner | akşam yemeği yemek |
I am having dinner. | Akşam yemeği yiyorum. |
Will you be back before or after dinner? | akşam yemeğinden önce mi sonra mı döneceksin? |
time to go for supper | akşam yemeğine gitme zamanı sayılır |
to go out for dinner | akşam yemeğine çıkmak |
the evening star (a y) | akşam yıldızı |
How much free time do you have in the evening? | Akşamları ne kadar boş vaktin olur? |
I don't have a lot of free time in the evening | Akşamları çok fazla boş zamanım yok |
in the evening | akşamleyin |
red / rosy / scarlet | al |
It is the red (= ripe and juicy) apple that gets a lot of people throwing stones at it. meaning: Successful people are often a target for envious and slanderous criticism. | Al elmaya taş atan çok olur. |
to be soaked in blood | al kanlara boyanmak |
as much as possible | alabildiğine |
twilight | alacakaranlık |
at (the time of ) / by twilight | alacakaranlık vakti |
because he knew the answer he was going to get by heart | alacağı cevabı ezberden bildiği için |
relevant | alakalı |
area / field / space | alan |
surface / Fläche (geom) | alan |
all (slang) | alay |
to make fun of an acc / to laugh about an acc/ sich lustig über /jem. auslachen | alay etmek |
cynical / mockingly (... b) | alaycı bir biçimde |
mocking behaviour / Spott (a t) | alaycı tavır |
all of them were machos (slang) | alayı maço |
I would like (I'll have) (a) - Let me take | alayım |
on all of them (slang) | alayında |
albatross | albatros |
deceitfulness / trickiness | aldatıcılık |
attention / care | aldırış |
not to mind / not to pay any attention to a dative | aldırış etmemek |
to pay attention/ mind/ heed/ take heed of/ bother about/ care | aldırmak |
realm (a) / world / jollificatian / party / boooze-up | alem |
allergy | alerji |
allergic | alerjik |
tool / equipment /instrument /devise / outfit / gadget | alet |
the tool had turned into scrap(totally ruined) | alet hurdaya dönmüştü |
Though it is the hand (=man) that grabs the credit, it is in fact the tool that does the work. This is the inverted way of saying, "A bad workman (always) blames his tools. A poor workman blames his tools." | Alet işler, el övünür. |
flame | alev |
it remained in flames | alevler içinde kaldı |
to perceive /wahrnehmen | algılamak |
receiver (receiving person) /Empfanger | alıcı |
frontal muscle (moves face expressions) | alın kası |
my destiny | alın yazım |
destiny | alın yazısı |
according to information received | alınan bilgiye göre |
the bought product getting cheaper after a week | alınan ürünün bir hafta sonra ucuzlaması |
irritable / excitable /touchy (person)/ thin-skinned/ squeamish /easily offended / überempfindlich | alıngan |
touchiness /squeaminess / sensitiveness / Empfindlichkeit | alınganlık |
unusual / unconventional / eccentric | alışılmamış - alışılmadık |
regular / usual / common / accustomed (a) | alışılmış |
the usual thing | alışılmış şey |
less than the usual amount | alışılmış miktardan az |
unusual / unordinary | alışılmış olmayan |
the habitual criminal | alışılmış suçlu |
It requires me to change my habits. | Alışkanlarımı değiştirmemi gerektiriyor. |
Custom/habit /Gewohnheit | alışkanlık |
to get s.o. adopt a habit | alışkanlık kazandırmak |
used to / accustomed (..k..) | alışkın |
to get used to | alışmak |
accustomed /gewohnt (...m...) | alışmış |
to be used to / to be accustomed to | alışmış bulunmak |
Once a thief always a thief / The addict is more desperate and dangerous than the rabid. ("Addiction" here has no special reference to drugs; it merely points to "one who is used to".) | Alışmış kudurmuştan beterdir. |
a predatory bird trained to be used for bird hunting | alıştırılarak kuş avında kullanılan yırtıcı kuş |
to get accustomed to / to get trained to | alıştırılmak |
exercise | alıştırma |
to train s.o. to accept sth / to make sth go smooth / to allow s.o. to get addicted | alıştırmak |
shopping | alışveriş |
shopping list | alışveriş listesi |
to do shopping | alışveriş yapmak |
Let's go shopping (g) | Alışverişe gidelim. |
to 'go' shopping | alışverişe gitmek |
to go (out) shopping | alışverişe çıkmak |
to applaud | alkışlamak |
alcohol | alkol |
alcoholic | alkollü |
to be charged with drunk driving | alkollü araç kullanmakla suçlanmak |
a sober driver bringing back drunk people / a designated driver | alkollü kişiyi götüren ayık şoför |
Those who claim that the reason why they don't believe in God is science | Allah'a inanmama sebebinin bilim olduğunu iddia edenler |
Hoping that Allah will change the direction/course of human history they pray and go out on their pilgrimages. | Allah'ın dinleyeceğini ve insanlık tarihinin yönünü değiştireceğini umarak dua eder ve haç yolculuklarına çıkarlar. |
Desist from provoking the innocent's malediction; otherwise, your wrongdoing will be visited upon you by and by, slowly but surely. Don't get the oppressed's curse on you, activating slowly.... | Alma mazlumun âhını, çıkar aheste aheste. |
to take | almak |
it was true that he preferred not to take | almamayı tercih ettiği doğruydu |
it's not that I don't speak German, but not as much as English | Almanca konuşmuyor değilim; ama İngilizce kadar değil |
He doesn't speak German or any such thing. (Spoken language) | Almanca Malmanca bilmiyor. |
My German improved. | Almancam gelişti. |
I improved my German | Almancamı geliştirdim. |
I like German. - Very first impression only | Almancayı sevdim |
I like German - I know a bit and it is nice | Almancayı seviyorum |
Germany | Almanya |
Germany is a place worth visiting. / deserves to be visited | Almanya çok gidilesi bir yer. |
to break one's neck to do something (lit the bloodvessel on one's forehead) | alnının damarı çatlamak |
I chewed /bit my lower lip | Alt dudağımı kemirdim. |
to overcome / beat / overwhelm | alt etmek |
downstairs | alt kat |
When I had decided to live a few more years in the city where I have been the last six months | altı aydan beri bulunduğum bu şehirde, daha birkaç sene için oturmayı kararlaştırmışken |
We are six (persons). | Altı kişiyiz. |
six meters down (lower) | altı metre aşağı |
How about (at) 6.30 ? | Altı otuza ne dersin ? |
gold | altın |
golden cupolas / goldene Kuppeln | altın kubbeler |
golden-haired | altın saçlı |
a golden-haired woman | altın saçlı bir kadın |
her golden-haired beauty was spoiled (rep) | altın saçlı güzelliği bozulmuş |
a golden bed (= a bed made of gold) | altın yatak |
a bed for gold (= a bed to put the gold in) | altın yatağı |
the sixth | altıncı |
under | altında |
a helmet with gold ornated | altınla süslü bir miğfer |
sixty | altmış |
the sixty-third | altmış üçüncü |
relevance / relation /connection / interest /concern | alâka |
to take an interest in / to be interested in | alâka duymak |
to show interest | alâka göstermek |
scoundrel | alçak |
Do not sleep on low ground lest a flood wash you away; do not sleep on high ground lest a storm sweep you off. meaning: Be wise, judicious and provident in your plans and actions; a calculated moderation is the best plan. | Alçak yerde yatma sel alır, yüksek yerde yatma yel alır. |
to lower / to descend (intransitive) | alçalmak |
to lower (a) | alçaltmak |
aluminium -Al 13 | alüminyum |
slang for:vagina | am |
but | ama |
But according to research, it is not a drink that will increase your creativity. | Ama araştırmalara göre yaratıcılığınızı artıracak bir içecek değildir. |
but it's over | ama artık bitti |
But another question worried ( her head)/ made her think even more. | Ama başka bir soru kafasını daha da kurcalıyordu. |
But if I do not look around, I simply can't see anything (what shall I do) | Ama ben bakınmazsam, hiç göremem ki |
But if I don't like it I simply don't speak at all | Ama ben beğenmezsem, hiç konuşmam ki |
But if I don't change , I simply can't be (what should I do) | Ama ben değişmezsem, ben olamam ki |
But if I don't learn I simply can't be (what should I do) | Ama ben öğrenmezsem, hiç olamam ki |
But let's get something straight : if you insist on reading this book despite my warning, you cannot hold me responsible for the consequences, | Ama bir şeyi açıklığa kavuşturalım : uyarmama rağmen bu kitabı okumakta ısrar edersen,doğacak sonuçlardan beni sorumlu tutamazsın. |
But this made matters worse | ama bu durumu daha da kötü bir hâle getirdi |
But this effect is weak compared to the Russian influence felt in Kazakh. (Kazakça) | ama bu etki Kazakçada hissedilen Rusça etkisine kıyasla zayıf. |
But this did not reduce her beauty. | ama bu güzelliğini azaltmıyordu. |
But today we know that there are smaller particles (eg quarks, bosons, fermions, baryons etc.) | Ama bugün biliyoruz ki daha küçük parçacıklar da var, (örn: kuark, bozon, fermiyon, baryon vs.) |
It was not worth the risk. ( lit to enter such risk) | Ama böyle bir rizikoya girmeye değmezdi. |
but that was the best I could do | ama elimden gelen bu kadardı |
But if you measure the weight of the nucleus you will see that it is more than the number of protons. | Ama eğer çekirdeğin ağırlığını ölçersen, proton sayısından fazla olduğunu görürsün. |
But if we confess our sins, God, who is faithful and just, will forgive our sins and cleanse(fut/fact) us from all evil. (k) (1 Jn 1:9) | Ama günahlarımızı itiraf edersek, güvenilir ve adil olan Tanrı günahlarımızı bağışlayıp bizi her kötülükten arındıracaktır. |
But each time I have difficulties to find my bathsuit. | Ama her seferinde mayomu bulmakta zorlanırım. |
But nothing tried (y) to grab me and pull me back. | Ama hiçbir şey beni yakalayıp çekmeye yeltenmedi. |
but its light was darkness as if mixed with shadow | ama ışığı karanlıktı sanki gölgeyle karışmış gibi |
but was a narrow escape (by a hair's breadth) | Ama kıl payı bir kaçıştı bu. |
But how fear will be spread to every place, here is what he knows very well. | Ama korkunun her yere nasıl bulaştırılacağını,işte bunu çok iyi bilir. |
but the Queen did not care about this anymore | ama Kraliçe'nin buna aldırdığı yoktu artık |
but what can I do ? | ama ne yapabilirim |
But let's not go that much into detail today / But let's not go into that much today. | Ama o kadar detaya girmeyelim bugün. |
But he didn't want to wait until they would come. | Ama onlar gelene kadar beklemek istemiyordu. |
but he did not try to stop her | ama onu durdurmaya çalışmadı. |
But who endures until the end will be saved. | Ama sonuna kadar dayanan kurtulacaktır. |
but of course | ama tabii |
But it was too late. | Ama çok geç kalmıştı. |
in order to / with the purpose to | amacıyla |
o dear | aman allahım |
ooops ! / oh ! | aman! |
amateur | amatör |
purpose/goal / objective | amaç |
to intend / to aim at / to target + acc | amaçlamak |
warehouse / storage / barn / storehouse | ambar |
to gather food in barns | ambarlara yiyecek biriktirmek |
ambulance | ambulans |
Call an ambulance ! | Ambulans çağırın ! |
uncle (paternel) | amca |
The answer that uncle (a) gave with a/his disagreeing voice | Amca'nın onaylamayan sesiyle verdiği cevap |
Since his uncle fell ill he hadn't (properly) out to the street | amcasının hatalandığından beri doğru dürüst sokağa çıkmamıştı |
operation (med) | ameliyat |
The United States of America | Amerika Birleşik Devletleri |
Is there a king in the United States? | Amerika Birleşik Devletleri'nde bir kral var mı? |
There is no king or queen in the United States. | Amerika Birleşik Devletleri'nde kral veya kraliçe yok. |
we used to live in America, but we moved | Amerika'da yaşardık, ama taşındık |
American football | Amerikan futbolu |
The purpose/aim of the American food industry | Amerikan gıda sanayiinin amacı |
Amethyst | ametist |
so much | amma |
so much less | amma az |
so little | amma az |
so much longer | amma uzun |
so much /many | amma çok |
moment | an |
outline | ana hat |
together with the outlines | ana hatlarla birlikte |
main suppliers / key suppliers | ana tedarikçiler |
kore element / key element | ana unsur |
main course | ana yemek |
main meal (ö) | ana öğün |
parents (a) | anababa |
mothertongue / native language | anadil |
key | anahtar |
key hole | anahtar deliği |
Do you know where my keys are ? | anahtarlarımın nerede olduğunu biliyor musun? |
Your keys are under the sofa. | anahtarların koltuğun altında |
He has got an analytical mind. | Analitik bir zekası var. |
pineapple | ananas |
kindergarden | anaokulu |
highway (a) main road | anayol |
only / lediglich / but / however | ancak |
He could only get out a croak. | Ancak bir gıklama çıkarabildi. |
Only it seemed that there was no possibility (for him) to move | ancak kıpırdamasına olanak yokmuş gibi görünüyordu |
However (a) he has to make do with the room on the loft. (on the roof floor) | Ancak çatı katındaki odayla idare etmesi gerek |
reminiscent/ reminding of (a) | andıran |
anaesthetics | anestezi |
memory | anı |
impulse / sudden passion | anı bir istek |
suddenly (a...d) | aniden |
suddenly (a) I got very scared | aniden çok korktum |
to be commemorated / refered to / mentionned | anılmak |
instantly / in an instant / right away /immediatly | anında |
Comments will come to you right away. (3 sg imp let comments come...) | anında görüşler gelsin |
monument | anıt |
Ankara woke up today with white all around. | Ankara bugüne beyaz içinde uyandı. |
They live in Ankara. | Ankara'da yaşıyorlar |
poll | anket |
meaning / significance / sense / point | anlam |
to make sense | anlam ifade etmek |
to add meaning to / to give a new meaning to | anlam kazandırmak |
Is there a point you don't understand? | Anlamadığınız bir nokta var mı? |
to understand (a) | anlamak |
struggling to understand | anlamak için çabalamak |
I think I am about to understand | Anlamak üzere olduğumu düşünüyorum |
to be about to understand | anlamak üzere olmak |
Guess the meaning | anlamı tahmin et |
to lose its meaning | anlamını yitirmek |
you don't understand (pl) | anlamıyorsunuz |
I don't understand | Anlamıyorum |
being unable to catch the meaning /not being able to make sense of it | anlamlandıramayarak |
to make sense of /to catch the meaning /to interprete | anlamlandırmak |
Let's have it ! Let'hear it ! | Anlat bakalım! |
narrator | anlatıcı |
in the narrator's mind | anlatıcının zihninde |
It must be clearly and net fixed / determined (b) in the narrator's mind | anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
to be fixed / determined in the narrator's mind | anlatıcının zihninde belirlenmek |
The situation and the event to be explained, must be clearly and net defined in the mind of the narrator. | Anlatılacak hâl ve olay anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
The situation and the event to be explained /told | Anlatılacak hâl ve olay, |
The situation and the event to be explained, the view and the intuition to be described | Anlatılacak hâl ve olay, betimlenecek görüş ve sezgi, |
The situation and the event to be explained, the view and the intuition to be described, must be clearly and net defined in the mind of the narrator. | Anlatılacak hâl ve olay, betimlenecek görüş ve sezgi, anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
The situation and the event to be explained, the view and the intuition to be described, the feelings and thoughts to be expressed must be clearly and net defined in the mind of the narrator. | Anlatılacak hâl ve olay, betimlenecek görüş ve sezgi, dile getirilecek duygu ve düşünce anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
the matters to be covered (explained, described) | Anlatılacak, betimlenecek hususlar, |
The contents (matters -h) to be explained described must be arranged in accordance with the known and accepted rules of the language. | Anlatılacak, betimlenecek hususlar, dilin bilinen ve kabul edilen kurallarına uyularak düzenlenmek zorundadır. |
to be told / to be explained | anlatılmak |
expression / manner of telling | anlatım |
Characteristics of Expression | Anlatımın Özellikleri |
I can't explain /tell | anlatmak elimde değil |
Mosquito buzz is music enough to those who (choose to) comprehend; drums and trumpets will not be adequate for those who do not (choose not to) comprehend. equiv: A word to the wise is enough. | Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. |
to give insight to | anlayış kazandırmak |
understanding/ comprehensive | anlayışlı |
the fact that it is impossible to understand (lit. cannot be understood) | anlaşılamamasıdır |
understood / roger | anlaşıldı |
to be understood (a) | anlaşılmak |
to yabber ( speak so fast that it won't be understood) | anlaşılmayacak şekilde hızlı konuşmak |
an agreement / a deal | anlaşma |
if no agreement is reached / in case of non agreement | anlaşma olmadığı takdirde |
to agree / bargain/ settle (a) | anlaşmak |
He pointed out that the deal (agreement) would not only be on paper. | Anlaşmaların yalnızca kağıt üzerinde kalmayacağını söylediklerini belirtti. |
arranged marriage | anlaşmalı evlilik |
It's a deal! | anlaştık! |
with an instant miracle | anlık bir mucızeyle |
Do you understand (me)? | Anlıyor musun? |
I see... | anlıyorum ... |
to remember /to commemorate / to mention / gedenken | anmak |
mother | anne |
my mum and dad got divorced | anne ve babam boşandılar |
my mum and dad will retire in about three years | anne ve babam yaklaşık üç yıl içinde emekli olacaklar |
grandmother (maternel) | anneanne |
My mother also wants a watch. | Annem de bir kol saati istiyor |
I have to buy a present for my mum | annem için bir hediye almam gerekiyor |
My mother wants me to eat salad. | Annem salata yememi ister. |
My mother and I are going to watch my favoured TV show. | annem ve ben en sevdiğim TV programını izleyeceğiz |
my mother's cooking / the meals my mother cooks | annemin pişirdikleri |
Our mother always watches the news. | Annemiz haberleri her zaman izler |
You have to (l) explain some circumstances to your mother. | Annene bazı durumları izah etmen lazım. |
His mother wants him to eat salad, not fries. | Annesi salata yemesini ister, patates kızartması değil. |
His mother wants him to eat salad. | Annesi salata yemesini ister. |
He who loves his mother or his father more than he loves me is not worthy (l) of me. | Annesini ya da babasını beni sevdiğinden çok seven bana layık değildir. |
suddenly (a...z) | ansızın |
to pop out / to burst into scene | ansızın ortaya çıkıvermek |
Antarctica | Antarktika |
Pistazie | Antepfıstığı |
antibiotics | antibiyotik |
Leaning(rep) against the ancient city's stone wall | Antik kentin taş duvarına yaslanmış |
antik shop | antika (cı) dükkânı |
antik dealer | antikacı |
training | antrenman |
coach /trainer | antrenör |
helter-skelter / headlong / hurriedly | apar topar |
appartment block / building | apartman |
the flats of a building | apartmandaki daireler |
starter / apéritive | aperatif |
How cool is Apple's new product! | Apple'ın yeni ürünü ne harika! |
fool | aptal |
like a fool / foolish | aptal gibi |
silly | aptalca |
break / interruption (a) | ara |
sometimes / occasionally / from time to time | ara sıra |
to break / interrupt / suspend / lay off / discontinue | ara vermek |
snacks (fruit /soup / a 'meal' inbetween/not used for aperitive) | ara öğün |
car / cart / wagon | araba |
The car stood on the gravel in front of the big house. | Araba büyük evin önündeki çakılın üstünde duruyordu. |
After the carriage has toppled over there are many to show the way. meaning: There are always a lot of people offering to show you how to do something properly, but only after a failure or accident has come to pass. | Araba devrilince yol gösteren çok olur. |
the car stopped | Araba durdu. |
The car stood | Araba duruyordu. |
My car broke down. | Arabam bozuldu. |
My car was broken in / Mein Auto wurde aufgebrochen | arabama hırsız girdi |
to the side of the cart /wagon | arabanın kenarına |
He leaned against the wheel of the wagon | Arabanın tekerine yaslandı |
He watched the car approaching | arabanın yaklaşmasını izliyor |
His car does not start. (not work) | Arabası çalışmıyor. |
He is trying to start his car. | Arabasını çalıştırmaya çalışıyor. |
carfree | arabasız |
He leaned(y) against the cart and reposed (d) his arm on the brandy barrel | Arabaya yaslanıp brendi fıçısına kolunu dayadı. |
to fit the car into a tight space (parking lot) | arabayı sıkışık bir yere yerleştirmek |
I can't start the car | Arabayı çalıştıramıyorum |
mediation / intercession | aracılık |
The passenger of the vehicle was unharmed. | Aracın yolcusu sağ salimdi. |
December | Aralık |
continuous | aralıksız |
The continous side by side standing books | Aralıksız yan yana duran kitaplar |
to call / search / seek / look for / to call (someone on the phone) | aramak |
to be looked for | aranmak |
if not called and even when called | aranmazsa, hatta arandığı zamanlarda bile |
between/ among | arası |
between | arasında |
He who searches will find his master and his trouble (b). -a warning | Arayan mevlasını da bulur, belasını da. |
arayacağım Slang (I will call) | araycam |
land/ territory/ terrain | arazi |
hiking / wandern | arazi yürüyüşü |
tool / means (could be a car e.g.) | araç |
researchers | araştırmacılar |
Ressearchers explain its reason as follows : | Araştırmacılar, bunun sebebini şöyle açıklıyor: |
to investigate / search research/ explore/ survey / study | araştırmak |
When the research (pl) is complete, I hope that diabetics will not need to make insulin injections. | Araştırmalar tamamlandığında, şeker hastalarının insülin iğnesi yapmasına gerek kalmayacağını umuyorum |
according to ressearch | araştırmalara göre |
incessant / everlasting /non stop | ardı arkası kesilmeyen |
non stop phone calls | ardı arkası kesilmeyen telefonlar |
after (behind) a genitive (a) | ardından |
Argon - Ar 18 (renksiz gaz) | argon |
argument (reasoning) | argüman |
bee | arı |
bee eater/merop /Bienenfresser (Southeast european/African bird - about 24 cm big/ very colourful) | arıkuşu |
to cleanse (r.g. from sin) | arındırmak |
to purify (a) (chemically ) | arıtmak |
back / hind / rear (a) | arka |
friend | arkadaş |
to make friends | arkadaş edinmek |
Does your friend like comedies? | arkadaşın komedileri sever mi? |
what kind of films does your friend prefer? | arkadaşın ne tür filmler tercih eder? |
She was disappointed to learn that her friend was not coming back. | Arkadaşının geri dönmeyeceğini öğrendiğinde hayal kırıklığına uğradı. |
His friends shrieked in anger | Arkadaşları öfkeyle ciyakladılar. |
My friends and I are going out for dinner. | arkadaşlarım ve ben akşam yemeğine çıkacağız |
Behind me someone exploded into laughter. | Arkamdan birisi bir kahkaha patlattı. |
I heard the door shutting behind me. | Arkamdan kapının kapandığını duydum. |
Turning around (to my back) I prepared to run, my mind was full of rapists and murderers. | Arkamı dönüp koşmaya hazırlandım, zihnim tecavüzcüler ve katillerle doluydu. |
soap opera | arkası yarın (diziler) |
Behind him there was a wide grass and tree circle. | Arkasında geniş bir çimen ve ağaç halkası vardı. |
Behind him, in the place where just before the deers were laying (to sleep) there was a wide smoldering grass and tree circle. | Arkasında, az önce geyiklerin yattığı yerde dumanı tüten geniş bir çimen ve ağaç halkası vardı. |
pear | armut |
the pear falls to the root /the apple never falls far from the tree | armut dibine düşer |
aromatic | aromalı |
barley /Gerste | arpa |
rear (a) | art |
malicious intentions | art niyet |
ascending / sorted ascending | artan sırada |
For pragmatists like Arthcamu | Arthcamu gibi pragmatistler için |
plus / positif (e.g. electrons) | artı |
positively charged / positive geladen | artı yüklü |
no longer / no more / from now on | artık |
exces | artık |
He did not care anymore | Artık aldırmıyordu |
off you go (go ahead / get started) | artık başlayın! |
Nothing can save me anymore. | Artık beni hiçbir şey kurtaramaz. |
they don't speak to each other anymore | artık birbirleriyle konuşmuyorlar |
whether you return now or not | artık dönsen de dönmesen de |
It was no longer safe. | Artık güvenli değildi. |
It was no longer safe to be outside after it got dark. | Artık hava karardıktan sonra dışarıda olmak güvenli değildi. |
not any more | artık hayır |
whenever he fancied to have determined (found) a weakness in the people he now served) | Artık hizmetinde olduğu kişilerde ne zamanbir zaaf saptadığını sansa, |
He was (from now on / at that) to confused to understand what was asked. | Artık ne sorulduğunu anlamayacak kadar şaşkındı. |
We'll have to take care of him now. (can mean to beat him down /even kill) | Artık onun icabına bakmamız gerekecek. |
the ball is in your court now | artık top sende |
Now he behaves himself. | Artık uslu duruyor. |
(food) leftover | artık yemek |
bisextile | artık yıl |
not anymore/no more | artık yok |
a picnic she had gone to on a long (already) forgotten day | artık çoktan unuttuğu bir gün gittiği bir piknik |
It is no longer important. / It doesn't matter anymore. | Artık önemli değil. |
to have one's luck run out (it no longer smiles to your face) | artık şans yüzüne gülmemek |
to increase something | artırmak |
to increase | artmak |
increasing / on the upgrade | artmakta |
to supply / offer | arz etmek |
a desire | arzu |
to desire | arzu etmek |
As (cards) (a) | as |
wand | asa |
irritable / nervous (a) | asabi |
parasite | asalak |
parasitic (by being a parasite) | asalak olarak |
nobility /dignity (a) | asalet |
minimal | asgari |
minimum cost | asgari maliyet |
with a sullen /gloomy face | asık suratla |
principally / originally / true | asıl |
return something to its real owner | asıl sahibine iade etmek |
to show what you are made of / to show your true face | asıl yüzünü göstermek |
hanging, suspended, dependent, pendant, pendent, pending | asılı |
to keep hanging | asılı durmak |
to hang (on) / to be suspended | asılmak |
nobleman / aristocrat | asilzade |
soldier | asker |
with a military skill(fulness) | askeri maharetle |
military | askeriye |
never (a) | asla |
I have dreams that will never come true. So I'm just dreaming and hoping. | Asla gerçekleşmeyecek hayallerim var. Bu yüzden sadece hayal etmekle ve ümit etmekle kalıyorum. |
He never forgets to say please and thank you. | Asla lütfen ve teşekkür ederim demeyi unutmaz. |
I never would have guessed | asla tahmin edemezdim |
whether I will ever x | asla x-ip x-eceğim |
lion | aslan |
You can tell a lion from its lair. meaning: How well one cares for and maintains the place where he lives is the real tell-tale account of his habits. | Aslan yattığı yerden belli olur. |
lion-hearted | aslan yürekli |
the lion's den | aslanın ini |
As a matter of fact / if you were to take a look at its actual form | Aslına bakacak olursanız |
As a matter of fact / lit. if you take a look at its actual form | Aslına bakarsanız |
in fact / actually / originally | aslında |
Actually it takes away the only meaning that I can see in this event | Aslında bu olayda benim görebildiğim yegâne manayı ortadan kaldırır. |
I actually like all food | Aslında bütün yiyecekleri severim |
Actually I didn't ask you a question, I gave orders. | Aslında sana bir soru sormadım, emir verdim. |
That one is actually bigger | aslında şu daha büyük |
padlock / Vorhängeschloß | asma kilit |
a cage with padlock | asma kilitle kafes |
suspended flowerpot / hängender Blumentopf | asma saksı |
to hang | asmak |
astronaut | astronot |
if I were an astronaut I would go to outer space | astronot olsaydım dış uzaya giderdim |
Asia | Asya |
Asian | Asyalı |
horse | at |
Knight Pferd (chess) | at |
The horse fell with his chest hard to the ground | At göğüsüstü yere gömüldü. |
The horse was a huge(d) black horse with a mane and a tail that rippled behind it. | At, yelesi ve arkasında dalgalanan kuyruğuyla devasa siyah bir attı. |
ancestor / forefather | ata |
our ancestores | atalarımız |
the god of our forefathers | atalarımızın Tanrı'sı |
proverb / saying | atasözü |
Atatürk is an excellent leader | Atatürk mükemmel bir lider |
paperclip /Büroklammer | ataş - ataç |
fire (chimney / camp fire) | ateş |
fever | ateş |
a fire-eater (a man erupting with fire) / Feuerspucker (p) | ateş püsküren bir adam |
The more the number of fireflies increased the more also the darkness deepened. | Ateşböceklerinin sayısı arttıkça, karanlık daha da koyulaşıyordu. |
firefly / glowworm / Glühwürmchen | ateşböceği |
to fan the flames (to make the fire bigger) | ateşi körüklemek |
Fire is easier to discipline than a cat. | Ateşi terbiye etmek bir kediyi terbiye etmekten daha kolay. |
to ignite / fire /set off / let fly | ateşlemek |
He was grateful that the fires were cold, otherwise ... | Ateşlerin soğuk olmasına şükretti, aksi hâlde... |
a fiery wind licked his cheek. | ateşli bir rüzgâr yanağını yaladı. |
Her father did not like fire at all. | Ateşten hiç hoşlanmıyordu babası. |
to take the horse to the stable | atı ahıra götürmek |
The one who took the horse passed Üsküdar (part of Istanbul ) - you waited too long. Can't change anything now. | Atı alan Üsküdar'ı geçti. |
waste | atık |
aggressive/ adventuresome/ enterprising /bold /reckless | atılgan |
Before exhibiting the forms of impulsive behavior, the person must first identify the things/sides that need to be developed, | Atılgan davranış biçimlerini sergilemeden önce kişi, öncelikle geliştirmesi gereken yanlarını tespit etmeli |
Before exhibiting the forms of impulsive behavior, the person must first identify the things/sides that need to be developed, he has to become his own doctor. | Atılgan davranış biçimlerini sergilemeden önce kişi, öncelikle geliştirmesi gereken yanlarını tespit etmeli, kendisinin doktoru olmalıdır. |
before displaying forms of enterprise / impulsiveness | Atılgan davranmış biçimlerini sergilemeden önce |
Impulsive (daring/kühne) people are expected to also (show) respect (to) the rights of others. | Atılgan kişilerden başkalarının haklarına da saygı göstermeleri beklenir. |
Impulsive (daring/kühne) people are expected to defend the rights of others. | Atılgan kişilerden başkalarının haklarını savunmaları beklenir. |
Impulsive (daring/kühne) people are expected to be able to express their rights in a clear manner. | Atılgan kişilerden haklarını net olarak ifade edebilmeleri beklenir. |
To be enterprising (impulsive) improves your life. | Atılgan olmak, hayatınızı geliştirir. |
To be impulsive is/means a socially expected number of social skills to be found in flesh and bone | Atılgan olmak, toplumca beklenen birtakım sosyal becerilerin vücut bulmuş, hâlidir |
impulsiveness / Being impulsive/ initiative / boldness / Kühnheit / Verwegenheit / Wagemut | atılganlık |
Impulsiveness is to become the favourite of the group of friends/new people which is entered (= which one has entered) | Atılganlık girilen ortamın favorisi olmaktır. |
Impulsiveness is, feelings and thoughts expressed in a clear and open manner. | Atılganlık,duygu ve düşüncelerin net ve açık bir şekilde ifade edilmesidir. |
to be thrown/to plunge / dash | atılmak |
to jump from (the top of) the horse | atın üstünden atlamak |
I would have told him to take his horse himself to the stable | Atını ahıra kendisinin götürmesini söylerdim |
to snack | atıştırmak |
snack | atıştırmalık |
scarf | atkı |
to jump (over) | atlamak |
The horses snorted nervously and... | Atlar telaşla homurdanıp |
They whirled their horses around (d) | Atlarını döndürdüler |
to get over / to bypass / to survive | atlatmak |
he jumped and landed. | atlayıp indi |
Bankcontact /Mister cash | ATM |
to throw | atmak |
atmosphere | atmosfer |
the atmosphere was more pessimistic (k) | atmosfer daha karamsardı |
atomic structure | atomik yapı |
There are particles inside the atom that we call proton. | Atomun içinde proton dediğimiz parçacıklar var. |
I think you have some knowledge about the atomic structure. | Atomun yapısı hakkında birtakım bilgilere sahipsindir, diye düşünüyorum. |
workshop (place) | atölye |
prey (a) | av |
to hunt for prey (a) | av aramak |
to spoor / to track (game) /eine Spur verfolgen | av izi sürme |
He was the only hunter near Carvahall who had the courage to track game. | av izi sürme cesareti gösteren Carvahall yakınındaki tek avcıydı o. |
in the status / position of prey - hunted | av konumunda |
idle / vagabond / hobo / flaneur / wanderer | avare |
to wander around idly / to roam / ramble / fool about | avare avare dolaşmak |
to sit around (do nothing) | avare avare oturmak |
hunter | avcı |
hunting knife | avcı bıçağı |
The bear knows as many means of escape as the multitude of tricks that the hunter knows. | Avcı ne kadar hile bilirse, ayı da o kadar yol bilir. |
hunting / huntsmanship / Jagd | avcılık |
to be fed for hunting purposes /work | avcılık işler için beslenmek |
It was the third night of the hunt. | Avın üçüncü gecesiydi. |
chandelier / Kronleuchter | avize |
courtyard / yard / atrium | avlu |
Avocado | Avokado |
euro | avro |
Europe | Avrupa |
European | Avrupalı |
from the inside of his palm | avucunun içinden |
from the inside of his palm a red lightening flashed and | avucunun içinden kırmızı bir şimşek çakıp |
lawyer | avukat |
to request a lawyer | avukat talep etmek |
consolation / solace | avuntu |
Australia | Avustralya |
to console / comfort / cheer up / delude | avutmak |
Palm (hand) | avuç |
moon | ay |
month | ay |
moon light | ay ışığı |
The moonlight was illuminating a motionless lump (stack) consisting of up to twenty deers on the grass. | Ay ışığı, yirmi kadar geyiğin çimenlerin üstünde oluşturduğu hareketsiz yığını aydınlatıyordu. |
palm ( hand) | aya |
The first man who stepped on the moon | Aya ilk ayak basan insan |
Do you remember the first man who stepped on the moon ? | Aya ilk ayak basan insanı hatırlıyor musun? |
foot | ayak |
to be in the way | ayak altında olmak |
to set foot on | ayak basmak |
Fussknöchel / ankle | ayak bileği |
toes | ayak parmakları |
toe | ayak ucu |
shoe | ayakkabı |
a shoe thief | ayakkabı hırsızı |
in order to find the shoe thieves | ayakkabı hırsızlarını bulmak için |
shoe sole | ayakkabı tabanı |
in order to find the thief stealing shoes | ayakkabı çalan hırsızı bulmak amacıyla |
The shoes are not comfortable. They are too tight. | Ayakkabılar rahat değil. Onlar çok sıkı. |
uprising /riot /revolt | ayaklanma |
The uprising brought about the needed (social) changes. | Ayaklanma, ihtiyaç duyulan değişiklikleri getirdi. |
to shuffle one's feet / schlurfen | ayaklarını sürümek |
at the feet of | ayaklarının dibinde |
He took his backpack that was standing at his feet | ayaklarının dibinde duran sırt çantasını aldı. |
footless | ayaksız |
to stand (stay standing) | ayakta durmak |
to adjust /regulate /set (a) | ayarlamak |
to jump to one's feet | ayağa fırlamak |
Stand up! Everybody(all of you) stand up! | Ayağa kalkın! Hepiniz ayağa kalkın! |
to stand up | ayağa kalkmak |
to sprain /twist one's ankle | ayağı burkulmak |
put your foot down (on the gas)! | Ayağını gaza bas ! |
Stretch your feet according to your quilt / Don't spend more than you can afford. | ayağını yorganına göre uzat |
to lighten up / to brighten / to become enlighted | aydınlanmak |
to brighten / to lighten | aydınlatmak |
bright / brightness | aydınlık |
stallion | aygır |
device /aid (pl. equipment) | aygıt |
bear | ayı |
conscious / sober / wide awake | ayık |
to remain sober | ayık kalmak |
to keep awake | ayık tutmak |
to pick out /sort out /pluck /extract | ayıklamak |
shame / reproach /blemish / fault | ayıp |
to behave shamefully /disgrace | ayıp etmek |
Shame on you | ayıp sana |
free from defects | ayıpsız |
He who looks for a friend without blemish remains friendless. | Ayıpsız dost arayan dostsuz kalır. |
to take into pieces / to seperate / to disassemble | ayırmak |
to differentiate | ayırt etmek |
to reserve / to book | ayırtmak |
idly | aylak aylak |
monthly | aylık |
salary (= monthly payment) | aylık |
with a monthly salary | aylıkla |
mirror | ayna |
his reflection (which was) in the mirror | aynadaki yansıması |
A person's mirror are his works,words are not looked at. (Actions speak louder than words) | Aynası iştir kişinin, lâfa bakılmaz. |
the same / ditto / exactly / just the same ( adv) | aynen |
exactly | aynen öyle |
that's right / exactly / precisely | aynen öyle |
the same (adj) | aynı |
at the same time | aynı anda |
the same dull beech leaves | aynı donuk kayın ağacı yaprakları |
We don't agree | aynı fikirde değiliz |
to agree; to be of the same opinion | aynı fikirde olmak |
don't make the same mistake again | aynı hatayı tekrar yapma |
the same thing | aynı şey |
to continue to say the same things | aynı şeyleri söyleyip durmak |
seperate / dissimilar / distinct | ayrı |
seperately | ayrı ayrı |
moreover /also (a) | ayrıca |
Also, I don't like familiarities. | Ayrıca laubaliliği de sevmem. |
priviledge | ayrıcalık |
to add distraction | ayrıcalık kazandırmak |
I am priviledged | ayrıcalıklıyım |
we broke up | ayrıldık |
separation | ayrılık |
Ablative | ayrılma hâli - -den hâli |
to leave; to depart; to break up | ayrılmak |
detail | ayrıntı |
It was like apart from a few touches he didn't care to bother for the details. /As for the details he didn't seem to have cared enough for more than just a few taps. | Ayrıntı olarak da birkaç dokunuştan öte bir zahmete girecek kadar umursamamış gibiydi. |
moonstone /Mondstein (pearly white /consisting of alkali feldspar) | aytaşı |
Quitte | ayva |
drunkard /drinking | ayyaş |
sunflower oil | ayçiçek yağı |
Sunflowerseed | ayçiçek çekirdeği |
sunflower (lit. moonflower) | ayçiçeği |
little / peu / kaum / not enough | az |
less is more | az ama öz |
Nearly / almost (a) | az daha |
we walked and walked (until we reached..) /in story telling | az gittik uz gittik |
need little / have little need of | az ihtiyaç duymak |
nearly / almost | Az kalsın |
I almost had a car accident. (formal) | Az kalsın bir kaza geçirecektim. |
I almost had a car accident. (spoken) | Az kalsın bir kaza geçiriyordum. |
I almost made a car accident. (formal) | Az kalsın bir kaza yapacaktım. |
I almost made a car accident. | Az kalsın bir kaza yapıyordum. |
There almost happened a car accident | Az kalsın trafik kazası oluyordu! |
low fat cream | az yağlı krem |
not long time ago /recently | az zaman önce |
just now /a short time ago /a little earlier | az önce |
what you just said to me | az önce bana söylediklerin |
you just made the biggest mistake of your life | az önce hayatının en büyük hatasını yaptın |
what did you just say? | az önce ne dedin sen? |
When I passed a short while ago the place where I had gone only one time (before), the place was exactly as I remembered. | Az önce sadece bir kez gittiğim yerin önünden geçerken yeri tam olarak hatırladım, |
what just happened | az önce yaşadığımız şey |
When I passed a short while ago the place where I had gone only one time (before) | Az önce, sadece bir kez gittiğim yerin önünden geçerken |
descending / sorted descending | azalan sırada |
to decrease / reduce (intransitive) | azalmak |
to decrease / reduce sthg | azaltmak |
greatness /grandeur / magnificence (a) | azamet |
maximum | azami |
maximum dependable capacity | azami güvenilir kapasite |
to scold | azarlamak |
as if she wanted to scold | azarlarcasına |
fierce / furious / wild | azgın |
He who steals a little will also steal a lot. | Azı çalan çoğu da çalar. |
He who steals a little will also steal a lot. | Azı çalan çoğu da çalar. |
a little bit / slightly /fractional/a sprinkle of | azıcık |
minority | azınlık |
Nitrogen / Stickstoff - N 7 | azot |
hungry | aç |
A hungry bear will not dance/play. meaning: "One cannot work on an empty stomach." [This is the kind of proverb with which you might even remind the fact to your boss (surely, an asshole or a bitch) if you are plucky enough.] | Aç ayı oynamaz. |
Are you hungry | Aç mısın |
A hungry chicken dreams (sees) of herself in a wheat store. meaning: [Generally used in a tongue-in-cheek way.] 1. In hopeless situations, one indulges in all sorts of wistful imaginings. | Aç tavuk kendini buğday ambarında görür. |
The person loving the hungry and cold dog gave him food and taking off the coat that was on him covered him. | Aç ve üşüyen köpeği seven kişi köpeğe yemek verip üstündeki montu çıkararak üstüne örttü. |
azalee | açelya |
I even watered the azalee | açelyayı bile suladım |
angle | açı |
clear / open / light (for colours) | açık |
her open eyes frozen in disbelief | açık gözleri inanmazlıkla donmuş |
a woman whose open eyes were frozen in disbelief | açık gözleri inanmazlıkla donmuş bir kadın |
to establish an open communication | açık iletişim kurmak |
light blue | açık mavi |
for obvious reasons | açık nedenlerden dolayı |
to be kept open | açık tutulmak |
to explain | açıklamak |
to not explain | açıklamamak |
to make somebody explain something | açıklatmak |
to cause sb to make sb explain sth | açıklattırmak |
to cause sb to cause sb to make sb explain sth | açıklattırtmak |
to cause sb to cause sb to cause sb to make sb explain sth | açıklattırttırmak |
clarity / openness | açıklık |
to clarify /to bring in clarity (a.k.) | açıklık kazandırmak |
to restore clarity / to get straight | açıklığı kavuşturmak |
clearly/ plainly /manifestly/ distinctly | açıkça |
frankly speaking / strictly speaking /to tell the truth | açıkçası |
To be honest I didn't do much. | Açıkçası pek bir şey yapmadım. |
return without opening | açılmadan iade |
to become open / to get lighter(heller) / to open up into... / to lead to | açılmak |
to reveal | açığa vurmak |
to be revealed/ to be brought into the open (ç) | açığa çıkarılmak |
to reveal / to bring to the open (ç) | açığa çıkarmak |
off shore / in the open (naut. term) here: away from | açığında |
hunger | açlık |
to open / to turn on/up | açmak |
net /web | ağ |
network services dedicated devices | ağ hizmetleri adanmış cihazlar |
older brother | ağabey |
his uncle's son whom he called his older brother | ağabeyi dediği amcasının oğlu |
It is the worms that (eat up and) destroy a tree; it is his worries that (eat up and) "finish" a man. | Ağacı kurt, insanı dert yer. |
He leaned against the tree trunk. | Ağacının gövdesine yaslanmıştı. |
time before sunrise / sky is getting light blue / sun not yet to be seen ('whitening') | ağarma |
to become lighter/ to become/turn white | ağarmak |
tree | ağaç |
"A tree can only be bent when it is wet (not old and dried up.)" i.e. You can't teach an old dog new tricks. | Ağaç yaş iken eğilir. |
afforestation /Bewaldung | ağaçlandırma |
The trees will flower in a few weeks. | Ağaçlar birkaç haftaya kadar çiçek açacak. |
Though the trees grew longer/tall | Ağaçlar uzasa da |
Though the trees grew longer/tall and the sky shone brightly | Ağaçlar uzasa ve gökyüzü pırıl pırıl parlasa da |
Though the trees grew longer/tall and the sky shone brightly very (ç) few people could stay there for long without having an accident. | Ağaçlar uzasa ve gökyüzü pırıl pırıl parlasa da çok az insan bir kaza geçirmeden orada uzun süre kalabilirdi. |
In the trees the voice of the birds had ceased | Ağaçlarda kuşların sesi dinmişti |
It lightened the trees with a blood coloured light. | Ağaçları kan rengi bir ışıkla aydınlattı. |
in open places where the (number of) trees thinned down | ağaçların seyreldiği açıklık yerlerde |
sheep fold/ sheep pen | ağıl |
heavy / weighty / grave / severe | ağır |
She had a beauty that is slowly discovered | ağır ağır keşfedilen bir güzelliği vardı |
accepting / dignified/ sober-minded/ unpertubably (lit.heavy-headed) | ağır başlı |
a heavy silence | ağır bir sessizlik |
heavy/ deep sleep | ağır uyku |
to entertain / welcome / receive / show hospitality | ağırlamak |
to get heavy / to get harder / to get serious / to spoil (food) | ağırlaşmak |
weight | ağırlık |
weight lifting | ağırlık kaldırma |
weight lifting | ağırlık kaldırma |
to lift weights | ağırlık kaldırmak |
lamentation /wail | ağıt |
to mourn / lament / wail | ağıt yakmak |
(Book of) Lamentations | Ağıtlar |
mouth | ağız |
dog - breath / jemand mit Mundgeruch (l) | ağız leş gibi kokan kimse |
to cry | ağlamak |
her eyes swollen from crying | ağlamaktan şişmiş gözleri |
A quiet baby gets no suck. It's the creaking wheel that gets the grease. | Ağlamayan çocuğa meme verilmez. |
She was crying, because they were arrogant to her. | Ağlıyordu, çünkü ona kabadayılık taslıyorlardı. |
pain | ağrı |
painkiller | ağrı kesici |
to take painkillers | ağrı kesici içmek |
Aches and pains | ağrılar ve acılar |
Aches and pains turned into distant memories, then vanished. | Ağrılar ve acılar uzak anılara dönüştü, sonra yok oldu. |
to be in pain | ağrısı olmak |
August | Ağustos |
a rudeness like speaking when his mouth was full | ağzı doluyken konuşmak gibi bir kabalık |
to be over the moon / for the mouth to reach the ears | ağzı kulaklarına varmak |
overjoyed / grin from ear to ear (lit his mouth is in his ears) | Ağzı kulaklarında |
He doesn't talk much (lit. He has a mouth, he doesn't have a tongue) | ağzı var dili yok |
His mouth and fingers were sticky. | Ağzı ve parmakları yapış yapıştı. |
from my mouth | ağzımdan |
Don't talk when your mouth is full! | Ağzın doluyken konuşma ! |
Get out the beans that are in your mouth / spill the beans / let's hear it / let the cat out of the bag | ağzındaki baklayı çıkar |
to tuck in *to stuff one's mouth | ağzını tıka basa doldurmak |
Spit downwards, but your beard gets in the way; spit upwards, but your moustache is there. : facing a situation in which one has to choose between two equally disaster-spelling options. | Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. |
up and down (lit. Down and up) | aşağı ve yukarı |
More or less / approximately | aşağı yukarı |
(that is) lower | aşağıdaki |
There is a noise downstairs (lit. There are noises coming from downstairs.) | Aşağıdan gürültüler geliyor. |
to despise, to run sb down, to degrade /humilate | aşağılamak |
vile / wicked / mean | aşağılık |
downwards | aşağıya |
(towards /straight) downwards | aşağıya doğru |
vaccination | aşı |
certificate of vaccination | aşı kağıdı |
to take vaccination | aşı tutmak |
to fall in love | aşık olmak |
obvious (a) | aşikâr |
familiar (a) | aşina |
a melody (e) that was familiar | aşina olduğu bir ezgi |
it sounded (was) to her ear as if a familiar melody was played | aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına |
extreme | aşırı |
overenthousiastic | aşırı coşkulu bir hâlde |
to an extreme degree / extremely | aşırı derecede |
passionate desire | aşırı istek |
love (romantic) | aşk |
love life | aşk hayatı |
I don't want to talk about my love life. | Aşk hayatımdan konuşmak istemiyorum |
Love conquers all / Amor omnia vincit | Aşk her güçlüğü yener |
my love | aşkım |
to cross; to exceed | aşmak |
Ashure or Noah's Pudding is a Turkish dessert porridge that is made of a mixture consisting of grains, fruits, dried fruits and nuts. | aşure |
the cook | aşçı |
father | baba |
grandmother (paternel) | babaanne |
My father isn´t considering the same political ideas his own as my uncle . | Babam amcamla aynı siyasî düşünceleri benimsemiyor. |
My father thinks I was frightened of the shadows of the trees. | Babam ağaçların gölgesinden ürktüğümü düşünüyor. |
My father works together with his younger brother. (lit. my young uncle) | Babam küçük amcamla beraber çalışıyor. |
You are my Fatger, my God and the Rock of my salvation. (Ps 89: 27) | Babam sensin ... Tanrım, kurtuluşum kayası ! |
my dad doesn't know anything about technology | babam teknoloji hakkında hiçbir şey bilmiyor |
my father is weary (because of age) /physically and mentally tired (not: collapsed!) | babam çöktü artık |
Stay at home until your dad comes. | Babanı gelene kadar, evde kal. |
The father gives to his son a vineyard, the son doesn't give to the father a bunch of grapes. | Babası oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş. |
the area where her father was a priest | babası rahipliğini yapmakta olduğu bölge |
the area where her father was a priest | babası rahipliğini yapmakta olduğu bölge |
her father's furious temperament had passed on to her. | Babasının öfkeli mizacı ona geçmişti. |
dude (b) | babo |
chimney | baca |
leg | bacak |
I tried to stretch my legs. | Bacaklarımı esnetmeye çalışırım. |
She tries to stretch her legs. | Bacaklarını esnetmeye çalışır. |
The smoke coming out of the chimneys gave a woody smell to the air. | Bacalardan çıkan duman havaya odunsu bir koku veriyordu. |
my leg throbbed | bacağım zonkluyordu |
almond | badem |
tonsilitis / Mandelentzündung | bademcik iltihabı |
tonsils / Mandeln (body) | Bademcikler |
There's inflammation in your tonsils. (Mandeln) | Bademciklerinizde iltihap var. |
crisis / misfortune | badire |
to survive a crisis / to weather the storm / endure the difficult situation | badire atlatmak |
badminton | badminton |
she enjoys playing badminton, but she likes sailing more | badminton oynamayı sever ama yelkeni daha çok sever |
luggage | bagaj |
My luggage is too heavy | bagajım çok ağır |
pretext / Vorwand | bahane |
Spring (b) | bahar |
When Spring comes the surroundings turn green | Bahar gelince ortalık yeşerir |
Curry powder | baharat harmanı |
spice mixture / Kräutermischung | baharat torbası |
spices /Gewürze | baharatlar |
spicy / seasoned | baharatlı |
spicy dishes | baharatlı yemekleri |
The arrival (coming) of Spring (b) | Baharın gelmesi |
a bet / a wager (b) | bahis |
I bet it was not yet invented. | Bahse girerim ki, henüz icat edilmemiştir. |
to bet / enter a wager (b) | bahse girmek |
to tell (in conversation) | bahsetmek |
fortune /luck /chance (b) | baht |
unfortunate /illfated (b) | bahtsız |
whoever the unfortunates might be | bahtsızlar kim olsa olsun |
garden | bahçe |
gardening | bahçecilik |
gardener | bahçıvan |
Gardeners came and took those accidentally left behind as well away | bahçivanlar gelip istemeden geri kalmış olanları da el arabalarıyla götürdüler |
tips / Trinkgeld / pourboire | bahşiş |
Here is a tip ! | Bahşiş burada. |
Let me explain it to you ! | Bak, sana anlatayım ! |
minister | bakan |
He was a minister | bakanlık yapmış |
In a written statement from the Ministry | Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada |
Excuse me ? (to draw attention e.g. to a waiter) (lit. can you look?) | Bakar mısınız ? |
If you take care it will become a vineyard if you don't take care it will become a mountain. | Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur. |
to maintain /to service | bakımını yapmak |
well kept / snug / geplegt | Bakımlı |
a well kept little (market) place | bakımlı küçük bir meydan |
to look around / to look about | bakınmak |
copper/ Kupfer - Cu 29 (Geniş metaleri /Metalik kahverengidir) | bakır |
malachite | bakır taşı |
a cupper wire | bakır tel |
a little flask that seemed to be made out of copper | bakırdan yapılmış gibi görünen küçük bir matara |
virgin | bakire |
look / regard | bakış |
point of view | bakış açısı |
to give a point of view | bakış açısı kazandırmak |
If looks could kill I would have died now | Bakışlar öldürebilseydi şu an ölmüştüm. |
with pure(k) fear in his gaze / its very gaze fear | bakışlarında katışıksız korkuyla |
(fava) bean | bakla |
Hülsenfrüchte | Bakliyat |
to look | bakmak |
If by looking one can become a master the dog would be a butcher. | Bakmakla usta olunsa köpek kasap olurdu. |
honey | bal |
honey and beewax making insects | bal ve bal mumu yapan böcekler |
Wade /Unterschenkel /shank | baldır |
ballet | bale |
ballet teacher | bale hocası |
fish | balık |
A fish stinks from the head on (a corruption begins from the top) | Balık baştan kokar. |
fish (meat) | balık eti |
He doesn't like fish. | balık sevmez |
fishing | balık tutmak |
headfirst / headlong / thoughtlessly / Hals über Kopf | balıklama |
to jump at something /to fling oneself at something / to dive headfirst into something (d/a) | balıklama dalmak - balıklama atlamak |
fisherman | balıkçı |
The fishermen are fishing until the evening. | Balıkçılar akşama kadar balık tutuyor. |
fishery / Fischerei / la pêche | balıkçılık |
whale | balina |
marine mammal of the whales living in pods(groups) in mild and warm seas that can reach a length of three meters | Balinalardan,ılık ve sıcak denizlerde sürüler durumunda yaşayan, boyları üç metreye kadar erişebilen, memeli deniz hayvanı |
balcony | balkon |
to tell in all colours /to go in raptures about | ballandıra ballandıra anlatmak |
bee wax | balmumu |
pufferfish /Kugelfish | balon balığı |
very different / utterly different / quite different | bambaşka |
to me (dat) | bana |
Tell me about your family | bana ailenden bahset |
Tell me who are your friends and let me tell you who you are. | Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. |
the way he looked at me | bana bakma tarzı |
I did not like the way (t) he looked at me | Bana bakma tarzından hoşlanmadım. |
(How about you) don't look at me! | Bana bakmasana! |
it's up to me | bana bağlı |
Can you give me a glass of water? | Bana bir bardak su verebilir misin? |
Bring me a coffee! | Bana bir kahve getir! |
He threw a snowball at me. | Bana bir kartopu attı. |
Can you give me an example? | Bana bir örnek verir - verebilir misin ? |
Tell me that ! | Bana bunu söyle! |
If you don't feel like answering me you can leave it. / Wenn du keine Lust hast mir zu antworten, kannst du ez auch sein lassen. | Bana cevap vermek hiç içinden gelmiyorsa, vermesen de olur. |
far be it from me (lit. it does not fall to me) | bana düşmez |
Come to me. I (will) give you rest. | Bana gelin. Ben size rahat veririm. |
when it comes to me /concerning me | bana gelince |
He told me to go / He told me that I should go | bana gitmem gerektiğini söyledi |
you can count on me | bana güvenebilirsin |
He gives me a present every day. | bana her gün bir hediye veriyor |
She always makes me do my homework. | Bana her zaman ödevlerimi yaptırtır. |
Tell me about your relationship | bana ilişkinden bahset |
for my part / for all I care / for what concerns me / (if it remains to me) synonym to bana gelince | bana kalırsa |
What is that to me ? Qu'est- ce que cela peut me faire ? | Bana ne ? |
You have given me joy. In peace (e) I lay down and sleep. For you alone,Lord keep me in safety. (Ps.4: 7-8) | Bana sevinç verdin. Esenlik içinde yatar uyurum. Çünkü yalnız Sen, ya Rab, beni güvenlik içinde tutarsın. |
He made me a bed from squirrel furs (p) | Bana sincap postlarından bir yatak yaptı. |
You can ask me | Bana sorabilirsin |
It's ok with me! | Bana uyar! |
Don't lie to me | bana yalan söyleme |
Can you help me (polite) | bana yardım edebilir misin |
Can you help me ? Konnen Sie mir helfen? (Very polite) | bana yardım edebilir misiniz? |
Could uou help me (ultra polite) | Bana yardım edebilir miydiniz? |
Is there someone who can help me? | Bana yardım eden var mı? |
Can you /would you help me ? (Simply spoken) | bana yardım eder misin |
Do you want to help me? | bana yardım etmek ister misin? |
You are not helping me very much. | Bana çok fazla yardım etmiyorsun. |
It seems very strange to me. | Bana çok garip geliyor. |
it seems to me / I have a feeling that / I am under the impression that | bana öyle geliyor ki |
it seems to me that / it strikes me that / I'm under the impression that / I have an idea that | bana öyle geliyor ki |
It seems to me that whenever I don't take my umbrella, it's raining and I get wet. | Bana öyle geliyor ki ne zaman şemsiyemi almazsam yağmur yağıyor ve ben ıslanıyorum. |
I was under the impression that | bana öyle geliyordu ki |
He gave me his word of honor | Bana şeref sözü verdi |
The bank is open. | banka açık |
to withraw money from the bank account | Banka hesabından para çekmek |
to withdraw money from the bank | Bankadan para çekmek |
Let's go to the bank. | Bankaya gidelim. |
he robbed the bank in broad daylight | bankayı güpegündüz soydu |
They are robbing the bank. | Bankayı soyuyorlar. |
bathroom | banyo |
to scrubb the bathtop | banyo küveti ovmak |
pub / bar | bar |
red mullet / Rotbarbe (20cm (max 30cm) perchlike Mediterr,N.E Atlantik, Karadeniz. Live on muddy or sandy grounds) | barbunya |
at (least) /might as well /then | bari |
shelter /hiding place (of low quality e.g. a dog's hut / place for homeless people ) | barınak |
to take shelter / harbour / lodge /unterkommen / hausen (longer than sığınmak which is only looking for a temporary shelter) | barınmak |
apparant /clear /as plain as a pikestaff (ba) | bariz |
peace | barış |
to make up | barışmak |
we should make up | barışmalıyız |
bazalt | basalt |
step / Stufe | basamak |
to walk up the stairs one by one | basamakları tek tek çıkmak |
to walk up the stairs | basamakları çıkmak |
a printed clause (condition) | basılmış şart |
press members | basın mensubu |
pressure | basınç |
primitive /simple / easy / lowleveled | basit |
basical observation / simple observation | basıt gözlem |
primitivity / vulgarity | basitlik |
It is vulgarity | basitliktir |
basketball | basketbol |
basketball is the most popular sport | basketbol en popüler spor |
I enjoy playing basketball | basketbol oynamayı severim |
pressure / impression / print | baskı |
print layout | baskı sayfa düzeni |
to press / make pressure / squeeze / bear against | baskı yapmak |
a raid | baskın |
to dominate / triumph over (b.g.) | baskın gelmek |
to raid | baskın yapmak |
to dominate / triumph over (b.ç.) | baskın çıkmak |
to feel pressure | baskıyı hissetmek |
to be unable to handle the pressure | baskıyı kaldıramamak |
step on / press / print / stamp | basmak |
to suppress | bastırmak |
swamp | bataklık |
west | batı |
out west | batıda |
there will be showers out west | batıda sağanak yağışlar olacak |
to be superstitious and ignorant | batıl inançlı ve cahil olmak |
westwards | batıya |
to sink (soleil) | batmak |
blanket / cover | battaniye |
sunken | battı |
a sunken fish goes sideways / let's throw caution to the wind /better to be hung for a wolf than a sheep | battı balık yan gider |
The fish that has sunk will swim on the side ( what is done is done / you can't save the situation/in for a penny in for pound) | Battı balık yan gider. |
suitcase | bavul |
Lady (b) | bayan |
Pretty much / considerably / quite a bit (b) | bayağı |
common bussard /Mäusebussard | bayağı şahin |
faint / unconscious | baygın |
to faint / to adore | bayılmak |
to put to sleep | bayıltmak |
hill / slope (b) | Bayır |
owl | baykuş |
an owl's howling / Eulengeheul | baykuş feryadı |
gentlemen | baylar |
flag | bayrak |
holiday /feastday /day off /festive /festlich | bayramlık |
to talk inappropriate / curse ( lit. to festively open one's mouth) | bayramlık ağzını açmak |
festive clothes / sunday clothes (e/g) | bayramlık elbise - giysi |
sometimes | bazen |
Sometimes I fall in love, sometimes I die. | Bazen aşık olur,bazen ölürüm. |
Sometimes it has also some practical advantages that our memory is not as powerful as (the one) of books. | Bazen belleğimizin kitaplar kadar güçlü olmamasının pratik yararları da var. |
Sometimes when I watch moves I am as if I were inside the film. | Bazen film seyrederken,ben de filmin içindeymişim gibi olur. |
Sometimes she wears a red dress | bazen kırmızı bir elbise giyer |
Sometimes, when I am ready to go, the weather is cloudy! | Bazen, tam gitmeye hazır olduğum zaman hava bulutlanır! |
some - some (pl) (ba) | Bazı - Bazıları |
Some fishermen go to the Black sea to fish. | Bazı balıkçılar balık tutmak için Karadeniz'e gidiyorlar. |
in some regions | bazı bölgelerde |
Some people try to change their fate. | Bazı insanlar kadelerini değiştirmeye çalışılar. |
Some people believe in destiny. | Bazı insanlar kadere inanır. |
to locate someone by following s.o.'s hints / to trace | bazı ipuçlarını izleyerek birinin yerini saptamak |
Some clients are not very kınd. | Bazı müşteriler hiç nazik değildir. |
for some reasons (n) | bazı nedenlerden dolayı |
Some people apply a more religious approach. | Bazıları daha dindar bir yaklaşım uygular. |
Some people look at coffee grounds to learn about the future. | Bazıları gelecek öğrenmek için kahve telvelerine bakar. |
Some believe that God created the world with an instant miracle. | Bazıları Tanrı'nın dünyayı anlık bir mucızeyle yarattığına inanır |
vineyard | bağ |
Vintage /Weinlese/ vendange | Bağ bozumu |
to get on well with / to comply with / to consort / to agree with | bağdaşmak |
it does not comply with (fact) / it is not compatible | bağdaşmamaktadır |
addicted | bağımlı |
to become addicted | bağımlı hale gelmek |
to make addicted | bağımlı hale getirmek |
independant | bağımsız |
being independant | bağımsız olarak |
to yell at someone | bağırmak |
bowels/intestine | bağırsak |
to immunize | bağısıklık kazandırmak |
immunity /exemption / dispensation | bağışıklık |
1. to give (as a gift) / schenken 2. to forgive | bağışlamak |
to ask for God's forgiveness (b) | bağışlanması için Tanrı'ya yalvarmak |
after attaching | bağladıktan sonra |
to bind / bond / connect | bağlamak |
ties /bindings /bonds | bağlar |
the ones connecting | bağlayanlar |
But those (quant à ceux) who connect / attach | bağlayanlarsa |
to depend on | bağlı olmak |
loyality/ allegiance / devotion / adherence / attachment | bağlılık |
shouts/ grudges | bağrışmalar |
head | baş |
headache | baş ağrısı |
to cooperate (lit. give head to head) | Baş başa vermek |
As long as you don't cooperate the stone won't move. | Baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz. |
troublemaker | baş belâsı |
dazzling | baş döndüren |
head phone | baş kulaklığı |
certainly / yes / with pleasure | baş üstüne |
what happens (to s.o.) has to be endured (is endured) | Başa gelen çekilir. |
to happen (to s.o.) | Başa gelmek |
ear (corn) /head of grain / Ähre | başak |
success | başarı |
successful | başarılı |
a successful marriage | başarılı evlilik |
You have to work hard to be successful | Başarılı olmak için çok sıkı çalışmak zorundasınız |
I used to succeed | başarırdım |
a failed/ unsuccessful marriage | başarısız evlilik |
successful | başarlı |
achieve /succeed / accomplish | başarmak |
upside down /topsy turvy | başaşağı |
prime minister / chancellor | başbakan |
in trouble (b.d.) | başı dertte |
to be in trouble (b.d.) | başı dertte olmak |
her head is constantly turning | başı sürekli sürekli dönüyor |
uncontrolled / unpredictable / random | başıboş |
I am in trouble (b.d.) | başım dertte |
Something weird happened to me. | Başıma garip bir olay geldi. |
She kept pestering at me, what shall I do ? | Başımın etini yedi, ne yapayım ? |
to stand next to something in order to watch it / protect it | başında durmak |
The one having the helm on his head | Başında miğfer olan |
He had a conical red hat with a long golden tassel at its end on his head | Başında, ucundan uzun, altın bir püskülün sallandığı kırmızı bir külahı vardı |
to leave s.o. / sthg | başından ayrılmak |
to spin one's head / to go to s. o. 's head / to carry away / to bedazzle | başını döndürmek |
It/He will bite your head off | Başını ısırarak koparacak. |
He shook his head. | Başını salladı. |
to nag at s.o. (for sthg) / to pester /keep on someone (about something)/to badger someone to death / plague somebody's life out | başının etini yemek |
another | başka |
for some other reasons | başka bazı nedenler yüzünden |
another arrangement | başka bir düzenleme |
they need to find another arrangement | başka bir düzenleme bulmaları gerekir |
Any other reason (s) | Başka herhangi sebep |
Without thinking of any other reason (s) | Başka herhangi sebepten düşünmeden |
(an)other option | başka seçenek |
I have no choice. | Başka seçeneğim yok. |
Do you have another question ? | Başka sorun var mı? |
Others think that Allah made use of evolution to create our earth. | Başkaları Allah'ın dünyamızı yaratmak için evrimden yararlandığını düşünür. |
to defend the rights of others | başkalarının haklarını savunmak |
They are expected to defend the rights of others. | Başkalarının haklarını savunmaları beklenir. |
to be expected to defend the rights of others | başkalarının haklarını savunması beklenmek |
the presence of others | başkalarının varlığı |
the presence of others can hinder your creativity. | başkalarının varlığı yaratıcılığınızı engelleyebilir. |
president / chairman | başkan |
It was different, completely different | Başkaydı, bambaşka. |
capital / Hauptstadt | başkent |
to begin | başlamak |
beginning | başlangıç |
for a start / to begin with | başlangıç olarak |
I take some soup to begin with | başlangıç olarak biraz çorba alayım |
their heads upright | başları dik |
They put their heads together. rep. ( lit. They extended their heads to one another) | Başlarını birbirlerine uzatmıştı. |
the initiated investigation | başlatılan soruşturma |
to be started /initiated/ launched | başlatılmak |
to start /initiate / launch | başlatmak |
hood | başlık |
Can I have a helmet ? (e.g. bike/motorbike...) | Başlık alabilir miyim? |
Thumb /Daumen | başparmak |
a tangle of bushes having hooked yellow thorns as long as my thumb | başparmağım uzunluğunda, çengel biçiminde, sarı dikenleri olan karmaşık çalılar |
Head physician / Medical superintendent / Consultant / Chief physician | baştabib |
from the beginning until the end | baştan sona kadar |
I read twice from beginning to end | Baştan sona kadar iki kez okudum. |
bedside | başucu |
the applicants | başvuranlar |
to apply (e.g. for a job) | başvurmak |
masterpiece | başyapıt |
it was a masterpiece | başyapıttı |
dude (m/fem) (b) | be |
dude (be) | bebe |
baby | bebek |
diapers | bebek bezi |
I had forgotten how tiny babies can be. | Bebeklerin ne kadar küçük olabileceğini unutmuşum. |
I could not manage | beceremedim |
Talent/skill/ adeptness/ cunning / know how/ proficiency | beceri |
in a clumsy way | beceriksiz bir şekilde |
clumsily / awkwardly / helplessly | beceriksizce |
skills | beceriler |
skillfully | beceriyle |
he skillfully was keeping his balance | beceriyle dengesini koruyordu |
I did not manage | becermedim |
to manage / to get something done (careful- not use with human direct object) | becermek |
Free vinegar is sweeter than honey. | Bedava sirke baldan tatlıdır. |
It's for free ! | bedava! |
miserable /unfortunate (b) | bedbaht |
cost / price (b) | bedel |
at any cost / no matter what's the cost (b) | bedeli ne olursa olsun |
body (b) | beden |
for your body | bedeniniz için |
in any case /no matter what happens (b) | behemehal |
beaker (chemistry glass cup/ measuring cup) | beher |
per / apiece /each | beher |
each and every loss | beher hasar başına |
each and every accident | beher kaza başına |
each and any occurence | beher olay başına |
per year | beher yıl |
The package I waited for came yesterday. | Beklediğim paket dün geldi. |
To expect / wait for | beklemek |
he doesn't want to wait | beklemek istemez |
No use to wait | beklemenin yararı yok |
expected cost | beklenen maliyet |
Unexpected /Unforeseen /surprise | beklenmedik |
To be expected | beklenmek |
expectations | beklentiler |
hang on | bekleyin |
gooseberry compote / Stachelbeerkompott | bektaş üzümü kompostosu |
gooseberry / Stachelbeere | bektaşiüzümü |
single | bekâr |
For a bachelor it's easy to divorce his wife. (You can't judge a person without being in their shoes) | Bekâra karı boşamak kolay. |
watchman / guard | bekçi |
watchman´s duty / Aufsicht/ la garde | bekçilik |
to stand guard / monter la garde | bekçilik etmek |
to be fed for guardian work | bekçilik işler için beslenmek |
waist /loins /Taille | bel |
spade (b) | bel |
deformed walls | bel veren duvarlar |
the colourful tapestries and paintings distorted by the deformed walls | bel veren duvarların çarpıttığı renkli duvar halıları ve tablolar |
(for a wall/ceiling) to bulge/ sag / be deformed | bel vermek |
trouble (b) | bela |
on the other side of Bela | Bela'nın öbür yanında |
mayor / maire | belediye başkan |
document / certificate (b) | belge |
documentary | belgesel |
evident / pronounced /clear | belirgin |
with a clear authority | belirgin bir otoriteyle |
appear and... | belirip |
to be determined / defined | belirlenmek |
determining factor | belirleyici unsur |
periodocally / at certain intervals | belirli aralıklarla |
periodical (newspaper) | belirli aralıklarla çıkan gazete |
to appear (b) | belirmek |
indicative /stating | belirten |
adverb | belirteç |
Accusative | belirtme hâli - -i hâli |
to point out / to specify / to note / to mention | belirtmek |
maybe | belki |
Maybe if he had some sleep, he could figure out tomorrow. | Belki biraz uykusunu alırsa, yarın çözebilirdi. |
maybe tonight, maybe tomorrow | Belki bu akşam, belki yarın. |
or perhaps | belki de |
Maybe this book is holding (hosting) a secret inside. | Belki de bu kitap, içinde bir sır barındırıyor. |
maybe I have a lack of confidence | belki de güven eksikliğim var |
Perhaps the ocker coloured (b) wall plaster looked/seemed only (s) by twilight so dirty. | Belki de koyu sarı boyalı duvar sıvası sadece alacakaranlık vakti bu kadar kirli görünüyordu. |
Maybe the green window shutters were closed. | Belki de yeşil panjurlar kapalıydı. |
Maybe the green window shutters were only closed because the night was now 'falling' behind the mountains.. | Belki de yeşil panjurlar, gece artık dağların arkasına çöktüğü için kapalıydı. |
Maybe it was good (fitting /useful) for Caroline's playing hide and seek with her friends (fem.). | Belki kız arkadaşlarıyla birlikte saklambaç oynayan Caroline'in işine yarıyordu. |
Maybe they'll go to the theatre. | belki tiyatroya giderler |
Maybe we were much more cunning than him after all. | belki yine de ondan çok daha kurnazdık |
maybe.. I disguise myself | belki... kılık değiştiririm |
memory / recollection (b) / Gedächtnis | bellek |
to lose one's memory | belleğini yitirmek |
certain / determined (b) | belli |
vaguely / indistinctly / faint / nebulous | belli belirsiz |
obviously | belli ki |
she obviously made a mistake | belli ki bir hata yaptı |
she obviously made a mistake | belli ki bir hata yaptı |
schneeweiss | bembeyaz |
I | ben |
I could never work that hard. | Ben asla o kadar çok çalışamazdım . |
I have never known my father. | Ben babamı hiç tanımadım. |
I don't belong here. | Ben buraya ait değilim. |
I was more of a coward. | Ben daha ödlek biriydim. |
Me too / me neither / so do I / neither do I | Ben de |
I don't - didn't really believe that. | Ben de aslında inanmıyorum - inanmadım |
I am hungry too | Ben de açım |
Anyway I was a little late too. | Ben de biraz geç kaldım zaten. |
I'm not happy about it either | ben de bundan memnun değilim |
I happen to be (become like) one of the characters. | Ben de karakterlerden biri oluveririm. |
Nice (to meet) you too | ben de memnun oldum |
it's nice to meet you too | ben de tanıştığımıza memnun oldum |
I thought so | ben de öyle tahmin etmiştim |
that's exactly what i'm saying | ben de öyle diyorum zaten |
I don't like gossip (d) , but.. | Ben dedikoduyu sevmem ama... |
I'm trying to do my best, but it doesn't seem to like me. | Ben elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum,ama benden hoşlanıyor gibi görünmüyor. |
I want to rent a house. | Ben ev kiralamak istiyorum. |
I'm an actor playing in movies and TV series. | Ben film ve dizilerde oynayan bir aktörüm. |
I'm an actor playing in movies and TV series. | Ben film ve dizilerde oynayan bir aktörüm. |
until I come (...ne k) | ben gelene kadar |
until I come (...in.. d) | Ben gelinceye dek |
I have to go. / I must go. | Ben gitmek zorundayım. |
I have to go. I have no choice. | Ben gitmek zorundayım.Başka seçeneğim yok. |
I know I am right | Ben haklı olduğum biliyorum. |
accompanied by an animal with sharp teeth sitting on the table and hissing at me when I entered the kitchen not knowing of anything. | Ben her şeyden habersiz mutfağa girdiğimde masanın üzerinde oturan ve bana tıslayan sivri dişli bir hayvan eşliğinde. |
I managed to catch myself unawares. | Ben kendimi gafil avlamayı başardım. |
I am not overweight, I am slim. | Ben kilolu değilim, zayıfım. |
Whose satellite am I ? | Ben kimin uydusuyum? |
I want retaliationm it's my right... | Ben kısas istiyorum, bu hakkım... |
I don't want an offering (a victim), I want mercy. | Ben kurban değil, merhamet isterim. |
I am not a victim. | Ben kurban değilim. |
If I am not there, they 'll eat you alive (lit. raw) / Si je ne suis pas là, ils te mangeront tout cru. | Ben olmazsam seni çiğ çiğ yerler. |
I made a mistake by dating him. | Ben onla çıkmakla hata yaptım. |
'Guess what he did' when I went there, he drew his sword. (style of speech/most dramatic part of the story - aor neg/ imp neg 3Sg as question) When I went there shall he not draw his weapon? | Ben oraya gidince, o da silâhını çekmesin mi? |
I am just trying to help. | Ben sadece yardım etmeye çalışıyorum |
I never stopped (gave up on) loving you, not even one day. | Ben seni sevmekten bir gün bile vazgeçmedim. |
I will tell you the truth | ben size gerçeği söyleyeceğim |
I belong to your World - to the one's that are in Hogwarts ( Hogwarts'ta olan dünyaya.) | Ben sizin dünyanıza aidim - Hogwarts'takine. |
We will be living far away from each other after I move. | Ben taşındıktan sonra birbirimizden çok uzakta yaşayacağız. |
I am not familiar with technical information. (lit. not a judge of) | Ben teknik bilgilere hâkim değilim. |
I will do it myself | Ben yapacağım kendi ellerimle |
It has been an hour since I last ate. | Ben yemeyeli bir saat oldu. |
I don't like to do homeworks. | Ben ödev yapmayı sevmem. |
I did my part of the job. | Ben üzerime düşeni yaptım. |
I am the youngest of three brothers. | Ben üç kardeşin en küçüğüyüm. |
If I go to the english course (k) I can succeed it | ben İngilizce kursuna gidersem bunu başarabilirim |
I am fine for now | Ben şimdelik iyiyim |
I will continue to think that my favorite actor is more handsome than his. | Ben, benim favori aktörümün onunkinden daha yakışıklı olduğunu düşünmeye devam edeceğim. |
I think (b) | bence |
I think polls are often unreliable | bence anketler çoğu kez güvenilmez |
I think a printed book is more comfortable than e-books and can provide a reasonable reading experience. | Bence basılı bir kitap, e-booklarından daha komforlu ve makul bir okuma tecrübesini verebilir. |
I don't see why not | bence bir sakıncası yok |
I don't think the broken laptop is mine | bence bozuk dizüstü bilgisayar benim değil |
I think so too. | Bence de öyle. |
I think it's too big | Bence fazla büyük |
I think it's cool. | bence havalı |
I think maths is difficult | bence matematik zor |
I think my team may win tomorrow | bence takımım yarın kazanabilir |
I could go if you want me to go. | Benden gitmemi istersen,gidebilirim. |
He does not seem to like me | benden hoşlanıyor gibi görünmüyor. |
He does not seem to like me | benden hoşlanıyor gibi görünmüyor. |
for my sake | benden ötürü |
Blessed is he who does not stumble (s) and fall because of me (for my sake) | Benden ötürü sendeleyip düşmeyene ne mutlu. |
to spot /dapple /dot /freckle /speck | beneklemek |
spotted / dotted / speckled | benekli |
thrush nightingale (dotted nightingale) | benekli bübül |
spotted dalmatian | benekli dalmaçyalı |
a spotted dress | benekli elbise |
forgive me | beni affet |
They applauded me, they accompanied my songs. | Beni alkışlıyor,şarkılarıma eşlik ediyorlardı. |
Can you call me? | Beni arayabilir misin? |
Nobody called me. | Beni arayan yoktu. |
It's all that keeps me going. / Das einzige was mir hilft weiterzumachen. / Das einzige was mich auf den Beinen hält. | Beni ayakta tutan tek şey bu. |
Abandon to run me down! Stop humilating me ! | Beni aşağılamaktan vazgeç! |
Hör mich an / just listen once | Beni bir dinle |
Kannst du mir mal zuhören / Can you just listen to me. | Beni bir dinler misin. |
Kannst du mir einmal zuhören. / Can you just listen once to me ? | Beni bir kerecik olsun dinler misin |
Distract me a bit /Lenk mich etwas ab. | Beni biraz oyala |
Can you drive me to this hotel, please ? | beni bu otele götürebilir misiniz lütfen? |
Fate brought me here. | Beni buraya kader getirdi. |
It is part of an English tradition (g) that doesn't attract me. | Beni cezbetmeyen bir İngiliz geleneği parçası. |
You are driving me crazy. (D) | Beni delirtiyorsun |
I am seasick. | Beni deniz tutar. |
Don't listen to me. | Beni dinleme. |
Can you listen to me? | Beni dinleyebilir misin ? - Beni dinler misin? |
You stood me up (you didn't come to our appointment) Du hast mich versetzt | Beni ektin. |
Don't let them bully me. | Beni ezdirme onlara |
you make me sick (slang) | Beni gıcık ediyorsun |
He pissed me off. | Beni gıcık etti. |
When she saw me, she kissed me twice on the cheeks. | Beni görünce, yanaklarımdan iki kez öptü. |
she never listens to me | beni hiç dinlemiyor |
Don't ever leave me alone ! | Beni hiç yalnız bırakma ! |
He never leaves me alone. | Beni hiç yalnız bırakmaz. |
Who wants to kill/slaughter (k) me ? (a bit unnatural though) | Beni kim katletmek ister ? |
He scared me. | Beni korkuttu. |
he pissed me off / it made me nervous | beni sinir etti |
you cannot blame me / you cannot hold me responsable | beni sorumlu tutamazsın |
Why did you block me on Twitter my friend ? | Beni Twitter'da neden engelledin arkadaşım? |
Warn me! | Beni uyar! |
You drive me crazy (ç) | Beni çıldırtıyorsun. |
I could swear he wanted to kill me. | Beni öldürmek istediğine yemin edebilirdim. |
according to my knowledge he left for good | benim bildiğim kadarıyla bütün bütün gitti |
I do not need to know | Benim bilmeme gerek yok |
that was my top choice as well | benim de ilk seçimimdi |
I feel sleepy too | benim de uykum geldi |
My Lord is the Master of death. I will serve Him without expecting any reward towards the Day of his coming. (from the Wheel of time) | Benim Efendim ölümün Efendisidir. Hiçbir karşılık beklemeden onun geleceği Gün için hizmet ederim. |
My house is for rent. | Benim evim kiralık. |
It was not my fault. | Benim hatam değildi. |
my people, the Kenaanians - were named by the False Romans as Phoenicians | benim insanlarım olan Kenaani'ler - yalancı Romanlılar tarafından Fenikeliler olarak isimlendirilmişlerdi |
For me, learning a language carries a different meaning than everyone understands. | Benim için bir dil öğrenme herkesin anlayabildiğinden farklı bir anlamı taşır. |
For me, learning a language has a different meaning than everyone understands. (can understand) | Benim için bir dil öğrenmenin herkesin anlayabildiğinden farklı bir anlamı vardır. |
for my sake (u) | benim uğruma |
(Hi) it's me! | Benim! |
with me | benimle |
would you be friends with me? | Benimle arkadaş olur musun? |
Will you marry me? | Benimle evlenir misin? |
Talk to me | benimle konuş |
Do you want to come to the party with me ? | benimle partiye gelmek ister misin? |
He hasn't spoken to me in a long time. | Benimle uzun süredir konuşmamıştı. |
to consider one´s own, to feel one´s own | benimsemek |
but me / me on the other hand | bense ( ben ise) |
without me | bensiz |
To ressemble /look like /remind of | benzemek |
suchlike /quasi / seinesgleichen/ihresgleichen/dergleichen | benzeri |
suchlike places | benzeri yerler |
similarity / ressemblance /Ähnlichkeit | benzerlik |
The ressemblance (likeness) is obvious. (a) | Benzerlik aşikâr. |
unique (b) | benzersiz |
uniqueness /incomparability / dissimilarity | benzersizlik |
parable / comparison | benzetme |
fuel / petrol | Benzin |
It takes petrol. | Benzin alır. |
to be a couple | beraber olmak |
we used to be a couple, but not anymore | beraberdik, ama artık değiliz |
draw/ scoreless / unentschieden | berabere |
to draw /tie (sport) / unentschieden spielen | berabere kalmak |
horrible / wretched /lousy / disgusting | berbat |
to turn into a mess | berbat bir hal almak |
to turn into a mess | berbat bir hal almak |
atrociously / accursedly / dismally / rottenly | berbat bir şekilde |
to spoil / to make mess of | berbat etmek |
you look like a mess | berbat görünüyorsun |
foul smelling / evil smelling / stinking / putrid (b) | berbat kokan |
I know it sucks | berbat olduğunu biliyorum |
terrible times | berbat zamanlar |
hairdresser (b) | berber |
Thank God (b) owner of the voice was persistent. | Bereket sesin sahibi inatçıydı. |
since (+abl) (referring to a completed action) | beri |
Beryllium -Be 4 | Berilyum |
Why are you going to Berlin. Go to Vienna instead. | Berlin'e gideceğine Viyana'ya git |
clear / bright (b) | berrak |
pea / Erbse | beselye |
to be fed | beslenmek |
worse (b) | beter |
to turn white as chalk /to turn pale from fear | beti benzi atmak |
to describe (a quality nice /beautiful /newly constructed - not for giving directions !) | betimlemek |
the view and the intuition to be described | betimlenecek görüş ve sezgi |
white | beyaz |
appliance store (washing machines etc) | beyaz eşya dükkanı |
white currants / weiße Johannisbeere | beyaz frenküzümü |
with white (snow) all around | beyaz içinde |
Zest /white skin /weiße Haut - zwischen Fruchtfleisch und Schale | beyaz kabuk |
white rice | beyaz pirinç |
the White House (lit. white palace) | Beyaz Saray |
white-skinned / fair | beyaz tenli |
white wine | beyaz şarap |
gentleman | beyefendi |
brain (b) | beyin |
brain storm | beyin fırtınası |
When the brain gets bored | Beyin sıkılınca |
The brain when it gets bored wants to fill this emptiness/gap. | Beyin sıkılınca bu boşluğu doldurmak ister. |
I am not (just) a brainless eating machine. (quotation from the shark in Nemo) | Beyinsiz yemek makinesi değilim. |
Even when his brain and his heart get fixed he can restore them. | Beyni ve kalbi zedelendiğinde bile onarabiliyor. |
The gentleman took of his gloves and his top hat (Zylinder) | Beyzade, eldivenlerini ve silindir şapkasını çıkardı. |
baseball | beyzbol |
Cloth /Tuch (linen) | bez |
to wrap into the cloth /in das Tuch einwickeln | beze sarmak |
to decorate / adorn (b) | bezemek |
to change the diapers | bezini değiştirmek |
I helped to change the diapers | Bezini değiştirmeye yardım ettim. |
to be liked | beğenilmek |
in a neighbourhood (m) they didn't like (b) | beğenmedikleri muhitlerde |
to like | beğenmek |
5 - 3 = 2 | beş eksi üç eşittir iki. |
Five fingers are not one. (Not everybody in a group can be alike) | Beş parmak bir olmaz. |
If I don't eat something for 5 hours, I get very hungry - habit / happens every time | Beş saat bir şey yemezsem çok acıkıyorum |
five prayer times | beş vakit namaz |
she had a pretty good career five years ago | beş yıl önce oldukça iyi bir kariyeri vardı |
It was five to eight. | beşe sekiz kalaydı |
human science / humanities | beşeri bilimler |
the fifth | beşinci |
Encore / Zugabe | bi daha |
pepper | biber |
rosmary | biberiye |
pepper shaker | biberlik |
to disgust / sicken/bore | bıktırmak |
Guess what (b b) spoken | bil bakalım |
Guess whose birthday is today. (spoken b b) | Bil bakalım bugün kimin doğum günü |
Guess who is here (spoken bb) | Bil bakalım kim geldi |
Guess what happened (spoken bb) | Bil bakalım ne oldu |
Bilbo's dwelling had become quite cluttered with belongings of the course of his long life. | Bilbo'nun meskeni uzun yaşamının seyrine ait eşyalarla oldukça ıkış tıkış bir hâl almıştı. |
Bilbo was convinced that Lobelia had nicked quite a few (e) spoons from the house. | Bilbo, Lobelia'nın evden epeyce kaşık yürütmüş olduğu kanısındaydı. |
They gave away more (secrets) than they knew. | Bildiklerinden daha fazlasını ele veriyorlardı. |
reported /announced | bildirilen |
to report | bildirmek |
as far as I know | bildiğim kadarıyla |
even | bile |
wrist /ankle | bilek |
to be sharpened / honed / gewetzt werden | bilenmek |
ticket | bilet |
Tickets please | Biletler lütfen |
bracelet | bilezik |
wisdom | bilgelik |
knowledge / information/ understanding | bilgi |
to inform / instruct | bilgilendirmek |
knowledgeable | bilgili |
computer hardware | bilgisayar donanımı |
computer program | bilgisayar programı |
computer software | bilgisayar yazılımı |
my computer is running out of power | bilgisayarımın şarjı bitiyor |
He likes to play games on his computer. | Bilgisayarında oyun oynamayı sever. |
uninformed /ignorant / unlearned | bilgisiz |
Enthusiasm (h) without knowledge is good for nothing | Bilgisiz heves işe yaramaz |
Enthusiam without knowledge is good for nothing, hastiness misleads people. (drops them to errors) | Bilgisiz heves işe yaramaz, acelecilik insanı yanılgıya düşürür. |
ignorance / unawareness | bilgisizlik |
especially /particularly (b) | bilhassa |
It had been exhibited particularly for us. | bilhassa bizim için sergilenmişti |
science | bilim |
science fiction films | bilim kurgu filmler |
Scientists | bilimadamları |
Scientists were very surprised when they noticed this. | Bilimadamları bunu fark edince çok şaşırmışlar. |
When scientists noticed this they realized that there were also other substances than the protons in the nuclear. | Bilimadamları bunu fark edince, çekirdekte protonlardan başka maddelerin de olduğunu anlamışlar. |
believe that things are scientifically measurable | bilimsel olarak ölçülebilen şeyler |
to kick (s. o.) senseless | bilinci kaybolana kadar tekmelemek |
to lose consciousness | bilincini yitirmek |
as is known / bekanntermaßen | bilindiği gibi |
to become known | bilinir hale gelmek |
to be known | bilinmek |
Unknown / strange/ obscure / mysterious / that is not known | bilinmeyen |
due to an unknown reason (n) | bilinmeyen bir neden yüzünden |
for some unknown reason | bilinmeyen bir sebeple |
to raise awareness /consciousness | bilinç kazandırmak |
unconsconcious | bilinçsiz |
the priviledge to know | bilme ayrıcalığı |
For a reason I didn't know, I felt like I had been exposed, | Bilmediğim bir sebeple kendimi ifşa edilmiş gibi hissettim |
Don't mess/tamper with things you don't know | Bilmediğin şeyleri kurcalama |
to know | bilmek |
Should he know, should he not know or should he never learn at all | Bilmeli mi bilmemeli mi yoksa hiç öğrenmemeli mi |
my knowing | bilmem |
I need to know | bilmem gerek |
it was my knowing / the fact was that I knew | bilmemdi |
There is no shame in not knowing, shame lies in not finding out. | Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp. |
to ignore (b ) | bilmezlikten gelmek |
don't pretend you don't know | bilmiyormuş gibi davranma |
if they knew hell would break loose | bilseler kıyamet kopardı |
thousand | bin |
high lofty mountains inhabited by thousand and one living species | bin bir canlı türünün yaşadığı yüksek, yüce dağlar |
1945 | bin dokuz yüz kırk beş |
building (b) | bina |
passenger car /Personenwagen | binek aracı |
rider | binici |
The rider was tall and lean (thin) | Binici uzun ve zayıftı. |
The riders stiffened | Biniciler kaskatı kesildi |
The riders gallopped towards the trap | Biniciler tuzağa doğru eşkin gidiyordu. |
boarding pass | biniş kartı |
thousands | binlerce |
thousands of times | binlerce kere |
thousands of fair stars | binlerce sevimli yıldız |
for thousands of years | binlerce yıllık |
to get on a dativ (bus -train - horse - bicycle) from an ablativ (station- platform..) | binmek |
a(n) /one | bir |
to take a step | bir adım atmak |
after taking a step | bir adım attıktan sonra |
a flame ball | bir alev topu |
Call an ambulance | bir ambulans çağırın |
For a moment he looked/appeared surprised/taken aback /estonished. (a) | Bir an afallamış gibi görünüyordu. |
For one moment he stopped breathing./he gasped (lit. hıs breath was cut) | Bir an nefesi kesildi. |
I sat there for a while glued to the spot staring at where the creature had been and disappeared. | Bir an yaratığın görünüp kaybolduğu yere bakarak oturduğum yerde kalakaldım. |
suddenly | bir anda |
Let's make a deal | bir anlaşma yapalım |
to make a deal / to make an agreement | bir anlaşma yapmak |
for a moment | bir anlığına |
Stop by the office sometime and say hi. | Bir ara ofise uğrayıp bir merhaba de. |
to hold together | bir arada tutmak |
1 + 1 = 2 | Bir artı bir eşittir iki. |
an archive image | bir arşiv görüntüsü |
Under a huge(d) oak tree stood a horse with its rider and they were as immobile/motionless as the trees. | Bir at ile binicisi devasa bir meşe ağacının altında duruyordu ve ağaç kadar sabittiler. |
to light a fire | bir ateş yakmak |
It kept sparkling like a firefly | bir ateşböceği gibi parıldayıp duruyordu. |
An atom consists of a nucleus and an orbit. | Bir atom; çekirdek ve yörüngeden oluşur. |
a month ago | bir ay önce |
they should have been here a month ago | bir ay önce burada olmalıydılar |
He is going to a pub. | Bir bara gidiyor. |
to break loose a storm in a glas of water / much ado about nothing | bir bardak suda fırtına koparmak |
I would like a glass of tea (have) - Let me take ... | bir bardak çay alayım |
sich in eine Decke wickeln | bir battaniyeye sarınmak |
A municipal bus hit the bicycle. | Bir belediye otobüsü bisiklete çarptı. |
You have to have a ticket and a visa . | bir biletin ve vizen olması gerekiyor |
if they ever knew | bir bilseler |
if you knew | bir bilsen |
It is clear (k) that there is something fishy. | Bir bityeniği olduğu kesin |
one and a half miles away from | bir buçuk mil açığında |
a year and a half | bir buçuk yıl |
to let out a bellow / to break out into a bellow | bir böğürtü koparmak |
he looked like a monster | bir canavara benziyordu |
a hissing sound was heard | bir cızırtı duyuldu |
next month | bir dahaki ay |
Until our next meeting | Bir dahaki karşılaşmamıza kadar |
next year | bir dahaki yıl |
Wait a minute | bir dakika bekleyin |
a drop | bir damla |
on top of it / in addition/ moreover / plus / also (b) | bir de |
if only I could remember what it was | bir de ne olduğunu hatırlasam. |
to put it another way | bir de şu şeklide ifade edersem |
She boiled water in a teapot. | Bir demlik su kaynattı. |
to introduce a new word into a language | bir dile kelime kazandırmak |
to live by begging (to be in need for a slice of bread) | bir dilim ekmeğe muhtaç olmak |
If I get a diplom, I would get a good job. | Bir diploma alırsam, iyi bir işim olur. |
a lucky streak / string of good luck | bir dizi şanslı olay |
have a run of bad luck | bir dizi şanssızlık yaşamak |
You should see a doctor. | bir doktora görünmelisin |
Like a rock in the middle of a dream. | Bir düşün ortasındaki kaya gibi. |
a thought environment / a place for thinking | bir düşünme ortamı |
the words from something like an incantation (e) | bir efsun kabilinden sözcükler |
Are you missing/lacking anything? | Bir eksiğiniz var mı? |
One hand washes the other. / manus manum lavat. | Bir el diğerini temizler |
What is with one hand, two hands have a voice / two heads are better than one / it takes two to tango | bir elin nesi var iki elin sesi var |
te ruined remains of a house | bir evin harap olmuş kalıntıları |
I want a wife. | Bir eş istiyorum |
Shall we organize another festival? | Bir festival daha mı düzenleyeceğiz? |
I have an idea. | Bir fikrim var. |
Do you have an idea ? | Bir fikrin var mı? |
whether you have an idea | bir fikrinin olup olmadığı |
to squander an opportunity | bir fırsatı yabana götürmek |
I am a journalist. | bir gazeteciyim |
Come one night suddenly again | Bir gece ansızın gel yine |
a monument of reality / a pillar of reality | bir gerçeklik anıtı |
a croak | bir gıklama |
by the words (testimony) of a secret witness | bir gizli tanığın ifadesiyle |
a shirt | bir gömlek |
One day dear Mother duck swam crying. Mother duck said (rep) quack quack, five ducks came back. (from a children's song) | Bir gün annecik ördek ağlıyormuş yüzerek Anne ördek vak vak demiş, beş ördek geri gelmiş. |
One day five small ducks secretly hid. Mother duck said (rep) quack quack, four ducks have come back. (from a children's song) | Bir gün beş küçük ördek saklanmışlar gizlice. Anne ördek vak vak demiş, dört ördek geri gelmiş. |
One day one small duck secretly hid. Mother duck said (rep) quack quack, the last duck didn't come back either. (from a children's song) | Bir gün bir küçük ördek saklanmışlar gizlice Anne ördek vak vak demiş, son ördek de gelmemiş |
take a day off | bir gün izin al |
What a difference a day makes! | Bir gün nasıl fark ettiriyor! |
one day you'll end up in a madhouse | bir gün tımarhaneyi boylayacaksın |
a wrestling match | bir güreş maçı |
If I get any news I'll call you. | Bir haber alırsam, seni arayacağım. |
since a week | bir haftadan beri |
For a week | Bir haftalık |
a week's warning | bir haftalık mühlet |
he will come back in a week | Bir haftaya dönecek |
up to a week | bir haftaya kadar |
to make a pounce /jump/ move | Bir hamle yapmak |
a dagger | bir hançer |
Do you have a map? | Bir haritan var mı? |
He is afraid to be fired if he makes one more mistake | Bir hata daha yaparsa kovulacağından korkuyor. |
I made a mistake | bir hata yaptım |
if only I could remember | bir hatırlasam |
I want to declare a theft / Ich möchte einen Diebstahl melden | bir hırsızlık rapor etmek istiyorum |
to win a competition (get the deal) | bir ihaleyi kazanmak |
to whistle | bir ıslık çalmak |
Anything could be slipped into a drink. | Bir içkiye her türlü şey katılmış olabilirdi. |
one's fingers itch to do sthg | bir işi yapmaya çok heveslenmek |
if I'm going to do something /if I am getting involved | bir işler karıştıracaksam |
If I am to get involved, it might as well be big (let it sound at least) | bir işler karıştıracaksam, ses getirsin bari. |
He tried not to be rude | bir kabalık yapmamaya çalışıyordu |
Look I have a wineglass in my hand | bir kadehim var bak elimde |
a blood lake | bir kan gölü |
They formed a blood lake | bir kan gölü oluşturdular |
to embitter a quarrel | bir kavgayı körüklemek |
trying to find a flight way | bir kaçış yolu bulmaya çalışarak |
a shortcut | bir kestirme |
a matchbox / Streichholzschachtel | bir kibrit kutusu |
in front of a lock | bir kilidin önünde |
a kilo is thousand gram | bir kilo bin gramdır |
partially /teilweise / une partie | bir kısmi |
tree which is partially seen / arbre dont on voit une partie | bir kısmi görünen ağaç |
on a book auction | bir kitap müzayedesinde |
She reads a book but she falls asleep. | Bir kitap okur ama uyuyakalır. |
Two watermelons will not fit in one armpit; One cannot carry two watermelons under one armpit. meaning: This is meant to be a warning against doing more than one thing at a time.) | Bir koltuğa iki karpuz sığmaz. |
about a subject | bir konu hakkındaki |
to have basic knowledge about a subject | bir konu hakkındaki temel bilgilere sahip olmak |
to head towards a crisis | bir krize yönelmek |
a swirl of dry leaves | bir kuru yaprak girdabı |
a box of matches | bir kutu kibrit |
free as a bird | bir kuş kadar özgür |
It was a nightmare. | Bir kâbuştu. |
faithful as a dog | bir köpek kadar sadık |
Do you mind... /is there any drawback to...? | bir mahsur var mı? |
a metre is hundred centimeters | bir metre yüz santimetredir |
for a while (m) | bir müddet |
For a while(m) he sat on the edge of his bed and thought. | Bir müddet yatağının kenarına oturup düşündü. |
He took another breath. | Bir nefes daha aldı. |
sort of / kind of (n) | bir nevi |
This kind of polite compliment | bir neyi kibar bu iltifat |
to lecture / give a speech | bir nutuk atmak |
to turn from one side to the other (lit. to turn once to that side once to this side) | bir o yana bir bu yana dönmek |
He is in a room. | Bir odada. |
He works in an office. | Bir ofiste çalışıyor. |
to fly at an arrow speed | bir ok hızıyla uçmak |
a possibility | bir olasılık |
an explosion tore the night apart. | bir patlama geceyi paramparça etti. |
bread crumbs remaining from a picnic | bir piknikten kalan ekmek kırıntıları |
I believe you have a problem | Bir problemin var galiba - sanırım |
a laughter of relief | bir rahatlama kahkahası |
This was a laughter of relief. | Bir rahatlama kahkahasıydı bu |
to draw a picture | bir resim çizmek |
They decide on a restaurant. | Bir restorantta karar kıldılar. |
a wave of wind (gust of wind) | Bir rüzgâr dalgası |
WOuld you mind if I sat here? / If there is no objection can I sit here? | Bir sakıncası yoksa buraya oturabilir miyim? |
Do you have a moment (lit. a second) ? | Bir saniyen var mı? |
for some reason | bir sebeple |
It costs a fortune | bir servete mal oluyor |
a silence was suspended | bir sessizlik asılıydı |
I have to make a choice. | Bir seçim yapmak zorundayım. |
Next stop is Ankara | Bir sonraki durak Ankara. |
Are you ready for the next adventure? | Bir sonraki macera hazır mısın ? |
Next I will try to go before the busses stop runnıng. | Bir sonraki sefer, otobüsler sona ermeden gitmeye çalışacağım. |
Do you have a question? | Bir sorun var mı? |
We have a problem | Bir sorunumuz var |
She looked from one guilty face to the next. | Bir suçlu yüzden diğerine baktı. |
The person who for a while stayed with (watched over) the dog later left the dog. | Bir süre köpeğin başında duran kişi daha sonra köpeğin başından ayrıldı. |
a flock / herd / swarm /a lot of | bir sürü |
He made a bunch of plans | Bir sürü plan yapmıştı |
He has lots of homework. | Bir sürü ödevi olur. |
They / it ressembled a crown. | bir taca benziyordu |
try something (lit: just look once at its taste) | bir tadına bak |
a grain sack | bir tahıl çuvalı |
While the attendance of a number of representatives is being predicted (envisaged) | bir takım temsilcilerin katılması öngörülürken |
We have to take a taxi. | Bir taksi tutmamız gerekiyor . |
a whole box | bir tam kutu |
One magpie as if she wanted to scold opened her wings and... | Bir tane saksağan azarlarcasına kanat çırpıp... |
Can I taste one ? | Bir tane tadabilir miyim? |
When one of them managed to open the soda pop and to spray bubbling soda everywhere, his friends squawked angrily. . | Bir tanesi gazoz kapağını açmayı başarıp köpüren gazozu her yere püşkürtünce arkadaşları öfkeyle ciyakladılar. |
He took one (glass) , having no intention to drink it. | Bir tanesini, içmeye hiç niyetlenmeden aldı. |
left aside | bir tarafa bakılırsa |
discounting the fact that... /putting aside the fact that... /ignoring the fact that... | bir tarafa bırakırsak |
if nothing goes wrong | bir terslik olmazsa |
We see each other tomorrow if nothing goes wrong /See you tomorrow... | bir terslik olmazsa yarın görüşürüz |
material / fabric /cloth in the length of a tailor's span | bir terzi karışı boyu kumaş |
It weighs a ton! | bir ton ağırlığında! |
He had to go to a meeting. | Bir toplantıya gitmesi gerekiyordu |
kind of ... / type of ... | bir tür... |
somehow / in one way or another (t) | bir türlü |
somehow she couldn't sleep | bir türlü uyuyamıyordu |
if I had a spaceship I would fly to the edge of the universe | bir uzay gemim olsaydı evrenin kıyısına uçardım |
They were at the edge of a cliff. | Bir uçurumun kenarındaydılar. |
once upon a time / es war einmal (Wahrscheinlich gab es ein, wahrscheinlich gab es kein) | bir varmış bir yokmuş |
until they formed a ring of fire | bir yangın halkası oluşturana dek |
may you grow old on one pillow / have a long lasting marriage | bir yastıkta kocayın |
a bow | bir yay |
A Midsummer Night's Dream | Bir Yaz Gecesi Rüyası |
To stay this long in one place is dangerous. | Bir yerde bu kadar uzun süre durmak tehlikelidir. |
to get out alive somewhere | bir yerden canlı çıkmak |
I cut myself / Ich habe mich geschnitten | Bir yerimi kestim. |
I burned myself / Ich habe mich verbrannt | Bir yerimi yaktım |
to walk past a place / to pass in front of a place walking | bir yerin önünden yürüyerek geçmek |
my iPod which I bought with my savings of a year | bir yıllık birikimimle aldığım iPod'um |
He got a bunch /heaps of adresses, made (plenty of) phone calls. | Bir yığın adres almış, telefonlar etmişti. |
When she saw that there was no way | Bir yol olmadığını görünce |
to take a shot | bir yudum almak |
She took a sip of tea. | Bir yudum çay aldı. |
once (upon a time) | bir zamanlar |
once (being) bright | bir zamanlar parlak olan |
to set up a tent | bir çadır kurmak |
to draw a cross | bir çarpı çizmek |
a circle (ç) | bir çember |
I am trying on a pair of shoes. | Bir çift ayakkabıyı deniyorum. |
a pair of curved horns | bir çift eğri boynuz |
A couple of fat sparrows picked invisible insects among the gravel. | bir çift şişman serçeler çakılların arasındaki görünmeyen böcekleri gagaladı. |
a line | bir çizgi |
divided by a line | bir çizgi ile ayrılmış |
One flower is not proof that summer has arrived. equiv: One swallow doesn't bring the summer. | Bir çiçekle yaz gelmez. |
Get the news from a child or a madman. meaning: They chatter away and reveal secrets that we would not normally hear. near equiv: Children and fools speak the truth | Bir çocuktan bir deliden al haberi. |
a smell of rot and mold | bir çürük ve küf kokusu |
a lifetime | bir ömür |
I have a suggestion. | Bir önerim var. |
to accompany songs | bir şarkılara eşlik etmek |
to accompany a song | bir şarkıya eşlik etmek |
in a fashion/ way (ş) | bir şekilde |
You are welcome / It's nothing | bir şey değil |
to raise concern about | bir şey hakkındaki endişeleri dile getirmek |
He was determined not to say a thing | bir şey söylememekte kararlıydı. |
There is sthg I didn't fully understand (a thing got stuck to my mind) | bir şey(e) aklıma takıldı |
to make something valuable | bir şeye değer kazandırmak |
to snuggle down with something / sich in etwas einwickeln | bir şeye sarınmak |
Let's get something straight. | Bir şeyi açıklığa kavuşturalım. |
sleep something off e.g; sıkıntıyı/üzüntüyü | bir şeyi uyuyarak atlatmak |
to pass something (food) around | bir şeyi (herkese) ikram etmek |
to prefere one thing over another | bir şeyi başka bir şeye yeğlemek |
to mix sth together with sth | bir şeyi bir şeyle karıştırmak |
to get away from | bir şeyi birinden uzak tutmak |
to cause someone to x a thing (a) | bir şeyi birine x-tırmak |
to cause someone to do a thing | bir şeyi birine yaptırmak |
to restore something to its owner | bir şeyi sahibine iade etmek |
to kick against smthg | bir şeyi tekmelemek |
to take much trouble to do sthg / to take great pain to do a thing | bir şeyi yapmak için büyük zahmete girmek |
You have to do something. At least call him and tell him that there is a problem. | Bir şeyler yapman lazım. En azından onu arayıp bir sorun olduğunu söyle. |
Without eating anything the drink has no taste | Bir şeyler yemeden, içmenin tadı olmaz. |
Would you like a bottle or a glass? | Bir şişe mi yoksa bir bardak mı istersiniz? |
She thought she needed to go one or two steps backwards. | Bir-iki adım geri çekilmesi gerektiğini düşündü. |
beer | bira |
Beer and similar beverages | Bira ve benzeri içecekler |
Beer and similar beverages decrease your interest in your environment. | Bira ve benzeri içecekler, sizin çevrenize olan ilginizi azaltır |
to leave (behind) / to stop / to quit | bırakmak |
we shouldn't have left (b) | bırakmamalıydık |
why don't you quit /go on quit (sg/pl) | bıraksana - bıraksanıza |
He wants his beer rather cold than lukewarm | Birasını ılıktan ziyade soğuk istiyor |
a bit | biraz |
You snack a bit | Biraz atıştırsın |
a bit /partly because of the weather | biraz da hava yüzünden |
a little more / more | biraz daha |
Would you like some more beer ? | biraz daha bira istiyor musunuz? |
to go the extra mile | biraz daha çabalamak |
Let's gossip ! | Biraz dedikodu yapalım. |
Let's walk a bit around | Biraz dolaşalım |
I need to think a little | biraz düşünmeye ihtiyacım var |
even though it costs a bit more money | biraz fazla paraya mal olsa bile |
She was a bit chatty and inclined to say everything four times | biraz geveze ve her şeyi dört kez söylemeye meyilliydi |
to drive too fast (s/k) | biraz hızlı sürmek - kullanmak |
He has some time off. | Biraz izni var. |
I would like some breakfast | biraz kahvaltılık istiyorum |
After reading a little I sleep. | Biraz okuduktan sonra uyuyorum. |
He seemed a little troubled. I asked if there was anything; He did not share. I did not put my nose into it. | Biraz sıkıntılı görünüyordu. Bir şey olup olmadığını sordum; paylaşmadı. Ben de daha fazla kurcalamadım. |
I would like some milk (have) Let me take some milk | biraz süt alayım |
though a bit strange | biraz tuhaf da olsa |
I speak a little Turkish | biraz Türkçe konuşuyorum |
Tell me/ give me a little cheaper price please | Biraz ucuz fiyat söyleyin, lütfen! |
a little bit of green | biraz yeşillik |
He is a little sad, because he doesn't have a girlfriend. | Biraz üzgün çünkü kız arkadaşı yok. |
a little bit | birazcık |
he was a little disappointed | birazcık hayal kırıklığına uğradı |
We help each other with homework. | Birbirimize ev ödevlerinde yardım ederiz. |
to intermingle | birbirine karışmak |
made from the same mold / cut from the same cloth (b.t.b.) | birbirinin tıpatıp benzeri |
you never speak to each other | birbirinizle hiç konuşmuyorsunuz |
(with) each other | birbiriyle |
They help each other with homework. | Birbirlerine ev ödevlerinde yardım ederler. |
And errh /Also, do you have bell pepper (pepper for stuffing) ? | Birde, dolmalık biber var mı? |
suddenly / at once (b) | birden |
more than one | birden fazla |
more than one moaning was heard (s. d.) | birden fazla inleme sesi duyuldu |
suddenly / all of a sudden (lit. from one to one) | birdenbire |
one by one | birer birer |
one for each | birer tane |
one(of) | biri |
The fight ended when one hit the other with a club hard on his head and left with the trophy. | Biri diğerini başına sopayla sertçe vurup ganimetle oradan ayrılınca kavga bitti. |
if someone throws a book at you | biri eğer sana bir kitap fırlatırsa |
if somebody doesn't throw the book at you | biri sana kitabı fırlatmazsa |
his only (b) quality | biricik vasfı |
saving (b) | birikim |
deposit / accumulation | birikinti |
to accumulate (intransitive) sich anhäufen | birikmek |
to collect / to put aside / accumulate / save | biriktirmek |
some people (bi) | birileri |
the first | birinci |
first class | birinci sınıf |
to demand money from someone | birinden para talep etmek |
to be someone's side / to take sides with | birinden yana olmak |
to have a soft spot for s.o. | birine (karşı) zaafı olmak |
to be well disposed towards s.o. | birine karşı iyi - nazik olmak |
to lose one's patience with s.o. | birine olan sabrını yitirmek |
to look at s.o. with misty eyes | birine sisli gözlerle bakmak |
to keep at s.o. (for doing sthg) | birine sürekli bir şeyi yapması için dırdır etmek |
to fall for s.o.'s words / to be cheated by them into doing sthg / to let s.o. deceive you to do sthg stupid/to be seduced | birine uymak - birinin aklına uymak |
to throw yourself at the feet of s.o. / to plead to s.o. | birine yalvarmak |
to mock about s. o. /sthg. /to make s. o. /sthg a laughing matter | birini /bir şeyi dalga konusu yapmak |
argo: to give s.o. the slip / o escape from someone who is watching or following you | birini atlatmak |
to involve sb in sth (affair)/ drag sb into sth (discussion /dispute) | birini bir şeye karıştırmak |
to let someone get bullied by others | Birini ezdirmek |
to assign someone to do some job | birini işe koşmak |
to keep out of harm's way | birini kötülüklerden uzak tutmak |
sympathetic (Understand and share one's feelings) | birinin duygularını anlayıp paylaşan |
to draw s. o.' s fury upon oneself | birinin gazabını üzerine çekmek |
to get in somebodies good graces / to get on the good side of someone /to get into someone's favour /to be into someone's good book | birinin gözüne girmek |
to increase the pressure on someone | birinin üzerindeki baskıyı artırmak |
someone | birisi |
someone stole the drugs | birisi uyuşturucuyu çaldı |
to be easy on s.o. / to treat s.o. kindly | birisine nazik davranmak |
to approach s.o. / sich an jemanden wenden / auf jemanden zusteuern | birisine yönelmek |
to stand s. o. up (to not come to an appointment) jemanden versetzen | birisini ekmek |
to reintegrate s.o. into society | birisini topluma kazandırmak |
Did you dispute with s. o.? | Biriyle mi tartıştın? |
Did you have a dispute with someone? | Biriyle tartışma mı yaşadın? |
a few | birkaç |
a few months | birkaç ay |
a few dudes all with (knife) scars on them (slang) | birkaç babo alayında façalar |
a few helpful rules | birkaç faydalı kural |
You ll never guess whom I ran across a few days ago | birkaç gün önce kime rastladım tahmin bile edemezsin |
I want to buy some clothes (k) | Birkaç kıyafet satın almak istiyorum |
Let's clarify a few things | Birkaç şeyi açıklığa kavuşturalım |
The United Kingdom | Birleşik Krallık |
to combine /associate (b) / assemble | birleştirmek |
As (cards) (b) | birli |
What would they usually do together? | Birlikte genellikle ne yaparlardı? |
What would they usually do together? | Birlikte genellikle ne yaparlardı? |
Together we walked down the stone staircase that lead to the niche where James always sat. | Birlikte James'in her zaman oturduğu nişe giden taş merdivenleri indik. |
It is quite common these days to live together. | Birlikte oturmak,günümüzde oldukça yaygın. |
some /several / a certain number of | birtakım |
a number of social skills | birtakım sosyal beceriler |
a number of social skills found in flesh and bone | birtakım sosyal becerilerin vücut bulmuş hâli(dir ) |
a lot of /many | birçok |
He would continue to be in many films and remain popular. | Birçok filmde olmaya devam edecek ve popüler olarak kalacaktı. |
He needed to see a lot of clients. | Birçok müşteriyi araması gerekiyordu. |
for various reasons (n) | birçok nedenlerden dolayı |
They are good at many things. | birçok şeyde iyiler |
to pass the most difficult part of something | birşeyin en sıkıntılı kısmını atlatmak |
bike | bisiklet |
I want to rent a bike. | Bisiklet kiralamak istiyorum. |
to ride a bike (s) | bisiklet sürmek |
Do you like cycling (b) ? | Bisiklete binmeyi sever misin ? |
Wear your helmet when you ride your bike. | Bisikletine binerken kaskını tak. |
to end /to finish something | bitirmek |
end | bitiş |
plant | bitki |
plants / vegetation | bitkiler |
like a downpour raining on plants | bitkilere yağan sağanak gibi |
exhausted | bitkin |
exhaustion | bitkinlik |
The exhaustion drained away | bitkinlik tükendi |
The exhaustion drained away like water running down a slope. | Bitkinlik, yokuş aşağı akan su gibi tükendi. |
to be infested with lice | bitlenmek |
to end | bitmek |
as good as done | bitmiş sayılır |
something fishy (b) | bityeniği |
mustache / Schnurrbart | bıyık |
to smirk / verschmitzt lachen | bıyık altından gülmek |
we | biz |
We got hungry. Come on let's go and eat ! | Biz acıktık,hadi yemek yiyelim. |
We were friends. | Biz arkadaştık. |
We too belong to the Lord (M) 2 Korintiler 10:7 | Biz de Mesih'e aitiz. |
We are selling our house. | Biz evimizi satıyoruz. |
We were a family which barely made both ends meet, never taking more than our rights and living with honour | Biz kıt kanaat geçinen, hiçbir zaman hakkından fazlasını almayan, onuruyla yaşayan bir aileydik. |
We are in France over Christmas. | Biz Noel boyunca - Noel'de Fransa'dayız. |
We are living in the twenty-first century. | Biz yirmi birinci yüzyılda yaşıyoruz. |
"Do I (we) lack madmen, that you have brought this one to act the madman in my presence(before me)? | Bizde deliler eksik mi ki, önümde delilik yapsın diye bu adamı getirdiniz? |
to us (dat) | bize |
Can you buy us a guitar ? | Bize bir gitar alabilir misin ? |
What would you recommend to us? | Bize ne tavsiye edersiniz? |
They didn't pay any attention to us | bize pek aldırmazlardı |
Contact us | Bize ulaşın |
Can you find us ? | Bizi bulabilir misin ? |
they will find us and unleash their guards on us | bizi bulup muhafızları üzerimize salacaklar |
Can you see us? | Bizi görebiliyor musun ? |
If we have somebody who loves us, it is not important who we are or how we look. | Bizi seven biri varsa, kim olduğumuzun ya da nasıl göründüğümüzün hiç önemi yok. |
it kept us fit | bizi zinde tuttu. |
We got another problem. / Another problem arose (took shape) for us. | bizim başka bir sorunumuz oluştu. |
The bus we waited for came late. | Bizim beklediğimiz otobüs çok geç geldi. |
Our teacher is not a/ the man to be fired. | Bizim hocamız kovulacak adam değil. |
in our home country (m) | bizim memlekette |
where I (we) live | bizim orası |
with us | bizimle |
They didn't eat dinner with us. | bizimle akşam yemeği yemediler |
personally / in person | bizzat |
I personally reasoned with the wind | Bizzat rüzgâr ile görüştüm |
knife | bıçak |
A wound inflicted by a knife will heal; but one that words inflict (= the tongue inflicts) never heals. equiv: Words cut more (or, deeper) than swords (or, the sharpest sword; or, knife, blade). | Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez. |
to stab | bıçaklamak |
he reaps | biçer |
Format /style / shape / form | biçim |
to mow / to reap | biçmek |
blocked | bloke |
to block / blockieren | bloke etmek |
Bluff / Blöff | blöf |
Whether our bluff will function or not | Blöfümüzün işe yarayıp yaramayacağı |
We don't know whether our bluff will function or not | Blöfümüzün işe yarayıp yaramayacağını bilmiyoruz |
We don't know whether our bluff will function or not and we will never get a chance to find out. | Blöfümüzün işe yarayıp yaramayacağını bilmiyoruz ve bunu öğrenmek için asla bir şansımız olmayacak. |
to waver /flounder /get confused /hesitate | bocalamak |
basement / cellar | bodrum |
from its cellar to the roof | bodrumundan çatısına dek harika |
dwarfish /short / gedrungen / zwergenhaft | bodur |
seine gedrungene Gestalt / his short stature | bodur yapısı |
The squat (dwarfish/gedrungen) ugly creatures were gnawing on bones. | Bodur, çirkin yaratıklar kemik kemiriyordu. |
pack /package /bundle | bohça |
Taking his bundle he proceeded(d) towards the door. | Bohçasını alarak kapıya doğru davrandı. |
a shitty guy | bok(tan) herif |
He's a shit(ty guy) | Bok(tan) herif o |
boxing | boks |
plenty | bol |
He had plenty of work clothes. | Bol bir iş giysisi vardı. |
plentiful / abundantly / generously / plenty | bol bol |
a bell trouser /trouser with wide legs | bol paça pantolon |
with plenty of sugar | bol şekerli |
tea with plenty of sugar | bol şekerli bir çay |
I am fine (spoken) (b) | Bomba gibiyim |
bomb explosion | bomba patlaması |
Bead /pearl | boncuk |
Borun /Bor - B 5 | bor |
to owe / to have debt | borcu olmak |
How much do I owe you ? | Borcum ne kadar ? |
tubular / röhrenförmig | boru şeklinde |
a tubeshaped buckskin / chamois / Gemseleder cover (housse) | Boru şeklinde güderi bir kılıf |
debt | borç |
body height | boy uzunluğu |
paint | boya |
colouring pencils /Buntstifte | boyalı kalem |
to paint (a wall) + Dat. in ... colour (e.g. yeşilE) | boyamak |
to be painted / to make-up | boyanmak |
longitude / Längengrad /meriadian | boylam |
to end up / to land in | boylamak |
of size / tall /high / long | boylu |
to his neck | boynuna |
horn | boynuz |
antlers / Geweih | boynuzlar |
horned | boynuzlu |
horned beetles | boynuzlu böcekler |
The horned creatures | boynuzlu yaratıklar |
length | boyu |
neck /Nacken | boyun |
lentghwise /continually / on and on | boyuna |
Along / round /over / for / throughout | boyunca |
yoke (agricul.) | boyunduruk |
To carry my yoke is easy, my burden is light. | Boyunduruğumu taşımak kolay, yüküm hafiftir. |
Take (load) my yoke and learn from me. | Boyunduruğumu yüklenip benden öğrenin |
He stooped to hide (g) his height. | Boyunu gizlemek için kamburunu çıkardı. |
size /dimension | boyut |
to add dimension | boyut kazandırmak |
grey /brown (old word) | boz |
Steppe (flat unforested grassland) | bozkır |
"Grey wolves" (turkish right wing extremist organization) | Bozkurt |
to disturb / to break / to spoil /to disrupt | bozmak |
broken (b) | bozuk |
I suppose it's broken. /Probably it's broken | Bozuk herhalde. |
change /coin / Wechselgeld / Kleingeld | bozuk para |
coin cashing machine /Münzautomat | bozuk para bütünleme makinesi |
change /coin /Kleingeld | bozukluk |
to break down / to get out of order / to deteriorate | bozulmak |
bull | boğa |
throat /Hals | boğaz |
he had a sor throat | boğazı şişti |
to have a frog in one's throat | boğazında gıcık olmak |
to clear one's throat | boğazını temizlemek |
to choke s.o/ to strangle/ to suffocate s.o. / erwürgen | boğmak |
choking /suffocating /stuffy /stifling | boğucu |
the overwhelming / suffocating city life | boğucu şehir hayatı |
instead of the overwhelming/ suffocating noise of the city life you can hear birds singing in the trees | boğucu şehir hayatının gürültüsü yerine ağaçlarda öten kuşların ezgilerini duyabilirsin |
hoarse | boğuk |
a hoarse whisper | boğuk bir fısıltı |
a hoarse scream | boğuk bir çığlık |
to barely escape drowning | boğulma tehlikesi atlatmak |
to get strangled / choke /ersticken | boğulmak |
knuckle | boğum |
free / empty | boş |
to talk nonsense, to prate, to talk about unnecessary things stupidly | boş boş konuşmak |
He will talk nonsense and disturb us continuously | Boş boş konuşup bizi rahatsız edip duracak. |
to make efforts in vain / to beat one's head against the wall / to run one's head against a brick wall | boş yere çabalamak |
to discharge / frei werden / sich entladen | boşalmak |
to empty /to dump / to unload | boşaltmak |
to empty /to dump / to unload | boşaltmak |
divorce | boşanma |
to be divorced | boşanmak |
blabbermouth /Schwatzkopf | Boşboğazı |
They threw the blabbermouth into Hell; he shouted "The logs are wet!" | Boşboğazı cehenneme atmışlar; "odun yaş" diye bağırmış. |
emptiness / gap /space | boşluk |
never mind | boşver |
branch / faculty / subject | branş |
one of the brandy barrels | brendi fıçılarından biri |
Paranuss | brezilyacevizi |
bronze (b) | bronz |
bronchitis | bronşit |
bronchia / Bronchien | bronşlar |
brochure | broşür |
Surprising traffic accident on the carfree day in Brussels | Brüksel'de "Arabasız Gün"de şaşırtan trafik kazası |
this | bu |
This is an emergency. | bu acil bir durum |
What are the charges against this man? | Bu adam hakkındaki suçlamalar ne? |
this isn't fair | bu adil değil |
I am going to this address | Bu adrese gidiyorum. |
I think (s) everyone in this family is dreaming (h. k.) a little too much | Bu ailede herkesin biraz fazla hayal kurduğunun sanıyorum |
I like this trend. | Bu akımı seviyorum. |
If you call me tonight, we'll make plans then. | Bu akşam beni ararsan bir plan yaparız |
it might snow this evening | bu akşam kar yağabilir |
We're invited to dinner tonight. | Bu akşam yemeğe davetliyiz. |
I will be coming (spoken) very late tonight. There is also a chance that I don't come at all. | Bu akşam çok geç gelcem. Hiç gelmeme ihtimali de yok değil. |
Until tonight I had hoped that everything was just a joke (ş) | bu akşama kadar her şeyin sadece bir şaka olmasını ummuştum. |
He's going to take the Ankara plane tonight. (lit. He'll board tonight's Ankara airplane.) | Bu akşamki Ankara uçağına binecek. |
That is my friend from the States. | Bu Amerika'dan arkadaşım |
by the way | bu arada |
By the way, this is actually a convention. | Bu arada, bu aslında bir konvansiyondur. |
By the way, he e-mail that Cem wrote came | Bu arada, Cem'in yazdığı eposta geldi. |
this is the biggest stadium in Europe | bu Avrupa'daki en büyük stadyum |
These shoes are very comfortable. | Bu ayakkabılar çok rahat. |
These trees are ours. | Bu ağaçlar bizimki. |
This is a photo of me | bu benim bir fotoğrafım |
This is one of my favorite songs. | Bu benim favori şarkılarımdan biri. |
this is my principle | bu benim prensibim |
This alone (even this) is worth the expense. | Bu bile masrafına değer. |
The sources from whom you took this information instructed you (pl) wrong./misinformed you | Bu bilgiyi aldığınız kaynaklar sizi yanlış bilgilendirmiş. |
it's an order! | bu bir emirdir! |
this is a matter of opinion | bu bir görüş meselesi |
Is that an insult now ? | Bu bir hakaret mi şimdi ? |
this plant's starchy rich edible tubers | bu bitkinin nişastaca zengin, yenebilen yumruları |
This was our first visit to that restaurant. (here: restorant = restoran - depending on pronunciation) | Bu bizim o restoranta ilk gidişimizdi. |
to want to fill this space | Bu boşluğu doldurmak istemek |
It's in this street (c) | bu cadde üstünde |
This means that (the distance) between home and work is far. | Bu da ev ile iş arasının uzak olması demek. |
This one is cheaper | bu daha ucuz |
this kind of behaviour wasn't becoming on you (it was too low for you. You shouldn't have done that.) | Bu davranış sana yakışmadı. |
This is unbearable./ This is irresistible. | Bu dayanılmaz. |
Weird stories were told about (i) these mountains | Bu dağlarla ilgili garip hikâyeler anlatılırdı |
Weird stories were told about (i) these mountains | Bu dağlarla ilgili garip hikâyeler anlatılırdı |
About twenty million people speak this language as their mothertongue. | Bu dili yaklaşık yirmi milyon insan anadili olarak konuşuyor. |
It drives Mum mad. | Bu durum annemi çıldırtıyor . |
because of this situation | bu durum yüzünden |
In this case they cause all kinds of problems. | Bu durumda her tür soruna neden olurlar. |
He watched the situation with disapproval but he did not dare to intervene. | Bu durumu onaylamadan seyretti ama müdahale etmeye cesaret edemedi. |
This emotions they kept merging/fusing inside of me | Bu duygular içimde kaynaşıp dururlardı |
In that period I got promoted twice. | Bu dönemde iki kez terfi aldım. |
if you (pl) buy a new leather bag in this shop, they give you a wallet for free. (open conditional /it is possible) | Bu dükkanda yeni deri bir çanta alırsanız, cüzdan bedava verilir. |
In this world there are no ghosts and such. | Bu dünyada hayalet filan yok. |
This thought was only a little less painful. | Bu düşünce de yalnızca biraz daha az acı vericiydi. |
to get rid of (to avoid) this thought | bu düşünceden kurtulmak için |
As soon as he(she) read this email, he(she) immediately started crying. | Bu e-postayı okur okumaz ağlamaya başladı. |
It will happen sooner or later, we should be prepared/ready for that moment. | Bu er ya da geç olacak, o an için hazırlıklı olmaliyiz. |
Who is this boy? | bu erkek çocuk kim? |
They/he would be discussing this festival. | Bu festivalı konuşuyor olacaktı. |
How could I miss such an opportunity?!? | Bu fırsatı nasıl kaçırırım?!? |
tonight | bu gece |
Are you going to watch a film tonight? | bu gece film izleyecek misin? |
We have to fly to Japan tonight. | bu gece Japonya'ya uçmamız gerekiyor |
this hidden paradise | bu gizli cennet |
This hidden paradise also gives (offers) photographers a chance to capture beautiful frames. | Bu gizli cennet, aynı zamanda fotoğraf düşkünlerine de çok güzel kareler yakalama fırsatı sunar. |
this vision petrified her | Bu görüntü aklını başından alıyordu . |
This image did not seem odd at all. | Bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
These images revealed the true face of these murderers. | Bu görüntüler bu katillerin asıl yüzünü ortaya koydu. |
'People' reading this (news) also read ... | Bu haberi okuyanlar bunları da okudu |
This weak I wore myself out. (exhausted myself/got very tired) | Bu hafta kendimi çok yıprattım. |
I can't go this weekend, I am on duty. | Bu hafta sonu gidemem, nöbetçiyim. |
I will not (cannot) tolerate this insult. | Bu hakarete katlanamam! |
That would be great. | bu harika olur |
That's great | bu harika! |
this is a once in a lifetime experience | bu hayatta bir kere yaşayacağın bir tecrübe |
this is (the thing) what I always (saw and) dreamed of | Bu hep (görüp) hayal ettiğim şey |
This can spoil everything. | Bu her şeyi berbat edebilir. |
97/5000 This story needs to be well edited. In other words, the story should be based on a real conflict. | Bu hikayenin iyi kurgulanması da gerekiyor. Yani, hikaye gerçek bir çatışma üzerine kurgulanmalı. |
they thought I made up these stories to attract attention | bu hikâyeleri ilgi çekmek için uydurduğumu düşünüyorlardı |
at that (this) speed / at that rate | bu hızla |
I'd appreciate it if we just pretend that this never happened | bu hiç yaşanmamış gibi davranırsak çok memnun olurum |
that doesn't prove (i) anything | bu hiçbir şey ispatlamaz |
Brunson's witness who remarked (pointed out) that he made (gave) these statements | bu ifadeleri verdiğini belirten Brunson'un tanığı |
It is impossible | Bu imkânsız |
I can't work with these people | Bu insanlarla çalışamam! |
What is the meaning of tbese symbols (i)? | Bu işaretlerin anlamı ne? |
this is how it works / that's the way the cookie crumbles | bu işler böyle |
this is how it happens I've seen it before | bu işler böyle oluyor daha önce de gördüm |
that's how it goes | bu işler böyle yürür |
There is something fishy about. / something isn't right about this | Bu işte bir iş var. |
I thought it would be better to stay in this work. | Bu işte kalırsam daha iyi olacağını düşünüyordum. |
The man having a very busy week at work | Bu işte yoğun bir haftası olan adam |
when it was so unnecessary | bu kadar gereksizken |
This much is enough for introduction. | Bu kadar giriş için yeterlidir. |
Don't be such a fool ! | bu kadar saf olma! |
That's enough | Bu kadar yeter! |
Is there this much damage? | Bu kadar zarar var mı ? |
Should we have done that much shopping ? | Bu kadar çok alışveriş yapmalı mıydık? |
this was an overwhelming loss | Bu kahretici bir kayıptı. |
this was an overwhelming loss, of which the emotional wounds in her heart (k) still were unclosed. | Bu kalbindeki duygusal yaraları hâlâ kapanmayan kahretici bir kayıptı. |
Through this door no child ever passed. | Bu kapıdan asla hiçbir çocuk geçmedi. |
If one would look at this door / seen this door | Bu kapıya bakılacak olursa |
I can't stand/take/endure this word | Bu kelimeye tahammül edemiyorum. |
This time you will have to go without me. | Bu kez bensiz gitmek zorunda kalacaksın. |
You (pl) will like this discovery quite. | Bu keşif oldukça hoşunuza gidecektir. |
Whose notebook is this ? | Bu kimin defteri ? |
The name of this book is secret | Bu kitabın adı gizli. |
I don't want to say that this book will end with a bad end. | Bu kitabın kötü bir sonla biteceğini söylemek istemiyorum |
He became famous in all Europe by this book of him. | Bu kitabıyla tüm Avrupa'da ünlendi. |
This dress suits you. | Bu kıyfate sana yakışıyor. |
Is this seat free? | Bu koltuk boş mu ? |
I didn't quite grasp (o) this topic. | Bu konu bende tam oturmadı. |
Everyone agreed on this. | Bu konuda herkes hemfikirdi. |
Let's keep this in mind. | Bu konuyu aklımızda tutalım. |
Let me get this straight (us - this subject) | Bu konuyu açıklığa kavuşturalım |
This is delicious. | Bu lezzetli |
This luxury he also withheld from himself and... | Bu lüksü kendisinden de esirgeyip |
This oppressed (man) cried out (to God). the Lord heard him, he saved him from all his troubles. (s) | Bu mazlum yakardı, RaB duydu, bütün sıkıntılarından kurtardı onu. |
if they win this match they'll win the league | bu maçı kazanırlarsa lig şampiyonu olacaklar |
it is possible | bu mümkün |
Is it possible? | Bu mümkün mü ? |
What does it mean? /was bedeuted das? | Bu ne anlama geliyor ? |
What a mess ! | Bu ne dağınıklık. |
What is that (this) supposed to mean? | Bu ne demek oluyor. |
How much is it? | bu ne kadar? |
What a determination | Bu ne kararlılık |
What a haughtiness / disdainfulness | Bu ne mağrurluk |
What an x | bu ne x |
for this reason (n) | Bu nedenle |
Therefore she participated in the conversation with twice as much interest. | Bu nedenle sohbete iki kat fazla ilgi ile iştirak ediyordu. |
From this point on, my grandmother would take over. | Bu noktadan sonrasını büyükannem devralacaktı. |
this is so unfair | bu o kadar adaletsiz ki |
It was that kind of day. | Bu o tür bir gündü. |
It was neither noticed nor prevented in this school. | Bu okulda ne fark ediliyor ne de önleniyordu. |
This can happen | Bu olabilir |
this event happened | bu olay olmuştu |
the only meaning that I can see in this event | bu olayda benim görebildiğim yegâne mana |
This was their first visit to that restaurant. (here: restorant = restoran - depending on pronunciation) | Bu onların o restoranta ilk gidişleriydi. |
Let's not talk about this here/in this place (in the presence of these people) | Bu ortamda bunu konuşmayalım. |
This clown is not funny at all. | Bu palyaço hiçte komik değil |
I hoped that I could solve this problem. | Bu problemi çözebileceğimi umuyordum. |
He hopes that he will be able to solve this problem. | Bu problemi çözebileceğini umuyor. |
Did you solve these problems using a calculator? | Bu problemleri hesap makinesi kullanarak mı çözdün? |
I can't call him at this hour. | Bu saatte onu arayamam. |
This morning there are many fishermen in the Bosporos. | Bu sabah Boğaz'da çok balıkçı var. |
the letter I wrote this morning | Bu sabah yazdığım mektup |
this is just a silly argument | bu sadece aptalca bir tartışma |
Only (s) his huge grey eyes revealed the restless (h) fire burning beneath this calm appearance. | Bu sakin görünüşün altında yanan huzursuz ateşi sadece iri gri gözleri açığa vuruyordu. |
this is beneath you | bu sana yakışmıyor |
We have to be brave to win this war. | Bu savaşı kazanmak için cesur olmalıyız. |
so; in order for ... ; thus / In this way | bu sayede |
On this page you can view, change or convert your orders into a single order. | Bu sayfada siparişlerinizi görebilir, değiştirebilir veya tek bir siparişe dönüştürebilirsiniz. |
beyond this page | Bu sayfadan sonrasını |
Do not read beyond this page ! | Bu sayfadan sonrasını okumayın ! |
When I had decided for this reason (s) | Bu sebeple kararlaştırmışken |
for this reason (s) | bu sebepten dolayı |
this time /for once (s) | bu sefer |
This year the prices are higher than last year. | Bu senenin fiyatları geçen seneninkilerden daha yüksek. |
Is this yours? | Bu seninki mi? |
This symbol had a meaning. | Bu simgenin bir anlamı vardı. |
One of these ordinary people | Bu sıradan kişilerden biri |
Giving a glass of cold water to one of these ordinary people | Bu sıradan kişilerden birine bir bardak soğuk su veren |
Why is this important to you? Why does this matter to you? | Bu sizin için neden önemli? |
this was extremely vexing | bu son derece eziyetliydi |
This is my last offer. | bu son teklifim |
You don’t necessarily need to ask your teacher to find an answer to this question; it’s enough to google it. | Bu soruya cevap bulmak için illa hocana sormana gerek yok; gugıllamak yeter. |
Can you answer this question? | Bu soruya cevap verebilir misin? |
I can't answer this question. Ask someone who knows. | Bu soruya cevap veremem. Bir bilene sor. |
After this presenting (verbal noun) | Bu sunuştan sonra |
After this presenting (verbal noun) let me pass immediately to the events. | Bu sunuştan sonra, hemen olaylara geçeyim. |
This happened, so that the word/promise would be fullfilled | Bu söz yerine gelsin diye oldu. |
How can you say these words to şe? | Bu sözü bana nasıl söyleyebilirsin? |
in this case (t) | bu takdirde |
this kind of pressure | bu tarz bir baskı |
He doesn't like this kind of pressure. | Bu tarz bir baskıyı sevmiyor. |
this treatment works immediately | bu tedavi hemen işe yarıyor |
Bu I've been up all night studying for this test. | Bu teste hazırlanmak için bütün gece ders çalıştım. |
This kind of stuff is on the market. | Bu tip şeyler pazarda var. |
Such things / that sort of thing | bu tür şeyler |
(about) how expensive such things are | bu tür şeyler ne kadar masraflı olduğundan |
such things did not happen | bu tür şeyler olmazdı |
It's a long journey. | bu uzun bir yolculuk |
This cliff could not be compared /was uncomparable to any cliff in our world. | Bu uçurum dünyamızdaki hiçbir uçurumla kıyaslanamazdı. |
May these savages receive the severest punishment ! | Bu vahşiler en ağır cezayı alsın. |
Upon this answer (y) Mo had pinched her nose. | Bu yanıt üzerine Mo kızın burnunu sıkmıştı. |
whose pillow is this? | bu yastık kimin? |
As if this were not difficult/ hard enough | Bu yeterince zor değilmiş gibi |
this year the Democratic Party will get better results | bu yıl Demokrat Parti daha iyi sonuçlar alacak |
This year a traffic accident occured. | Bu yıl trafik kazası meydana geldi. |
therefore | bu yüzden |
therefore | bu yüzden |
Therefore they thought of a trick. | Bu yüzden bir hile düşündüler. |
That's why you're gonna sit here and be good. | Bu yüzden burada uslu uslu oturacaksın. |
Therefore do not fear them. | Bu yüzden onlardan korkmayın |
so the holiday had passed relatively wonderful | bu yüzden tatil nispeten harika geçmişti |
Therefore Jesus entered a boat and sat down. | Bu yüzden İsa tekneye binip oturdu. |
this is the match of the century | bu yüzyılın maçı! |
before the ceasing of this madness | bu çılgınlık dinmeden önce |
These flowers are for my mum | bu çiçekler annem için |
That doesn't seem very interesting | Bu çok ilginç görünmüyor. |
This is very good. / It's good | Bu çok iyi |
It's a very good offer. | bu çok iyi bir teklif |
Just win this prize, and I' ll buy you a car! | Bu ödülü kazan hele, sana araba alacağım. |
This afternoon I will take care of it. | Bu öğleden sonra icabına bakacağım. |
He is going to the museum this afternoon. | bu öğleden sonra müzeye gidecek |
This country is not theirs. | Bu ülke onların değil. |
We came to this country years ago. | bu ülkeye yıllar önce geldik |
these products leave you hungry for more / Diese Produkte machen hungrig nach mehr | bu ürünler sizi daha fazlasına da aç bırakıyor |
between these three meals (in the times between...) | Bu üç öğünün haricinde aralarda |
This song is very long, can you sing it ? | Bu şarkı çok uzun, onu söyleyebilir misin? |
I am crazy about this song | Bu şarkının hastasıyım |
I am crazy about this song | Bu şarkının hastasıyım |
to go after these things | bu şeylerin peşinden gitmek |
And so if this shock does not kill it is strong enough to put opponents to sleep. | Bu şok öldürmese de karşısındaki bayıltmaya yetecek kadar güçlü. |
it was in a stupid /unreasonable way catching/contagious | Bu, mantıksız bir şekilde bulaşıcı bir durumdu |
This happened so that the (following) words proclaimed by the prophet Isaiah would be fullfilled: | Bu, Peygamber Yeşaya aracılığıyla bildirilen şu söz yerine gelsin diye oldu: |
fool (b) | budala |
today | bugün |
Give us today our daily bread. Matta 6 :11 | Bugün bize gündelik ekmeğimizi ver. |
Can you visit us today ? | Bugün bizi ziyaret edebilir misin |
That's why I came here today. | Bugün buraya bu sebeple geldim. |
Let's eat outside today | Bugün dışarıda yiyelim |
there is a chance that it will be sunny today | bugün güneşli olma ihtimali var |
which day of the week is today? | bugün haftanın hangi günü? |
Today is the second of January | bugün iki Ocak |
I was late at work today. | Bugün işe geç kaldım. |
Today we will handle complex numbers. | Bugün karmaşık sayılar konusunu işleyeceğiz. |
What do you(sg) want to do today ? | bugün ne yapmak istiyorsun? |
Turn on the television at ten o'clock today. | Bugün onda televizyonu aç. |
Today is Monday, so tomorrow is Tuesday | bugün Pazartesi yani yarın Salı |
I can't take you (pl) to the park today. | Bugün sizi parka götüremem. |
He a lot (a pile/heap/bunch) of work to do today. | Bugün yapacak bir yığın işi vardı. |
the witnesses listened to so far/ up till today | bugüne kadar dinlenen tanıklar |
(in) these days | bugünlerde |
Nowadays preparations are being made to build (make) a thitd bridge to İstanbul. | Bugünlerde, İstanbul'a üçüncü bir köprü yapılması için hazırlıklar yapılmaktadır. |
I am thinking about today | bugünü düsünüyorum |
Don't leave today's work for tomorrow. / Was du heute kannst besorgen, das verschiebe nicht auf morgen. | Bugünün işini yarına bırakma. |
What's the date today? | bugünün tarihi ne? |
steam baths / Dampfbäder | buhar banyoları |
steam baths / Dampfbäder were heated (rep) | buhar banyoları ısıtılmış |
blurred /blurry /foggy/cloudy/misty | bulanık |
contagious | bulaşıcı |
dirty dishes | bulaşık(lar) |
to do dishes | bulaşıkları yıkamak |
all of the dishes | bulaşıkların hepsi |
All of the dishes were washed | Bulaşıkların hepsi yıkandı |
to get infected / be transmitted by / catch | bulaşmak |
to infect / spread infection / transmit infection | bulaştırmak |
to find | bulmak |
From the place where he was | Bulunduğu yerden |
From the place where he was he could see the whole forest that was around him. | Bulunduğu yerden etrafındaki bütün ormanı görebiliyordu. |
Locative | bulunma hâli - -de hâli |
to be found / to be (somewhere) / to exist | bulunmak |
they would find | bulurlardı |
cloud | bulut |
cloudiness | bulutlanma |
Clouding is a kind of cloud clusters that appear(i) in the dark moments of the screen. | Bulutlanma ekranın karanlık anlarında çıkan bir tür bulut kümelerinden ibarettir. |
covered with clouds : cloud covered | bulutlarla kaplı |
cloudy | bulutlu |
cloudless | bulutsuz |
the cloudless night sky | bulutsuz gece göğü |
invention | Buluş |
date; meet-up (between two) / appointment | buluşma |
to meet s.o. | buluşmak |
When is your date/appointment ? | Buluşman ne zaman? |
I had read a sentence similar to this. | Buna benzer bir cümleyi okumuştum. |
He said he did not need this. | buna ihtiyaç duymadığını söyledi |
rather than believing this /instead of believing this | buna inanmaktansa |
Rather than believing this I'd prefer to believe in the magic craw. | Buna inanmaktansa sihirli bir kargaya inanmayı yeğlerdim. |
What do you call this? / What are you saying? | Buna ne diyorsunuz? |
stuffy /oppressing/overwhelming | bunaltıcı |
to oppress / ho overwhelm / to weigh down / stupefy | bunaltmak |
herein /avec ça /daran /darin /damit | bunda |
there is nothing strange about that | bunda bir gariplik yok ki |
there is some truth in that | bunda doğruluk payı var |
you got that right /you are right in that /damit hast du recht | bunda haklısın |
not to be alone in this | bunda yalnız olmamak |
of/ from this (abl) | bundan |
from now on / henceforth (b) | bundan böyle |
Now, therefore (henceforth/from now on (b)) the sword shall never depart from (lack in) your house (root) | Bundan böyle, kılıç senin soyundan sonsuza dek eksik olmayacak. |
therefore /for this (reason) /because of this | bundan dolayı |
If from now on you make the least little noise you would wish you never were born. | Bundan sonra çıtın çıkarsa, keşke hiç doğmamış olsaydım dersin. |
These are not things one can actually see. | Bunlar aslında görülebilen şeyler değil. |
These consist of a king, a queen, two bishops (Läufer), two knights (Pferde), two rooks (Türme) and eight pawns (Bauern). | Bunlar bir şah, bir vezir, iki fil, iki at, iki kale ve sekiz piyondan oluşur. |
They are making fun of me. | Bunlar da bana bakıp eğleniyorlar. |
Don't they (these) have any share of humanity. | Bunlar insanlıktan hiç mi nasibini almamış? |
in the meantime | bunlar olduğu sırada |
Are they ripe ? | Bunlar olgun mu? |
These are tough times. | bunlar zor zamanlar |
They (these) were so shiny, that Jill couldn't decide whether they were jewels or butterflies. | Bunlar öylesine parlakti ki, Jill mücevher mi, kelebek mi karar veremedi. |
that you have a need for these | bunlara gereksinmeniz olduğu |
one of these | bunlardan biri |
dressed like one of them | bunlardan biri gibi giyinmiş |
Can you prove these to me? | Bunları bana kanıtlayabilir misin? |
all of them | bunların hepsi |
you weren't supposed to see any of these | bunların hiçbirini görmemeliydin |
absolutely opposite of these | bunların tam tersi |
You can easily find a pretext to do this | Bunu yapmak için kolaylıkla bir bahane bulabilirsin |
I didn't understand this | Bunu anlamadım |
Why are you finding strange that I tell this? | Bunu anlatmamı niye garipsiyorsun? |
she had cautioned/charged me so many times | bunu bana defarlarca tembihlemişti |
I don't have someone to do this for me (formal) | Bunu bana yapacak kimsem yok |
When they realized this it was understood that there were also materials other than the protons in the nucleus. | Bunu fark edince, çekirdekte protondan başka maddeler de olduğu anlaşıldı. |
you weren't supposed to see this | bunu görmemeliydin |
He decided not to dare it | Bunu göze alamayacağına karar verdi |
They ( will ) do it without blinking their eyes. | Bunu gözlerini kırpmadan yerine getirirler. |
Return it ! | bunu iade et |
I will transmit this. | Bunu ileteceğim |
I am not ashamed to admit this | bunu itiraf etmekten utanmıyorum |
It is not for me to say | bunu söylemek bana düşmez |
if we are going to do this | bunu yapacaksak |
If we are to do this let's get done with it as soon as possible. | Bunu yapacaksak bir an önce halledip kurtulalım. |
I do not allow them to do this | bunu yapmalarına izin vermiyorum |
Is it possible to try this on? | bunu üstümde denemem mümkün mü? |
Is it possible that I don't try this on? | Bunu üstümde denememem mümkün mü? |
Is it possible that I didn't try this on? | Bunu üstümde denememiş olmam mümkün mü? |
What has this got to do with me? | Bunun benimle ne alâkası var ki ? |
I wanted to pinch myself to see (understand)whether this was a nightmare or hallucination. | Bunun bir kâbus ya da sanrı olup olmadığını anlamak için kendimi çimdiklemek istedim |
apart from this there was silence | bunun dışında bir sessizlik vardı |
A part from this it was a beautiful face, (but) it was proud cold and stern. | Bunun dışında çok güzel bir yüzdü; gururlu, soğuk ve ciddiydi. |
information other than this | bunun dışındaki bilgiler |
He expressed that, he does not have other information than this. | Bunun dışındaki bilgilere hakim olmadığını ifade etti. |
he does not have other information than that | bunun dışındaki bilgilere hâkim değil |
I don't think it is right. | Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. |
For this Personal Developement Tests or Expert Advice can be prefered. / Personal development tests or specialized counseling may be preferred for this. | Bunun için kişisel gelişim testleri veya uzman danışmanlıklar tercih edilebilir. |
I am not sure why this is necessary/required. | Bunun neden zorunlu olduğundan emin değilim. |
the reason for this / this is because | bunun nedeni |
the key to this (spoken) | bunun püf noktası |
instead | bunun yerine |
whereupon / upon this | bunun üzerine |
I could cope with this. | Bununla bas edebilirdim. |
together with this / at the same time /however | Bununla birlikte |
He makes a living from this. | Bununla geçiniyor. |
I comforted myself with this | Bununla kendimi avuttum |
here (locative) | Burada |
you can't walk idly around here | burada aylak aylak dolaşamazsın |
Wait here ! | Burada bekleyin ! |
Here too, I don't want to see reckless (too familiar behaving) people. | Burada da laubali insan görmek istemiyorum |
Stop here ! | Burada durun! |
Is everything allright in here? | Burada her şey yolunda mı? |
While the two of us are alone here /While we both ... | Burada ikimiz yalnızken |
Can I camp here ? stationary verb goes with locative (übernachten) | Burada konaklayabilir miyim? |
Most of the men and women here could have the same philosophy ve | Buradaki erkek ve kadınların çoğu aynı felsefeye sahip olabilirdi |
Go away (from here) | Buradan git ! |
near here / dans les environs | buralarda |
Is there a museum near here? | buralarda bir müze var mı? |
cannot get enough of the view here(abouts) | buranın manzarasına doyum olmaz |
This is the highway (a) to Ankara. | Burası Ankara anayolu. |
It's terrible here | burası berbat |
It's nice here. | burası güzel |
It is always crowded here. | Burası hep kalabalıktır. |
I love this place. | burasını seviyorum |
It rained here too today, for three minutes | buraya da bugün biraz yağmur yağdı üç dakikalığına |
Since I came here (old form) I have been working a lot. | Buraya geleli çok çalıştım |
Is this why you came here? | Buraya gelme nedenin bu mu ? |
Is this the first time you've been (you came) here? | Buraya ilk defa mı geliyorsunuz? |
to be able to come until here | buraya kadar gelebilmek |
Do you mind if I sit down here ? | Buraya oturmamda bir sakınca var mı ? |
Do you mind if I sit here ? | Buraya oturmamın bir sakıncası var mı? |
Can I park here ? | Buraya park edebilir miyim ? |
If you are close to here, visit me too. | Buraya yakınsan, bana da uğra. |
at least three fierce dogs must be guarding this place | Burayı en az üç azgın köpek koruyor olmalı. |
I kind of like it here | burayı sevdim sayılır |
to sprain /twist /get twisted | burkulmak |
My nose is bleeding. | Burnum kanıyor. |
It smells fishy. | Burnuma kötü kokular geliyor. |
Sniffing I backed away and wiped my eyes with my palms, I was shaking. | Burnumu çekerek gerileyip avuçlarıma gözlerimi sildim, titriyordum. |
with the sugar tongue clamped to his nose | burnuna kenetlenmiş şeker tutacağıyla |
He scratched his nose. | Burnunu kaşıdı. |
how did you break your nose? | burnunu nasıl kırdın? |
to wipe one's nose | burnunu silmek |
to blow one's nose | burnunu sümkürmek |
to sniff (after crying) /schniefen | burnunu çekmek |
nose / muzzle /snout | burun |
promontory /headland / Landzunge | burun |
nostril | burun deliği |
nose bleeding | burun kanaması |
to pick one's nose | burun karıştırmak |
to sniff at/to consider unimportant / to turn up one's nose / die Nase rümpfen | burun kıvırmak |
this was (rep) my destiny | buymuş benim alın yazım |
commandment | buyruk |
to ask in | buyur etmek |
dictatorship /bossiness /tyranny /peremptoriness | buyurganlık |
Yes please ? (e.g. Waiter asking for orders) | Buyurun? |
ice | buz |
an icy cold | buz gibi bir soğuk |
In the icy air the breath coming coming out of there nostrils looked like smoke. | Buz gibi havada burunlarından çıkan nefesleri duman gibi görünüyordu. |
cold (icy) sweat | buz gibi ter |
ice hockey | buz hokeyi |
fridge / Eisschrank | buzdolabı |
How does the fridge work ? | Buzdolabı nasıl çalışıyor? |
How much milk is there in the fridge? | buzdolabında ne kadar süt var? |
I picked up (took) a bagel from the top of the fridge and began to eat it sullenly. | Buzdolabının üzerinden bir çörek aldım asık suratla yemeye başladım. |
iciness | buzlanma |
to ice over / to frost over | buzlanmak |
glacier /ice field | buzul |
from the glaciers | buzullardan |
wheat | buğday |
Weizenschrot | buğday kırması |
wheat flour | buğday unu |
mist / steam / Beschlag / condensation / vapor | buğu |
to become steamed up, become misted over / se couvrir de buée / sich beschlagen / anlaufen | buğulanmak |
to brag /boast | böbürlenmek |
insect / bug | böcek |
Divide and rule (set the others against each other so you rule over them/ org. divide et impera) | Böl ve yönet |
region | bölge |
the tension in the region | bölgedeki gerilim |
to divide | bölmek |
divided /: | bölü |
chapter / part | bölüm |
indivisible | bölünemeyen |
something about calculating non-divisible values | bölünemeyen değerlerinin hesaplanmasıyla ilgili bir şeyler |
idiot /fool / lummox | bön |
to gawp / gawk /gaze | bön bön bakmak |
work of an idiot | bön iși |
small pasty / patty (usually filled with minced meat) / pie | börek |
No user like this have been found (e.g. facebook) | Böyle bir kullanıcı bulunamamıştır. |
And such a thing ruins the joke | böyle bir şey şakayı da bozar |
I couldn't imagine how the man could claim that something so disgusting was valuable | böyle iğrenç bir şeyin değerli olduğunu nasıl olup da adamın iddia edebileceğini aklım almıyordu |
It was beyond me how such a disgusting thing could be valuable | böyle iğrenç bir şeyin nasıl olup da değerli olabileceğini aklım almıyordu |
I couldn't imagine how such a disgusting thing could be as valuable as he claimed. | böyle iğrenç bir şeyin nasıl olup da onun iddia ettiği kadar değerli olabileceğini aklım almıyordu |
It wouldn't be appopriate for us to do that. | Böyle yapmamız yakışık almaz |
If you continue to work like this you surely will succeed. | Böyle çalışmaya devam edersen, mutlaka başarılı olursun. |
Thus / so | Böylece |
Thus your souls (will) find (reunite with) rest. | Böylece canlarınız rahata kavuşur. |
flank / side | böğür |
blackberry / Brombeere | böğürtlen |
blackberry branches / brambles | böğürtlenlerin dalları |
bellow / Brüllen | böğürtü |
kiosk | büfe |
buffet | büfe |
You should(will) kiss the wrist you could not twist. meaning: This is really an invitation to acknowledgement and respect when you are beaten or bested, physically or otherwise. | Bükemediğin bileği öpeceksin. |
to twist / distort | bükmek |
Nightingale | bülbül |
Nightingale's nest, is a Turkish phyllo dough dessert. It takes its name from its hollow and circular shape. Having been baked, warm syrup is sprinkled, and the hollow center is filled with pistachios before being served. | Bülbül yuvası |
(Though) They put the nightingale into a golden cage, it still moaned for its home. | Bülbülü altın kafese koymuşlar, (yine de) 'Ah, vatanım!' demiş. |
to wrap / to take on | bürünmek |
completely (b) | büsbütün |
to completely ignore (b.b.g.) | büsbütün bilmezlikten gelmek |
all / every (b) | bütün |
despite (r) all its greatness | bütün azametine rağmen |
his whole body was trembling | bütün bedeni titriyordu |
She felt that her entire body tensened with fear. | Bütün bedeninin korkuyla gerildigini hissetti. |
Why do you ask all these questions? | Bütün bu soruları neden soruyorsunuz? |
for good /completely / through and through /altogether | bütün bütün |
to leave for good /für immer weggehen | bütün bütün gitmek |
all the world /the whole earth | bütün dünya |
His whole world consisted of this girl. | Bütün dünyası bu kızdan ibaretti. |
creating the whole world | bütün dünyayı yaratan |
I worked all day. I am exhausted. | Bütün gün çalıştım; bitkinim. |
It took me the whole day. | Bütün günümü aldı |
all that hustle and bustle | bütün o koşuşturmalar |
I saw all what happened. | Bütün olanları gördüm. |
We can't spend all of our money. | bütün paramızı harcayamayız |
all kinds of vegetables | bütün sebze çeşitleri |
who forgives all your sins (s), who heals all your disease (Ps. 103:3) | Bütün suçlarını bağışlayan, Bütün hastalıklarını iyileştiren, |
I told you all I wanted to say. | Bütün söylemek istediğimi size anlattım. |
all kinds of x | bütün x çeşitleri |
all the ugliness | bütün çirkinlik |
totalitarian (relating to a system (or a person belonging to it ) of government that is centralized and dictatorial and requires complete subservience to the state. | bütüncül |
integration / replenishment / completition / condition / make up exam | bütünleme |
make-up examination (to allow students, with legitimate reasons for missing a scheduled exam, to fulfil the requirements of a course, and hence avoid being penalized for factors beyond their control) | bütünleme sınavı |
integrity / wholeness / completeness | bütünlük |
holistic (characterized by the belief that the parts of something are intimately interconnected and explicable only by reference to the whole. / medicine : treating the whole person- body and soul) | bütünsel |
a total /complete refusal | bütünüyle reddetme |
to completely refuse | bütünüyle reddetmek |
in the case of a complete refusal | bütünüyle reddetmesi durumunda |
magic | büyü |
magician | büyücü |
Magic (noun) | büyücülük |
big | büyük |
great tit /Kohlmeise | büyük baştankara |
we're in big trouble | büyük bir beladayız |
It sounds like great fun | büyük bir eğlence gibi geliyor |
most likely | büyük bir ihtimalle |
Most likely he is too busy to write to you. | Büyük bir ihtimalle size yazamayacak kadar meşgul. |
a large audiance | büyük bir seyirci |
to talk in front of a great audience | büyük bir seyirci önünde konuşmak |
a big swarm of flies flew non stop back and forth | büyük bir sürü sinek durmadan ileri geri uçuyordu. |
a computer with a big screen | büyük ekranlı bir bilgisayar |
How do we fit (where is our place) in the big universal concept (plan) ? | Büyük evrensel plandaki yerimiz ne? |
(going at) high-speed | büyük hızla giden |
probably | büyük olasılıkla |
We'll make big money | Büyük para kazanacağız |
to take a great pleasure in | büyük zevk almak |
great misfortune! Bad break / Pech | büyük şanssızlık |
my grandma and grandpa went to Africa when they were young | büyükanne ve büyükbabam gençken Afrika'ya gittiler |
my grandma and grandpa still go skiing | büyükanne ve büyükbabam hâlâ kayağa giderler |
bovine / cattle (b) | büyükbaş |
bovine animal / cattle | büyükbaş hayvan |
Ambassador | büyükelçi |
Embassy | büyükelçilik |
size / magnitude / greatness | büyüklük |
to fascinate / to cast a spell on | büyülemek |
to be captivated /mesmerized / bewitched /to be under a spell | büyülenmek |
magical / enchanted | büyülü |
a magical weapon | büyülü bir silâh |
growth | büyüme |
to grow | büyümek |
to crouch / shrink (usually more for objects /for persons rather çömelmek) | büzülmek |
street (c) | cadde |
witch (c) | cadı |
witchcraft | cadılık |
ignorant / uneducated / illiterate | cahil |
to keep s.o. in ignorance | cahil bırakmak |
to be talking through one's hat / to talk ignorantly ./ to talk about something without understanding what you are talking about | cahil cahil konuşmak |
Reasoning with an ignorant is a lot more difficult than making a camel jump over a ditch | Cahile söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur. |
Boasting / Airs / Wichtigtuerei | caka |
to act / strutt / to play a role / to show off | caka satmak |
window pane | cam |
crystal clear water | cam gibi berrak su |
glass jar | cam kavanoz |
a glass curtain | cam perde |
acrobat | cambaz |
Soul / life (c) | can |
Life comes through the food pipe. | Can boğazdan gelir. |
Life goes through the food pipe. (mocking of the proverb saying the opposite /warning from obesity) | Can boğazdan gider. |
Life belt / Rettungsring | can kurtaran simidi |
Put on your life jacket. | Can yeleklerinizi giyin. |
When the soul does not leave, the habit won't leave. /Bents and habits live on till one's dying moment, implying, usually as a negative comment, that it is futile to expect an improvement. | Can çıkmayınca huy çıkmaz. |
to give a lot of joy and health /to enliven /to revive/to refresh | cana can katmak |
monster | canavar |
But fear God who can destroy the soul and also the body in hell. | Canı da bedeni de cehennemde mahvedebilen Tanrı'dan korkun. |
whole heartedly | canı gönülden |
depressed | canı sıkkın |
to wear out / get exhausted / die | Canı çıkmak |
Let him die/wear out - May he die | canı çıksın |
my soul / my darling | canım |
As to him losing / who loses (y) his soul for my sake(u) he will safe it. | Canını benim uğruma yitiren ise onu kurtaracaktır. |
life jacket | cankurtaran yeleği |
to revive | canlandırmak |
live / alive | canlı |
to be a living example | canlı bir örneği olmak |
to be buried alive | canlı canlı gömülmek |
to be eaten alive | canlı canlı yenmek |
to listen live | canlı dinlemek |
to watch live | canlı izlemek |
to escape with one's life | canlı kurtulmak |
Their hides have a vivid and shiny colour, with reddish yellow and black spots. | Canlı ve parlak renge sahip postları kırmızımsı sarı ve siyah benekli. |
Live broadcast | canlı yayın |
to broadcast live | canlı yayınlamak |
to be broadcasted live | canlı yayınlanmak |
to revive/ revitalize / to make lively | canlılık kazandırmak |
as if he / they were alive (beings) | canlıymışçasına |
Lifeless / inanimate | cansız |
like a lifeless puppet | cansız bir kukla gibi |
He was the only hunter near Carvahall. | Carvahall yakınındaki tek avcıydı o. |
to spy | casusluk yapmak |
he is accused of spying | casusluk yapmakla suçlanıyor |
furiously / fiercely | cayır cayır |
to burn furiously | cayır cayır yanmak |
charm /attraction (more used in chemistry) | cazibe |
attractiveness/charme/, Liebreiz | cazibe |
if it were that the attraction /charm (being in love) had ended | cazibe sona ermiş olsaydı |
to lose its charm | cazibesini yitirmek |
hell | cehennem |
coat / blazer / Jacket | ceket |
paradise | cennet |
pocket | cep |
cell phone | cep telefonu |
the cacophonical echoes created (o) by the voices rising from cell phone conversations | cep telefonu görüşmelerinden yükselen seslerin oluşturduğu ahenksiz yankılar |
because it blocks the cell phone signals | cep telefonu sinyallerini bloke ettiği için |
because it blocks the cell phone signals nobody can talk on the phone | cep telefonu sinyallerini bloke ettiği için kimse telefonla konuşamıyor |
THey showed an archive image from the mobile phone | cep telefonundan bir arşiv görüntüsü gösterdiler |
They showed an archive image of previous passages by sea from the mobile phone | cep telefonundan deniz yoluyla önceki geçişlere ait bir arşiv görüntüsü gösterdiler |
fassade / front | cephe |
frontal view | cephe görünüşü |
frontal view | cephe görünüşü |
front commander | cephe komutanı |
frontal attack | cephe taarruzu |
draft /Durchzug /courant d'air /electric current | cereyan |
courage / guts /nerve | cesaret |
He didn't dare | cesaret edemedi |
to dare / to venture | cesaret etmek |
encouraging / cheering / aufmunternd / heartening | cesaretlendirici |
brave | cesur |
to act bravely/courageously | cesur davranmak |
to look brave | cesur görünmek |
a brave hero | cesur kahraman |
daredevil /lion(hearted) | cesur kimse |
to be brave | cesur olmak |
a brave heart | cesur yürek |
You are brave. | cesursun |
ruler /Lineal | cetvel |
The answer was very monotone. | Cevap gayet tekdüzeydi. |
Answer me ! (c) | Cevap verin bana! |
to answer (c) | cevap vermek |
walnut | ceviz |
walnut trees | ceviz ağaçları |
gazelle (c) | ceylan |
punishment | ceza |
to be punished | cezalandırılmak |
to punish | cezalandırmak |
to get what one deserves / lit. to find one's punishement | cezasını bulmak |
to be sentenced | cezaya çarptırılmak |
to charm / attract faszinate | cezbetmek |
The last Gen carrier in Charlotte's lineage (family) was a lady by the name Miss Margret. | Charlotte'un sülalesindeki son Gen Taşıycı Magret adında bir hanımdı. |
mosquito net | cibinlik |
seriously? | cidden mi? |
serious / severe | ciddi |
It suffered severe damage (h) | ciddi hasar gördü. |
device / apparatus / appliance | cihaz |
varnish / Lack | Cila |
polished / glazed / finished | cilalı |
a polished blue stone | cilalı mavi bir taş |
the small sunspots on top of its varnish | Cilasının üstündeki ufak güneş lekeleri |
skin / hide / cover / binding | cilt |
book binding | ciltleme |
gymnastik | cimnastik |
miserly / scabbily /ungenerously | cimrice |
a poor deal / a bad bargain | cimrice bir pazarlık |
gin | cin |
sharp-witted / quick-witted / elvish | cin gibi |
murder | cinayet |
be arrested in alleged plot to murder | cinayet planlama iddiasıyla tutuklanmak |
murder weapon | cinayet silâhı |
to be charged with murder | cinayetle suçlanmak |
it was murder | cinayetti |
demon possessed | cinli |
Genus / Gattung (biol.) (e.g. Felis /echte Katzen) | cins |
sexy | cinsel istek uyandıran |
your gender | Cinsiyetiniz |
incorporeal / unsubstantial | cisimsiz |
Unsubstantial fog winding/curling like ivy branches | Cisimsiz sarmaşık dalları gibi kıvrılan sis, |
mercury /Quecksilber | cıva |
chicklet | civciv |
the chick comes out of the egg (hatches) | civciv yumurtadan çıkıyor |
to yelp /squeak /squawk | ciyaklamak |
a sizzle / hissing sound | cızırtı |
liver / lung | ciğer |
lever pate | ciğer pate - ciğer ezmesi |
my everything / 'corner of my liver' (outdated) | ciğerimin köşesi |
coke | cola |
the gasket (rubber sealing ring) / washer / Dichtungsring (aus Gummi) | conta |
geography | coğrafya |
transported with joy / impassioned / exhilarated /enthousiastic (c) | coşkulu |
joyous spectators (i) | coşkulu izleyiciler |
enthusiastic crowd | coşkulu kalabalık |
jubilation | coşkulu sevinç |
frenzied welcome | coşkulu tezahürat |
elated / excited (c) /enthousiastic/ ¨überschäumend / begeistert / stürmisch / feurig | coşkun |
to flow over /to bubble over / effervesce /gush | coşmak |
friday | cuma |
What else would he do on Friday? | Cuma günü başka ne yapacaktı? |
On Friday he would do a presentation. | Cuma günü bir sunum yapacaktı. |
Friday he would work until late. | Cuma günü geç saatlere kadar çalışacaktı. |
saturday | cumartesi |
republic | cumhuriyet |
republican | cumhuriyetçi |
The Republican People's Party | Cumhuriyetçi Halk Partisi |
the Republican People's Party is pretty big | Cumhuriyetçi Halk Partisi oldukça büyük |
gown (lawyers /judges/wizards) Talar | cübbe - cüppe |
dwarf | cüce |
Behind the dwarf in the middle of the sledge on a higher chair a very different person was sitting | Cücenin arkasında, kızağın ortasında, daha yüksek bir oturakta çok farklı biri oturmaktaydı |
the cracking whip of the dwarf | cücenin şaklayan kırbacı |
sentence | cümle |
the last word of the sentence | cümlenin son kelimesi |
the second last word of the sentence / (lit. second word from the end...) | cümlenin sondan ikinci kelimesi |
the end of the sentence | cümlenin sonu |
daring / boldness / temerity / presumption (cü) | cüret |
to dare | cüret göstermek |
leprosy | cüzam |
leper (person suffering from leprosy) | cüzamlı |
The lepers are cleansed | cüzamlılar temiz kılınıyor |
wallet | cüzdan |
My wallet has been stolen | cüzdanım çalındı |
also / and | da - de |
nanny | dadı |
more / already | daha |
less / fewer | daha az |
less | daha az |
less fortunate (t) | daha az tâlihli |
to become more independent | daha bağımsız hale gelmek |
to get worse | daha da kötü bir hale gelmek |
this very moment / a minute ago / just right now | daha demin |
a more religious approach | daha dindar bir yaklaşım |
Rather / more correctly | daha doğrusu |
If they're late, they'll miss the train. | Daha fazla geç kalırlarsa, treni kaçıracaklar. |
you need to decide whether or not you want more responsabilities | daha fazla sorumluluk isteyip istemediğiniz hakkında bir karar vermek zorundasınız |
worse (d.f) | daha fena |
just /sooner | daha hemen |
I had just recently arrived | daha hemen gelmiştim |
to outdistance | daha hızlı gitmek |
If we work faster the quality certainly does not stay. | Daha hızlı çalışırsak, kalite kesinlikle kalmaz. |
I have said already in the first sentence | Daha ilk cümlede söylemiştim |
I have said already in the first sentence,that this book is my favoured book. | Daha ilk cümlede,bu kitabın en sevdiğim kitap olduğunu söylemiştim |
better | daha iyi |
worse | daha kötü |
I thought that more robust (drastic/sound) measures should be taken. | Daha sağlam tedbirlerin alınması gerektiği düşündüm. |
cheaper | daha ucuz |
You can be more creative | daha yaratıcı olabilirsiniz |
Can you speak slower please ? | daha yavaş konuşabilir misiniz lütfen? |
on a higher seat | daha yüksek bir oturakta |
More work will be done. | Daha çok çalışılacaktır. |
ever before | daha önce |
I don't know, whether you ever had an idea before, but if you have, then you know very little in how much trouble an idea can get you | Daha önce bir fikrinin olup olmadığını bilmiyorum, ama varsa, o zaman bir fikrin seni ne kadar sıkıntıya sokabileceğini çok az biliyorsundur. |
I don't know, whether you ever had an idea before. | Daha önce bir fikrinin olup olmadığını bilmiyorum. |
It was something he had never tasted before | Daha önce böyle bir şey tatmamıştı |
as if he had never before seen such a thing | Daha önce hiç böyle bir şey görmemiş gibi |
already (d. h.) | daha şimdiden |
moreover (d) | dahası |
even (d) | dahi |
inclusive | dahil |
inclusive | dahil |
always | daima |
Always if he waited and watched long enough, somebody would make a mistake . | Daima bekleyip yeterince uzun izlerse, birileri bir hata yapardı. |
He was always in his corner, always starting to despise the house. | Daima köşesinde, daima evi yadırgar olmuştu |
appartment | daire |
circle / Kreis (geom) | daire |
I live in a rented flat | dairede kirada oturuyorum |
minute | dakika |
branch | dal |
wave (slang:hashish/ love affair / darling/thingummy) | dalga |
Don't be crazy !/ No kidding! | Dalga geçme ! |
to kid (slang) | dalga geçmek |
No kidding /I'm not kidding | Dalga geçmiyorum. |
Are you kidding? | Dalga mı geçiyorsun? |
to make sth flap /to cause (water) to break into waves/to cause (sth) to undulate; to cause (sth) to wave/sway (as in a wind)/ripple | dalgalandırmak |
to flap / ripple / undulate/ flattern / wogen / schlingern (Boot) | dalgalanmak |
absent minded / zerstreut /plunged in thought / preoccupied / dreamy | dalgın |
to doodle (draw things absent mindedly) | dalgın dalgın şekiller çizmek |
You look lost | dalgın görünüyorsun |
to be lost in thought | dalgın olmak |
an absent minded professor | dalgın profesör |
The branches spread brown webs over the stones. | Dallar taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu. |
There were no squirrels crackling in the branches. | Dallarda çıtırdayan sincaplar yoktu. |
birds singing in the branches | dallarda öten kuşlar |
roof (d) | dam |
veine / Vene | damar |
venes(to) pulsate | damarlar atmak |
bridegroom /son-in-law | damat |
to leave one's mark on /to mark /to label /to stigmatize | damgasını vurmak |
As soon as the drop touched the snow a hissing sound was heard. | Damla kara değer değmez bir cızırtı duyuldu. |
to drip / drop /trickle from an ablative | damlamak |
Proclaim it from the rooftops | Damlardan duyurun |
Let it drop / may it drop (imp. 3 sg) | damlasın |
to drop/drip sthg | damlatmak |
drop by drop becomes a lake/ steter Tropfen höhlt den Stein | damlaya damlaya göl olur |
calf | dana |
the finest / the best / thoroughgoing (d) | daniska |
consultant/ advisor / counselor | danışman |
consultancy | danışmanlık |
to dance | dans etmek |
instead of dancing let's sing. | Dans etmektense şarkı söyleyelim. |
dance music | dans müziği |
danser | dansçı |
Dancers were spinning, twisting, swinging on the stage. | Dansçılar sahnede dönüyor, kıvrıyor, salınıyorlardı. |
narrow /tight / constricted | dar |
narrow minded | dar kafalı |
to narrow / constrict / bother | daraltmak |
impact / shock | darbe |
the impact hit the center (rep) | darbe merkezi vurmuş |
earthenware kettledrum / tomtom | darbuka |
Millet/ Hirse | darı |
to take offense | darılmak |
no offense / no hard feelings | darılmak yok ama |
in a mess /disheveled /very messy /messed up | darmadağınık |
law suit / case / legal act / proceeding | dava |
the trial of the case | davanın duruşması |
the trial of the case is held at this campus. | davanın duruşması bu yerleşkede yapılıyor. |
to hold/stand one's ground | davasından vazgeçmemek |
to lose one's case (law suit) | davasını kaybetmek |
welcoming / inviting/ einladend | davetkâr |
behaviour / Verhalten | davranış |
To treat /act / to behave /to conduct oneself /to proceed | davranmak |
drum / tambour | davul |
With a flourish of trumpets / with a lot of toedoe | davul zurna ile |
to get a beating | dayak yemek |
The goblin who took the beating lay stunned for ashort while, but then he leaped to his feet in pursuit. (lit. he quickly rose to his feet and fell behind the other.) | Dayak yiyen goblin kısa bir süreliğine sersemledi ama sonra hızla ayağa kalkıp diğerinin peşine düştü. |
to hold/ support/ lean on (d) | dayamak |
she couldn't stand it / she couldn't resist/ endure | dayanamadı |
resistant | dayanıklı |
unbearable/unendurable /irresistible /intolerable | dayanılmaz |
to stand sth /to put up with sth / to bear/ endure | dayanmak |
uncle (maternel) | dayı |
mountain | Dağ |
to be stuck in the middle of nowhere | dağ başında mahsur kalmak |
Hills remain apart forever, (but) people do meet (someday). meaning: Parting is not forever. | Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. |
I washed plates, goblets, pots and pans piling up like mountains. | Dağ gibi biriken tabak, kadeh, tencere ve tavaları yıkadım. |
to explore mountain roads | dağ yollarını keşfetmek |
we are going(out) to the mountain. | dağa çıkıyoruz |
To spread/ disperse / scatter (*usually has to do with destruction of something) | dağılmak |
messy/ untidy / dispersed / coll. a sad sight | dağınık |
messy hair / uncombed | dağınık saç |
disorganized | dağınık bir hâlde |
scatterbrain | dağınık fikirli |
messy looking | dağınık görünen |
messy room | dağınık oda |
disorganization /untidyness / mess | dağınıklık |
to distribute / hand out | dağıtmak |
to flow down the mountains | dağlardan aşağıya akmak |
the tiny winzy caves hidden in the heights of the mountains | dağların yükseklerine gizlenmiş minik minik mağaralar |
to writhe /struggle /flounder | debelenmek |
grandfather | dede |
we were on the side of the detective | dedektiften yanaydık |
he said slyly | dedi sinsi sinsi |
gossip (d) | dedikodu |
Let's stop making gossip, for God's sake. | Dedikodu yapmayı bırakalım, Allah aşkına. |
to have it said | dedirtmek |
stubborn / insistent / needs to always get his way | dediğim dedik |
Do as we said! | Dediğimizi yap! |
to regret to have ever said | dediğine diyeceğine pişman olmak |
time / Mal | defa |
again and again / over and over / for the umpteenth time/ häufig | defalarca |
laurel / Lorbeerblatt | defne yaprağı |
Get out / fuck off / out | defol |
Get out of here ! | Defol buradan ! |
notebook /Heft | defter |
terror / horror | dehşet |
being seized by horror | dehşete kapılarak |
moments of horror | dehşetin anları |
Dreadlords | Dehşetlordlar |
until + dat | dek |
release (button) / trigger / timer /shutter (camera) | deklanşör |
to decorate (d) | dekore edilmiş |
crazy | deli |
to run around like crazy | deli gibi koşturmak |
madly | delice |
insanely /madly | delicesine |
to madly love / to adore / to be infatuated with | delicesine sevmek |
penetrating look /piercing look /steel gaze | delici bakış |
hole /slot (for coins) | delik |
full of holes | delik deşik |
to perforate | delik deşik etmek |
Punch /Locher | delik zımbası |
to be punctured / to be pierced / to be worn through | delinmek |
to pierce /penetrate /transfix (d g) | delip geçmek |
to get crazy /to get mad | delirmek |
to drive crazy / to make s.o. mad | delirtmek |
We were eating like crazy. | Deliymişcesine yiyorduk. |
to say | demek |
to mean / to intend | demek istemek |
a cluster / a bundle | demet |
just now | demin |
Did you hear what I just said? | Demin söylediğimi duydun mu? |
iron /Eisen -Fe 26 | demir |
iron age | demir devri |
teapot | demlik |
a democrat | demokrat |
democratic | demokratik |
the times he tried | denediği zamanlar |
half of the times he tried | denediği zamanların yarısında |
essay / trial | deneme |
I need to write an essay. | deneme yazmam gerekiyor |
to try | denemek |
called | denen |
probation /supervised liberty / supervised release | Denetimli Serbestlik |
Probation Bureau teams (controlling people released on probation) | Denetimli Serbestlik Bürosu ekipleri |
to check (d) | denetlemek |
experiment /try | deney |
test tube / Reagenzglass | deney tüpü |
let's try | deneyelim |
experience /Erfahrung (d) | deneyim |
to provide experience | deneyim kazandırmak |
He knew from experience | Deneyimlerinden biliyordu |
experienced / wise / expert | deneyimli |
with his experienced eyes / with his expert eyes | deneyimli gözleriyle |
balance | denge |
to keep one's balance | dengesini korumak |
he was keeping his balance | dengesini koruyordu |
to lose one's balance | dengesini yitirmek |
sea | deniz |
lighthouse / Leuchtturm | deniz feneri |
manatee/sea cow / Seekuh (Australia) | deniz ineği |
sea urchin /Seeigel | deniz kastanesi |
we went to a nice hotel by the sea | deniz kenarında güzel bir otele gittik |
Mermaid/Meerjungfrau | deniz kızı |
starfish /Seestern | deniz yıldızı |
seaweed | deniz yosunu |
The sea is very rough. | Deniz çok çalkantılı. |
seafood | deniz ürünleri |
I love seafood, but my friend is allergic to it. | Deniz ürünlerini seviyorum, ama arkadaşımın alerjisi var. |
jellyfish | denizanası |
overseas | denizaşırı ülkelerde |
convenient / suitable/ apropriate for (d.g.) | denk gelmek |
equation | denklem |
to be called | denmek |
tank | depo |
Fill it up / fill the tank | Depoyu fulleyin ! |
earthquake (d) | deprem |
stream / Bach/ ruisseau | dere |
degree | derece |
to flow in streams | dereler hâlinde akmak |
the random (uncontrolled) oscillation of creeks | derelerin başıboş salınımı |
Dill | dereotu |
magazine | dergi |
immediately/ right away /at once (d) | derhal |
skin (d) | deri |
deep | derin |
a deep shadow | derin bir gölge |
He took a deep breath | Derin bir nefes aldı. |
taking a deep breath (s. a.) | derin bir soluk alarak |
depth ( also geom.) | derinlik |
just at that moment / then /in the meantime /inzwischen/ mittlerweile (d) | derken |
Just then she fell asleep. | Derken uyuyakaldı. |
compiler / Verfasser (erson who produces a list or book by assembling information or written material collected from other sources.) | derleyici |
lesson | ders |
He allowed me to look at the textbook. | Ders kitabına bakmama izin verdi |
He allowed him to look at the textbook. | Ders kitabına bakmasına izin verdi. |
I woke up (got up) early not to be late for the class. | Derse geç kalmamak için erken kalktım. |
My class is on Friday. | Dersim cuma. |
What was told in the lesson confused me | derste anlatılanlar kafamı karıştırmıştı |
what was told in the lesson confused him | derste anlatılanlar kafasını karıştırmıştı |
I was confused by what was said in the lesson / I mixed up what was told in the lesson | Derste anlatılanlardan kafamı karışmıştı. |
He was confused by what was said in the lesson. / He mixed up... | Derste anlatılanlardan kafası karışmıştı. |
Problem/ grievance / distress / nuisance / trouble | dert |
to let sth prey on ones mind / to trouble / occupy oneself with (a worrying problem) | dert etmek |
he doesn't pour out his heart to anybody | dertleşmez kimseyle |
figure / pattern | desen |
support /Unterstützung | destek |
supporter | destekçi |
detail | detay |
to go into detail | detaya girmek |
I won't get stuck on the details | detaylara takılmayacağım |
detergent | deterjan |
he kept on doing it (just to annoy me) | devam edip duruyordu |
to continue (d) | devam etmek |
I gave him a hard look, challenging/daring him to continue... | Devam etmesi için meydan okuyarak sert bir bakış attım. |
continuous / non-stop / permanent / incessant | devamlı |
You learn non-stop new things | Devamlı yeni şeyler öğreneceksin |
to regularize | devamlılık kazandırmak |
gigantic /colossal | devasa |
under a gigantic oak tree | devasa bir meşe ağacının altında |
I looked at the looming (huge) skyscrapers | devasa gökdelenlere baktım |
gigantic aloe plants | devasa sarısabır bitkileri |
camel | deve |
thistle /Diestel (lit camel thorn) | devedikeni |
ostrich | devekuşu |
to knock one's head against a brick wall / get blood out of a stone (lit. to cause the camel to jump over/ to bypass the ditch.) | deveye hendek atlatmak |
And Meggie had imagined (g.c.) the giant's garden door exactly like this. | Devin bahçe kapısını da tıpkı bu şekilde canlandırmıştı Meggie gözünde. |
period /cycle /turnover /age | devir |
state / government | devlet |
state agency | Devlet dairesi |
in the government service | devlet hizmetinde |
We got (won) a great deal from the government. | Devletten büyük bir ihaleyi kazandık |
to take over / to absorb | devralmak |
half-time | devre arası |
at half-time | devre arasında |
should we get a meatball-bread at half-time? | devre arasında bir köfte-ekmek alalım mı |
put in / cut in /connect / activate / enable | devreye sokmak |
to overturn | devrilmek |
value | değer |
to esteem | değer vermek |
to lose it's value | değerini yitirmek |
can you evaluate ? | Değerlendirebilir misiniz ? |
to evaluate | değerlendirmek |
valuable / precious / dear | değerli |
precious stones | değerli taşlar |
not / it is not | değil |
isn't it / aren't you / n'est-ce pas | değil mi |
to refer to /to touch (upon) / to speak about /to deal with | değinmek |
from different angles | değişik açılardan |
seen (Pres Part) from different angles | değişik açılardan görülen |
Change /alteration /modification | değişiklik |
you might have to change (right now) | değişiklik yapmak zorunda olabilirsin |
changes are saved (computer) | değişiklikler kaydedildi |
to make a decision to change | değişime karar vermek |
It begins with a decision to change | değişime karar vermekle başlar |
caprice | değişken istek |
to change | değiştirmek |
to be worth(y) of a dative / to touch a dative | değmek |
staff /stick (d) | değnek |
to pierce through | Deşmek |
to look in every nook and corner /to comb through with a fine comb /to ramble through | didik didik etmek |
to forage /delve into /pull to shreds/taking out and examinating every bit and piece | didiklemek |
to quarrel /bicker /squabble | didişmek |
digital | dijital |
Digital watch/clock | dijital saat |
upright /erect | dik |
fixedly | dik dik |
He looked fixedly at him | Dik dik baktı ona. |
rectangle | dikdörtgen |
thorny | dikenli |
Holly /Stechpalme | dikenli defne |
prickly pear/ Kaktusfeige | dikenli incir |
portray (opposite to landscape) | dikey |
portrait page orientation | dikey sayfa düzeni |
to zoom (airplane) | dikine yükselmek |
to zoom (airplane) | dikine yükselmek |
seam /stitch /sewing | dikiş |
to sew | dikiş dikmek |
sewing machine | dikiş makinesi |
sewing room /Nähstube | dikiş odası |
attention / care / caution / notice | dikkat |
Watch out ! | dikkat et ! |
to pay attention | dikkat vermek |
remarkable | dikkat çekici |
to draw attention | dikkat çekmek |
He had retreated to a cavity where he hoped not to attract attention. | Dikkat çekmeyeceğini umduğu bir oyuğa çekilmişti |
when taking into consideration | dikkate alındığında |
he could not give more of his attention | dikkatini fazla veremedi |
to pay attention | dikkatini vermek |
with care / sorgfältig | dikkatle |
to look carefully at / to stare / to scrutinize / to set (beedy) eyes on | dikkatle bakmak |
He carefully loosened the tension of the bow and proceeded. | Dikkatle yayın gerginliğini gevşetip ilerledi. |
We don't want to attract attention. | Dikkatleri üzerimize çekmek istemeyiz. |
careful / vorsichtig (d) | dikkatli |
Be careful | Dikkatli olun |
careless / listless / heedless | dikkatsiz |
a careless boot | dikkatsiz bir çizme |
to erect /straighten also to get stubborn | dikleşmek |
to sew /to erect (e. g. a building /a tower) /to plant (e. g. a flower) | dikmek |
language / tongue | dil |
Sole / Seezunge ( Plattfisch - eyes on the right side / 60-70 cm / Northsea ,Mediterr,Marmara, Karadeniz | dil balığı |
Language studies interest me. | Dil çalışmaları beni ilgilendiriyor. |
There are Chinese influences in the language. | dilde Çince etkisi var |
to be expressed / to be voiced | dile getirilmek |
An overview of the language | Dile genel bir bakış |
the feelings and thoughts to be expressed | dile getirilecek duygu ve düşünce |
the feelings and thoughts to be expressed must be clear and net in the narrator's mind. | dile getirilecek duygu ve düşünce anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
to voice / to put into words / utter | dile getirmek |
to make a wish | dilek tutmak |
beggar | dilenci |
to beg / to ask for alms | dilenmek |
in accordance with the known and accepted rules of the language | dilin bilinen ve kabul edilen kurallarına uyularak |
following (in accordance with ) the rules of the language | dilin kurallarına uyularak |
Did you swallow your tongue? / You got nothing to say now? | dilini mi yuttun? |
She clıcked her tongue / Sie schnalzte mit der Zunge. | Dilini şaklattı. |
Words from something like an incantation against danger came to the tip of his tongue. | Dilinin ucuna tehlikeye karşı bir efsun kabilinden sözcükler geldi |
He's interested in languages. | Dillere ilgisi var . |
upright / rigid / erect | dimdik |
She stood upright/ firm | dimdik durdu. |
religion | din |
religion is an important topic | din önemli bir konu |
to dynamize | dinamizm kazandırmak |
religious (person) | dindar |
quietness / calmness / serenity | dinginlik |
to listen (d) | dinlemek |
to rest / relax | dinlenmek |
to cease / to be soothed / to pass into a calmer state (rain, snow, hail) | dinmek |
root (d) | dip |
bottomless / abysmal | dipsiz |
a bottomless cleft/ fissure | dipsiz yarık |
steering wheel | direksiyon simidi |
alive / living (careful: undropping for breasts) | diri |
to come back to life (from death) | dirilmek |
elbow | dirsek |
disk defragmentation | disk bütünleme |
so that / that / so | diye |
diet | diyet |
to be on diet | diyet yapmak |
knee | diz |
to kneel | diz çökmek |
rein / Zügel (d) | dizgin |
to arrange /line up (shape) | dizmek |
laptop (d) | Dizüstü |
My laptop has been stolen. | dizüstü bilgisayarım çalındı |
the other | diğer |
the other hand | diğer el |
in the other hand | diğer elde |
in his other hand | diğer elinde |
like the other | diğeri gibi |
the others | diğerleri |
Do the others want to come to the beach(s) this afternoon? | diğerleri öğleden sonra sahile gelmek istiyorlar mı? |
Is there a country that seems more beautiful ( to you) than the others? | Diğerlerinden daha güzel gelen özel bir ülke var mı |
He didn't fancy the others knew it either. | Diğerlerinin de bunu bildiğini sanmıyordu. |
It was half the price of the others. | Diğerlerinin yarı fiyatındaydı |
tooth | diş |
outside factor | dış faktör |
I didn't bring my toothbrush | diş fırçamı getirmedim |
toothbrush | diş fırçası |
Zahnarzt | diş hekimi |
braces / Zahnspange | diş teli |
to wear braces / eine Zahnspange tragen | diş teli takmak |
to get rid of the braces / die Zahnspange loswerden | diş tellerinden kurtulmak |
outer space | dış uzay |
extrovert | dışadönük |
the outside | dışarı |
to get out/to go out | dışarı çıkmak |
that they wanted to come out | dışarı çıkmak istedikleri(ni) |
He saw that they wanted to go out. | Dışarı çıkmak istediklerini gördü. |
He saw those who wanted to go out. | Dışarı çıkmak isteyenleri gördü. |
He saw the dace expression of those who wanted to go out. | Dışarı çıkmak isteyenlerin yüz ifadesini gördü. |
He saw the dace expression of those who wanted to go out. | Dışarı çıkmak isteyenlerin yüz ifadesini gördü. |
to be outside | dışarıda olmak |
She is accustomed to fly outside. | Dışarıda uçmaya alışkın. |
Thousand enemies outside are better than one enemy inside. - Arabic saying | Dışarıdaki bin düşman içerideki bir düşmandan daha iyidir. - Arap atasözü |
It is very cold outside. | Dışarısı soğuk. |
It was very cold outside. | Dışarısı soğuktu. |
My car doesn't start because it is very cold outside. | Dışarısı çok soğuk olduğu için arabam çalışmıyor. |
Seen/compared to the outside it is very warm inside. | Dışarıya göre içerisi çok sıcak. |
a female | dişi |
sow | dişi domuz |
a female deer / a doe | dişi geyik |
The doe was still with the herd. | Dişi geyik hâlâ sürüdeydi. |
apart from | dışında |
showing his teeth (lit. in a fashion that his teeth would emerge) | dişleri ortaya çıkacak şekilde |
dentist | dişçi |
He will have to go more often to the dentist. | Dişçiye daha çok gitmesi gerekecek. |
Therefore Dobby will shut his ears in the oven door. | Dobby bu yüzden kulaklarını fırın kapağına kıstıracak. |
ninety | doksan |
doctor | doktor |
The doctor says "Don't smoke any more, you are going to die", but he still doesn't care. | Doktor 'Artık sigara içme, öleceksin'diyor, ama o hâlâ umursamıyor. |
The doctor thinks your leg is broken. | Doktor bacağının kırıldığını düşünüyor . |
the doctor thinks he needs medicine | doktor ilaca ihtiyacı olduğunu düşünüyor |
The doctor had said he was coming at ten. | Doktor onda geleceğini söylemişti. |
tissue /texture | doku |
to weave | dokumak |
to touch / to be woven | dokunmak |
woven (passive form) | dokunmuş |
nine | dokuz |
nine energy flashes | dokuz enerji şimşeği |
the ninth | dokuzuncu |
to coil (up)/ to wind / to meander /to get wound around / to wander around without purpose | dolanmak |
cupboard / closet / cabinet | dolap |
dollar | dolar |
because of / due to (d) + abl. | dolayı |
On account of/ by implication / because of | dolayısıyla |
So (by implication) I always should have thought like this from the beginning. | Dolayısıyla benim baştan beri hep böyle düşünmem gerekiyordu. |
So, the weight of an atom nucleus should be equal to the number of it's protons. But it is not. | Dolayısıyla, bir atom çekirdeğinin ağırlığı proton sayısına eşit olmalı. Ama değil. |
So/by implication we know how many protons and electrons are in an atom. | Dolayısıyla, bir atomda kaç proton ve elektron olduğunu biliyoruz. |
indirect | dolaylı |
indirect object | dolaylı nesne |
entwined /entangled | dolaşık |
to wander /to circulate/ with purpose / precise parcours | dolaşmak |
filling /stuffing | dolgu |
to fill / to get full /to clog / to swell | dolmak |
full /filled | dolu |
hail / Hagel | dolu |
fullmoon | dolunay |
tomato | domates |
pig | domuz |
porc | domuz eti |
to eat like a pig / to tug in like a pig | domuz gibi tıkınmak |
piglet | domuz yavrusu |
piggy | domuzcuk gibi |
to be thunderstruck / paralyzed / shocked by surprise / dumbstruck | donakalmak |
icecream | dondurma |
He loves/adores (b) icecream. | Dondurmaya bayılır. |
freezer | dondurucu |
to freeze | donmak |
dull / inanimate | donuk |
dull/ inanimate expression | donuk ifade |
inanimation / dullness /opaqueness / dimness | donukluk |
peak / height / climax | doruk |
(absolutely) straight /right | dosdoğru |
friend (d) | dost |
everyone / lit. friend -enemy | dost düşman |
Friends and relatives felicitate each other's New year. | Dost ve akrabalar da birbirinin yeni yıllarını kutluyorlar. |
friendless | dostsuz |
The sweetness of a friend comes from the counsel of the soul. (Prov 27 : 9) | Dostun tatlılığı candan gelen öğüttendir. |
The file is too heavy, I can´t post it via Facebook. | Dosya çok ağır, Facebook'tan yollayamam. |
to be saturated | doygun hale gelmek |
to be satiated / to get satisfied (not hungry) | doymak |
unsatiable / rapacious | doymak bilmez |
raving /craving | doymak bilmez iştah |
a bottomless pit meaning someone who can't get enough | doymak bilmez tip |
to be satisfied | doyum olmak |
cannot get enough | doyum olmaz |
to feed/ to satisfy | doyurmak |
nature | doğa |
naturlovers /Naturfreunde | doğa severler |
the outcoming/resulting consequences | doğacak sonuçlar |
you cannot blame me for the outcoming consequences / results | doğacak sonuçlardan beni sorumlu tutamazsın |
Every atom that is in neutral state in nature has an equal number of protons and elektrons | Doğada nötr hâlde bulunan her atomun proton sayısı ile elektron sayısı birbirine eşittir. |
natural | doğal |
a natural desire | doğal arzu |
natural rice / Naturreis (brown /unpeeled) | doğal pirinç |
as a natural consequence | doğal sonuç olarak |
a natural element | doğal unsur |
a natural and physiological desire | doğal ve fizyolojik arzu |
natural and chemical drugs | doğal ve kimyasal ilaçlar |
naturalness / spontineity / unaffectedness /Natürlichkeit | Doğallık |
falcon | doğan |
the revival of nature | doğanın yeniden canlanması |
to embrace nature | doğayla kucaklaşmak |
to improvize | doğaçlama yapmak |
to be born | doğmak |
to chop /cut to pieces (d) | doğramak |
right / true / correct | doğru |
towards/ into (+ dat) | doğru |
straight (e.g. a straight line) | doğru |
proper / properly | doğru dürüst |
He had not (properly) gone out to the street | doğru dürüst sokağa çıkmamıştı |
a reward worthy of / fitting for a righteous person | doğru kişiye yaraşan bir ödül |
Let's talk straight ! | doğru konuşalım ! |
we did what was right | doğru olanı yaptık |
Food that has not been cooked properly / Uncooked food is not nice. | Doğru pişirilmemiş yemek güzel olmaz. |
Food that is not cooked properly is not/will not be nice. | Doğru pişirilmeyen yemek güzel olmaz. |
direct | doğrudan |
He looked straight at me. | Doğrudan bana bakıyordu. |
direct object | doğrudan nesne |
to confirm / support (d) | doğrulamak |
to be confirmed | doğrulanmak |
to straighten up (intransitive) | doğrulmak |
accuracy / correctness / righteousness | doğruluk |
frankly speaking/ to tell the truth/ in fact / actually / strictly | doğrusu |
to verify (s) | doğrusunu saptamak |
to be honest with you ... / if it is needed to say the truth | doğruyu söylemek gerekirse ... |
east | doğu |
out east | doğuda |
(which were ) in the east | doğudaki |
on top of the trees in the east | doğudaki ağaçların üzerine |
birthday | doğum günü |
My birthday is the fifth of May. | Doğum günüm beş Mayısta. |
Happy Birthday ! | Doğum günün kutlu olsun ! |
copy of the birth certificate | doğum sicil örneği |
to give birth | doğurmak |
eastwards | doğuya |
inborn /natural /(to have) by nature | doğuştan sahip olmak |
drama / tragedy | dram |
Drama (theater ) | drama |
I like drama, but I prefer comedy | dramayı severim, ama komediyi tercih ederim |
prayer | dua |
Don't deprive me (don't let me lack) your prayers. | Dualarını eksik etme. |
Attend to my prayer ! | Duama kulak ver ! |
He finished (t) his prayer breathlessly as if he had been running ten miles. | duayı, on mil koşmuş gibi, nefes nefese tamamladı. |
lip | dudak |
His lips twisted in disgust | Dudakları tiksintiyle büküldü |
some words quickly spilled from her lips | dudaklarından hızla bazı sözcükler döküldü. |
From his lips spilled vengeance prophecies. | Dudaklarından intikam kehanetleri döküldü |
he moved his lips and whispered a single word | dudaklarını kıpırdatıp tek bir kelime fısıldadı |
He twisted his lip in a fashion. | Dudağını bir şekilde büktü. |
Dudley pulled up his trousers which was falling from his fat popo. | Dudley koca poposundan aşağı düşen pantolonunu yukarı çekiştirdi. |
divorced | dul |
smokeless / rauchfrei | dumansız |
Stop ! | Dur ! |
stop it (d/k) | dur artık - kes artık |
stop / arrêt / Haltestelle | durak |
to hold/ hesitate /hobble | duraksamak |
The bus waiting at the station was ours. | Durakta bekleyen otobüs, bizimkiydi. |
The bus waiting at the station was ours. | Durakta bekleyen otobüs, bizimkiydi. |
Pause (button ) | durdur (düğmesi - butonu ) |
Push pause ! | Durdura bas ! |
To stop someone/ something | durdurmak |
numb (limb) / stagnant /still (water)/calm /quiet / untroubled / serene | durgun |
inactivity | durgunluk |
Non stop/ without ceasing/ continuously / on and on | durmadan |
he continued non stop | durmadan devam etti |
stop / stand / stay | durmak |
at/on the step of the Dursley's door | Dursley'lerin kapı eşiğine |
clarity / transparency / Durchsichtigkeit | Duruluk |
that's just the way it is | durum bundan ibaret |
as may be required | durum gerektirdiği takdirde |
the situation is as follows / the situation is this | durum şöyle |
here is the situation... | durum şöyle ... |
İt depends / lit. it changes according to the situation | duruma göre değişir |
to handle the situation | durumun icabına bakmak |
in form of | durumunda |
out of the blue / without any rhyme/reason / ohne Hand und Fuss /sans rime ni raison | durup dururken |
Why you ask out of the blue such a question ? | Durup dururken niye böyle bir soru sordun? |
Out of the blue I stumbled over/came across the following : | Durup dururken şuna rastladım : |
the hearing / trial | duruşma |
the hearing started again. | Duruşma yeniden başladı |
First news of the process: National athlete heard as witness | Duruşmadan ilk bilgiler: Milli sporcu tanık olarak dinlendi. |
The hearing was suspended for 1 hour | Duruşmaya 1 saat ara verildi |
While a number of representatives from the United States is expected to attend the hearing, especially the foreign journalists are interested in the case. | Duruşmaya, ABD tarafından da bir takım temsilcilerin katılması öngörülürken, özelikle yabancı basın mensuplarının da davaya ilgisi dikkat çekiyor. |
wall | duvar |
wall carpets/ tapestries | duvar halıları |
mural paintings | duvar resimleri |
The mural paintings were defiled. | Duvar resimleri kirletilmişti. |
whitewash /Putz | duvar sıvası |
(which is/was/ were) on the wall | duvardaki |
from / through the cracks in the wall | duvardaki çatlaklardan |
bundles of sunlight seeping through the cracks in the wall | duvardaki çatlaklardan sızan güneş ışığı demetleri |
The walls were/had been deteriorated (Plqpf) | Duvarlar bozulmuştu |
the walls were made out of smooth turkish pine | duvarlar pürüzsüz kızılçamdan yapılmıştı |
walls, ceilings and floor | duvarlar, tavanlar ve zemin |
He could not hear. | Duyamadı. |
I heard you didn't want to go to the invitation | duyduğuma göre davet katılmak istememişsin |
feeling /emotion | duygu |
Feelings and thoughts need to be explained open and clearly (net). /in a clear way (ş) | Duygu ve düşüncelerin açık ve net bir şekilde anlatılması gerekir. |
emotional | duygusal |
emotional wounds | duygusal yaralar |
emotionless | duygusuz |
to harden / to grow dull | duygusuzlaşmak |
to hear | duymak |
even if I heard | duysam da |
to be heard | duyulmak |
to feel (d) literary verb | duyumsamak |
I will proclaim | duyuracağım |
to proclaim/ announce / advertise | duyurmak |
shower | duş |
to take a shower | duş almak |
Are there showers ? | Duş var mı ? |
a genius | dâhi |
to lose (leaves/needles) / to pour /dump /effuse /diffuse | dökmek |
to pour out of/ to come out of / to spill | dökülmek |
floaty /flowing /(wide /baggy /loose) | dökümlü |
baggy white shirts | dökümlü beyaz gömlekler |
to turn around / spin / whirl / rotate | döndürmek |
by turning | döne döne |
Promise me to come back | döneceksin diye söz ver |
winding / turn / curve / bend (only for roads) | dönemeç |
to turn | dönmek |
facing | dönük |
May the Day of his return come quickly(t) ! | Dönüş Günü tez gelsin! |
to turn into | dönüşmek |
to convert | dönüştürmek |
transformation / alteration / transmutation | dönüşüm |
alternate | dönüşümlü |
by turns | dönüşümlü olarak |
to rotate | dönüşümlü olmak |
At ten to four | dörde on kala |
four by four | dörder dörder |
the fourth | dördüncü |
We ordered four starters (food) | dört aperatif siparişi verdik |
(4/2) - 3 * 7 + 6 = - 13 | Dört bölü iki eksi üç çarpı yedi artı altı eşittir eksi on üç |
It's four lira. | dört lira |
within four hours | dört saat içinde |
I went four, five times | Dört, beş defa gittim |
gallop | dörtnal |
at a gallop / im gallop | dörtnala |
to gallop (away) | dörtnala uzaklaşmak |
They began to gallop away | dörtnala uzaklaşmaya başladılar |
foreign currency / Devisen | döviz |
tattoe | dövme |
To beat / hit (d) / several times / to knock out | dövmek |
to lament / beat one's chest | dövünmek |
fitted / paved/ ausgelegt /gepflastert | döşeli |
duke / Herzog | dük |
shop | dükkân |
shopkeeper | dükkâncı |
The shopkeeper enjoys chatting with the customers. | Dükkâncı müşterilerle sohbet etmekten keyif alır. |
straight ahead | dümdüz |
Continue straight ahead | dümdüz devam edin |
yesterday | dün |
last night | dün gece |
We drank too much last night. | dün gece çok fazla içtik |
I helped my dad in the kitchen yesterday | dün mutfakta babama yardım ettim |
I waited for you yesterday, a pity (it was bad) that you could not find time. | Dün seni bekledim; ama zaman bulamaman kötü oldu. |
When I got a bad grade in the turkish exam yesterday I was very sad. | Dün Türkçe sınavında kırık not alınca çok üzüldüm |
since yesterday | dünden beri |
have you heard from her since yesterday? | dünden beri ondan bir haber aldın mı? |
the day before yesterday (e/ö) | dünden evvelki - önceki gün |
the World | Dünya |
to be very miserable (the world coming down on one's head) | dünya başına yıkılmak |
from the opposite side of the World Sea | Dünya Denizi'nin karşı tarafından |
world cup | dünya kupası |
They think they own the world. | Dünya onların sanıyorlar. |
The country which has the largest surface in the world is Russia. | Dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi Rusya'dır. |
known as the most durable animal in the world | dünyanın en dayanıklı hayvan olarak biliniyor |
You can cut your ties with the rest of the world. | Dünyanın geri kalanıyla bağınızı kesebilirsiniz. |
The world's surface area is approximately 510 million square kilometers. | Dünyanın yüzölçümü yaklaşık 510 milyon kilometre karedir. |
worldly / earthly | dünyasal |
worldly cares | dünyasal kaygılar |
May he come quickly to rule over the world forever | dünyaya ebediyen egemen olmak için tez gelsin |
There was the real light that came to earth, illuminating every human being. | Dünyaya gelen, her insanı aydınlatan gerçek ışık vardı. |
he wants to travel the world | dünyayı gezmek istiyor |
he wants to see the world | dünyayı görmek istiyor |
to see the world through rose coloured glasses | dünyayı tozpembe görmek |
downright / sheer/ merely | düpedüz |
it was merely showing off | düpedüz caka satmaktı |
binoculars /Fernglas | dürbün |
to prod | dürtmek |
challenging / provoking / impulsive (d) | dürtücü |
to prod (continously) | dürtüklemek |
honest / sincere | dürüst |
honestly | dürüstçe |
Answer me honestly ! | Dürüstçe cevap verin bana ! |
straight | düz |
to clear up; to be okay; to be alright | düzelmek |
correction | düzeltme |
to correct /improve | düzeltmek |
corrections | düzeltmeler |
order (tidiness) | düzen |
to organize / arrange / line up | düzenlemek |
irregular /unsteady | düzensiz |
an irregular migrant | düzensiz göçmen |
smooth / fluent /straight | düzgün |
to shoot straight | düzgün ateş etmek |
properly | düzgün bir şekilde |
correct behavior | düzgün davranış |
presentable ( with smooth appearance) | düzgün görünüşlü |
halfway decent (which can be counted as decent) | düzgün sayılabilecek |
smooth shaven | düzgün tıraşlı |
if you had done it correctly, you wouldn't have to do it all over again | düzgün yapsaydın sil baştan yapmana gerek kalmazdı |
to function properly | düzgün çalışmak |
to flatten | düzleşmek |
plain / prairie | düzlük |
flatfoot /Plattfuß | düztaban |
flatfooted /plattfüßig (mit einem plattfüßigen Gang) | düztaban bir yürüyüşle |
button / Knopf | düğme |
Taste / switch (e.g.computer) | düğme |
wedding | düğün |
The wedding guests start to arrive. | Düğün misafirleri gelmeye başladı! |
buttercup /Hahnenfuss /Butterblume (lit. wedding flower) | düğünçiçeği |
hope/ aspiration/dream /fantasy/delusion/ fiction/ reverie | düş |
to have a dream /a fancy | düş görmek |
duchess | düşes |
fond / fan / enthousiast / freak | düşkün |
enemy | düşman |
against the enemy | düşmana karşı |
You have been a tower of strength against the enemy | Düşmana karşı güçlü bir kule oldun. |
to pinpoint the ennemy ('s location) | düşmanın yerini saptamak |
She cursed her ennemis and | Düşmanlarına küfredip |
to fall | düşmek |
that they fell down | düştükleri(ni) |
he saw them falling down | Düştüklerini gördü |
low (d) | düşük |
a low frequency | düşük frekans |
low contrast | düşük karşıtlık |
low weight (boxing) | Düşük sıklet |
thought | düşünce |
thoughtless / unthinking / unconsiderate / tactless / impulsive /headlong/ incautious (d) | düşüncesiz |
indiscretion (indiscrete behaviour) | düşüncesiz bir davranış |
to be lost in thought | düşünceye dalmak |
Let's think about it. | Düşünelim bakalım. |
by thinking | düşünerek |
thought /thinking | düşünme |
to think | düşünmek |
even if you think | düşünseniz bile |
(if) considered /if it is the thought of | düşünülürse |
He began to think | düşünür oldu |
to drop to (e. g. on one's knees / to throw / to lower | düşürmek |
a new device to read e-books | E-kitap okumaya yeni cihaz |
e-mail | e-posta |
e mail address | e-posta adresi |
to receive e-mails | e-posta almak |
to correspond by e-mail | e-posta ile haberleşmek |
The email may have accidentally gone into the junk mail folder. | E-posta, kazara önemsiz posta klasörüne gitmiş olabilir. |
common swift /Mauersegler | ebabil |
eternal/ everlasting | ebedi |
the everlasting God | Ebedi Tanrı |
parent(s) | ebeveyn |
pharmacy | eczane |
preposition | edat |
literature | edebiyat |
well behaved /well mannered | edepli |
to obtain / acquire | edinmek |
Edmund stood still saying nothing. | Edmund hiçbir şey söylemeden sessizce dikildi. |
Edmund was sure she was goıng to do something frightful, only it seemed that there was no possibility (for him) to move | Edmund onun korkunç bir şey yapacağına emindi, ancak kıpırdamasına olanak yokmuş gibi görünüyordu |
a great (big) lady (b), taller than any woman Edmund had seen so far | Edmund'un şimdiye kadar gördüğü kadınlardan daha uzun boylu, büyük bir bayan. |
thoughts (e) | efkâr |
legend | efsane |
to become legend(ary) | efsaneleşmek |
charm /incantation /spell (e) | efsun |
to reign /to possess /to have control over /to dominate | egemen olmak |
reign / sovereignity | egemenlik |
to exercise | egzersiz yapmak |
exotic | egzotik |
Exoticism | egzotiklik |
importance (e) | ehemmiyet |
unimportant (e) | ehemmiyetsiz |
It is an inconsequential condition / it is unimportant / it is of no consequence | ehemmiyetsiz bir vaziyettedir |
dragon | ejder(ha) |
he sows | eker |
Suffix | eki |
October | Ekim |
crop /corn | ekin |
sower / farmer | ekinci |
joint/ articulation /knuckle | eklem |
arthropods / Gliederfüssler (Spinnen / Krabben...) | eklem bacaklılar |
to add | eklemek |
to attach (a file) | eklemek |
a bottle of medicinal (curing) oil for his joints | eklemleri için bir şişe şifalı yağ |
eclair (pastry) | ekler |
attached files | ekli dosyalar |
bread | ekmek |
to sow | ekmek |
bread crumbs | ekmek kırıntıları |
he wanted rather meat than bread | ekmekten ziyade et istedi |
economy | ekonomi |
debates about the economy make the Republicans nervous | ekonomi hakkındaki tartışmalar Cumhuriyetçileri endişelendiriyor |
screen | ekran |
the screen was blurred and cracked | ekran bulanık ve çatlamıştı |
to watch on the screen (telephone/pc ) | ekranda izlemek |
minus / negative | eksi |
minus 13 | eksi on üç |
negatively charged / negative geladen | eksi yüklü |
minus / lacking / missing / insufficient/ incomplete | eksik |
to never omit / to always have | eksik etmemek |
Some of the seeds he sowed fell to the wayside. | Ektiği tohumlardan kimi yol kenarına düştü. |
equator | ekvator |
sour /sauer | ekşi |
hand | el |
with wheelbarrows | el arabalarıyla |
wheelbarrow | el arabası |
flashlight | el feneri |
spring balance /Federwaage | el kantarı |
to seize /capture/confiscate /hold/ command (a place) /usurp a dative | el koymak |
to wave | el sallamak |
to shake hands | el sıkışmak |
handsaw | el testeresi |
'health to your hands' /ala yadik saha | el(ler)ine sağlık! |
dress | elbise |
wardrobe | elbise dolabı |
While he dressed /while he put on his clothes | elbisesini giyinirken |
I like the dress; I will buy it. | Elbiseyi sevdim; onu alacağım. |
I like the dress. I will wear it every day. | Elbiseyi seviyorum; onu her gün giyiyorum. |
obtained | elde edilen |
to obtain | elde edilmek |
gloves | eldiven |
to conquer / capture / seize / lay hands on | ele geçirmek |
for all the world to see / (against the stranger and the sun) | ele güne karşı |
in order to keep up appearances | ele güne karşı rezil olmamak için |
to be in the need of the help of others / to end up in the poorhouse | ele güne muhtaç olmak |
to give away / betray | ele vermek |
the ringleader / gang-leader / chief | elebaşı |
power switches / Lichtschalter | elektrik düğmesi |
The electric charge can be calculated. | Elektrik yükü hesaplanabiliyor. |
vacuum cleaner | Elektrikli süpürge |
vacuum cleaner dust bag / Staubsaugerbeutel | Elektrikli süpürge toz torbası |
electric saw | elektrikli testere |
electromagnetic screen | elektromanyetik siper |
electrons | elektron |
electronics | elektronik |
electronic clam or handcuff (around hand or foot) | elektronik kelepçe |
electronic signal device | elektronik sinyal cihazı |
to criticize | eleştirmek |
Before turning to the Elve | Elfe dönmeden önce |
A scream rose from the lips of the Elf | Elfin dudaklarından bir çığlık yükseldi. |
the Elve's despair | Elfin çaresizliği |
He landed in front of the Elf. | Elfin önüne indi. |
Erdem who had a soft spot for Elif | Elif'e zaafı olan Erdem |
I can't (help it) | elimde değil |
I had to upset you for reasons out of my control. | Elimde olmayan nedenlerden dolayı da üzmek zorunda kaldım sizi. |
to the best of my ability | elimden geldiğince |
I will do my best | elimden geleni yaparım - yapacağım |
I am doing what I can/the best I can | elimden geleni yapıyorum |
I did what I could | elimden geleni yaptım |
due to reasons out of our control | elimizde olmayan nedenlerden dolayı |
We are doing our best (not lacking..) | elimizden geleni eksik etmiyoruz |
We will do our best | elimizden geleni yapacağız |
with purple flowers in your hand | elinde mor çiçeklerle |
off his hand | elinden |
bolding from his hand | elinden fırlayan |
to show one's best endeavours | elinden geleni eksik etmemek |
to mess up sthg / to make a mess of / to screw up / to muck up /to make a pig's ear out of | eline yüzüne bulaştırmak |
He closed (clapped ) his hand over his mouth. | Elini ağzına kapattı. |
if you shake your hand there are fifty of them / there are lots of other possible boy or girlfriends / there are lots of fish in the sea | elini sallasan ellisi |
oval | elips |
With her hand she scrubbed her eyes, that were puffy from crying. | Eliyle ağlamaktan şişmiş gözlerini ovdu. |
With his hand he pointed at his knee level. (h) Er deutete mit der Hand auf seine Kniehöhe. | Eliyle diz hizasını işaret etti. |
with the hand | elle |
to play with / to finger / to handle / to touch | ellemek |
Her hands clasped the edges of his chair tightly. | Elleri sandalyesinin kenarlarını sıkıca kavramıştı |
He put his hands on them and blessed them. | Ellerini üzerlerine koyup onları kutsadı. |
fifty | elli |
fifty times/fold more | elli kat daha |
fifty times more excited | elli kat daha heyecanlı |
they would feel fifty times as bad/worse | elli kat daha kötü hissederlerdi |
apple | elma |
apple cider | elma şırası |
cheek | elmacık |
diamond | elmas |
labour / toil | emek |
to make an effort | emek vermek |
you have to make an effort | emek vermen gerekiyor |
retired | emekli |
to retire | emekli olmak |
no pain no gain (lit. without labour there is no food) | emeksiz yemek olmaz |
(it will be )worth the effort /(es wird) der Mühe wert (sein) | emeğine değecek |
sure / certain / confident /positive / secure / reliable | emin |
with a sure/confident touch | emin bir dokunuşla |
I am not sure | Emin değilim |
Are you sure? | emin misin? |
I couldn't make sure | Emin olamadım |
after having made sure | emin olduktan sonra |
I made sure / I assured myself | emin oldum |
to make sure | emin olmak |
as if she wanted to make sure | emin olmak istercesine |
He always had wanted to make sure (now it's too late)/ He would have wanted to make sure (had there been an opportunity) | Emin olmak isterdi |
when he was/had made sure (...c.) | emin olunca |
I am sure | eminim |
I'm sure everything will be okay | eminim her şey düzelecek |
I am sure he will win | Eminim ki kazanacak |
I'm sure you'll be very successful | eminim çok başarılı olacaksın |
order (command)/ Befehl | emir |
imperativ mood / Befehlsform | emir kipi |
real estate agent /Makler | emlakçı |
in the real estate agent's brochure | emlakçının broşüründe |
In the real estate agent's brochure the house seemed comfortable and romantic. | Emlakçının broşüründe ev konforlu ve romantik görünüyordu. |
safety | emniyet |
with the security forces | Emniyet güçleri eşliğinde |
seat belt | emniyet kemeri |
police headquarters / police department / security directorate | Emniyet Müdürlüğü |
aye aye, sir ! /At your order, my general! | Emredersiniz komutanım ! |
the most/ the X-est | en |
I watched it at least 100 times. | En az 100 kez izledim. |
at least (short form = more formal) at least do ... only long form | en az(ından) |
At least the brain wants to entertain itself with new ideas. | En azından beyin yeni fikirlerle kendini eğlendirmek ister. |
from the very beginning | en başından |
since the very beginning | en başından beri |
to start from scratch /to start from the very beginning | en baştan başlamak |
this is the safest way | en emniyetlisi böyle olur |
I like my mother's cooking / the meals my mother cooks best | En fazla annemin pişirdiklerini severim. |
the strangest | en garip |
best | en iyi |
the best kind | en iyi cins |
best-case scenario (not idiomatic) / idiomatic | en iyi senaryo (su) - en iyi |
What was your best experience ? | En iyi tecrüben neydi? |
this is the best way | en iyisi böyle |
The best is not to go there at all. | En iyisi oraya hiç gitmemek. |
to put it kindly (k/n) | en kibar - nazik ifadeyle |
the scariest | en korkunç |
worst | en kötü |
worst-case scenario (not idiomatic) - idiomatic | en kötü durum senaryosu - en k¨ötü |
And do you know what's the worst? I don't even know her name. | En kötüsü de ne biliyor musun? Onun adı bile bilmiyorum. |
the least | en küçük |
The smallest dog is also the smartest. | En küçük köpek aynı zamanda en akıllı olan. |
At the most inappropriate moments | en olmadık zamanlarda |
his most beloved/ his favourite | en sevdiği |
my favoured | en sevdiğim |
What is your favoured song ? | En sevdiğin şarkı nedir? |
Who is your favoured singer? | En sevdiğin şarkıcı kim? |
I live in the farthest house. | En uzak evde yaşıyorum. |
the longest delay (waiting time) | en uzun bekletme |
harder than than (any) the oldest people remembered | en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu |
to focus (be focussed) on the main points | en önemli şeylere odaklanmak |
one step (stair) from the top | en üstten bir alttaki basamak |
rare /unusual /exeptional (e) | ender |
a rare (e) bird | ender bir kuş |
She photographed a rare bird. | Ender bir kuşun resmini çekti. |
inquietude / worry / concern / fear (e) | endişe |
alarming news | endişe verici haberler |
Anxiety can cause heartburn | Endişe, mide yanmasına neden olabilir. |
to make ... nervous | endişelendirmek |
Don't worry ! | Endişelenme ! |
No need to worry | Endişelenme gerek yok. |
to worry / bother / mind / to feel uneasy about / to fret about(e) | endişelenmek |
stop worrying | endişelenmeyi bırak |
nervous /worried / uneasy | endişeli |
energy | enerji |
energetic /viguoruos | enerjik |
infection | enfeksiyon |
inflation | enflasyon |
rough / uneven / bergig (with hills) | engebeli |
the rugged plains | engebeli düzlükler |
obstacle | engel |
to hinder / prevent | engel olmak |
to block / hinder / obstruct | engellemek |
viper | engerek |
with the grace of a viper | engerek zarafetiyle |
when he moved with the grace of a viper | engerek zarafetiyle hareket ederken |
ultimately /after all / at length / at last / finally | eninde sonunda |
at length /broadly/ on and on (e.b.) | enine boyuna |
all things considered | enine boyuna düşünülürse |
husband of an aunt (also used among close friends for the other's boyfriend) | enişte |
latitude /Breitengrad (distance from the equator) | enlem |
nape / back of the neck / Nacken | ense |
The nape is fine. Please cut the sides and the top a bit more. | Ense iyi.Yanları ve üstü biraz daha kesin, lütfen. |
music instrument | enstrüman |
Eragon looked a few more minutes around to see if there was any danger, but the only thing moving was the fog. | Eragon birkaç dakika daha tehlike olup olmadığını görmek için etrafına bakındı, ama hareket eden tek şey sisti. |
virtue | erdem |
puberty | ergenlik |
plum | erik |
molten | erimiş |
a molten crown | erimiş bir taç |
(that) I will not be able to reach | erişemeyeceğim |
a rock I will not be able to reach | erişemeyeceğim bir kaya |
to reach (e) | erişmek |
man /male | erkek |
boyfriend | erkek arkadaş |
should I forgive my boyfriend? | erkek arkadaşımı affedeyim mi? |
Does your boyfriend have a job ? | Erkek arkadaşının bir işi var mı? |
men's hairdresser | erkek berberi |
brother | erkek kardeş |
My brother will graduate in a month. | Erkek kardeşim bir aya kadar mezun olacak. |
My brother studies at university | erkek kardeşim üniversitede okuyor |
Men usually would come from there with ill boding (with the feeling that something bad was going to happen) | erkekler genellikle kötü bir şey olacağı hissiyle gelirlerdi oralardan. |
Men, even in stormy weather do not give up their habits and what they want to do. | Erkekler, fırtınalı havalarda bile alışkanlıklarından ve yapmak istedikleri şeylerden vazgeçmez. |
men, women and children struck by lightning flashing in the hallways | erkekler, kadınlar ve çocuklar koridorlarda çakan şimşeklerle çarpılmış |
manly | erkeksi |
early | erken |
Did you not get used to getting up early? | Erken kalkmaya alışmadın mı? |
to get used to getting up early | Erken kalkmaya alışmak |
to reach / attain / achieve (e) | ermek |
(to delay, to put off | ertelemek |
next / following | ertesi |
the next day / the following day | ertesi gün |
substance / essence / base | esas |
his opinion on the merits /on the principle | esas hakkındaki mütalaası |
something essential | esas olan bir şey |
There is one more (another) essential thing | esas olan bir şey daha vardır |
the lead singer | esas şarkıcı |
an essential component | esaslı unsur |
It is essential. | esastır |
I pushed esc | esc tuşuna bastım |
well-being/ soundness (peace) | esenlik |
Prince of Peace | Esenlik Önderi |
breeze | esinti |
to grudge / begrudge / withhold | esirgemek |
It's a bit windy. | Esiyor. |
old /former /ancient | eski |
ex boyfriend | eski erkek arkadaş |
old fashioned | eski kafalı |
he still cares about his ex girlfriend | eski kız arkadaşını hâlâ umursuyor |
My ex-husband, as soon as we divorced, he (immediately) found a new love! | Eskı kocam boşanır boşanmaz yeni bir aşk buldu! |
the old generation (n) | eski nesil |
last generation technology | eski nesil teknoloji |
very old and rusty | eski püskü |
old and dirty boots | eski ve pis çizmeler |
He can't lose weight as easy as he used to. | Eskiden olduğu kadar da kolay kilo veremiyor. |
He does not have as much as he used to have. | Eskiden olduğu kadar zamanı olmuyor. |
fewer (number) than in the past | eskisine oranla sayıca daha az |
to blow | esmek |
dark skinned / tanned / brown | esmer |
tradesman /artist | esnaf |
I can't stop yawning. | esnemeden duramıyorum. |
to yawn | esnemek |
to stretch / (also : to cause to yawn) | esnetmek |
you are continously yawning | esneyip duruyorsun |
You have been yawning continuously, I fell sleepy, too. | Esneyip duruyorsun, benim de uykum geldi. |
humor / witticism / spirit / joking remark | espri |
Esra trembled (s) as if she had received a serious blow. | Esra şiddetli bir darbe yemiş gibi sarsıldı. |
hashish / secret | esrar |
Mysterious / geheimnisvoll | esrarengiz |
He smiled mysteriously. | Esrarengiz bir şekilde gülümsedi. |
don't mention it / you are welcome | estağfurullah |
meat | et |
He couldn't afford to buy meat. | Et satın almaya gücü yetmezdi. |
clad in flesh and bone | ete kemiğe bürünmüş hâli |
skirt | etek |
The skirt looks good but my legs are cold. | Etek iyi gözüküyor ama bacaklarım üşüyor. |
to be thrilled / his skirts ring bells | etekleri zil çalmak |
which is at the foot (lit. seam) of a mountain | eteklerindeki |
the maples at the mountain foot 'whose leaves had been dropped' | eteklerindeki yaprakları dökülmüş akçaağaçlar |
Ethic | etik |
from ethical aspects | etik yönden |
He is obliged by ethical aspects | etik yönden zorunludur |
influence / effect | etki |
to affect / influence /impress | etkilemek |
to be impressed | etkilenmek |
impressive | etkileyici |
They have an impressive climate-controlled wine cellar. | Etkileyici, iklim kontrollü bir şarap mahzenleri var. |
in/during the events of / in the activities of | etkinliklerinde |
to lose one's influence | etkisini yitirmek |
to neutralise / counteract / desactivate / cancel | etkisiz hale getirmek |
meat pie | etli börek |
Fruchtfleisch /pulp | etli kisim |
fleshy leaves | etli yapraklar |
to do / make | etmek |
carnivorous | etobur |
from the group of carnivores | etobur takımından |
surroundings /environment (e) | etraf |
Around us the students were talking, joking with each othrr, laughing... | Etrafımızda öğrenciler konuşuyor, şakalaşıyor, gülüyorlardı... |
that was around (e) him | etrafındaki |
They surrounded her. | Etrafını sardılar. |
to surround / to ring in | etrafını sarmak |
You go back home, you go to bed | Ev döner, yatarsın |
He was held under house arrest. | ev hapsinde tutuluyor. |
under house arrest | ev hapsine |
to be put under house arrest | ev hapsine alınmak |
Landlady | ev sahibesi |
house-cleaning | ev temizliği |
with the whole family | evcek |
pet shop | evcil hayvan dükkanı |
at home | evde |
How are things at home? (Is everything ok at home?) | Evde her şey yolunda mı? |
Moving out is like starting from scratch. | Evden taşınmak en baştan başlamak gibi. |
I didn't bring food from home. | Evden yemek getirmedim. |
if you (sg) are at home, write me a letter. e(open conditional /it is possible) | Evdeysen bana bir mektup yaz. |
to head back home | Eve (doğru) yönelmek |
the person who is the one to drive back home | eve dönüşte kullanacak olan kişi |
the person to drive back home should not drink alcohol | eve dönüşte kullanacak olan kişi alkol içmemelidir |
He would have to go home empty-handed. | eve eli boş dönmek zorunda kalacaktı. |
If you don't come back home late we cant chat a bit. | Eve geç dönmezsen, biraz sohbet ederiz. |
to go home | eve gitmek |
I need to arrive home before it gets dark. | Eve hava kararmadan varmam gerek. |
yes | evet |
Yes a little | Evet biraz |
yes in many ways / lit from many angles | Evet pek çok açıdan |
Yes of course | Evet tabii |
yes, I did (do that) | evet, öyle |
Yes, I am cold | Evet,üşüyorum. |
anxiously | evhamlı |
He began (k) inspecting anxiously the closed shutters. | evhamlı bir şekilde kapalı panjurları incelemeye koyuldu. |
to clean the house | evi temizlemek |
he started despising the house | evi yadırgar olmuştu |
to run / manage / maintaian a household | evi çekip çevirmek |
My house has two rooms | Evim iki odalı |
My house has one room | Evim tek odalı |
As soon as I returned home, I (immediately) made a cup of tea. | Evime gelir gelmez bir çay pişirdim. |
In our house for some unknown reason the flies began to multiply. | Evimizde bilinmeyen bir sebeple sinekler çoğalmaya başladı. |
Don't build your house on sand. | Evini kum üstüne inşa etme. |
child (e) | evlat |
to match / to marry off | evlendirmek |
to marry | evlenmek |
By marrying I got my husband's family name. | Evlenmekle kocamın soyadını aldım. |
married | evli |
marriage /Ehe | evlilik |
marriage counseling | evlilik danışmanlığı |
wedding invitation | evlilik davetiyesi |
wedding day | evlilik günü |
wedding reception | evlilik resepsiyonu |
wedding vows | evlilik sözü |
to receive a wedding proposal | evlilik teklif almak |
to make a proposal (marriage) | evlilik teklif etmek |
to accept s.o.'s wedding proposal | evlilik teklifini kabul etmek |
to marry | evlilik yapmak |
wedding ring | evlilik yüzüğü |
paper / document (e) | evrak |
universe | evren |
universal | evrensel |
evolved | evrilmiş |
homeless | evsiz |
homeless people | evsizler |
homelessness | evsizlik |
before | evvel |
in the past | evvelden |
All you (who are) tired and heavy laden (whose loads are heavy) | Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar. |
Oh my soul | Ey canım |
O you of little faith | Ey kıt imanlılar |
Hear my cry , O God | Ey Tanrı, yakarışımı işit |
State (e. g. of America) /province | eyalet |
saddle | eyer |
saddle girth /Sattelriemen/Sattelgurt | eyer kolanı |
Riding bareback is not fun at all, especially if you don't have the control of the horse or its direction. | Eyersiz ata binmek hiç de eğlenceli değildir, özellikle de atın ya da gittiği yönün kontrolü sizde değilse. |
September | Eylül |
Oh no! | eyvah! |
prayer call | ezan |
to recite/do the prayer call | ezan okumak |
to recite | ezbere okumak |
eternel / ewig | ezel |
from everlasting | ezelden beri |
meek / sheepish / insecure / always bullied / looser | ezik |
with a sheepish grin /insecure smile | ezik gülümseyişle |
to be crushed / grinded | ezilmek |
He will not break the crushed reed (k) | Ezilmiş kamışı kırmayacak |
A bruised reed he will not break, and a smoldering wick he will not snuff out. In faithfulness he will bring forth justice. | Ezilmiş kamışı kırmayacak, Tüten fitili söndürmeyecek. Adaleti sadakatle ulaştıracak. |
the crushed reed | ezilmiş saz |
vexing | eziyetli |
it was vexing | eziyetliydi |
To smash | ezmek |
made for smashing | ezmek için yapılmış |
If he had gone west he should have come to a lake by now. | Eğer batıya gidiyor olsaydı, şu ana kadar bir göle gelmiş olmalıydı. |
If he makes a mistake | Eğer bir hata yaparsa |
If he makes a mistake he will be fired. | Eğer bir hata yaparsa kovulacak |
If this were true, it should have been easier. | Eğer bu doğruysa, daha kolay olmalıydı. |
if I want to change my image, I have to (should) change myself first. (the Sharks in Nemo) | Eğer imajımı değiştirmek istiyorsam, önce kendimi değiştirmeliyim |
What would happen if the parachute doesn't open? | Eğer paraşüt açılmazsa ne olur |
If I don't use a hairdryer my hair won't look good. | Eğer saç kurutma makinası kullanmazsam saçım güzel durmuyor. |
if it doesn't inconvenience you | eğer zahmet olmazsa |
to bend / bow / double up / stoop | eğilmek |
to spin | eğirmek |
education / training | eğitim |
education is a must | eğitim şart! |
fun / entertainment / amusement | eğlence |
fun | eğlenceli |
entertaining | eğlendirici |
to entertain | eğlendirmek |
curved /tilted / bent / leaning over | eğri |
not straight / bumpy | eğri büğrü |
to sit tilted / leaning towards so | eğri oturmak |
Let's sit tilted (lean over) and talk straight ! | Eğri oturup doğru konuşalım ! |
And make no bones about it (let's lean over and talk straight), this is a very dangerous book. | Eğri oturup doğru konuşalım, bu çok tehlikeli bir kitap. |
to become curved / to warp | eğrilmek |
wife / husband / spouse | eş |
everyone I love / lit. spouse-friend | eş dost |
synonym | eşanlamlı |
donkey | eşek |
a share of the silly pranks (Eseleien) | eşek şakalarından payı |
scratch about / grub up / scharren | eşelemek |
doorstep / theshold | eşik |
your wife is pregnant | eşiniz hamile |
equal | eşit |
inequal | eşit değildir |
equals /= | eşittir |
Rhombus /Raute / diamond (geometr) | eşkenar dörtgen |
to gallop | eşkin gitmek |
bandit / Räuber | eşkıya |
band of robbers /Räuberbande | eşkıya çetesi |
robber stories / Räubergeschichten | eşkıya öyküleri |
to match / pair | eşlemek |
to accompany /to take s. o. out / to keep s. o. company /to escort | eşlik etmek |
accompanied | eşliğinde |
And Ashraf was not going to be interested in the mess anyway | Eşref'in de zaten dağınıklıkla ilgilenecek hali yoktu |
matchless (e) | eşsiz |
goods / belongings / articles /luggage / baggage | eşya |
things (e) | eşyalar |
active / busy (f) | faal |
activity / action | faaliyet |
to be involved in an activity / to be engaged in / to operate | faaliyette bulunmak |
Visit my Facebook profile. | Facebook profilimi ziyaret et. |
give back with interest | faiziyle iade etmek |
but (f) | fakat |
But after a while the air began to get hot and stuffy. | Fakat bir süre sonra hava ısınmaya ve bunaltmaya başladı |
But in our home country search is lost. The orient is the place to sit and wait. With a bit of patience everything will come to your feet. (Ahmet Hamdi Tanpınar) | Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir. |
But he could not give more of his attention to the embroidered circle. | Fakat dikkatini nakışlı çembere fazla veremedi. |
only he didn't dare to disobey | fakat itaatsizlik etmeye cesaret edemedi |
like / and so on | falan |
etc.etc. | falan filan |
fortuneteller | falcı |
The fortune teller predicted your success. (that you will be successful) | Falcı, başarılı olacağını tahmin etti. |
family (biol.) (e.g. Felidae / Katzen) | familya |
fan club | fan kulübü |
I want to be a member of the fan club | fan kulübün bir üyesi olmak istiyorum |
mouse /also:computer mouse | fare |
mouse hole | fare deliği |
mouse button / Maustaste | fare düğmesi |
before they scatter like mice | fareler gibi kaçışmadan önce |
this reflection was also in the eye(s) of the mouse | farenin gözünde de vardı bu yansıma |
Farid's heart beats had begun to get faster again | Farid'in yürek atışları yine hızlanmaya başlamıştı. |
difference | fark |
even if it was noticed | fark edilse bile |
Even if it was noticed the responsibles were not punished (or) kicked out of school. | fark edilse bile sorumlular cezalandırılmıyordu, okuldan atılmıyordu. |
Without noticing he approached the wine glass to his lips. | Fark etmeden kadehi dudaklarına yaklaştırdı. |
To notice / to make a difference | Fark etmek |
It would not make a difference | fark etmezdi |
to make /cause a difference | fark ettirmek |
I was not aware of | farkında değildim. |
different / divers | farklı |
primary elections held in different states | farklı eyaletlerde yapılan önseçimler |
different possibilities | farklı olasılıkları |
to become different / to change / sich verändern | farklılaşmak |
to make dissimilar / to differentiate / to diversify | farklılaştırmak |
It makes no difference (slang) | farkmaz |
the assumed weakness | farz edilen zaaf |
to be supposed to | farz edilmek |
to presume /assume /suppose /imagine | farz etmek |
Fatih is my brother ,I can't beat him. | Fatih benim kardeşim ona vuramam. |
side burns / Koteletten | favoriler |
I want long side burns / Ich m¨öchte lange Koteletten | favorileri uzun istiyorum. |
benefit / profit / advantage / usefulness | fayda |
useful / helpful / beneficial | faydalı |
excessive / extra / superfluous | fazla |
dont worry about it too much (let your mind not be more stuck) | fazla aklın takılmasın |
overtime | fazla mesai |
to do overtime | fazla mesai yapmak |
overestimated | fazla tahmin edilmiş |
too old (f) | fazla yaşlı |
to overdo | fazla özen göstermek |
extra / additional | fazladan |
an extra shirt | fazladan bir gömlek |
to buy some extra time | fazladan zaman kazandırmak |
more than enough | fazlasıyla |
knife scar (from fight) | faça |
devotion /selfsacrifice | fedakarlık |
disaster / catastrophy | felaket |
diastrous news / disaster news | felaket haberi |
philosophy | felsefe |
science lessons | fen dersleri |
Not bad | fena değil |
lantern | fener |
phoenicians | Fenikeliler |
to abdicate / to stand down / to disclaim / to rennounce | feragat etmek |
refreshing (f) | ferahlatıcı |
the refreshing clean night air | ferahlatıcı temiz gece havası |
zipper / Reissverschluss | fermuar |
the zipper is broken | fermuar bozuldu |
howl / outcry / scream / bellow / wail | feryat |
mischief / malice / complot | fesat |
basilicum | fesleğen |
conquest (f) | fethetme |
their desire to conquest (f) | fethetme arzuları |
to conquer (f) | fethetmek |
extraordinary (f) | fevkalade |
an extremely (f) embarrassing situation | fevkalade utanç verici bir durum |
supreme /fantastic | fevkaladenin fevkinde |
ransom | fidye |
ransom | fidye |
He trembled crouched in the figure's shadow. | figürün gölgesine sinmiş, titriyordu. |
verb | fiil |
verbforms / structures | fiil yapıları |
discussion / exchange of ideas | fikir alışverişi |
to express an idea or opinion /to ponder over an idea (to make an idea walk through your mind) | fikir yürütmek |
I would like her to care for my ideas. | Fikirlerimi önemsemesini isterdim . |
I want you to be more interested in my ideas / I want you to pay more attention to my ideas. | Fikirlerimle daha çok ilgilenmeni isterim. |
more interest in his ideas / more paying attention to his ideas | fikirleriyle daha çok ilgilenme |
joke | fıkra |
I am bad at telling jokes. | fıkra anlatmakta kötüyüm |
how fast you jumped onto the idea / how fast you accepted the idea | Fikre nasıl atladın |
your idea | fikrin |
elephant | fil |
bishop / Läufer (chess) | fil |
ivory | fildişi |
with four huge doors sculptured from ivory, pearl, jade and bones. | fildişi, inci, yeşim ve kemikten yontulmuş dört kocaman kapılı |
life boat | filika |
sprout / shoot/ bud | filiz |
to sprout / shoot out/ bud | filizlenmek |
film / movie | film |
Did you like the movie? | Film hoşuna gitti mi? |
How long is the film? | film ne kadar sürüyor? |
movie star | film yıldızı |
finals / play-offs / final exams | finaller |
cup | fincan |
There is a crack in the cup. | Fincanda bir çatlak var. |
hazelnut | fındık |
he's allergic to nuts | fındık-fıstığa alerjisi var |
runaway / fugitive | firari |
Euphrates | Fırat |
the oven | fırın |
to bake in the oven | fırında pişirmek |
to bold / burst / jump / spring /fling | fırlamak |
to throw something (acc.) at someone (dat) / to fling (f) / / shoot / catapult | fırlatmak |
opportunity | fırsat |
to jump at the opportunity | firsata balıklama atlamak |
to let the chance slip by | fırsatı yitirmek |
storm | fırtına |
to cause a storm / to break loose a storm | fırtına koparmak |
turquoise (f) | firuze taşı |
with a piece of fried egg hanging down from his brush-like moustache | fırça gibi bıyığından sarkan bir parça sahanda yumurtayla |
to scrubb with a brush | fırça ile ovmak |
to whisper | fısıldamak |
whisper | fısıltı |
to talk in whispers | fısır fısır konuşmak |
What are you talking about in whispers over there? | Fısır fısır ne konuşuyorsunuz orada? |
a small round table for two (like in a bistro/or on a balcony/ where you can have private /whispered conversation/"gossip table" ) | fiskos masası |
peanut | fıstık |
pinetree / Kiefer | fıstık çamı |
wick / Docht | fitil |
price (to pay) | fiyat |
physics | fizik |
physiological | fizyolojik |
barrel /Faß | fıçı |
to gush out from / spring from/ errupt / spurt (f) (not with much force /randomly /accidentally /splashing water with the hand/intransitive) | fışkırmak |
to gush out from / spring from/ errupt / spurt (f) (not with much force /randomly /accidentally /splashing water with the hand/transitive) | fışkırtmak |
flamingo | flamingo |
flash | flaş |
Fluorine /Fluor - F 9 | flor |
to flirt | flört etmek |
seal | fok |
Phosphorus /Phosphor-P 15 | Fosfor |
fossile | fosil |
photo | fotoğraf |
photo album | fotoğraf albümü |
photo enthusiasts /photo freaks | fotoğraf düşkünleri |
camera (f. m) | fotoğraf makinesi |
the shutter of a camera taking a picture | fotoğraf çeken fotoğraf makinesi deklanşörü |
to take a foto | fotoğraf çekmek |
photo frame | fotoğraf çerçevesi |
Do you want to see our photos? | fotoğraflarımızı görmek istiyor musunuz? |
photographer | fotoğrafçı |
that he didn't know whether the Fowler couple helped wounded PKK members | Fowler çiftinin yaralı PKK'lılara yardım edip etmediğini bilmediğini |
France | Fransa |
French people like talking about food. | Fransızlar yiyeceklerden konuşmayı çok seviyorlar |
frequency | frekans |
Until Frodo comes the safest place for it will be there. | Frodo gelinceye kadar onun için en emniyetli yer orası. |
lobby / entrance hall /antechamber | fuaye |
foulard / scarf (f) | fular |
to fill up | fullemek |
heather / Heidekraut | funda |
football | futbol |
to blow-dry/ fönen | fön çekmek |
unaware / unguarded | gafil |
to catch unguarded / to catch by surprise | gafil avlamak |
beak (of a bird) | gaga |
to pick (birds) / picken | gagalamak |
beaked / having a beak | gagalı |
galaxy | galaksi |
I think (g) | galiba |
I think this bracelet is my mum's | galiba bu bilezik annemin |
I think they'll go shopping instead. | galiba bunun yerine alışverişe gidecekler |
I think I hurt his feelings | galiba onun duygularını incittim |
I think it was the guy to the left | galiba soldaki adamdı |
dimple | gamze |
trophy /plunder / loot / booty | ganimet |
train station (more commonly used) | gar |
to demand a guarantee | garanti talep etmek |
grudge / rancour /spite /malice | garez |
strange / odd / poor / helpless (g) | garip |
to find strange | garipsemek |
waiter | garson |
really / very (with adj / adv but not for verbs) | gayet |
zeal / effort / endeavour | gayret |
wrath / rage /fury (g) | gazap |
newspaper | gazete |
He hates reading the newspaper. | Gazete okumaktan nefret eder |
The newspaper issued a small (u) correction. | Gazete, ufak bir düzeltme yayınladı. |
journalist | gazeteci |
I like to cast an eye on the newspapers. | Gazetlere göz gezdirmeyi severim. |
sparkling water | gazlı su |
soda lid /crown cork / crown cap | gazoz kapağı |
night | gece |
the stranger coming at night | gece gelen yabancı |
at midnight | gece yarısı |
There is no night, it's always day, what the heck ... | Gece yok, hep gündüz yahu. |
to stay somewhere (only) at night | gecelemek |
to be unable to sleep at night- pres. part. fut. | geceleri uyuyamayacak |
in the night / by night | geceleyin |
A dog began to bark somewhere in the darkness of the night. | Gecenin karanlığında bir yerlerde bir köpek havlamaya başlamıştı. |
in the dead (lit. blind) of the night | gecenin köründe |
to be late | gecikmek |
delayed | gecikmeli |
Come to me, hug me! | Gel bana, sarıl bana! |
I came, I saw, I conquered/ Veni vidi vici | Geldim, gördüm, yendim |
when he came | geldiğinde |
I am glad you could come | geldiğinize çok memnun oldum |
(in order) to be able to come | gelebilmek için |
next (point in time); the future | gelecek |
to be postponed until next (g h) week | gelecek haftaya ertelenmek |
You will have to wait until next (g h) week | Gelecek haftaya kadar beklemeniz gerekecek. |
to extend /last until next week | gelecek haftaya sarkmak |
She will go to Turkey next winter. | gelecek kış Türkiye'ye gidecek |
the future generation (n) | gelecek nesil |
We are shaping the future | Geleceği şekillendiriyoruz |
I will not leave my future to chance | Geleceğimi şansa bırakmıyorum. |
In box | gelen kutusu |
Our customs must seem strange to you. | Geleneklerimiz size yabancı görünüyor olmalı. |
traditionnel / conventionnel | geleneksel |
the arrivals / the people coming | gelenler |
however / but | gelgelelim |
tide /Gezeiten (g) | gelgit |
Geleceğim Slang (I will come) | gelicem |
bride /daughter-in-law | gelin |
until I/you(...) come(s) | gelinceye dek |
Klatschmohn / poppy | gelincik |
income / earning /revenue | gelir |
I will be glad if you come | gelirsen(iz) memnun olurum |
random / casual | gelişigüzel |
With a casual fascination | gelişigüzel bir hayranlıkla |
developement / evolution | gelişim |
about development | gelişim üzerine |
The best step about/on developement | Gelişim üzerine en iyi adım |
The best step on development begins with making a decision to change . | Gelişim üzerine en iyi adım değişime karar vermekle başlar. |
Watch your development and celebrate your success. | Gelişimini izle ve başarını kutla. |
to develop / evolve / progress /take place | gelişmek |
developed | gelişmiş |
to develop something / improve / cultivate / advance / build up | geliştirmek |
to come | gelmek |
Do you want to come? | gelmek istiyor musun? |
the coolest person ever | gelmiş geçmiş en havalı kişi |
why don't you come /do come! (sg/pl) | gelsene - gelsenize |
bit / Kandare /Trense (Teil des Halfters im Pferdemaul) (g) | gem |
ship | gemi |
sailor/ Matrose | gemici |
lantern / Seemannslaterne | gemici feneri |
to bite on one's bit (Kandare/ piece of the rein that is in the horses mouth) | gemini ısırmak |
they stood biting on their bits (Kandare) and panting | gemlerini ısırıp soluyarak dikildiler. |
still / yet / even so / nevertheless (g) | gene de |
general name | genel ad |
overview | genel bakış |
Generally/ on the whole she thinks it would be best to stay in this work. | Genel olarak bu işte kalırsa daha iyi olacağını düşünüyor. |
usually /generally (g) | genelde |
Usually they dress black like field crows | Genelde tarla kargaları gibi kara giysiler giyerler |
Head of staff / chief | Genelkurmay |
the General Staff Headquarters | Genelkurmay Karargahı |
the security cameras of the General Staff Headquarters | Genelkurmay Karargahı'nın güvenlik kameralar |
The images obtained from the security cameras of the General Staff Headquarters revealed that the martyrs were brutally murdered. | Genelkurmay Karargahı'nın güvenlik kameralarından elde edilen görüntüler şehitlerin hunharca katlettiğini ortaya çıktı. |
usually (g) | genellikle |
generally recognized as safe | genellikle güvenilir kabul edilen |
Usually I am tired during weekdays. | Genellikle hafta içi yorgun oluyorum. |
Generally (speaking) books do not cause much harm, except when you read them (that is). | Genellikle kitaplar çok zarar vermez, okuduğun zaman(lar) hariç. |
Generally (speaking) books do not cause much harm. | Genellikle kitaplar çok zarar vermez. |
we usually go abroad in the winter | genellikle kışın yurtdışına çıkarız |
Usually I find my bathsuit finally in my wardrobe. | Genellikle sonunda mayomu gardrobumda bulurum. |
I usually don´t watch tv | Genellikle televizyon izlemem. |
Usually I (would) look outside to check the weather. | Genellikle, havayı kontrol etmek için dışarıya bakardım. |
with his broad chest and face | geniş göğsü ve yüzüyle |
broad black smears | geniş siyah lekeler |
Broad black smears defiled the blistered paintings. | Geniş siyah lekeler kabarmış tabloları kirletmişti. |
to widen / broaden / extend / spread out (g) | genişlemek |
to widen sthg / to spread out sthg / to expand sthg | genişletmek |
width | genişlik |
young | genç |
The young man could hardly stand it./ The young man could hardly bear it. | Genç adam buna pek dayanamıyordu |
While the young girl dropped on her knees and began to cry | Genç kız diz çökerek ağlamaya başladığı sırada |
when I was young | gençken |
young ones / young men | gençler |
Even young 'men' grow tired and weak | gençler bile yorulup zayıf düşer |
youth | gençlik |
in my youth | gençliğimde |
if and only if | gerek ve yeter şart |
there is no need | gerek yok |
necessary | gerekli |
to become necessary | gerekli hale gelmek |
need (g) | gereksinme |
your (pl) need | gereksinmeniz |
that you have a need | gereksinmeniz olduğu |
Spam | gereksiz |
superfluous brain numbing gadgets (devices) | gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar |
Did you throw the unneeded stuff in the trash? | Gereksiz olan eşyaları çöpe attın mı? |
unnecessary things | gereksiz şeyler |
If you are going to steal my time with unnecessary things | gereksiz şeylerle zamanımı çalacaksanız |
If you are going to waste (steal) my time with unnecessary things you had better go now (your returning now would be better) | Gereksiz şeylerle zamanımı çalacaksanız şimdiden geri dönmeniz daha iyi olur. |
to involve; to require | gerektirmek |
That he /they should | gerektiği |
if necessary | gerektiği takdirde |
alibi | gerekçe |
How the rhinoceros's skin got creased / wie das Nashorn seine Falten bekam | gergedan'ın cildi nasıl buruştu |
tensely / nervously | gergin gergin |
He is nervous. (g) | gergindir |
Tension | Gerginlik |
back / rear (g) | geri |
as soon as he returnes/ returned | geri döner dönmez |
to turn back / to return | geri dönmek |
recycling /recyclable /biodegradable | geri dönüşümlü |
to come back; to get back; to return | geri gelmek |
to return (something) | geri vermek |
to withdraw /to fall back | geri çekmek |
to leave behind / to outdistance | geride bırakmak |
to back off / to fall back | gerilemek |
thriller (literature) / tension (e.g politics) | gerilim |
to increase the tension / to escalate the tension | gerilimi tırmandırmak |
she prefers thrillers | gerilimleri tercih eder |
to tense / to strain / to tighten | gerilmek |
to stretch (oneself) | gerinmek |
the rest of (g) | gerisi |
Fill in the blanks / guess the rest yourself | gerisini sen tahmin et |
to the back / backwards | geriye |
She looked back | geriye baktı |
to look back on one's accomplishments with satisfaction | geriye dönüp baktığında başarılarından memnun olmak |
he jumped (s) back | geriye sıçradı |
She looked back at her guards | geriye, korumalarına doğru baktı. |
idiot / jerk /retarded | gerizekalı |
truth; fact; real | gerçek |
the male half of the True Source (magic power/wheel of time) had been corrupted | Gerçek Kaynak'ın eril yarıs>nı yezlaştırmıştı |
the actual cost | gerçek maliyet |
The truth is (in a place) out there (= for you to be discovered) | Gerçek orada (bir yerde) |
The truth will set you (sg) free / Veritas vos liberabit | Gerçek seni özgür kılar |
I'd advise to smoke electric cigarettes rather than real cigarettes. | Gerçek sigara içmektense e-sigarayı tavsiye ederim. |
face the facts | gerçeklerle yüzleş |
the actions carried out | gerçekleştirdiği faaliyetler |
trying to prevent the actions to be carried out | gerçekleştirdiği faaliyetlerin engellenmeye çalışılması |
reality | gerçeklik |
really / truly / indeed | gerçekten |
Do/did you really believe that | Gerçekten inanıyor musun / inandın mı |
It is really expensive. | gerçekten pahalı |
I put my foot into it / Ich bin ins Fettnäpfchen getreten | Gerçekten pot kırdım. |
to get really bored | gerçekten sıkılmak |
Really ! You shouldn't have (bothered yourself) | gerçekten! bu kadar zahmet etmeseydin! |
realistic /down to earth / practical | gerçekçi |
Choose realistic goals. | Gerçekçi hedefler seç. |
though /although (g) | gerçi |
Bring (me) | getirin |
To fetch/ bring | Getirmek |
to mumble | gevelemek |
to mumble | gevelemek |
talkative /chatty | geveze |
lose /limb | gevşek |
a lose saddle girth | gevşek bir eyer kolanı |
a loose stone | gevşek bir taş |
limply / loosely / flabbily / schlaff | gevşekçe |
to loosen up | gevşetmek |
deer / Hirsch | geyik |
The deer was with the herd. | Geyik sürüdeydi. |
the deers had nearly the size of ponies | Geyikler yaklaşık bir midilli büyüklüğündeydiler |
He walked to the narrow valley where he was sure the deers would rest. | geyiklerin dinlendiğinden emin olduğu dar vadiye doğru yürüdü. |
planet | gezegen |
trip (g) | gezi |
itinerant / traveling / ambulant / umgerziehend | gezici |
peddler (g e) | gezici esnaf |
to stroll / stray / wander about (g) breeze (wind) | gezinmek |
to travel (g) | gezmek |
to go on on outing (around the city) | gezmeye çıkmak |
late | geç |
to sleep in | geç kalkmak |
to be late | geç kalmak |
If you sleep late you can't get up early. | Geç yatarsan, erken kalkamazsın. |
last / past / previous | geçen |
last night | geçen gece |
the other day /any past day including önceki gün (the day before yesterday) except yesterday which is dün | geçen gün |
The other day I replace the seal/ gasket of the tap. | Geçen gün musluğun contasını değiştirdim. |
Last week we went to the cinema. | Geçen hafta sinemaya gittik. |
last time | geçen sefer |
Last time we took a taxi. | geçen sefer bir taksi tuttuk |
last year (s) | geçen sene |
since last year | geçen yıldan beri |
Traffic has continued to deteriorate steadily/ progressively in the past years. | Geçen yıllarda trafik gittikçe kötüleşmeye devam etti. |
recently / the other day | geçenlerde |
valid | geçerli |
Let me pass | geçeyim |
temporary | geçici |
temporarily | geçici bir süre |
livelihood / living / Unterhalt | Geçim |
With this I gain (ensure) my lifelihood. | Geçimimi bununla sağlıyorum. |
to provide for | geçindirmek |
to make a living from / to live from / to get along with a gen+la | geçinmek |
to pass / spend / undergo | geçirmek |
passage | geçit |
transition point / crossing point / | geçiş noktası |
to dodge / avoid / slide over/ to pass off | geçiştirmek |
to pass | geçmek |
the past | geçmiş |
Best wishes for recovery. /Gute Besserung. | Geçmiş olsun |
put what has passed aside / put your past behind you | geçmişi bir kenara koy |
How much of our time does the the time you spent in the past take (comprise) ? | Geçmişte geçirdiğin zaman günümüzdeki zamanın ne kadarını kapsıyor ? |
reminiscent | geçmişten konuşmaya istekli |
a burp | geğirme |
to burp | geğirmek |
like | gibi |
snappish /ein Stinker | gıcık |
to get irrititated (g) | gıcık olmak |
to hate (slang) (g) | gıcık almak |
snappishly | gıcık bir şekilde |
to get someone's hackles on /to drive s.o. crazy /to give s.o. the pip | gıcık etmek |
to creak | gıcırdamak |
to grind / grit / gnash (teeth) | gıcırdatmak |
the creaking | gıcırtı |
the creaking sounded loud | gıcırtı yüksek geliyordu |
food / nutrition | gıda |
in a methode to create food addiction | Gıda bağımlılığı yaratacak şekilde |
food industry /Lebensmittelindustrie | gıda endüstrisi |
food industry /Lebensmittelindustrie (g.s.) | gıda sanayii |
he walked and walked | gide gide .... vardı |
Each time before going I search for my bathsuit. | Gideceğim her seferinde, önce mayomu ararım. |
Let's go | gidelim |
Let's go, it's late. | Gidelim artık, geç oldu. |
outbox | giden kutusu |
outgoing messages | giden mesajlar |
steadily / increasingly / ever | giderek |
I understand increasingly better | giderek daha iyi anlıyorum |
to satisfy / eliminate / supply for | gidermek |
Write when you get there | gidince yaz |
whirlpool /swirl | girdap |
intricate | girift |
Intricate stone works | girift taş işlemeler |
to become the favourite of the group of friends/new people which is entered (= which one has entered) | girilen ortamın favorisi olmaktır. |
No entry / kein Zutritt | Girilmez |
introduction | Giriş |
attempt /enterprise / endeavour | girişim |
entrepreneur / Unternehmer | girişimci |
to enter / to get in / insert (g) | girmek |
No! (slang/rude / like Fuck off!) | Git ya! |
Go make me miss you and then come (back) again | Git özlet kendini yine gel |
guitar | gitar |
We played guitar and sang songs. | Gitar çalıp şarkı söyledik. |
to play guitar | gitar çalmak |
gradually /more and more (g.. d.) | gitgide |
gradually /more and more (g.. d.) | gitgide |
Time to go! | Gitme zamanı geldi! |
to go | gitmek |
I want to go. I love to go. | Gitmek istiyorum. Gitmeyi severim. |
I was about to go | Gitmek üzere idim |
Are we about to go ? | Gitmek üzere miyiz ? |
I am about to go | Gitmek üzereyim |
I have the intention to go | gitmeye niyetim var |
I intend to go | gitmeye niyetliyim |
Why don't you go / come on go (insisting imp.) (Sg) | gitsene |
Why don't you go / come on go (insisting imp.) (Pl) | gitsenize |
progressively / steadily / more and more | gittikçe |
the school she went to | gittiği okul |
I regret that I ever went | gittiğime gideceğime pişman oldum |
You (pl) will go Slang | Gitçeniz |
gideceksiniz Slang | Gitçeniz |
to dress somebody / to robe | giydirmek |
clothing | giyecek |
in order to find something to wear I searched through every corner of my cupboard | giyecek bir şeyler bulmak için dolabımı didik didik ettim. |
about clothing | giyecek konusunda |
Why are you worrying about clothing? | Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz ? |
dressed | giyinmiş |
to wear | giymek |
clothes | giysi(ler) |
His clothes once were spectacular /resplendant, (but / wheras) now they were torn and dirty. | Giysileri bir zamanlar gösterişliydi, şimdiyse yırtık ve kirliydi. |
His clothes once were spectacular /resplendant. | Giysileri bir zamanlar gösterişliydi. |
His clothes were spectacular /resplendant. | Giysileri gösterişliydi. |
His clothes were torn and dirty. | Giysileri yırtık ve kirliydi. |
the fine woven fabric of his clothes | giysilerinin ince dokunmuş kumaşı |
his clothes (sg) | giysisi |
more than mysterious / by far the most mysterious | gizemliden de öte |
to hide sthg (g) | gizlemek |
getting out of their hiding place | Gizlendikleri yerden çıkan |
to hide oneself / to be concealed / to disguise / to be kept secret / to take cover | gizlenmek |
secret / hidden (adj) | gizli |
hidden defect | gizli ayıp |
without a hidden purpose/agenda | gizli bir amacı olmaksızın |
hidden passages | gizli geçitler |
He missed the castle (ş) with its hidden passages and its ghosts | Gizli geçitleri ve hayaletleriyle şatoyu özlüyordu. |
secretly | gizlice |
secretly / sneaky | gizliden gizliye |
counter / office /guichet | gişe |
26/5000 He said the box office (guichet) will close now. | Gişe şimdi kapanacak dedi. |
Please, have your boarding pass ready at the counter | Gişeye geldiğinizde, lütfen uçuş kartınız hazır olsun. |
candied fruit | glaze meyeler |
Gneis (rock /metamorphose of granit/ can contain quarts, potassium,feldspar and sosium feldspar) | gnays |
Aşağıya in ve bir bak. | Go down and look ! |
The goblins crouched and fled in all directions. | Goblinler büzülerek kaçıştılar. |
goal (in a match) | gol |
golf | golf |
graphik display | grafik sunu |
graphite | grafit |
gram | gram |
a piece of granit | granit parçası |
grapefruit | greyfrut |
grey | gri |
greyish (s) | grimsi |
greyish (t) | grimtrak |
flu | grip |
Guave | Guave |
to google - or more common... | gugıllamak - google'lamak |
broodiness | gurk olması |
a broody hen | gurk tavuk |
pride | gurur |
to fill s.o. with pride | gururlandırmak |
belly | göbek |
middle name | göbek adı |
his belly | göbeği |
his belly shook with laughter | göbeği kahkaha ile salladı |
sky | gök |
to rain cats and dogs | gök delinmek |
skyscraper | gökdelen |
thunderstorm | gökgürültülü fırtına |
rainbow | gökkuşağı |
the priviledge to know the secrets of the Kingdom of heavens | Göklerin Egemenliği'nin sırlarını bilme ayrıcalığı |
heavenly | göksel |
your heavenly Father | Göksel Babanız |
in the sky | gökte |
the birds flying in the sky | gökte uçan kuşlar |
sapphire (g) | gökyakut |
sky | gökyüzü |
The sky was clear and dark | gökyüzü berrak ve karanlıktı |
the sky is clouded over | gökyüzü bulutlanıyor |
the sky is clouded over | gökyüzü bulutlanıyor |
The colour of the sky had changed /turned to pink and lemon yellow. | Gökyüzünün rengi pembe ve limon sarısına dönmüştü. |
lake | göl |
pond /small lake | gölet |
shadow | gölge |
mixed with shadow | gölgeyle karışmış |
to bury s.o. / dig in s.o. /to commit s.o. to the ground | gömmek |
to be buried / to sink into +dat | gömülmek |
send box | gönderilen kutusu |
to send | göndermek |
set square / Dreieck (tool for drawing) | gönye |
heart / soul / feelings (g) | gönül |
view | gör |
what he sees / qu'il voit | Gördüğü |
The man whom he sees | Gördüğü adam |
as far as I can see / as much as I am concerned / it strikes me that | gördüğüm kadarıyla |
As far as I can see you were born in the wrong story | gördüğüm kadarıyla yanlış bir öyküde doğmuşsunuz |
All we see or seem is a dream within a dream (Edgar Allan Poe) | Gördüğümüz ve göründüğümüz rüya içinde bir rüyadır. |
according to | göre |
They believe in what they can see, hear, touch, taste and smell. | Görebildikleri, işitebildikleri, dokunabildikleri, tadabildikleri ve koklayabildikleri şeylere inanıyorlar. |
that which sees / qui voit | Gören |
the man who sees | Gören adam |
Duty / task / mission / service | görev |
task distribution | görev dağılımı |
with all the heavyness (impact/weight) of his task/office | görevinin olanca ağırlığı ile |
manners | görgü |
etiquette | görgü kuralları |
eye witness / witness | görgü tanığı |
the witness saw the suspect | görgü tanığı şüpheliyi gördü |
lack of manners /ill breeding | görgüsüzlük |
glory / splendour / magnificence / majesty / brilliance | görkem |
despite his glory | görkemine karşın |
women in magnificent dresses | görkemli giysiler içinde kadınlar |
without seeing / before seeing | görmeden |
to see | görmek |
Easy to see, hard to foresee | Görmek kolay, önceden görmek zordur |
Should he see, should he not see or should he better not look around at all | Görmeli mi görmemeli mi yoksa hiç bakınmamalı mı |
since she had last seen | görmeyeli |
to ignore/ to pretend not to see / to turn a blind eye on | görmezden gelmek |
seen (Pres Part) | görülen |
to be seen | görülmek |
Invisible eyes seemed to watch me from every angle, piercing (i) into my skin (t) | Görünmeyen gözler beni her açıdan izliyor, tenime işliyor gibiydi. |
invisible | görünmez |
image / picture / display / view | görüntü |
the sight was great | görüntü harikaydı |
When I saw the images, I was very sad and cried. | Görüntüleri izleyince çok üzüldüm ve ağladım. |
video teleconferencing | görüntülü telekonferans |
audio teleconferencing | görüntüsüz telekonferans |
seemingly / apparently /within sight | görünürde |
Apparently he was not there. / He was not in sight | Görünürde yoktu. |
looks/appearance | görünüş |
opinion / idea | görüş |
Be a helper to girls and boys (e) waiting for your opinions/ visions | görüşlerini bekleyen kızlara ve erkeklere yardımcı ol |
to have a talk with / confer / discuss / reason / argue /powwow | görüşmek |
You have to look professionel for the interview. | Görüşmesi için profesyonel görünmek zorunda |
What's your opinion ? | görüşün ne? |
Was the car he showed you new? | Gösterdiği araba yeni mi? |
a show | gösteri |
demonstrations / manifestations | gösteriler |
Demonstrations spread to the entire city but were like flash in the pan glowing and extinguished. | Gösteriler bütün kentlere yayılmış ama saman alevi gibi parlayıp sönmüş. |
flashy / spectacular /showy /dressy / resplendant | gösterişli |
to show / to indicate (g) | göstermek |
the interest that you showed | göstermiş olduğun(uz) alâka |
to take away / remove / to drive someone (somewhere) | götürmek |
trunk /stem /body /Rumpf | gövde |
bodied / with a body | gövdeli |
eye | göz |
to ignore | göz ardı etmek |
to blink | göz açıp kapamak |
in the blink of an eye | göz açıp kapayıncaya kadar |
to glance /skim / cast an eye on | göz gezdirmek |
to catch s.o. 's eye (x'yle...pl verb) | göz göze gelmek |
to dazzle / bedazzle the eye | göz kamaştırmak |
to keep an eye on sthg /to protect sthg | göz kulak olmak |
to consider | göz önünde bulundurmak |
to be taken into custody | gözaltına alınmak |
Watchtower (Jehovah witnesses) | gözcü kulesi |
favourite (g) | gözde |
to lose sight of | gözden uzak tutmak |
to risk /dare / der Gefahr ins Auge sehen | göze almak |
To draw much attention / to stick out / hit one in the eye | göze batmak |
nice looking / appearing pleasant to the eye | göze hoş görünen |
creating (Pres Part) nice looking patterns | göze hoş görünen desenleri oluşturan |
to spy on / pry / watch / observe / peek | gözetlemek |
visible /in sight / observable | gözle görülür |
a visible shiver | gözle görülür bir ürperti |
observation | gözlem |
to watch / observe / spy | gözlemek |
to expose /display (s) | gözler önüne sermek |
Her eyes were focussed on his lips. | Gözleri adamın dudaklarına odaklanmıştı |
His eyes pierced her almost like two ice crystals | gözleri adeta iki buz kristali onu delip geçiyordu. |
His eyes were shining. | Gözleri parladı. |
His eyes caught (t) his reflection. | Gözleri yansımasına takıldı. |
His eyes were shining like steel. | Gözleri çelik gibi parlıyordu. |
His eyes were shining like steel. | Gözleri çelik gibi parlıyordu. |
My eyes speed up your loneliness (from a poem of Attila İlhan ) | gözlerim hızlandırır tenhalığını |
wiping the last crusts from my eyes | gözlerimde kalan son çapakları silerek |
I couldn't close my eyes. | Gözlerimi kapayamadım. |
the sides of my eyes had become crusted | gözlerimin kenarları çapaklanmıştı |
a romantic glance/glow appeared in her eyes | gözlerinde romantik bir parıltı beliriyordu |
He narrowed (squeezed) his eyes and smiled | Gözlerini kısıp gülümsedi |
to scrubb one's eyes | gözlerini ovmak |
she rubbed her eyes and... | gözlerini ovuşturup |
He fixed his eyes on the mirror-flat watersurface / Er starrte auf die spiegelglatte Wasseroberfläche. | Gözlerini suyun ayna kadar düz yüzeyine dikti. |
before closing (y) his eyes | gözlerini yummadan önce |
He rolled his eyes. | Gözlerini yuvarladı. |
We could feel the watching us. (We could feel their eyes upon us) | Gözlerini üzerimizde olduğunu hissedebiliyorduk. |
He brushed absentmindedly his completely messy black hair out of his face which fell over his eyes. | Gözlerinin önüne düşen darmadağınık siyah saçlarını dalgınlıkla yüzünden çekti. |
have you considered getting glasses? | gözlük almayı düşündün mü? |
optician | gözlükçü |
He wears his glasses like a power charm, like a magical weapon, behind this glass curtain he becomes almost invisible. | gözlüğünü, bir kudret tılsımı, büyülü bir silâh gibi gözlerine takar, bu cam perde arkasında adeta görünmez olur |
impulsive / foolheardy /unflinching (g.k.) | Gözü kara |
to seem /look / appear (...k) | gözükmek |
to visualize / picture / imagine | gözünde canlandırmak |
to catch a glimpse / den Blick streifen / to catch s.o.'s eye | gözüne ilişmek |
daredevil / bold (g) | gözüpek |
imigration | göç |
immigration and asylum | göç ve iltica |
nomade | göçebe |
They were a group of nomades | göçebe bir gruptu |
migrant smuggling | Göçmen Kaçakçılığı |
migrant/ migrating /migratory (animals) | göçücü |
his chest | göğsü |
I have to examine your chest | göğsünüzü muayene etmem gerekiyor |
chest | göğüs |
to stand up to / to face / resist /die Stirn bieten (lit. die Brust aufspannen) | göğüs germek |
face the music / stand up to something /put a brave front on something / resist/grit one's teeth /breast | göğüs germek |
pectoral (chest muscle) | göğüs kası |
onto his chest | göğüsüstü |
pigeon | gücercin |
can't / unable | gücü yetmez |
buckskin / chamois / Gemseleder | güderi |
buckskin / chamois / Gemseleder cover (housse) | güderi bir kılıf |
lyrics | güfte |
rose | gül |
Who loves the rose endures its thorn. | Gül seven, dikenine katlanır. |
with her dimples appearing on her cheek(s) when she laughs | Güldüğünde, yanağında beliren gamzeleriyle, |
She is a pretty cute girl with dimples on her cheek(s) when she laughs. | Güldüğünde, yanağında beliren gamzeleriyle, oldukça sevimli bir kız. |
Bye bye | Güle güle |
Have a nice journey | güle güle gidin |
Use it with pleasure | güle güle kullan |
good-humoured / smiling | güler yüzlü |
smilingly | güler yüzlü bir şekilde |
smiling / cheerful / merry | Güleç |
Don't laugh | Gülme |
to laugh | gülmek |
to burst out laughing | gülmekten çatlamak |
to smile | gülücük atmak |
smile | gülümseme |
his smile broadened | gülümsemesi genişledi |
Smiling a girl in white extended a tray full of crystal wine glasses towards him. | Gülümseyen, beyazlı bir kız ona kristal kadehlerle dolu bir tepsini uzattı. |
smile (... y..) | gülümseyiş |
the warmth that was in his smile | gülümseyişindeki sıcaklık |
funny / ridiculous | gülünç |
smile / laughter /cackle | gülüş |
to thump violently | güm güm atmak |
customs officer / Zollbeamter | gümrük memuru |
The custom officer paid no heed and put the suitcase on a table. | Gümrük memuru oralı olmayıp bavulu bir masanın üzerine koydu. |
silver | gümüş |
on a silver tray | gümüş bir tepsi içinde |
on a silver tray | gümüş bir tepsi içinde |
a silver spoon (= a spoon made of silver) | gümüş kaşık |
a spoon for silver (to use to put silver inside) | gümüş kaşığı |
a silver necklace and a gold bracelet | gümüş kolye ve altın bileklik |
a silver coloured cloud | gümüş renkli bir bulut |
silvery | gümüşi |
silver white | Gümüşümsü beyaz |
day | gün |
Working all day long I run out of energy. | Gün boyu çalışmaktan enerjim tükeniyor. |
The (whole) day over | Gün boyunca |
what things (a lot of things) can happen before sunrise /every cloud has a silver lining / tomorrow is another day | gün doğmadan neler doğar |
I will sign (it ) some time in the day | Gün içinde imzalarım. |
day light | gün ışığı |
by day light / in the day light | gün ışığında |
sin | günah |
to sin | günah işlemek |
sinner | günahkâr |
Good morning | günaydın |
update | güncelle |
perform five time islamic prayer in a day | günde beş vakit namaz kılmak |
sunrise / daybreak | gündoğumu |
day time (opposite of gece) | gündüz |
The pillar of cloud by day and the pillar of fire by night did not depart from before the people. | Gündüz bulut sütunu, gece ateş sütunu halkın önünden eksik olmadı. |
He slept during the day and worked at night. | Gündüz uyuyup gece çalışıyordu. |
south | güney |
South America | Güney Amerika |
Southpole | güney kutbu |
down south | güneyde |
the weather will probably clear up down south | güneyde büyük olasılıkla hava düzelecek |
sun | güneş |
The sun was giving a bright light. | Güneş aydınlık bir ışık veriyordu. |
there was a chance of sunshine | güneş açma ihtimali vardı |
The sun is giving light and warmth. | Güneş ışık ve ısı veriyor. |
sun light | güneş ışığı |
bundles of sunlight | güneş ışığı demetleri |
sunlight made the dust particles hanging in the air glitter | güneş ışığı havada asılı toz zerrelerini parlatıyordu |
sun cream | güneş kremi |
sundial /Sonnenuhr | güneş saati |
The brightness and warmth of the sun | Güneşin aydınlığı ve ısısı |
sunrise | güneşin doğuşu |
where the sun touches the horizon | güneşin ufka değdiği yer |
to sunbathe | güneşlenmek |
to be sunny | güneşli olmak |
when the daylight reflected | günışığı yansıdığında |
He is very busy every day. ( Lit. His days pass very busy) | Günleri çok yoğun geçer. |
diary | günlük |
How much is it per day ? | Günlüğü ne kadar ? |
Nowadays | Günümüzde |
Nowadays, in order to find a job, it is necessary to know a foreign language. | Günümüzde iş bulmak için yabancı dil bilmek gerekiyor. |
It is quite common these days | günümüzde oldukça yaygın |
in broad daylight | güpegündüz |
bushy (moustache /grass) /full/loud voice | gür |
wrestling | güreş |
wrestling competition | güreş müsabakası |
to roar / thunder | gürlemek |
mob /crowd / mass | güruh |
a loud snore | gürültü bir horlama |
trust /confidence / faith | güven |
lack of confidence | güven eksikliği |
to give confidence / to reassure a dative | güven vermek |
security in an abstract way e.g. insurance policy / plan B | güvence |
safe/ secure | güvencede |
reliable / trustworthy / dependable /faithful / treu | Güvenilir |
to know/learn from a reliable source | güvenilir bir kaynaktan öğrenmek |
a reliable person (b) / (i) | güvenilir birey - insan |
a trusted/ trustworthy friend | güvenilir dost |
authenticity | güvenilir olma |
unreliable | güvenilmez |
unreliable /untrustworthy alliances | güvenilmez ittifaklar |
safe | güvenli |
in a safe place | güvenli yerde |
safety /security | güvenlik |
security guard | güvenlik görevlisi |
The images obtained from security cameras | güvenlik kameralarından elde edilen görüntüler |
security camera | güvenlik kamerası |
He began to study (examine) the security camera | güvenlik kamerasını incelemeye başladı. |
the security camera's pictures | güvenlik kamerasının görüntüleri |
to trust / to count on | güvenmek |
mistrusting /insecure | güvensiz |
Insecurity | güvensizlik |
insecurity, resentment (indignation,), hesitation and fear | güvensizlik, içerleme, tereddüt ve korku |
deck (ship) | güverte |
How do I get to the deck? | Güverteye nasıl ulaşırım ? |
autumn (g) | güz |
the autumn full moon | güz dolunayı |
beautiful | güzel |
to look nice | güzel görünmek |
to smell nice | güzel kokmak |
One of the beautiful fictional fantasy novels | güzel kurgulanmış fantastik romanlardan biri |
a very beautiful girl | Güzel mi güzel bir kız |
to beautify / to embellish | güzelleştirmek |
beauty | güzellik |
power | güç |
difficult (g) | güç |
to be introuble /to be on deep waters /to be in a tight corner /to in an awkward situation | güç durumda (olmak) |
the president who was in deep waters | güç durumdaki başkan |
to make strong / to strengthen | güçlendirmek |
powerful | güçlü |
strong ties | güçlü bağlar |
a strong tower / a tower of strength | güçlü bir kule |
my mighty rock / rock of my strength | güçlü kayam |
difficulty (g) | güçlük |
to row against the tide | güçlüklere karşı çabalamak |
weak (g) | güçsüz |
news speaker (tv) /anchorman | haber spikeri |
the news speaker's closing her eye at the second last word of the sentence | haber spikerinin cümlenin sondan ikinci kelimesinde gözünü kapatması |
the news speaker's closing her eye at the second last word of the sentence and opening her eye after having said the word | haber spikerinin cümlenin sondan ikinci kelimesinde gözünü kapatması, kelimeyi söyledikten sonra gözünü açması |
the news speaker's finishing the sentence smiling. (as a habit) | Haber spikerinin cümleyi gülümseyerek bitirmesidir. |
the news speaker's opening her eye | haber spikerinin gözünü açması |
the news speaker's closing her eye | haber spikerinin gözünü kapatması |
the news speaker's opening her eye after having said the word | haber spikerinin kelimeyi söyledikten sonra gözünü açması |
aware | haberdar |
until the end of the news | haberin sonuna kadar |
It is essential that the news are about topics like X. | Haberin X-mesi gibi temalar işlemesi esastır. |
news | haberler |
He opens the radio to listen to the news. | Haberleri dinlemek için radyoyu açar. |
breaking news | haberleri sunma |
communication (h) | haberleşme |
to communicate / correspond | haberleşmek |
They called the lady a pilgrim and all her neighbours respected (her.) | Hacı hanım diyorlar ve bütün komşuları hürmet ediyorlardı. |
volume | hacim |
dude (h) | hacıpampa |
limit (h) boundary / measure | had |
come on dude (a) tell us | Hadi abi anlatsana ! |
Come on now stupid machine/tool ! | Hadı artık aptal alet ! |
Come on ! | hadi canım ! |
Let's go ! | Hadi gidelim! |
come on, dude | hadi la |
occurence /phenomenon /incident /happening (h) | hadise |
He lost himself (got crazy) uttering ( the name of ) Hadiye | Hadiye deyince deli olurdu. |
light /slight | hafif |
a gentle (light) breeze | hafif bir esinti |
A light breeze moved the air. | Hafif bir esinti havayı hareketlendiriyordu. |
She was bothered /uncomfortable by a light pneumonia. | Hafif bir zatürreeden rahatsızdı. |
in a slightly grayish shade | hafif gri tonda |
escape with light scrapes / walk away from the accident with only minor injuries | hafif sıyrıklarla atlatmak |
she landed lightly on the ground and... | hafifçe yere inip |
memory /Gedächtnis /mémoire | hafıza |
weekday(s) | hafta içi |
visitors per weekday | hafta içi günlerindeki ziyaretçi |
every weekday | hafta içi her gün |
weekends | Hafta sonları |
I am not busy at weekends. | Hafta sonları meşgul değilim. |
take a weekend off | hafta sonu izin al |
what are you doing on the weekend ? | Hafta sonu ne yapıyorsun ? |
once a week | haftada bir |
week by week | haftadan haftaya |
next week / in a week | haftaya |
See you next week | Haftaya görüşürüz |
I ll have an exam next week | Haftaya sınavım var |
traitor | hain |
slaughtered by traitors | hainlerin katlettiği |
treason / treachery /betrayal / foulplay / nastiness / disloyality | hainlik |
to stab in the back/ to betray / to play foul | hainlik etmek |
insult / Beleidigung | hakaret |
referee | hakem |
to appoint s. o. as an arbitrator | hakem tayin etmek |
judge (h) | hakim |
the judge gave the robber five years in prison | hakim soyguncuya beş yıl hapis verdi |
judgeship / magistracy / Magistratur / Richteramt | hakimlik |
by the jury | hakimlikçe |
about (h) | hakkında |
to be indicted / to be charged with crime / angeklagt sein | hakkında soruşturma açılmak |
Brunson's case, which contains (about which are found) important allegations, officially began. | Hakkında önemli iddiaların bulunduğu Brunson'un davası resmen başladı. |
about/ on a Nominative | hakkındaki |
The objections against it did not change the verdict. | Hakkındaki itirazlar mahkeme kararını değiştirmedi, |
right (h) | haklı |
to be right (h) | haklı olmak |
to prove right / to justify /to legitimize | haklı çıkarmak |
wrong (h) | haksız |
Am I wrong (h) | haksız mıyım |
I am wrong (h) | haksızım |
You are wrong (h) | haksızsın |
Aunt (paternel) | Hala |
to become / to get / to turn | hale gelmek |
to render (h.g.) | hale getirmek |
carpet | halı |
Have mercy (pity) on me | Halime acı |
people /folk | halk |
the people want peace | halk barış istiyor |
in common language | Halk dilinde |
The people were packed (crowded) shoulder to shoulder to the sides even to the windows and rooftops. | halk omuz omuza kenarlara, hattâ pencerelere ve çatılara yığılmıştı |
ring/cercle (h) | halka |
Why do you talk in (with) parables to the people ? | Halka neden benzetmelerle konuşuyorsun ? |
to get done with / en finir avec | halledip kurtulmak |
to solve / to settle /figure out | halletmek |
I solved that / I figured out | hallettim |
cockroach | hamamböceği |
pregnant | hamile |
to get pregnant | hamile kalmak |
anchovy (small, common forage fish Most species found in marine waters, several will enter brackish water,some restricted to fresh water. Over140 species; found in the Atlantic, Indian and Pacific Oceans,in the Black Sea and the Mediter.oily fish | hamsi |
hamster | hamster |
dough | Hamur |
pastries (h.i.) | Hamur işleri |
inn | han |
innkeeper | hancı |
Which | hangi |
Which one of you | Hangi biriniz |
What languages do you speak ? | Hangi dilleri biliyorsun? |
Which team do you support? | Hangi takımı destekliyorsun? |
Which boots are mine? | hangi çizmeler benim? |
Which city should we visit ? | Hangi şehri ziyaret edelim? |
lady (h) | hanımefendi |
ladies and gentlemen | hanımefendiler ve beyefendiler ... |
pill | hap |
to be in trouble | hapı yutmak |
We are in trouble. | hapı yuttuk |
prison | hapis(hane) |
to lock up / detain / einsperren | hapsetmek |
a sneeze | hapşırık |
to sneeze | hapşırmak |
ruined /devastated /ramshackle/ broken down / kaputt | harap |
to ruin /devastate / ravage / make havoc of (h) | harap etmek |
to be devastated | harap olmak |
devastated vineyards | harap olmuş üzüm bağları |
to spend / use up/ expend | harcamak |
mustard | hardal |
Mustard seed / Senfkorn | hardal tohumu |
movement | hareket |
without waiting to see whether there was someone else moving | Hareket eden başka birinin olup olmadığını görmek için beklemeden |
He was cled in black clothes that didn't sway, that remained motionless when he moved | hareket ederken dalgalanmadan kımıltısız duran siyah giysilere bürünmüştü |
To move/ act | hareket etmek |
to animate / move | hareketlendirmek |
His deeds were praiseworthy | Hareketleri övgüye değerdi |
His deeds were praiseworthy | Hareketleri övgüye değerdi |
moving /mobile/ animated/restless (h) | hareketli |
to live through lively times (days) | hareketli günler yaşamak |
mobile/moving camera | hareketli kamera |
quicksand /Treibsand | hareketli kum |
escalator / Rolltreppe | hareketli merdiven |
except | haricinde |
wonderful / fantastic | harika |
Wonderful Counselor | Harika Öğütçü |
it was great | harikaydı |
to work like a beaver | harıl harıl çalışmak |
map | harita |
Do you provide maps ? | Harita verer misiniz ? |
except | hariç |
Harry Potter was a magician. | Harry Potter bir büyücüydü . |
Diving headfirst at Harry, he grabbed his ankle | Harry'ye doğru balıklama dalarak onu ayak bileğinden yakaladı. |
special / specific to (preceded by dat) | has |
Hasan, as soon as he goes home, he will (immediately) change his Facebook profile. | Hasan evine gider gitmez Facebook profilini değiştirecek. |
damage / havoc / injury (h) | hasar |
The damage was minimal. | Hasar asgariydi. |
to devastate /to inflict damage on | hasar vermek |
harvest (h) | hasat |
to harvest /reap (h) | hasat etmek |
to be green with envy | hasetten çatlamak - kıskançlıktan çatlamak |
straw /wicker / Stroh | hasır |
longing | hasret |
I'm drinking the longing | hasretini içiyorum |
sensitive /tender/ delicate (h) | hassas |
sick | hasta |
if he is not sick (open conditional /it is possible) | hasta değilse |
What should I do for my child who is sick? | Hasta olan çocuğuma, ne yapmalıyım? |
I couldn't go out (of the house) because I was ill. | Hasta olduğumdan evden çıkamadım. |
the patient should avoid unhealthy food | hasta sağlıksız yiyeceklerden kaçınmalı |
the head of the hospital('s medical stuff) | hasta(ha)ne baştabibi |
I had installed myself newly at the hospital | hasta(ha)neye yeni yerleşmiştim. |
nurse (ha) | hastabakıcı |
to get ill | hastalanmak |
illness /disease | hastalık |
because of/due to illness | hastalık yüzünden |
I think a way to reduce diseases is to eat more fresh vegetables , because due to this way there will be more vitamins in the body. | Hastalıkları azaltmanın bir yolunun daha taze sebze yemek olduğunu düşünüyorum bu şekilde bedende daha vitamin olacağından dolayı. |
to shake a disease or illness off | hastalığı atlatmak |
the hospital was closed by the authorities | hastane yetkililer tarafından kapatıldı |
After treatment at the hospital | Hastanesi'ndeki tedavisi sonrasında |
Which bus do we need (l) to take to go to the hospital? | Hastaneye gitmek için hangi otobüse binmemiz lazım? |
the patient has to rest for at least a week | hastanın en az bir hafta dinlenmesi gerekiyor |
to be crazy about | hastası olmak |
line | hat |
The line (phone) is very bad. | Hat çok kötü. |
mistake (h) | hata |
to make a mistake | hata yapmak |
I need to decrease my mistakes. | Hatalarımı azaltmam gerek. |
a small fortune | hatırı sayılır bır servet |
to remember | hatırlamak |
I am just trying to remember. | Hatırlamaya çalışıyorum. |
to remind again and again/continuously | hatırlatıp durmak |
to remind s.o. (Dat) | hatırlatmak |
I remember, but not very well. | Hatırlıyorum, ama çok iyi değil. |
even (h) | hatta |
Even - if for a moment (only) | hatta - bir anlığına olsa da |
In fact, he was amazed at how she endured so much fatigue. | Hatta bu kadar yorgunluğa nasıl tahammül ettiğine şaşıyordu. |
hold on/ stay online | hatta kalın |
air / weather | hava |
air filter (car) (h) | hava filtresi |
after getting dark | hava karardıktan sonra |
air pollution | hava kirliliği |
weather report | hava raporu |
weather forecaster | hava tahmincisi |
weather forecast | hava tahmini |
The weather became very cold. | Hava çok soğudu. |
airport (airfield) / for domestic flights | havaalanı |
You have to show your passport in the airport. | havaalanında pasaportunu göstermen gerekiyor |
dust particles hanging in the air | havada asılı toz zerreleri |
He saw this drop shining like a diamond in the air. | Havada elmas gibi parlayan bu damlayı gördü. |
flying in the air | havada uçan |
(which had been) flying in the air and hunting for prey (a) | havada uçan ve av arayan |
from the air and the water | havadan sudan |
to talk about everything and anything (chitchatting) | havadan sudan konuşmak |
fireworks | havaifişekler |
What are we going to do with the fireworks ? | havaifişekleri ne yapacağız ? |
to aerate/ ventilate / fan (out) | havalandırmak |
transfer (e.g. money) | havale |
The money transfer is completed | Havale tamamlanmıştır |
cool (also for people) / airy | havalı |
cool looking | havalı görünen |
airport (international) | havalimanı |
The smoke rising to the air carried a burning (scorched) odor. | Havaya doğru yükselen duman yanık kokusu taşıyordu. |
to bark | havlamak |
The dog who barks doesn't bite | havlayan köpek ısırmaz |
barks / yelps | havlayışlar |
Are there towels ? | Havlu var mı ? |
to towel oneself / to dry oneself with a towel | havluyla kurulanmak |
synagogue | havra |
carrot | havuç |
carrot juice | havuç suyu |
Damn ! | hay aksi! |
imagination / fantasy /fancy/ reverie/ (day)dream | hayal |
more colours than you can imagine | hayal edebileceğinizden daha çok renk |
Can you imagine ? | hayal edebilir misin? |
to imagine / daydream/ phantasieren / sich ausmalen / to picture | hayal etmek |
He tried to imagine it. | Hayal etmeye çalıştı. |
Imagination / Einbildungskraft | hayal gücü |
imaginative | hayal gücü kuvvetli |
literary-minded / unimaginative | hayal gücü olmayan |
disappointment | hayal kırıklığı |
to be disappointed | hayal kırıklığına uğramak |
It led to disappointment | hayal kırıklığına uğramasına yol açtı. |
to dream /imagine (h. k.) | hayal kurmak |
dream job | hayaldeki iş |
the castle(ş) with its ghosts | hayaletleriyle şato |
it's my dream to become a musician | hayalim bir müzisyen olmak |
imagine your dream job | hayalindeki işi düşün |
the man of my dreams is brave and gentle | hayallerimdeki erkek cesur ve nazik |
the man of my dreams | hayallerimin erkeği |
the woman of my dreams | hayallerimin kadını |
what's the man of your dreams like? | hayallerindeki erkek nasıl birisi? |
daydreamer | hayalperest |
life / life time | hayat |
That's life | Hayat böyle işte |
How helpless is the power called life in the hand of chance (pl) | Hayat denilen kudret tesadüflerin elinde ne kadar aciz |
a matter of life and death | hayat memat meselesi |
I don't know why (my) life is without fairytales | Hayat neden masalsız bilmem |
There is a lot more to life than just breathing. (Life doesn't flow by breathing alone) | Hayat sadece nefes almakla akmaz. |
Life is full of difficult choices. | Hayat zor seçtimlerle dolu. |
How boring would life be without any challenges. (if there were not any challenges) | Hayat, zorluklar olmasa ne kadar da sıkıcı olurdu. |
my darling (my life) | hayatım |
I've never been so scared in my life. | Hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım. |
I have big expectations from life and myself | Hayatımdan ve kendimden büyük beklentilerim var |
He had never in his life tasted anything more delicious (lit. seen the taste of...) | hayatında bundan daha lezzetli bir şeyin tadına bakmamıştı |
Are you happy/content with your life? | Hayatından memnun musun? |
be content with one's life | hayatından memnun olmak |
to make the most spectacular show of your life / to put on the performance of a life time | hayatının en muhteşem gösterisini yapmak |
to make your life beautiful | hayatınızı güzelleştirmek |
The only thing that ghosts really could do was to scare people. | Hayatlerin gerçekten yapabilecekleri tek şey insanları korkutmakta. |
in life | hayatta |
once in a lifetime | hayatta bir kere |
What do you want to do in life ? | hayatta ne yapmak istiyorsun? |
not in a million years ! (lit. not in life) | hayatta olmaz! |
come on ! | haydı gel ! |
no | Hayır |
no that has nothing to do with it / rien à voir | hayır ne alâka |
No, it won't blow up in your face or bite off your head. | Hayır, yüzüne patlamayacak veya başını ısırarak koparmayacak. |
No, it won't blow up in your face. | Hayır, yüzüne patlamayacak. |
no, I didn’t (do that) | hayır, öyle değil |
fortunate / beneficial / good | hayırlı |
good luck with / congrats to | hayırlı olsun |
good luck with it | hayırlı uğurlu olsun |
to scream / yell (h) monolog | haykırmak |
naughty / good for nothing / lazy | haylaz |
The mischievous /naughty (h) student was warned by the teacher. | Haylaz öğrenci, öğretmen tarafından uyarıldı. |
Pretty much / considerably / quite a bit (still in use but oldfashioned) | hayli |
fans | hayranlar |
admiration | hayranlık |
to admire | hayranlık duymak |
to be astonished / surprised | hayret etmek |
it is impossible not to be astonished | hayret etmemek mümkün değil |
with estonishment | hayretle |
animal | hayvan |
They think that if we sacrificed an animal God would approve of us. | Hayvan kurban edersek Allah bizden razı olur diye düşünürler. |
animal(like) - without (s ) coming from arabic / with (s) turkish | hayvan(s)ı |
Zoo | hayvanat bahçesi |
with/at the speed of an animal | hayvanı bir hızla |
pleasure /gratification | haz |
to feel pleasure | haz duymak |
ready | hazır |
a ready bow | hazır bir yay |
to get ready | hazır hale gelmek |
Are you (pl) ready? | Hazır mısınız? |
spaghetti (s) with ready-made sauce / Spaghetti mit Fertigsoße | hazır soslu spagetti |
fast food | hazır yiyecek |
June | Haziran |
to prepare / to make ready | hazırlamak |
to get ready / to get prepared | hazırlanmak |
preparations are (being) made | hazırlıklar yapılmaktadır |
hazırlayacağım Slang (I will prepare) | hazırlıycam |
grand / majestic | haşmetli |
to spell | hecelemek |
to set a target /to set a goal | hedef tayin etmek |
ein Ziel anstreben / to head for a goal / to be on target / to target | hedefe yönelmek |
targeted / gezielt | hedeflenmiş |
gift / present | hediye |
souvenir / Reiseandenken | hediyelik eşya |
especially / particularly /above all | hele |
just /if only (h) ( with a imperative or subjunctive verb) (h) | hele |
at least / at last (h) | hele |
Just look at how our Ahmet has grown! | Hele bak, Ahmet'imiz nasıl büyüdü! |
Just look at... | Hele bak... |
And me? I wasn't aware of a thing. | Hele ben ! Hiç şeyden haberim yoktu. |
Just let her try ! | Hele bir denesin! |
Just let him not come! | Hele bir gelmesin ! |
Just let me finish my book, and then we'll talk. | Hele bir kitabımı bitireyim,o zaman konuşuruz. |
Just let... | Hele bir... |
Just / if only ( with imp. or subj.) | Hele bir... |
Do at least this much today and you can do the rest tomorrow. | Hele bugün bu kadarını yap da gerisini yarın tamamlarsın. |
furthermore /and what's more (h) | Hele de |
He never goes there in particular. | Hele oraya hiç gitmez. |
At last the wind has died down. | Hele rüzgâr kesildi. |
If you'll only be quiet for a minute. | Hele sus bir dakika! |
Just let him do it (imp 3sg) I tear him to pieces! | Hele yapsın, parçalarım onu! |
She is at least seventy years. | Hele yetmiş yaşında var. |
Thank goodness ! | Hele şükür ! |
helicopter | helikopter |
When the helicopter went up (ç) to thousand three hundred meters, it zoomed over the ice canyons and crevices. | Helikopter bin üç yüz metreye çıkarken, buzul kanyonları ve yarıkları üstünden dikine yükseliyordu. |
when the helicopter gained altitude | helikopter irtifa kazanırken |
the helicopter descended drawing a curve | helikopter kavis çizerek alçalıyordu. |
helium - He 2 | Helyum |
and also / likewise | hem |
In both the European and the Asian continent | hem Avrupa hem de Asya kıtasında |
And also how insignificant a coincidence it was initially! | Hem başlangıçta ne kadar ehemmiyetsiz bir tesadüf ! |
besides that / and also | hem de |
And also when it was so unnecessary that I added another challenge to the pile of difficulties 'on my head'. | Hem de başımdaki zorluk yığınının üstüne bir zorluk daha eklemem bu kadar gereksizken. |
and how / und wie / indeed | hem de nasıl |
Both men and girls moved with a disturbing grace. | Hem kızlar hem de erkekler, rahatsız edici bir incelikle hareket ediyorlardı. |
Cheap as well as clean. And the fish is very fresh. | Hem ucuz hem de temiz. Balıklar da çok taze. |
immediately /at once | hemen |
Come here at once ! | Hemen buraya gel! |
almost / pretty much / practically | hemen hemen |
almost always | hemen her zaman |
Don't come immediately to a final judgement /conclusion | Hemen kesin bir yargıya varma |
Let me pass immediately to the events | Hemen olaylara geçeyim. |
immediately after | hemen sonra |
right away | hemencecik |
I was softening right away / I would soften right away | hemencecik yumuşayıveriyordum |
like-minded | hemfikir |
Don't you think so? | Hemfikir değil misin? |
handball | hentbol |
Yet/ still | Henüz |
(it was) not yet invented | henüz icat edilmemiştir |
We did not decide yet | henüz karar vermedik. |
He is ten years old yet (h) but don't underestimate him. He is very clever. | Henüz on yaşında ama onu küçümseme. Çok zeki. |
always / all the time | hep |
Do we always love those around us? | Hep yanımızdakileri mi seviyoruz? |
people who are always longed for (who are always missed) | hep özlenen kişiler |
There are those people who are always longed for (who are always remembered/missed) | hep özlenen o kişiler vardır |
There are those people who are always longed for (who are always remembered/missed) (even) loved for an unknown reason | Hep özlenen o kişiler vardır ya sebebi bilinmeden sevilirler |
all of us | hepimiz |
If you come all at the same time we ll go together. | Hepimiz aynı saatte gelirsek, birlikte gideceğiz. |
You are an example to all of us! | Hepimize örnek oluyorsun. |
They were hoping we would be all in the same dormitory. | Hepimizin aynı koğuşta kalacağını umuyorlardı. |
all of | hepsi |
They all take to the same door / all roads lead to Rome | hepsi aynı kapıya çıkar |
That's all | Hepsi bu |
They all come from the sea merrily, giggling loudly, shouting. | Hepsi şen şakrak, sesli sesli gülüşerek, haykırışarak denizden geliyorlar. |
because we messed them up ourselves / Weil wir sie selbst vermasselt haben | hepsini elimize yüzümüze bulaştırdığımız için |
every | her |
He is surfing on Internet every evening. | Her akşam intertnette sörf yapıyor. |
Every moment | her an |
like a bomb that might explode any moment | her an patlayacak bir bombaymış gibi |
He gave each a plate with a huge slice of the wood redberry, half an acorn and steamed white maggots inside. | Her birimize içinde kırmızı orman meyvesinden kocaman bir dden kocaman bir dilim, ysrım meşe palamudu ve buharda pişirilmiş beyaz kurtçukların olduğu birer tabak verdi. |
to tick all the boxes (to satisfy all of the apparent requirements for success ) (lit.to be a cure in/for every pain) | her derde deva olmak |
new and stunning views / surprising landscapes / amazing sights at every turning | her dönemeçte yeni ve şaşırtıcı manzaralar |
(with) each passing day | her geçen gün |
the problem growing (with) each passing day | her geçen gün büyüyen problem |
I get on the train every day from/at the same station. | Her gün aynı istasyondan trene binerim. |
Every day I do the same things. | Her gün aynı şeyleri yaparım. |
I write stories every day. | Her gün hikâyeler yazarım . |
It is better to study fifteen minutes each day than to study two hours once a week. | Her gün on beş dakika çalışmak, haftada bir kez ,iki saat çalışmaktan daha iyidir. |
Every day's trouble | Her günün derdi |
Every day's trouble is sufficient to itself. | Her günün derdi kendine yeter. |
presumably / in any case / sans doute | her halde |
anyway / in any case / at any rate | her halükarda |
to bet everything | her iddiasına girmek |
Besides (anyway) not every word is in the dictionary. | Her kelime sözlükte olmaz zaten. |
If anyone steals a book or does not return a book he borrowed, may the book that is in his hand turn into a poisonous snake. | Her kim kitap çalar ya da ödünç aldığı kitabı geri vermezse, elindeki o kitap zehirli bir yılana dönüşsün |
Each one who steals a book or doesn't return a book he borrowed | Her kim kitap çalar ya da ödünç aldığı kitabı geri vermezse |
whoever | her kimse |
Each bird flies with its own kind /Birds of a feather flock together | Her kuş kendi türüyle uçar |
However much / although | her ne kadar |
under whatever condition /under any circumstance(s) whatsoever | her ne şart altında olursa olsun |
whatever | her neyse |
Don't forget to have breakfast every morning. | Her sabah kahvaltı yapmayı unutma. |
all kinds of | her tür |
it can create all sorts of problems | her tür sıkıntı yaratabilir |
all kinds of problems | her tür sorun |
we recommend that you stay away from any interference | her türlü girişimden uzak durmasını tavsiye ediyoruz |
a too big woolen cardigan that baggy pockets on each side | her yanında sarkık cepleri olan bol, yünlü bir hırka |
Every place was full of the dead. | Her yer ölülerle doluydu. |
everywhere | her yerde |
there were witnesses everywhere | her yerde görgü tanıkları vardı |
with the banner of Andor waving on each altitude | her yükseltide dalgalanan Andor bayrağı ile |
always / every time | her zaman |
she's always two steps ahead of me | her zaman benim iki adım önümde |
It's always best to lead by example. (of behaviour) | Her zaman davranışlarla örnek olmak en iyisi. |
Do I have to remind again and again everytime? | Her zaman hatırlatıp durmak zorunda mıyım? |
always read the weather forecast | her zaman hava tahminini oku |
we can always talk about the weather | her zaman havadan konuşabiliriz |
You are always happy | her zaman mutlusun |
Her house is, as usual, very well decorated (d) . | Her zaman olduğu gibi evi iyi dekore edilmiş. |
I always dreamed of being a professional golf player | her zaman profesyonel bir golf oyuncusu olmayı hayal ettim |
I will all the time offer praises to the Lord | Her zaman RaBb'e övgüler sunacağım |
there is always hope | her zaman umut vardır |
as always / as usual | her zamanki gibi |
There are clients from every country. | Her ülkeden müşterisi vardır. |
everything | her şey |
everything is under control | her şey kontrol altında |
as long as (s) everything came to an end | her şey sona erdiği sürece |
Is everythıng there ? | Her şey var mı? |
Alles wird gut / everything is gonna be okay | her şey yoluna girecek |
Everything is fine/ok | Her şey yolunda |
Is everything allright? | Her şey yolunda mı? |
Above all / first of all / before anything else | her şeyden önce |
above all /surtout / vor allem | her şeyden öte |
Don't stick your nose into everything. | Her şeye burnunu sokma. |
He talks as if he knows everything. | Her şeyi bilircesine konuşuyor |
Let's talk everything over from the very beginning | Her şeyi en başından konuşalım. |
She has a comical way of saying things | Her şeyi komik bir şekilde söylüyor. |
It makes/renders everything so extremely shabby. | Her şeyi son derece seviyesiz kılıyor. |
Do you have to question everything? | Her şeyi sorgulamak zorunda mısın? |
to believe that everything will be fine | her şeyin yoluna gireceğine inanmak |
I suppose / in any case / presumedly / anyway | herhalde |
probably I have a lack of confidence | Herhalde güven eksikliğim var |
I suppose you're wondering why you are here | herhalde neden burada olduğunu merak ediyorsundur |
any | herhangi |
if anyone had turned up with a good house, property, an estate and a nice title | Herhangi biri iyi bir ev, mal, mülk ve güzel bir unvanla çıkagelseydi |
if anyone had turned up with a good house, property, an estate and a nice title Edith would have still clung (continued to remain attached) to Captain Lennox. | Herhangi biri iyi bir ev, mal, mülk ve güzel bir unvanla çıkagelseydi Edith yine de Yüzbaşı Lennox'a bağlı kalmayı sürdürüyor olurdu |
Any mortal man | Herhangi ölümlü erkek |
Her beauty being fascinating to any mortal man | Herhangi ölümlü erkeği büyüleyecek olan güzelliği |
guy /bloke | herif |
everybody | herkes |
Let everybody know | herkes bilsin |
I wanted everyone to know | Herkes bilsin istedim |
everybody was infested with lice | herkes bitleniyordu |
Is everybody ok ? / Geht es allen gut ? | herkes iyi mi? |
Everyone emptied their chamberpots from the window down. | Herkes lazımlıklarını pencereden aşağı boşaltıyorlardı. |
Where is everybody hiding ? (Where did everybody hide?) | Herkes nereye saklandı ? |
Everybody went to the party but I (me on the other hand I) prefered to stay home. | herkes partiye gitti bense evde kalmayı tercih ettim |
as if he wanted to wake everybody up | herkes uyandırana kadar |
Everybody lies | Herkes yalan söyler |
You can't please everyone. | herkesi memnun edemezsin |
to please everyone | herkesi memnun etmek |
I think (s) everyone's dreaming (h. k.) a little too much | herkesin biraz fazla hayal kurduğunun sanıyorum |
under everybody's nose | herkesin burnunun dibinde |
each to his own (everybody's thoughts belong to himself) | herkesin fikri kendini bağlar |
for everyone's best | herkesin iyiliği için |
you can see how much impressed everybody is | Herkesin nasıl etkilendiğini görebiliyorsunuz |
than everybody | herkesten |
I know much better than anybody else that | herkesten çok daha iyi biliyorum ki |
Can I have the bill please ? | hesabı alabilir miyim lütfen? |
my account | Hesabım |
account / bill | hesap |
calculator / Taschenrechner | hesap makinesi |
to calculate | hesaplamak |
to be calculated | hesaplanmak |
to withraw money from the account | Hesaptan para çekmek |
enthusiam (h) / zeal / desire | heves |
to become discouraged | hevesi kırılmak |
to lose one's passion(h) | hevesini yitirmek |
to aspire / to long for /to desire | heveslenmek |
He got excited | Heyecanlandı |
to get excited / to get thrilled | heyecanlanmak |
exciting | heyecanlı |
statue/ sculpture | heykel |
angrily (h) | hiddetle |
hydrogene H 1 | hidrojen |
to join the story | hikayeye katılmak |
story (h) | hikâye |
the story can be something real or fictional | hikâye gercek veya kurgulanmış bir şey olabilir |
trick / deception cheating / gimmick / decoy / subterfuge | hile |
to worm one's way | hile ile sokulmak |
to decoy away from | hile ile uzaklaştırmak |
to rig /fraud /cheat | hile karıştırmak |
to play a trick / to deceive / to manoeuver / to manipulate / to play dirty | hile yapmak |
turkey (bird) | hindi |
chicoree /endive | hindiba |
India | Hindistan |
Coconut | hindistancevizi |
The Indian restaurant was definitly the best one. | Hint restoranı kesinlikle en iyisiydi |
Cashewnut | hintfındığı |
Indian | Hintli |
cardigan | hırka |
thief | hırsız |
There is a thief! Stop him! | Hırsız var ! Durdurun! |
Stop the thief ! / Haltet den Dieb ! | Hırsızı durdurun ! |
theft / shoplifting/ robbery | hırsızlık |
ambitious | hırslı |
raging /combattive /ill-tempered | hırçın |
a raging ocean | hırçın bir okyanus |
feeling | his |
We need to talk about our feelings. | Hislerimiz hakkında konuşmamız gerek. |
We need to talk about iur feelings. | Hislerimiz hakkında konuşmamız gerek. |
to feel / to sense | hissetmek |
to make someone feel | hissettirmek |
to adress s.o. (dative) as (x-i diye | hitap etmek |
cucumber (h)- word deriving from Farsi | hıyar |
speed | hız |
to speed up | hız kazandırmak |
level / alignment (h) | hiza |
determine your speed | hızını belirle |
determine your (pl) speed | hızınızı belirleyin |
quickly (adv) all of a sudden fast | hızla |
rapidly increasing | hızla artan |
to quickly stand/get up | hızla ayağa kalkmak |
fast/quickly growing | hızla büyüyen |
rapidly changing | hızla değişen |
It dashed quickly ahead | hızla ileri atıldı |
to dash / to quickly run | hızla koşmak |
For the rapidly approaching winter | Hızla yaklaşan kış için |
His family needed this meat for the rapidly approaching winter. | Hızla yaklaşan kış için ailesinin bu ete ihtiyacı vardı. |
His family needed this meat for the rapidly approaching winter. | Hızla yaklaşan kış için ailesinin bu ete ihtiyacı vardı. |
to accelerate | hızlandırmak |
quick / rapid/fast / hasty (adj) | hızlı |
He threw a quick glance/ He quickly glanced | hızlı bir bakış fırlattı |
to act fast | hızlı davranmak |
rapid improvement (d) | hızlı düzelme |
quick/fast thinking | hızlı düşünme |
rapid improvement (g) | hızlı gelişme |
to run fast | hızlı koşmak |
Quick Order Line | Hızlı Sipariş Hattı |
service (h) | hizmet |
The servants were gone, and the Trollocs as well , though he had not seen them go. | Hizmetkârlar gitmişti, gittiklerini görmemesine rağmen Trolloclar da. |
He idly played with the idea whether the servants would have to be disposed of after this meeting. | Hizmetkârların bu toplantıdan sonra katledilmesinin gerekip gerekmeyeceği üzerine aylak aylak fikir yürüttü. |
no/any | hiç |
you never know ( nothing is clear) | hiç belli olmaz |
I just went outside without saying anything. | Hiç birşey demeden hemen dışarıya çıktım. |
He said that he never intended such a thing | Hiç de böyle bir şey kastetmediğini söyledi. |
at least | hiç değilse |
We don't deal with this now. /We do not mention for now | Hiç değinmiyoruz şimdilik |
He had never thought ( +-iğini) | Hiç düşünmemişti |
not refraining (particip pres act) from any sacrifice | hiç fedakarlıktan kaçınmayan |
No news is good news. | Hiç haber olmaması, iyi haber demektir. |
they don't have a chance | hiç ihtimalleri yok |
It doesn't create a good impression. | Hiç iyi bir etki yaratmiyor. |
It wouldn't be good at all. | Hiç iyi olmazdı. |
nobody / no one /anyone | hiç kimse |
No one wants to hang out with me. | hiç kimse benimle takılmak istemiyor |
she shouldn't tell anyone | hiç kimseye anlatmamalı |
It makes no sense. /It doesn't seem logic. | Hiç mantıklı gelmiyor. |
not in the least / not ever / so far from | hiç mi hiç |
not to ressemble in the least | hiç mi hiç benzememek |
I don't have any cash | Hiç nakit param yok. |
not intending to (without intending to) | hiç niyetlenmeden |
no voice came out | hiç ses çıkmadı |
I don't have any water | Hiç suyum yok |
Do you have any desserts? | Hiç tatlınız var mı? |
He has no clean socks. | Hiç temiz çorabı yok. |
worse than not having any | hiç yoktan daha kötü |
Better than nothing | Hiç yoktan iyidir |
Is there any soup ? | hiç çorba var mı? |
Even if he learned nothing it wouldn't make a difference. | Hiç öğrenmese bile fark etmezdi |
Even if he learned nothing it wouldn't make a difference, as long as everything came to an end. | Hiç öğrenmese bile, her şey sona erdiği sürece fark etmezdi . |
none | hiçbir |
We arrived without any mishap. | Hiçbir aksilik olmadan vardık. |
It doesn't make any sense. | Hiçbir anlam ifade etmiyor. |
An environment which no external factor will disturb | hiçbir dış faktörün rahatsız etmeyeceği bir ortam |
under no circumstances | hiçbir koşulda |
No microbe can harm him. | Hiçbir mikrop ona zarar veremiyor. |
no way /under no circumstances | hiçbir suretle |
He didn't show any reaction. | Hiçbir tepki göstermedi |
No publishing house wanted to print it again. | Hiçbir yayınevi onu tekrar basmak istemedi. |
nowhere | hiçbir yerde |
Never /no time | hiçbir zaman |
to never take more than one's right | hiçbir zaman hakkından fazlasını almamak |
He is never happy | hiçbir zaman mutlu değil |
pain that will never leave completely | hiçbir zaman tam olarak terk etmeyecek olan acı |
He waited for the pain that would never leave completely to subside. | Hiçbir zaman tam olarak terk etmeyecek olan acının dinmesini bekledi. |
pain that will never leave | hiçbir zaman terk etmeyecek olan acı |
He never looses hope and believes that everything is going to be all right. | Hiçbir zaman umudunu kaybetmez ve her şeyin yoluna gireceğine inanır. |
Never tell a lie. | Hiçbir zaman yalan söyleme. |
under no circumstances | hiçbir şart ve koşulda |
it is in no way compatible | hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır |
to need like a hole in the head | hiçbir şekilde ihtiyaç duymamak |
anything; nothing | hiçbir şey |
Nothing is sadder than the tears of a clown. | Hiçbir şey bir palyaçonun gözyaşlarından daha hüzünlü değildir. |
They didn't see anything. | Hiçbir şey görmediler. |
someone who is said not to be able to succeed to become anything | hiçbir şey olmayı başaramamış biri |
I don't want to do anything. | hiçbir şey yapmak istemiyorum |
Nothing. Absolutely nothing! | Hiçbir şey. Kesinlikle hiçbir şey! |
without doubting anything | hiçbir şeyden kuşkulanmaksızın |
not fitting for anything / someone useless | hiçbir şeye yaramayan |
Don't take it (anything) personally | Hiçbir şeyi kişisel algılamayın |
I don't have anything | hiçbir şeyim yok |
none (of them) came | hiçbiri gelmedi |
to sob / hiccup / schluchzen | hıçkırmak |
Rustle/ rustling /crackling | hışırtı |
Hmm, it's so yummy! Hmmm it's so delicous ! | Hmm, çok nefis! |
Hobbit holes had as a matter of fact (z) a tendency to get clustered | Hobbit oyuklarının ıkış tıkış olma eğilimleri vardı zaten |
teacher (h) | hoca |
My teacher, can you read and evaluate the story I wrote? | Hocam, yazdığım hikâyeyi okuyup değerlendirebilir misiniz? |
Hogwarts School of Witchcraft and Wizardry | Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu |
joggler | hokkabaz |
Jugglery / das Jonglieren / Gaukelei | Hokkabazlık |
to juggle / jonglieren | Hokkabazlık yapmak |
hall / lobby (h) | hol |
to grumble 1. to mutter angrily to oneself, grumble in low tones. 2. (for a bear) to growl. | homurdanmak |
with grunts | homurtuyla |
to snort | homurtuyla gülmek |
loud speaker | hoparlör |
to despise | hor görmek |
to snore | horlamak |
He began to snore | horlamaya başladı |
rooster | horoz |
tornado /hose | hortum |
snout beetle (weevil) / Rüsselkäfer | hortumlu böcek |
pleasant | hoş |
'I feel welcomed' | Hoş buldum |
welcome | hoş geldin(iz) |
unpleasant | hoş olmayan |
creating unpleasant thoughts | hoş olmayan düşünceler yaratan |
It was an uneasy morning creating unpleasant thoughts. | hoş olmayan düşünceler yaratan sıkıntılı bir sabahtı. |
I did not like (+abl) | hoşlanmadım |
to like (+abl) | hoşlanmak |
pleased / satisfied / delighted (h) | hoşnut |
to be pleased (h) | hoşnut olmak |
keep well / Goodbye | Hoşça kal(ın ) |
cereals | hububat |
cereal types / Getreidearten | hububat türleri |
not to ressort to unlawful rules | hukuk dışı kurallara tevessül etmemek |
fever /feverishness (h) | humma |
brutally / violently / bloodthirstily | hunharca |
the brutally slaughtered martyr | hunharca katledilen şehit |
funnel / Trichter | huni |
scrap /junk /completely worn out/ready for the scrap heap /Schrott | hurda |
Date (fruit) Dattel | hurma |
point / issue / matter (h) | husus |
habit / temper / nature / character / humor | huy |
grumpy / spiteful / vicious / disagreable / ill tempered | huysuz |
to get grumpy / ill-tempered | huysuz olmak |
out of my spite | huysuzluğumdan |
(inner) peace | huzur |
peaceful /restful /at ease | huzurlu |
restless | huzursuz |
birch /Birke | huş ağacı |
to possess / to dominate / to master / to control / to rule over | hâkim olmak |
Status /condition / situation | Hâl |
still | hâlâ |
her still open eyes | hâlâ açık gözleri |
Ashraf who hadn't still been able to get over the shock of the event | Hâlâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşref |
And Ashraf who hadn't still been able to get over the shock of the event was not going to be interested anyway in the mess. | Hâlâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşref'in de zaten dağınıklıkla ilgilenecek hâli yoktu. |
humpbacked / gehöckert | hörgücü olan |
a humpbacked animal used for carrying loads | hörgücü olan, yük taşımakta kullanılan hayvan |
hump / Höcker | hörgüç |
prison cell | hücre |
to rule over | hükmetmek |
term /rule / judgement | hüküm |
government (h) | hükümet |
The government does not have much power/ authority. | hükümetin çok yetkisi yok |
terms and conditions | hükümler ve koşullar |
to cry one's eyes out | hüngür hüngür ağlamak |
respect (h) | hürmet |
to respect (h) | hürmet etmek |
sad (h) / melancholic / gloomy | hüzünlü |
a sad (h) smile | hüzünlü bir gülümseme |
Bunu ona iletmeyeceğim. | I won't transmit it to her. |
return / refund / restoration / repayment / giving back | iade |
return adres | iade adresi |
to pay back | iade etmek |
remboursement account | iade hesabı |
a return visit | iade i ziyaret |
returned item / good | iade mal |
claim for refund | iade talebi |
return date | iade tarihi |
to refund | iade yapmak |
hooppe /Wiedehopf | ibibik |
comb (rooster) | ibik |
take care of somebody /manage /come to grips with /slang: to kill | icabına bakmak |
to see to / to manage / to take care of | icabına bakmak |
necessity /requirement | icap |
to be necessary | icap etmek |
to require | icap ettirmek |
invention (i) | icat |
to invent (i) | icat etmek |
administration / management (i) | idare |
to make do / content oneself/manage | idare etmek |
those who claim | iddia edenler |
to claim; to assert /allege | iddia etmek |
He pointed out that the claims do not reflect the truth. | iddiaların gerçeği yansıtmadığını belirtti. |
case file / criminal charge file | iddianame |
The Fowler couple in the case file | iddianamedeki Fowler çifti |
the athlete getting acquainted with the Fowler couple which is in the case file at the tennis club | iddianamedeki Fowler çifti ile tenis kulübünden tanışan milli sporcu |
according to his claim / supposedly | iddiasına göre |
alleged to /allegedly / on charges of | iddiasıyla |
was / were ( defect Verbform) | idi |
expression / deposition / statement | ifade |
to be expressed | ifade edilmek |
to express sth / to mention / to make a statement | ifade etmek |
disclosure /revelatio/give away /exposure | ifşa |
to expose /reveal /betray (a secret) | ifşa etmek |
to leak out (secret information ) | ifşa olunmak |
offer /bidding/ tender /Angebot / Preisvorschlag | ihale |
competitors /concurrents / bidders (in context of competing for a deal) | ihaleciler - ihale girenler |
betrayal | ihanet |
to betray | ihanet etmek |
to violate /infringe | ihlal etmek |
Linde /lime | ıhlamur |
to neglect | ihmal etmek |
export | ihracat |
the growth of export / the increase of export | ıhracat artması |
chance / possibility | ihtimal |
old (i) | ihtiyar |
precaution /vigilance /prudence | ihtiyat |
cautiously | ihtiyatla |
to be in need of | ihtiyaç duymak |
the needed changes | ihtiyaç duyulan değişiklikler |
magnificence /splendour /grandeur (i) | ihtișam |
to warn (i) | ikaz etmek |
when /while (i) | iken |
two | iki |
for two months | iki ay |
bipedal / two legged | iki ayaklı |
a bipedal / two legged, two winged animal | iki ayaklı, iki kanatlı bir hayvan |
common name for bipedal, two winged volatile/flying animals | iki ayaklı, iki kanatlı uçucu hayvanların ortak adı |
two thousand | iki bin |
two thousand and one | iki bin bir |
two thousand seventeen | iki bin on yedi |
bent double / very stooped /(due to old age, infirmity, etc.) | iki büklüm |
we waited for two weeks | iki hafta bekledik |
two winged | iki kanatlı |
a table for two please | iki kişilik bir masa lütfen |
it has two barrels (Läufe) and takes two bullets | iki namluya sahıp ve iki kurşun alıyor |
two hours, twenty minutes and five seconds | iki saat yirmi dakika beş saniye |
Second next stop is Ankara. | iki sonraki durak Ankara. |
two middle-size cups of coffee | iki tane orta şekerli kahve |
that is between two hills | iki tepe arasındaki |
I wrote a book two years ago. | iki yıl önce bir kitap yazdım |
two sacks (ç) of potatoes | iki çuval patates |
both of us | ikimiz |
we both stepped (went) a little backwards and smiled sweetly with a respectful expression. | ikimiz de biraz geriye gidip, tatlı tatlı, saygılı bir ifadeyle gülümsedik. |
the second | ikinci |
second generation cordless telephone | ikinci nesil kablosuz telefon |
Europe of the second generation | ikinci nesil avrupası |
mid afternoon (i) | ikindi |
both | ikisi |
Inbetween the two | ikisinin arasında |
potion / elixir | ikisir |
the potion master / teacher | ikisir hocası |
crammed /crowdy / full to the brim/clustered (ı t) | ıkış tıkış |
to get filled up to the brim with things /to get crowdy /to get clustered | ıkış tıkış bir hâl almak |
two by two | ikişer ikişer |
honouring / treat | ikram |
to honour s.o. / to treat to/ to offer | ikram etmek |
power /potential /capacity /capability (i) | iktidar |
the way to power | iktidar yolu |
competitors on the way to power /des concurrents sur le chemin vers le pouvoir /Konkurrenten auf dem Weg zur Macht | iktidar yolundaki rakipler |
to reduce the number of competitors on the way to power | iktidar yolundaki rakiplerin sayısını azaltmak |
province / county / provincial | il |
provincial directorate of security | il emniyet müdürlüğü |
advertisement / announcement /ad | ilan |
addition (al) / supplement(ary) | ilave |
to add (i) | ilave etmek |
medicine | ilaç |
drug administration | ilaç idaresi |
with | ile |
interest in / paying attention to | ile ilgilenme |
to deal with / to cope with | ile baş etmek |
to be interested in / to look after | ile ilgilenmek |
ahead | ileri |
to fly back and forth /hin und herfliegen | ileri geri uçmak |
up ahead / in the future | ileride |
to advance/ to progress / proceed | ilerlemek |
message (i) | ileti |
message title /header | ileti başlığı |
to post (on social media) (i) | ileti bırakmak |
contact / communication /link / dialog | iletişim |
communication link | iletişim bağlantısı |
to be in touch with (i - h) | iletişim içerisinde olmak - iletişim halinde olmak |
to transmit / to convey | iletmek |
interest / concern | ilgi |
area of interest / domaine / Interessenbereich | ilgi alanı |
Genitive | ilgi hâli |
to awaken interest / to stimulate interest | ilgi körüklemek |
to draw attention | ilgi çekmek |
to concern (to involve) | ilgilendirmek |
interesting | ilginç |
to be interested | ilgisi olmak |
to require attention | ilgiye muhtaç olmak |
lukewarm / mild | ılık |
living in mild and warm seas | ılık ve sıcak denizlerde yaşayan |
connection / relationship / dealing | ilişki |
talking about his relationships makes him embarrassed | ilişkilerinden konuşmak onu utandırıyor |
first / top primary | ilk |
first name / prénom /Vorname (only used in case of confusion, otherwise adı = first name) | ilk adı |
first name, middle name and last name | ilk adı, göbek adı ve soyadı |
on the first hearing | ilk duyuşta |
it was a music that could not be fully understood on the first hearing | ilk duyuşta tam olarak algılanamayan bir müzikti bu |
it (this) was a highly developed music that could not be fully understood in the first hearing | ilk duyuşta tam olarak algılanamayan oldukça gelişmiş bir müzikti bu |
country of first asylum | ilk iltica ülkesi |
first (of all) / to begin with | ilk olarak |
the first thing I am going to say | ilk olarak söyleyeceğim |
once and for all | ilk ve son olarak |
we didn't score in the first half | ilk yarıda hiç sayı yapmadık |
Spring (i) | ilkbahar |
principle /guideline /rule /doctrine /precept /motto | ilke |
primitive (cultures/ not technically advanced) | ilkel |
Primitive tribe /clan | ilkel kabile |
primitive culture | ilkel kültür |
primitive society | ilkel toplum |
no matter what, come what may, at all costs, regardless / unbedingt /besonders / vor allem | illa - ille |
disease (i) | illet |
refuge /asylum /Asyl | iltica |
application for asylum | iltica başvurusu |
right of asylum / Asylrecht /Asylanspruch/ droit d'asyl | iltica hakkı |
compliment | iltifat |
thank you for the compliment | iltifat için teşekkür ederim |
district | ilçe |
hint / allusion | ima |
to hint / to imply | ima etmek |
to manifacture / produce / fabricate | imal etmek |
manufacturing | imalat |
a manufactoring company | imalat şirketi |
faith / belief (im) | iman |
with faith | imanlı |
help !!! (i) (rarely used else) | imdat !!! |
scream for help | imdat çılığı |
to destroy (i) | imha etmek |
impossible | imkânsız |
to render impossible / to make impossible | imkânsız kılmak |
to sign something | imzalamak |
to make/have someone sign something /ı,a/ to have (someone) sign (something); to get (someone) to sign (something); to have (someone) autograph (something); to have (someone) endorse (a check); to get (someone) to endorse (a check). | imzalatmak |
to have something signed (double causative to increase interest of speech) | imzalattırmak |
cave / hole / burrow (i) | in |
İleride, Türkçe öğretmeni olmak istiyor. | In the future he wants to become a Turkish teacher. |
purposely | inadına |
Belıeve (me) I am not resentful to (offended by) love | inan sevgiye küskün değilim |
believer | inanan |
believers | inananlar |
to lose one's faith /confidence | inancını yitirmek |
an unbelievable phenomenon (h) | inanılmayan bir hadise |
unbelievable ! | inanılmaz! |
to believe | inanmak |
incredulously / with/in disbelief | inanmazlıkla |
faith / belief | inanç |
to persist / to be obstinate | inat etmek |
persistingly | inatla |
stubborn / persistent (adj) | inatçı |
thin | ince |
a soft (fine) wind was carrying the faint smell (pl) of oleander (pl) from somewhere | ince bir rüzgâr zakkumların baygın kokularını taşıyordu bir yerlerden. |
his thin lip | ince dudağı |
a fine gently drizzling rain | ince usul usul çiseleyen bir yağmur |
He began to (k) inspect / Il se mit à inspecter | incelemeye koyuldu |
grace /elegance (i) | incelik |
to become thin / to slim / to slim down / to thin | incelmek |
pearl | inci |
fig /Feige | incir |
to hurt s.o. | incitmek |
to reduce | indirgemek |
sale | indirim |
to ask for reduction | indirim talep etmek |
on sale | indirimde |
to drop / to lower / to download/ bring down / let down / dismount | indirmek |
cow | inek |
wrench / Schraubschlüssel / clef anglaise | ingiliz anahtarı |
moaning / whimpering / groaning | inilti |
to get out of its burrow/den | ininden çıkmak |
Up and down / seesaw / Wippe | iniş çıkış |
the up and down going melody | iniş çıkışlı ezgi |
the ups and downs | inişler ve çıkışlar |
to deny (to deny something whether it is claimed that it is true, or not) | inkâr etmek |
to moan | inlemek |
while moaning (ken- Gerund) | inlerken |
the constructor / builder and his wive | insaatcıyla karısı |
to pity and lower expectations /make it easier for someone /relent (eg. a boss towards his employee) | insafa gelmek |
person /human being | insan |
they take advantage of an oddity the human brain of making him addicted to the product sold | insan beyinin, insanı satılan ürüne bağımlı hale getirmek tuhaflığından istifade ediyorlar |
they take advantage of an oddity the human brain of making him addicted to the product sold | insan beyinin, insanı satılan ürüne bağımlı hale getirmek tuhaflığından istifade ediyorlar |
the mass/crowd of people | insan güruhu |
to stay at the edge of the mob/crowd of people | insan güruhunun kıyısında kalmak |
human rights | insan hakları |
the figures of humans and animals | insan ve hayvan desenleri |
general name given to all primates other than man | insandan başka bütün primatlara verilen genel ad |
to make people dependent on the product sold | insanı satılan ürüne bağımlı hale getirmek |
Can it eliminate / supply for man's lonliness? | Insanın yalnızlığını giderebilir mu? |
and humans as much as sheep were in the place of prey | insanlar da, koyunlar kadar av konumundaydı |
in a place where people could hear | insanların duyabileceği bir yerde |
the Son of man | insanoğlu |
until the Son of man comes (...in.. d) | insanoğlu gelinceye dek |
to look on Internet | internetten bakmak |
I decided to look on Internet | internetten bakmaya karar verdim |
to get revenge | intikam almak |
vengance prophecies | intikam kehanetleri |
to demand revenge | intikam talep etmek |
construction / building (i) | inşa |
to build / construct / erect | inşa etmek |
builder / constructor | inşaatçı |
rope /string | ip |
silk | ipek |
silky | ipeksi |
silky hair (fur) | ipeksi tüyler |
yarn | iplik |
they spin yarn | iplik eğirirler |
to cancel | iptal etmek |
it was canceled | iptal oldu |
hint | ipucu |
to follow a hint | ipucu izlemek |
hints | ipuçlar |
distant / far off | ırak |
the Iraki born migrant smuggler | Irak uyruklu göçmen kaçakçısı |
massive /big | iri |
with a big body/ big sized | iri gövdeli |
Big-bodied animal | iri gövdeli hayvan |
race (biological) | ırk |
to recoil / to get startled | irkilmek |
river (ı) | ırmak |
Gries | irmik |
Let's keep in touch | irtibatı koparmayalım |
height (i) /altitude | irtifa |
Because Isaac Newton is a genius he does not miscalculate | Isaac Newton bir dâhi olduğu için yanlış hesaplamaz |
if /that (i) / but / as for | ise |
heat (ı) | ısı |
name | isim |
to be named | isimlendirilmek |
to entitle / to put a name | isimlendirmek |
to bite off | ısırarak koparmak |
nettle | ısırgan |
to bite | ısırmak |
to be heated | ısıtılmak |
if you heat up | ısıtırsan |
to heat up / to warm up | ısıtmak |
to miss / be off target | ıskalamak |
deck of cards /card game | iskambil |
step(of a ferry)/ gangway / scaffold / Anlegebrücke / Pier / Steg | iskele |
do not jump over before the step is given (on a ferry) | iskele verilmeden atlamayınız |
chair (i) | iskemle |
wet | ıslak |
A wet person doesn't fear rain | Islak adam yağmurdan korkmaz |
you'll get wet | ıslanacaksın |
to get wet / to soak / dampen | ıslanmak |
the dudes whistled (and) said | ıslık çaldı bebeler dediler |
to treat s.o. to / invite s.o. for / to order | ısmarlamak |
his name (i) | ismi |
spinach pie | ıspanaklı börek |
to prove (i) | ispat etmek |
to prove (i) | ispatlamak |
if you insist | ısrar edersen |
to insist | ısrar etmek |
persistant watchfulness/vigilance | ısrarlı uyanıklık |
unemployed(not used) / forlorn /forsaken / deserted / einsam / leer /verödet | ıssız |
the forlorn street | ıssız sokak |
lobster /homard /Hummer | istakoz |
station | istasyon |
those who wanted | istedikleri |
Let them do what they want ! | istediklerini yapsınlar |
will / desire / yearn / motivation | istek |
to wish / yearn (i.d.) | istek duymak |
wishlist | istek listesi |
interested (i) / eilling / eager / inclined | istekli |
enthusiast | istekli kimse |
reluctant / inwilling/ ungern | isteksiz |
half a smile (unwanting) | isteksiz bir gülüş |
to want | istemek |
to wish / want | istemek |
unwillingly /grudgingly /halfheartedly | istemeye istemeye |
to do something through gritted teeth | istemeye istemeye yapmak |
he doesn't want | istemez |
involuntarily /unwillkürlich | istemsizce |
if required / if requested | istenildiği takdirde |
whether or / either | ister |
whether far or close | ister uzak ister yakın |
as if she wanted | istercesine |
if you want | isterseniz |
whether you want or not | isteyip istemediğiniz |
stack (orderly)/ Stapel | istif |
resignation /demission/Rücktritt | istifa |
use / benefit / exploitation | istifade |
unperturbed | istifini bozmadan |
to stay cool / to keep up appearances | istifini bozmamak |
to stabilize | istikrar kazandırmak |
clam /oyster | istiridye |
exception (al) | istisna |
there is no exeption (to this) | istisnası yoktur |
revolt /rebellion /uprising / riot | isyan |
to revolt against / to rebel | isyan etmek |
dog /bastard | it |
obedience | itaat |
obedient | itaatkâr |
disobedient | itaatsız |
disobedience | itaatsızlık |
fire fighters / fire department / Feuerwehr (Organisation) | itfaiye (örgütü ) |
Call the fire department / Rufen Sie die Feuerwehr ! | itfaiyeyi çağırın! |
esteem /reputation/prestige /respectability / dignity | itibar |
to accredit/ esteem | itibar etmek |
repelling | itici |
with a repelling power | itici bir güçle |
Push ! | itin(iz) ! |
to manhandle /jostle /push and shove/ push around /rough handle | itip kakmak |
confession | itiraf |
to confess / admit | itiraf etmek |
objection | itiraz |
to object /contest /protest | itiraz etmek |
to have no objection | itirazı olmamak |
to shove / push / thrust | itmek |
alliance | ittifak |
hasty/ impatient / impulsive (i) | ivecen |
good | iyi |
to take care | iyi bakmak |
to enjoy a good family life | iyi bir aile hayatının keyfini sürmek |
Let's say we are good then we'll be fine. (lit Let's say we are good, let's become good) | iyi diyelim iyi olalım |
to get along (well) | iyi geçinmek |
they don't get along (well) | iyi geçinmiyorlar |
I don't feel well. | iyi hissetmiyorum |
Happy birthday | iyi ki doğdun |
good neighborly relations | iyi komşuluk ilişkileri |
the continuation of good neighborly relations | iyi komşuluk ilişkilerinin sürmesi |
overall average / with good and bad sides | iyi kötü |
good game | iyi maç |
well played ! / But it was a good game | iyi maçtı ama! |
to show good will | iyi niyet göstermek |
good fairies | iyi periler |
Happy holidays ! | iyi tatiller! |
have a safe flight | iyi uçuşlar |
Did you have a nice time ? | iyi zaman geçirdin mi ? |
thorougly / quite / fully / completely (i) | iyice |
more than good / by far the best | iyiden de öte |
to recover | iyileşmek |
to heal | iyileştirmek |
goodness | iyilik |
goodness shines in a girl's smile | iyilik parlar bir kızın gülüşünde |
optimistic | iyimser |
optimism | iyimserlik |
if it is good I'll take it. (lit. let me take it) (open conditional /it is possible) | iyiyse alayım. |
the trace / track / trail | iz |
explanation | izah |
to explain (i. e.) | izah etmek |
grill (also the rost on a barbecue ) | ızgara |
to grill | ızgara yapmak |
grid lines | ızgara çizgileri |
grid lines | ızgara çizgileri |
I am trying to do my best to get permission | izin alabilmek için elimden geleni yapmaya çalışacağım |
to allow a dative | izin vermek |
to watch / track / trace / follow | izlemek |
impression /effect /feeling /seemingness /Anschein | izlenim |
He scanned the tracks | izleri taradı |
There were no good films to watch. | izleyecek iyi film yoktu |
because of civil war | iç savaş yüzünden |
to sigh | iç çekmek |
he sighed | iç(ini) çekti |
introvert | içe dönük |
drink | içecek |
the inside | içeri |
resentment /indignation /Groll | içerleme |
instinct | içgüdü |
instinctive | içgüdüsel |
instinctively he nocked another arrow | içgüdüsel olarak yaya bir ok daha taktı. |
to be in the seventh heaven /to not be able to contain oneself (because of an ablativ e. g. sevinçten) | içi içine sığmamak |
I couldn't contain myself /my heart lifted /I was overjoyed | içim içime sığmıyordu |
my inside keeps stirring >I am really excited about something (e. g exam) | içim kıpır kıpır |
inside me | içimde |
The bad twitching inside of me turned with slow but sure steps into a frightening reality. | içimdeki kötü kıpırtı yavaş ama kesin adımlarla korkunç bir gerçeğe dönüştü. |
for / in order to | için |
secretly | için için |
to secretly rejoice | için için sevinmek |
in(side) | içinde |
and for/ as for | içinse |
drink / booze / alcohol | içki |
to avoid drinking / to not drink /lit. to flee from drinking | içkiden kaçınmak |
bitterly | içli içli |
To drink | içmek |
sincerely | içtenlikle |
needle / sting | iğne |
needle eye | iğne deliği |
a stinging insect | iğne sokan böcek |
to sting | iğne sokmak |
trees that keep (do not lose) their needles | iğnelerini dökmeyen ağaçlar |
exclamation indicating disgust | iğrenme belirten ünlem |
disgusting / nasty / revolting /ekelhaft | iğrenç |
frightfully / horrible / in a disgusting fashion (b) | iğrenç bir biçimde |
repulsiveness /being disgusting/ Widerwärtigkeit | iğrençlik |
job interview | iş görüşmesi |
for work | iş için |
'work passed from work' / too little too late | iş işten geçti |
to deal; to do business | iş yapmak |
sign / signal | işaret |
sign language | işaret dili |
to point out / indicate | işaret etmek |
beacon /signal tower | işaret kulesi |
the angle of the the cold fire coming from the beacon (signal tower) | işaret kulesinden gelen soğuk ateşin açısı |
the angle of the the cold fire coming from the beacon (signal tower) showed (rep) the surface of the north waters like glass | işaret kulesinden gelen soğuk ateşin açısı kuzey sularının yüzeyini cam gibi gösteriyormuş |
index (finger) / Zeigefinger | işaret parmağı |
demonstrative pronouns | işaret zamirleri |
cooperation /team work | Işbirliği |
to play along (cooperate) | Işbirliği etmek |
to cooperate / collaborate | Işbirliği yapmak |
uncooperative | Işbirliği yapmayan |
If you refuse to cooperate... | Işbirliği yapmayı reddedersen |
to work /function | işe yaramak |
meddler /meddlesome | işgüzar |
to do the work right | işi düzgün yapmak |
I tried to keep work away from me | işi kendimden uzak tutmaya çalıştım |
light | ışık |
The light shines in the darkness. The darkness could not overcome it. | Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi. |
sparkling / glittering / radiant | ışıl ışıl |
to shine (ı)/glitter /sparkle | ışıldamak |
When I'm done we feed the pigs together, ok? | işim bitince birlikte domuzları besleriz, tamam mı? |
the nature of my work | işimin niteliği |
you don't know much about the nature of my work | işimin niteliği hakkında çok şey bilmezsin |
things that are none of your business | işin olmayan şeyler |
the keypoint / the delicate point of a matter | işin püf noktası |
to hear / vernehmen | işitmek |
He came to witness to/of the light. | Işığa tanıklık etmeye geldi. |
In the places which were not reached by its light | Işığının ulaşmadığı yerlerde |
torture (noun) | işkence |
to torture | işkence yapmak |
procedure, operation, transaction, process, proceeding, processing, treatment | işlem |
to penetrate /to work (its way into) /perpetrade / operate / process /indwell /travel | işlemek |
the transactions / the procesdures / operations have been completed | işlemleri tamamlandı |
to become operative | işler hale gelmek |
His works | işleri |
His works are perfect ( fact) | işleri kusursuzdur |
to function / to act as | işlevi görmek |
working iron glitters / a rolling stone gathers no moss /wer rastet rostet | işleyen demir ışıldar |
unemployed (jobless) | işsiz |
appetite / relish / desire | iştah |
I lost my appetite (lit. my appetite had escaped) | iştahım kaçmıştı |
to whet s.o.'s appetite / das Wasser im Munde zusammenlaufen lassen | iştahını kabartmak |
with appetite / heartily / hungrig / mit Lust und Laune | iştahlı |
without appetite / appetitlos | iştahsız |
here (it is)/ now / as you see | işte |
at work | işte |
which is why / that's why / schon allein deshalb | işte bu yüzden |
Here, I make everything new. | işte her şeyi yepyeni yapıyorum. |
to get fired / to get dismissed from work | işten atılmak |
to fire / to dismiss from work / to discharge / to give the sack | işten atmak |
off from work | işten izinli |
participation / joining /contribution / taking part | iştirak |
to join /participate / chip in | iştirak etmek |
worker | işçi |
workmanship / maitrise | işçilik |
commander of the gendarmerie | Jandarma Komutanlığı |
rim (inner part of a wheel) / Felge | jant |
Japanese (nationality) | Japon |
Japanese (language) | Japonca |
Japan | Japonya |
I studied in Japan for two months | Japonya'da iki ay okudum |
geologist | jeolog |
Jill was of those lucky people who don't have a fear of height. | Jill, yükseklik korkusu olmayan şanslı insanlardandı. |
Juan Carlos abdicated (from the throne) in favor of his son Felipe | Juan Carlos tahttan oğlu Felipe lehine feragat etti |
jelly beans | jöle fasulyeleri |
jury | jüri |
Has the jury reached a verdict? | Jüri bir karara ulaştı mı? |
Coarse / rude / vulgar | kaba |
Laughing coarsly he was pushing me around. | Kaba kahkahalar atarak beni itip kakıyordu. |
a wild guess | kaba tahmin |
roughly (k) | kabaca |
roughly (k) / about what time ? | kabaca ne zamandı ? |
to bully (k) | kabadayılık etmek |
fault (k) | kabahat |
Kürbiskern / pumpkin seed | kabak çekirdeki |
rudeness | kabalık |
to blister / swell / surge / heave | kabarmak |
blistered paintings | kabarmış tablolar |
Relief / embossment | kabartma |
to puff up / to blow up / cause to swell | kabartmak |
I was rude | kabaydım |
(from) something like | kabilinden |
cabin | Kabin |
Where is our cabin? | Kabinimiz nerede? |
tomb / sepulchre | kabir |
wireless communication | kablosuz iletişim |
Seashell (shell) | kabuk |
skin /peels/ Schale (fruit) | kabuk |
Hülse | kabuk |
Bark /Rinde | kabuk |
considered as adopted / agreed on | kabul edilmiş sayılır |
to accept for yourself/ accept, seize, settle for, concede, confess, give in, own, stand for / eingestehen / nicht länger bestreiten | kabullenmek |
rib | kaburga |
as much as / up to / until / till / inasmuch as / so long as / as/ as far as / so | kadar |
shredded wheat (cakes) egypt. kunafa | kadayıf |
fate | kader |
woman | kadın |
ladies' hairdresser (b) | kadın berberi |
The woman stood on one step from the top | Kadın en üstten bir alttaki basamakta durdu. |
The woman got pregnant and bore him (k) a son. | Kadın hamile kalıp kendisine bir oğul doğurdu. |
you can either describe the woman or you can draw a picture of her | kadını ya tarif edebilirsin ya da bir resmini çizebilirsin |
He said she should not spend her strength. | kadının gücünü harcamaması gerektiğini söyledi. |
Women on the other hand are more careful about it. | Kadınlar ise bu konuda daha dikkatli. |
Women and men are completely equal! | Kadınlar ve erkekler tamamen eşit! |
When women said a wrong word they were burned being declared to be witches. | Kadınlar yanlış bir söz söylediğinde cadı ilan edilerek yakılıyorlardı. |
head (k) / mind | kafa |
to ponder / to puzzle one's brains/ to wear one's head / to think hard / to chew | kafa yormak |
They tossed their heads(k) left and right (to the two sides) | Kafalarını iki yana savurdular. |
I am a little confused | kafam biraz karışık |
Not to have all one's marbles | kafası dağınık olmak |
confused | kafası karışık |
He rubbed his head. | Kafasının üstüne ovaladı. |
to crack one's skull | kafatası çatlamak |
drunk (k b) | kafayı bulmuş |
I'm going to hit the hay/ I'm going to sleep | kafayı vurup yatacağım |
(modern) coffee (shop) (≠ kahve (drink)) | kafe |
I used to run a café, but not anymore | kafe işletirdim, ama artık işletmiyorum |
to run a coffee shop | kafe işletmek |
cafeteria | kafeterya |
the cafeteria was noisy and dim. | Kafeterya gürültülü ve loştu. |
laugh /laughter | kahkaha |
to burst into laughter / to laugh out loud | kahkaha atmak |
he tried to laugh | kahkaha atmaya çalıştı |
to laugh out loud | kahkahayla gülmek |
hero / character (in a story) | kahraman |
overwhelming | kahretici |
Goddamn /godforsaken | kahrolası |
breakfast | kahvaltı |
a disput exploded during breakfast | kahvaltı sırasında bir tartışma patlak vermişti |
to have breakfast | kahvaltı yapmak |
(food) for breakfast | kahvaltılık |
cereals/ cornflakes | kahvaltılık gevrek |
coffee | kahve |
traditional coffee shop | kahve |
Coffee is my favourite drink | Kahve en sevdiğim içecek |
I am drinking coffee. | Kahve içiyorum. |
Coffee or tea ? | Kahve mi çay mı? |
He likes coffee | kahve sever |
Coffee keeps you (pl) awake. | Kahve sizi uyanık tutar. |
coffee grounds | kahve telvesi |
Coffee will not increase your creativity. | Kahve yaratıcılığınızı artırmayacak. |
brown | kahverengi |
The price of the brown shoes is 500 liras. | Kahverengi ayakkabıların fiyatı beş yüz lira. |
She asks (what is ) the price of the brown shoes. | Kahverengi ayakkabıların fiyatını (fiyatının ne olduğunu) sorar. |
She has brown eyes and grey hair. | kahverengi gözleri ve gri saçları var |
brown lentils | kahverengi mercimek |
I adore the coffee | Kahveye bayılıyorum. |
cocoa butter | kakao yağı |
Kakadu | kakatuva |
cardamom | kakule |
crowd /crowded | kalabalık |
to be left dumbstruck / to be left open-mouthed | kalakalmak |
the remainder / rest | kalan |
filthy rich /stinkreich | kalantor |
Tin / Zinn | Kalay |
My heart skipped a beat. | Kalbim duraksadı. |
the sound of my heart (beat) was ringing in my ears | kalbimin sesi kulaklarımda çınlıyordu |
Don't lose your heart on /Don't let your heart get carried away by a fairytale prince. It never ends well. | Kalbini bir peri prensine kaptırma. Sonu asla iyi olmaz. |
let alone / besides / then again | kaldı ki |
then again I shouldn't even know these things myself | kaldı ki bunları ben bile bilmemeliyim |
pavement / sidewalk / trottoir | kaldırım |
to walk on the sidewalk / auf dem Bürgersteig gehen | kaldırımda yürümek |
to lift up/ to erect / to raise | kaldırmak |
castle / stronghold | kale |
castle /Turm (chess) | kale |
castle ruins / Burgruine | kale kalıntıları |
to sharpen a pencil | kalem açmak |
pencil sharpener /Bleistiftanspitzer | kalem tıraş |
Can I borrow your pencil sharpener? | Kalem tıraşını ödünç alabilir miyim?? |
I noticed that I forgot my pen. | Kalemimi unuttuğumu fark ettim. |
He noticed that he forgot his pen. | kalemini unuttuğunu fark etti. |
permanent damage (h) | kalıcı hasar |
There is no permanent damage. (h) | kalıcı hasar yok. |
qualified | kalifiye |
he said I was qualified | kalifiye olduğumu söyledi |
thick | kalın |
A thick wad of envelopes / ein dickes Bündel/Stapel Briefumschläge | Kalın bir zarf tomarı |
that were under thick eyebrows | kalın kaşların altındaki |
thick arms | kalın kollar |
to thicken | kalınlaşmak |
thickness | kalınlık |
mold / pattern (k) | kalıp |
We need to think outside the box (mold /pattern) | Kalıpların dışında düşünmeliyiz. |
quality | kalite |
Let's go ! / Let's leave ! | Kalkalım ! |
Turbot / Steinbutt - Plattfisch 50-70 cm, eyes on the right side, Northsea, Estsea,Mediterr.,Atlantik, Marmara, Karadeniz | kalkan |
you get up | kalkarsın |
Development (k) | kalkınma |
to attempt | kalkışmak |
to get up | kalkmak |
to stay / remain / keep | kalmak |
to fail a class / to fail an exam / sitzen bleiben | kalmak |
heart (k) | kalp |
heart attack | kalp krizi |
to keep the flame(fire) alive in our hearts | kalplerimizde ateşi canlı tutmak |
chalcedony (quarz variety) | kalsedon |
calcite Kalkspat | kalsit |
Calcium -Ca 20 (Gümüşi beyaz) | Kalsiyum |
hip /Hüfte /Gesäß | kalça |
on / at his hip | kalçasında |
the quiver swinging at his hip | kalçasında sallanan sadak |
hunchback | kamburu |
to stoop /to arch the back /to slouch | kamburunu çıkarmak |
reed (k) / Schilfrohr | kamış |
camper van | kamp arabası |
camping equipment | Kamp malzemeleri |
(the) public; civil | kamu |
a public witness /evidence for the prosecution | kamu tanığı |
public opinion | kamuoyu |
public opinion polls | kamuoyu yoklamaları |
the truck driver | kamyonun sürücüsü |
whip /Geissel / Peitsche | kamçı |
to crack a whip | kamçı şaklatmak |
to whip / lash | kamçılamak |
blood | kan |
blood pressure | kan basıncı |
(blood) brother (spoken) | kan kardeşi - kanka |
blood was leaking from my jeans | kan kotumdan sızıyordu |
a bloodstained apron | kan lekeli bir önlük |
blood red | kan rengi |
a blood red light | kan rengi bir ışık |
thirstily / to one's heart content | kana kana |
to drink to one's heart content/ to guzzle down | kana kana içmek |
opinion / conviction | kanaat |
Canada | Kanada |
a tv channel | kanal |
to change channels | kanalı değiştirmek |
to bleed | kanamak |
they open (their) wings and rise | Kanat açıp yükselirler |
To open (one's ) wings | kanat açmak |
to unfold/ stretch (one's) wings and take off | kanat germek |
flapping (its) wings | kanat çırpan |
an eagle flapping its wings | kanat çırpan bir kartal |
wings | kanatlar |
in the shadow of your wings | kanatlarının gölgesine |
I want/ ask to shelter in the shadow of your wings | kanatlarının gölgesine sığınmak isterim |
poultry (very general /winged animals) | kanatlı hayvanlar |
in order to make continue (.tir) the generation /progeny of poultry (winged animals) | kanatlı hayvanların nesillerini devam ettirebilmek için |
to make something bleed | kanatmak |
hook / Haken (k) | kanca |
to trick / cheat/ deceive / fool | kandırmak |
conclusion /belief/opinion | kanı |
he believed /he was convinced (k) | kanısındaydı |
evidence | kanıt |
submission of evidence (court) | kanıt sunma |
to prove (k) | kanıtlamak |
the evidence indicates that you're guilty | kanıtlar suçlu olduğunuzu gösteriyor |
there is no case without evidence | kanıtsız bir vaka yoktur |
Cumquat | Kankat |
in the blood (plural) | kanların içinde |
alive and well | kanlı canlı |
to be cheated/fooled / to be satisfied / to fall for a lie | kanmak |
law | kanun |
law and order | kanun ve düzen |
legal obligation | kanuni yükümlülük |
cover / lid / top | kapak |
to fall flat to the ground | kapaklanmak |
claustrophobia | kapalı alan korkusu |
Where does his claustrophobia come / originate from ? | Kapalı alan korkusunu nereden kaynaklanıyor ? |
to close (get closed) | kapamak |
to close / to be closed / to close down /to cicatrize | kapanmak |
drop it (drop the subject) | kapat şu konuyu artık! |
to close sth / to turn off | Kapatmak |
When the door closed behind him | Kapı arkasından kapanırken |
The door closed. | Kapı kapadı. |
The door was closed with a bang. | Kapı vurularak kapandı. |
The door led to / opened up to a hall (h) reminding of a tube shaped tunnel | Kapı, tüneli andıran, boru şekilli bir hole açılıyordu. |
Who is at the door? | Kapıda kim var? |
They opened the door, and the Spartan army entered the castle. | Kapıları açtılar ve Sparta ordusu kaleye girdi. |
When she pushed the doors open hot and smoky air blasted out. | Kapıları iterek açınca sıcak ve dumanlı hava dışarı püskürdü. |
to be seized with / to be taken by / to abandon oneself to | kapılmak |
door handle | kapının kolu |
pushing the door handle (k) | kapının koluna bastırarak |
Next to the door there was a small barred window. / Neben der Tür war ein kleines vergittertes Fenster | Kapının yanında parmaklıklı küçük bir pencere vardı, |
Captain Eshref who stood with a sheepish grin in front of the door | Kapının önünde ezik bir gülümseyişle dikilen Yüzbaşı Eşref |
I know that on open sea captains have the authorization to perform a marriage ceremonial. | Kapıtanların açık denizde nikâh kıyma yetkisine sahip olduklarını biliyorum. |
He proceeded (d) towards the door | kapıya doğru davrandı |
facing the door | kapıya dönük |
I think I didn't hear your knocking at the door ? | Kapıya vurduğunu duymadım galiba ? |
If you open the door I can come in. | Kapıyı açarsan, içeri girebileceğim. |
To open that door you need to give it (li. you'll give it) a good kick. | Kapıyı açmak için, güzel bir tekme atacaksın. |
He pushed the door open. | Kapıyı iterek açtı. |
Would you close the door ! / close the door ! | kapıyı kapar mısın |
Shall I close the door? | Kapıyı kapatayım mı ? |
He closed the door. | Kapıyı kapattı. |
jetblack / pitch dark | kapkara |
The deep dark sky was speckled with stars. | Kapkara gök yıldızlarla beneklenmişti. |
to cover (k) | kaplamak |
tiger | kaplan |
covered | kaplı |
turtle | kaplumbağa |
to include / to cover / to contain | kapsamak |
within / within the scope of / within the context of | kapsamında |
to give rein to (k) /to get carried away by | kaptırmak |
snow | kar |
accumulations / patches of snow | kar birikintileri |
Accumulations of snow were covering the ground. | Kar birikintileri toprağı örtüyordu. |
the snow melted (lit. lifted) (spoken language) | kar kalktı |
There is no snow or any such thing (spoken language) | Kar mar yok. |
if it snows we can make a snowman | kar yağarsa kardanadam yapabiliriz |
in case it snows / supposing it snows | kar yağdığı takdirde |
to snow | kar yağmak |
from the piles of snow | kar yığınlarından |
dry land /shore / earth / ground | kara |
the black wooden (a) house door / the house door (made)out of dark wood | Kara ahşaptan ev kapısı |
The dark wooden house door just like lips tightly pressed together was so repellent that... | Kara ahşaptan ev kapısı, tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi öylesine itici duruyordu ki, |
The dark wooden house door just like lips tightly pressed together was so repellent that Meggie as they walked towards it involantarily gripped Mo's hand. | Kara ahşaptan ev kapısı, tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi öylesine itici duruyordu ki, Meggie oraya doğru yürürken istemsizce Mo'nun elini tuttu. |
dark clouds | kara bulutlar |
as soon as it touched the snow | kara değer değmez |
burka | kara çarşaf |
elm / Ulme | karaağaç |
black pepper | karabiber |
(roe) deer /Reh | karaca |
roe deers and deers / Rehe und Hirsche | karacalar ve geyikler |
liver | karaciğer |
dandellion / Löwenzahn (lit. dark chicoree ) | karahindiba |
pessimistic (k) | karamsar |
cloves / Nelken | karanfil |
darkness | karanlık |
She began to run barefoot in the dark corridor | Karanlık koridorda yalınayak koşmaya başladı. |
The more the darkness thickened the more also the humming approached. | Karanlık koyulaştıkça uğultu da yaklaşıyordu. |
the Dark One | Karanlık Varlık |
I thought he could be the Dark One. | Karanlık Varlık olabileceğini düşündüm. |
the only thing she could perceive in the dark(ness) | Karanlıkta algılayabildiği tek şey |
In the darkness vague shades appeared and... | Karanlıkta belli belirsiz gölgeler belirip |
In the darkness appeared people with torches in their hands. | Karanlığın içinde ellerinde meşalelerle insanlar belirdi. |
the great Lord of the Dark | Karanlığın Yüce Efendisi |
The great Lord of the Dark is my Master and I will serve him whole heartedly to the last shred of my very soul (from the Wheel of Time) | Karanlığın Yüce Efendisi benim Efendimdir ve ona ruhumun en son zerresine kadar canı gönülden hizmet ederim. |
When the Great Lord of the Dark returns he will choose new Dreadlords and you will cower(s) before them. | Karanlığın Yüce Efendisi geri döndüğünde yeni Dehşetlordlarını seçecek ve se onların önünde sineceksin. |
decision | karar |
decision stage / decision phase / decision-making process | karar aşaması |
in the process of decision-making | karar aşamasında |
to decide on/ settle / opt pour un locative | karar kılmak |
I can't decide. Let's flip a coin. | Karar veremiyorum. Yazı tura atalım. |
to decide | karar vermek |
you might have to decide (right now) | karar vermek zorunda olabilirsin |
Headquarters | Karargah |
headquarters | karargâh |
to decide / determine | kararlaştırmak |
while I /he/she/it(etc.) had determined/decided | kararlaştırmışken |
determination /resolution / stability | kararlılık |
to turn black / to get dark | kararmak |
larch / Lärche | karaçam |
Carbon / Kohlenstoff - C 6 | karbon |
snowman | kardan adam |
brother /bro /dude | kardeş |
my brother's team have a pretty good chance of winning | kardeşimin takımının kazanma ihtimali oldukça yüksek |
dude /bro (k... o) | kardo |
square / exposure /frame (=foto) | kare |
craw | karga |
When the craw said let me imitate the partridge (Rebhuhn) it confused its own walk. | Karga kekliği taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü şaşırmış |
riot /turmoil /uproar /disturbance | kargaşa |
Shipping Costs / Versandkosten | Kargo masrafları |
Cargo ready / Ready for shipping / versandbereit | Kargoya hazır |
shrimp / crevette / Krabbe | karides |
husband and wife / Ehepaar | karıkoca |
stomach | karın |
stomachache | karın ağrısı |
abdominals | karın kasları |
Is your wife a jealous woman? | karın kıskanç bir kadın mıdır? |
She dripped a drop on the snow | karın üzerine bir damla damlattı. |
ant | karınca |
to prickle /to tickle | karıncalanmak |
ant-eater / Ameisenbär | karıncayiyen |
Stomachripper (piercing through the stomach) | karındeşen |
Jack the Ripper | Karındeşen Jack |
career | kariyer |
thinking it might be able to facilitate their careers | kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen |
a span /eine Spanne (length measuring unit) | karış |
to mix /blend / merge | karışmak |
to mix sth /stir sth / liquidize (in a blender) | karıştırmak |
to mix up sth / mistake / confuse / | karıştırmak |
snow-capped | karla kaplı |
snow-capped peaks | karla kaplı zirveler |
to shuffle (cards) | karmak |
chaotic | karmakarışık |
cauliflower | karnabahar |
I have a stomachache . | karnım ağrıyor |
Karo (cards) | karo |
watermelon | karpuz |
card | kart |
Do you take cards? | kart alıyor musunuz? |
eagle | kartal |
The eagle rises (k) the branch hangs down. The branch hangs down, the eagle rises. | Kartal kalkar, dal sarkar; dal sarkar, kartal kalkar. |
snowball | kartopu |
against (+dat) | karşı |
on the opposite side | karşı tarafta |
from the opposite side | karşı taraftan |
to meet /receive / welcome | karşılamak |
meeting /encounter (k) | karşılaşma |
provision | karşılık |
unprovided / for free (no provision in return) | karşılıksız |
Free you have received, give for free ! | karşılıksız aldınız, karşılıksız verin. |
towards me / against me / in front of me | karşımda |
despite / in spite of ( a dat.) | karşın |
He doesn't want to pamper/indulge the other. | Karşısındakini şımartmak istemez o. |
opposition /contrast / hostility | karşıtlık |
muscle | kas |
muscle pain | kas ağrısı |
town (small) | kasaba |
tighten /cramp /contract (k) | kasılmak |
November | Kasım |
stiff | kasıntı |
hurricane /Orkan | kasırga |
helmet (k) e. g. for bike riding /work | kask |
to stiffen / raidir | kaskatı kesilmek |
to intend / mean /imply | kastetmek |
gloomy / somber (disturbing feeling)/ for weather: too hot/too humid /too cloudy | kasvetli |
floor / etage | kat |
stiff /solid /rigid / firm - for an object opposed to liquid / fest | katı |
murderer | katil |
to attend / join - to be added / slipped in | katılmak |
Don't you agree? | Katılmıyor musun? |
genista /Ginster | katırtırnağı |
unmixed /unblended /pure /entire /clean | katışıksız |
to bear / endure | katlanmak |
to murder /slaughter (k) | katledilmek |
to slaughter /kill /slay | katletmek |
add /include /inject / mix into /put in / affiliate | katmak |
tar / Teer | katran |
Ceder / Zeder | katranağacı |
poplar / Pappel | kavak |
reedpipe / flute | kaval |
Can you count all the jellybeans in that jar? | Kavanozdaki jöle fasulyelerini sayabilir misin? |
fight | kavga |
there was a fight | kavga cıktı |
to fight | kavga etmek |
curve /Kurve / Biegung | kavis |
concept / notion / term | kavram |
misconception | kavram hatasi |
concept and context | kavram ve bağlam |
a concept error | kavram yanılgısı |
To grasp / understand / clutch / grip | kavramak |
possible to be grasped/ understood | kavranabilmek |
It cannot be understood /inconceivable | kavranamaz |
to be grasped /understood | kavranmak |
to quickly /suddenly realize/ grasp | kavrayıvermek |
to be roasted (meat) / scorch (e.g. grass) | kavrulmak |
roasted / geröstet | kavrulmuş |
melon | kavun |
to roast / parch / bake / parboil - meat | kavurmak |
to retrieve / reunite / meet / regain | kavuşmak |
to restore / to make regain /to bring together | kavuşturmak |
crossing /junction / Kreuzung | kavşak |
at the crossing /junction / an der Kreuzung | kavşakta |
rock | kaya |
Will Lebanon's snow be missing from rocky hills (b)? | Kayalık bayırlardan Lübnanın karı hiç eksik olur mu? |
Sparse plants were gone(ended) on the rocky ground. | Kayalık zeminde seyrek bitkiler bitmişti. |
shooting star /Komet | kayan yıldız |
to go skiing | kayağa gitmek |
slate /Schiefer | kayağan taşı |
to lose (to not find) | kaybetmek |
Has the passport you(sg) lost been found? | Kaybettiğin pasaport bulundu mu? |
Has the passport you(pl) lost been found? | Kaybettiğiniz pasaport bulundu mu? |
We are lost | kaybolduk |
to disappear / to be lost / to get lost | kaybolmak |
saved (k) computer | kaydedildi |
to be registered / recorded | kaydedilmek |
a slide /Rutsche | kaydırak |
slippery | kaygan |
anxiety (k)/ disquiet / worry | kaygı |
to cause s.o. to worry a lot / to perturb s. o. strongly (much more than telaşlandırmak) | kaygılandırmak |
to worry (k) | kaygılanmak |
with / by worrying | kaygılanmakla |
Don't worry (k) | kaygılanmayın |
little boat (size of a rowing boat) | kayık |
beech / Buche | kayınağacı |
father-in-law | kayınpeder |
mother-in-law | kayınvalide |
loss / waste /bereavement | kayıp |
apricot | kayısı |
record /registration / enrolement | kayıt |
registered / recorded / listed / enrolled | kayıtlı |
unregistered / reckless / carefree / careless / lightheaded / unreserved | kayıtsız |
reserve / disinterest / coldness / indifference / negligence / listlesness / lukewarmness | kayıtsızlık |
to lean back | kaykılmak |
to slip / slide / glide | kaymak |
to have it's source in/ to root in / to be derived from / to originate | kaynaklanmak |
the sources informed you (pl) wrong | kaynaklar sizi yanlış bilgilendirmiş. |
mother-in-law (slang) | kaynana |
boiling / scalding hot / kochend / brodelnd | kaynar |
to fuse / melt / merge | kaynaşmak |
goose | kaz |
pate de foie gras | kaz ciğeri ezmesi |
goose feathers | kaz tüyleri |
arrows with goose feathers attached | kaz tüylerini takılı olduğu oklar |
accident | kaza |
Accidents happen unexpected (better be prepared!) - lit. Accidents don't say: I am coming | Kaza geliyorum demez |
to be charged with leaving the scene of an accident | kaza mahallini terk etmek ile suçlanmak |
the investigation launched after the accident | kaza sonrası başlatılan soruşturma |
(On top of ) the two Iraqi citizens detained in the context of an investigation after the accident under allegations of organizing illegal transition 11 more suspects were taken to court. | kaza sonrası başlatılan soruşturma kapsamında yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu 11 şüpheli daha adliyeye sevk edildi. |
jumper | kazak |
cauldron | kazan |
she won because she was better | kazandı çünkü daha iyiydi |
to bring s.o/sthg in /to make gain | kazandırmak |
to win | kazanmak |
eager to win | kazanmaya istekli |
accidentally | kazara |
excavation / Ausgrabung | kazı |
scratch and win (coupons) | kazı-kazan |
to scratch (damaging the surface / to see what is underneath) | kazımak |
to be engraved (script) e. g. on a stone | kazınmak |
to raze / shave completely /to take a tattoo off | kazıtmak |
the gabbling of geese (gabbling like geese have the habit of doing) | kazların usul gevezelikleri |
pike /pickaxe | kazma |
to dig | kazmak |
How many | kaç |
When were you born ? slang | Kaç doğumlusun? |
How old do I look? | Kaç gösteriyorum? |
How many (persons) are you ? | Kaç kişisiniz ? |
How many | kaç tane |
How old is he? | Kaç yaşında ? |
smuggling / trafficking / fraud | Kaçakçılık |
looney / mental / crank / nuts | kaçık |
the unavoidable costs | kaçınılamaz maliyet |
to avoid | kaçınmak |
to lose (to stop having) | kaçırmak |
escape- / flight- | kaçış |
flight way/ escape route | kaçış yolu |
to scatter / to run in different directions / auseinanderlaufen | kaçışmak |
to escape / run away | kaçmak |
while trying to escape | kaçmaya çalışırken |
while trying to escape | kaçmaya çalışırken |
paper | kağıt |
paper tissue /tissue | kağıt mendil |
When was the paper tissue invented and by whom ? | Kağıt ne zaman ve kimler tarafından icat edilmiştir? |
paper pieces | kağıt parçaları |
Wastepaper basket / Papierkorb | kağıt sepeti |
to make things worse (lit. To take out the eye when saying 'let me do the eyebrow' ) | kaş yapayım derken göz çıkarmak |
spoon | kaşık |
Spoonbill / Löffler ( Löffelibis) | kaşıkçı(kuşu) |
to scratch (the body) | kaşımak |
to itch /jucken colloquial : to provoke s. o. | kaşınmak |
eye brows | kaşlar |
His eyebrows gracefully tilted | kaşları zarif bir şekilde yana yatmış |
to scowl /frown / knit one's brows | kaşlarını çatmak |
sorrow / grief | keder |
grief /sorrow /low spirits | keder |
She felt her grief lightened. | Kederinin haflediğini hissetti. |
mournfully | kederle |
cat | kedi |
The cat is playing with the trash. | Kedi çöp kutusu ile oynuyor. |
felines | kedigiller |
a strong predatory mammal species of the felines | kedigillerden, yırtıcı, güçlü bir memeli türü |
My cat is very old. | Kedim çok yaşlı. |
I heard the cat's purr. | Kedin mırlamasını duydum. |
prophecy / oracle / divination | kehanet |
amber / Bernstein | kehribar |
with amber and gold ornated | kehribar ve altınla süslü |
cake (k) | kek |
to stutter /stottern | kekelemek |
thyme | kekik otu |
Partridge /Rebhuhn | keklik |
The scalp of the bald man is visible. | Kel adamın saç derisi görünüyor. |
butterfly | kelebek |
The butterfly landed (perched) on her palm. | Kelebek avucuna kondu. |
The butterfly did not move from its place. | Kelebek yerinden kımıldamadı. |
handcuff /wristlet | kelepçe |
handcuff | kelepçe |
to stop/hinder the continuerons flow of words I pushed Ctrl /Alt/Del. Nothing happened. | Kelimelerin sürekli akışını engellemek için Ctrl Alt Del'e bastım. Hiçbiri işe yaranadı. |
word by word / Wort für Wort | Kelimesi kelimesine |
after having said the word | kelimeyi söyledikten sonra |
the words hung temporarily in space | kelimler geçici bir süre boşlukta asılı kaldı |
head (ke..) | kelle |
head hunter | kelle avcısı |
Your head (acc. ke...) , on a pike (on the end of a pike) | Kelleni, bir kazmanın ucunda. |
Stop talking gibberish! | kem küm edip durma! |
not knowing what to say / talk gibberish | kem küm etmek |
violin | keman |
belt | kemer |
in his belt | kemerinde |
in the sheath at his belt | kemerindeki kının içinde |
An (impressive) array (series) of knives dangled /swung from his belt. | Kemerinden bir dizi bıçak sarkıyordu. |
arched /gewölbt | kemerli |
the murmur echoing in the arched room like the gabbling of geese | kemerli odada kazların usul gevezelikleri gibi yankılanan mırıltı |
He sniffed /turned up his nose at the murmur echoing in the arched room like the gabbling of geese | kemerli odada kazların usul gevezelikleri gibi yankılanan mırıltıya burun kıvırdı |
echoing in the arched room | kemerli odada yankılanan |
Bone | kemik |
with a bone handle | kemik saplı |
a hunting knive with bone handle | kemik saplı bir avcı bıçağı |
a knive with a bone handle | kemik saplı bir bıçak |
My bones are too old for this wind. | Kemiklerim bu rüzgâr için fazla yaşlı. |
rodent | kemirgen |
to gnaw | kemirmek |
canaanites | kena(a)niler |
side (k) | kenar |
aside | kenara |
(that were) at the side | kenardaki |
the things at the side | kenardaki şeyler |
it ignored the things at the side | kenardaki şeyleri görmezden gelmişti |
by (k) | kenarında |
his own | kendi |
the bottomless cleft we opened ourselves | Kendi açtığımız dipsiz yarık |
Until we are drowning in the water of the bottomless cleft we opened ourselves | Kendi açtığımız dipsiz yarıktaki suda boğulana kadar |
Her (own) computer is old and slow. | Kendi bilgisayarı eski ve yavaş. |
My (own) computer ıs old and slow. | Kendi bilgisayarım eski ve yavaş. |
You should be more alone with your own thoughts. | Kendi düşüncelerinizle daha fazla yalnız kalmalısınız. |
to be in control of one's destiny | kendi kaderini tayin etmek |
She thought she ought to be more careful of herself | Kendi kendine daha dikkatli olması gerektiğini düşündü |
to startle oneself / sich selbst erschrecken | kendi kendine ürkütmek |
his own reflection | kendi yansıması |
their presence was obvious, even if they did not manifest themselves (show themselves openly) once | kendilerini bir kere bile açıkça göstermeseler de varlıkları barizdi |
They make themselves get noticed. ( They attract attention to themselves) | Kendilerini fark ettirirler. |
that he met with them in the club because he also was a manager | kendileriyle kulüpte menejerlik de yaptığı için tanıştığını, |
I am harming myself | kendime zarar veriyorum |
I tried to keep myself away from work | Kendimi işten uzak tutmaya çalıştım. |
I wanted to pinch myself | kendimi çimdiklemek istedim |
confident / self assured | Kendinden emin |
to smirk | kendinden memnun bir şekilde sırıtmak |
to be pleased with oneself | kendinden memnun olmak |
become more self-confident | kendine daha fazla güvenli hale gelmek |
to remind oneself | kendine hatırlatmak |
to control /master onself | Kendine hâkim olmak |
You'd better learn to control yourself. | Kendine hâkim olmayı öğrensin iyi edersin. |
Take care | kendine iyi bak |
to preen /get oneself into shape /make oneself presentable /get one's act together/to adapt /sich zurechtmachen | kendine çeki düzen vermek |
Who exalts himself will be humiliated but who humiliates himself will be exalted. Matta 23: 12 | Kendini yücelten alçaltılacak, kendini alçaltan yüceltilecektir. |
smug / bigheaded / arrogant / haughty | kendini beğenmiş |
you should listen to yourself | kendini dinlemelisin |
to reveal oneself | kendini ele vermek |
to be bullied | Kendini ezdirmek |
To make oneself get noticed / to attract attention | kendini fark ettirmek |
to improve oneself (morals/ skills) | kendini geliştirmek |
if he doesn't feel well I will give him an aspirin. (lit. let me give) (open conditional /it is possible) a | Kendini iyi hissetmezse, aspirin vereyim. |
Don't fool/deceive yourself. | Kendini kandırma |
He has a pistol to protect himself. | Kendini korumak için bir tabancası var. |
he gathered himself | kendini topladı |
to wear oneself out | kendini yıpratmak |
to feel fit | kendini zinde hissetmek |
to consider (feel) oneself lucky | kendini şanslı hissetmek |
to count oneself lucky | kendini şanslı saymak |
Create yourself an oasis. Here you think (imp). | Kendinize bir vaha yaratın. Burada düşünün.” |
Stay by yourself (alone) | Kendinizle kalın |
She herself had grown up between stacks of books | Kendisi kitap istifleri arasında büyümüştü |
though he was ashamed to admit it to himself | kendisine itiraf etmeye utansa da |
being his usual students | kendisinin her zamanki öğrencileri olan |
to jam / to be clamped in place / (for one´s hands) to be firmly clasped together /(for one´s jaws) to be locked. | kenetlenmek |
centaurs | kentaurlar |
the ruined walls of the city | kentin yıkık surları |
town people / city people (k) | kentliler |
Kleie | kepek |
celery | kereviz |
celery seeds | kereviz tohumu |
kestrel /Turmfalke | kerkenez |
bag / sac / pouch / purse | kese |
bath glove | kese |
. to rub oneself with a kese (bathglove) /to get rubbed with a kese. | keselenmek |
Oppossum / Beutelratte | keseli sıçan |
cut | kesik |
to cackle | kesik kesik gülmek |
to be cut | kesilmek |
part /section /segment / cut (k) | kesim |
precise / clearcut | kesin |
in a sharp contrast to | kesin bir karşıtlık içinde |
firm conviction | kesin kanaat |
the final cost | kesin maliyet |
if I could know for sure | kesin olarak bilebilseydim |
final judgement /final conclusion/ last (absolute) decision | kesin yargı |
to reach a final judgement /to reach a final conclusion | kesin yargıya varmak |
certainly / definitely / absolutely | kesinlikle |
Surely not | Kesinlikle hayır |
I entirely agree | Kesinlikle katılıyorum |
sharp / keen | keskin |
sharp eyed / sharp sighted / pungent | keskin bakışlı |
sharp reflexes | keskin refleksler |
to cut | kesmek |
chestnut | kestane |
we are taking(going) a shortcut | kestirmeden gidiyoruz |
ketchup | ketçap |
to do as one pleases (negative) | keyfi bilmek |
low spirits / out of form | keyfi yerinde değil |
to be in good spirits | keyfi yerinde olmak |
to be in a bad mood/ to feel out of sorts | keyfi yerinde olmamak |
as you wish / up to you / do what you like / suit yourself (negative) | keyfin bilir |
Help yourself / Make yourself comfortable /enjoy yourself (positive /invitation) | Keyfine bak |
Help yourselves (positive /invitation) | keyfinize bakın |
pleasure / delight / bliss / merriment (k) | keyif |
to enjoy oneself / attend to one's pleasures (positive) | Keyifine bakmak |
to cheer up / aufheitern | keyiflendirmek |
delightful/ pleasant (k) | keyifli |
it was pleasant (k) | keyifliydi |
goats | keçiler |
to be discovered | keşfedilmek |
to be dragged into an undiscovered unknown world | keşfedilmemiş bilinmeyen dünyaya sürüklenmek |
an undiscovered world | keşfedilmemiş dünya |
discover / explore / detect | keşfetmek |
discovery | keşif |
I wished (+if verb form) | keşke |
I wished I had come earlier... | Keşke daha önce gelseydim... |
I wished I were there. | Keşke orada olsaydım. |
so that / that /as/which | ki |
which is an option | ki bir olasılık |
which is a possibility that should not be ignored | ki göz ardı edilmemesi gereken bir olasılık |
(who/which) each and every one of them | ki hepsi birer |
(Which) each and every one of them was a masterpiece | ki hepsi birer başyapıttı |
kind / friendly / gentle / polite | kibar |
a kind reminder | kibar hatırlatma |
a polite compliment | kibar iltifat |
gentle words | kibar sözler |
a proud peacock | kibirli bir tavuskuşu |
match / Streichholz | kibrit |
matchstick /Streichholzstäbchen | kibrit çöpü |
Where are the matches ? | Kibritler nerede ? |
to giggle | kıkırdamak |
body hair | kıl |
clay /mud | kil |
by a hair's breadth | kıl payı |
mud huts | kilden kulübeler |
because of his sword | kılıcı yüzünden |
dripping from her sword | kılıcından damlayan |
He tossed his sword at a tree. | Kılıcını bir ağaca doğru savurdu. |
the tip of his sword | kılıcının ucu |
cover / sheath / housse | kılıf |
disguise /costume | kılık |
to disguise / to masquerade /sich verkleiden | kılık değiştirmek |
rug / carpet | kilim |
church | kilise |
lock | kilit |
lock picking | kilit kırma |
the art of lockpicking | kilit kırma sanatı |
thinking the art of lock picking might be able to facilitate their careers | kilit kırma sanatının, kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen |
from ambitious children up to young people thinking that the art of lockpicking might facilitate their career | kilit kırma sanatının, kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen hırslı çocuk ve gençlere kadar |
to be locked (in) | kilitlenmek |
locker | kilitli dolap |
Have you got lockers ? | Kilitli dolaplarınız var mı ? |
sword | kılıç |
to render (make/transform) | kılmak |
kilo | kilo |
to lose weight | kilo vermek |
pounds (kilos) of | kilolarca |
pounds (kilos) of the best kind of Turkish delight | kilolarca en iyi cins Türk lokumu |
overweight | kilolu |
overweight | kilolu |
overweight | kilolu |
kilometre | kilometre |
per kilometre | Kilometre başına |
How much per kilometre ? | Kilometre başına ne kadar ? |
square kilometer | kilometre kare |
who | kim |
Who wants to join me ? | Kim bana katılmak ister? |
who knows / who can know | kim bilebilir |
Who doesn't ! / Wer würde würde das nicht tun! | Kim etmiyor ki? |
Who he is /was | Kim olduğu |
to explain who he is | Kim olduğunu açıklamak |
to not explain who he is /was | Kim olduğunu açıklamamak |
He warned them not explain (that would not explain) who he was | Kim olduğunu açıklamamaları için onları uyardı. |
to identify who he is | kim olduğunu saptamak |
whosoever / anyone | kim olsa |
Who wants to play a game ? | Kim oyun oynamak ister? |
Who wants to live forever? | Kim sonsuza dek yaşamak ister? |
You-Know-Who | Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen |
He was one of You Know Who's closest supporters | Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen'in en sıkı destekçilerinden biriymiş |
Whom to fear /whom you should fear | Kimden korkmalı |
some (k) | kimi |
who cares (spoken) | kimi bağlar |
Sometimes also they (it) were (was) ornamented (b) with reliefs. | Kimi zaman da kabartmalarla bezeliydi. |
Sometimes also they were ornamented (b) with reliefs that he decorated with gilded paint | Kimi zaman da yaldızlı boya ile süslediği kabartmalarla bezeliydi. |
move! | kımılda! |
to stir /move (k) | kımıldamak |
to some of them | kimilerine |
according to some | kimilerine göre |
according to some | kimilerine göre |
motion / slight movement | kımıltı |
motionless | kımıltısız |
to stay motionless | kımıltısız durmak |
whose | kimin |
to identify whose it is | kimin olduğunu saptamak |
with who(m) | kiminle |
With whom are you (pl) going? | kiminle gideceksiniz? |
to identify (someone) (s) | kimliğini saptamak |
Nobody went there at night especially (not) alone. | Kimse geceleyin oraya gitmezdi, hele yalnız. |
nobody came | kimse gelmedi |
Nobody suspected him | Kimse ondan şüphelenmezdi. |
Nobody seems to have enough money. | Kimsede yeterince para yok gibi. |
a place where no one will disturb | kimsenin rahatsız etmeyeceği bir yer |
Nobody would have to x | kimsenin x-mesi gerekmeyecekti |
forlon /lonely /orphan / all alone (k) | kimsesiz |
Ask the questions you cannot ask anyone | Kimseye soramadığın soruları sor |
People who do not harm anyone | kimseye zararı dokunmayan insanlar |
their desire to conquer people who do not harm anyone | kimseye zararı dokunmayan insanları fethetme arzuları |
in order to justify their desire to conquer people who do not harm anyone | kimseye zararı dokunmayan insanları fethetme arzularını haklı çıkarmak için |
she cautioned us not to talk to anyone | kimseyle konuşmamayı bize tembihledi |
chemistry | kimya |
chemical | kimyasal |
Kümmel | kimyon |
sheath / scabbard | kın |
hatred (k) | kin |
quinoa | kinoa |
mode / mood | kip |
restlessly /with steadily excited fidgeting movements /little by little but always moving | kıpır kıpır |
He kept fidgeting /er zappelte unaufhörlich | kıpır kıpır duruyordu |
He was excitedly moving / Er zappelte aufgeregt | kıpır kıpırdı |
To stir / move / toss / wriggle | kıpırdanmak |
to move /stir something | kıpırdatmak |
twitch /wriggle/ motion /unsteadiness | kıpırtı |
knallrot | kıpkırmızı |
striking ginger (colour) / bloodred | kıpkızıl |
prairie / field | kır |
dirt (k) | kir |
the grass of the field | kır otu |
hare / Hase | kır tavşanı |
field lilies | kır zambakları |
How the field lilies grow | kır zambaklarının nasıl büyüdüğü |
rent (fee to pay for renting e.g. a flat) | kira |
How much is the rent? | Kira ne kadar? |
to hire / rent | kiralamak |
for rent /rental | kiralık |
a house for rent | kiralık ev |
to search for a house for rent | kiralık ev aramak |
to share the rent | kirayı paylaşmak |
cherry (k) | kiraz |
barren | kıraç |
the barren land a.. z) | kıraç arazı |
frost | kırağı |
Hoarfrost /Rauhreif | kırağı |
to become frostbitten | kırağı çalmak |
whip / scourge / horsewhip / Gerte | kırbaç |
Limestone /Kalkstein | kireçtaşı |
broken (for good /unrepairable) | kırık |
a broken plate | kırık bir tabak |
broken (seems to be broken /might be fixed) | kırılmış |
Forty | kırk |
I am forty | Kırk yaşındayım |
in the forty years of / vierzigjährig | kırk yıllık |
swallow | kırlangıç |
to get dirty, to become dirty | kirlenmek |
to be defiled | kirletilmek |
to dirty, to make sth dirty | kirletmek |
dirty (k) | kirli |
laundry (dirty wash) | kirli çamaşırlar |
she collects the dirty wash | kirli çamaşırlarını toparlayacak |
countryside | kırlık |
to enter the countryside | kırlığa girmek |
to break (+acc) | kırmak |
red | kırmızı |
The red shoes are too tight. | Kırmızı ayakkabılar çok sıkı. |
a red flash/lightening | kırmızı bir şimşek |
beef | kırmızı et |
Kidney beans / rote Bohnen | kırmızı fasulye |
red currants / rote Johannisbeere | kırmızı frenküzümü |
to run a red light / to jump a red light / bei rot durchfahren | kırmızı ışıkta geçmek |
red lentils | kırmızı mercimek |
cranberry /lingonberry/ Preiselbeere | kırmızı yabanmersini |
a plant being cultivated for its red fruit (product) (ü) | kırmızı ürünü için yetiştirilen bir bitki |
red wine | kırmızı şarap |
reddish (s) | kırmızımsı |
reddish (t) | kırmızımtrak |
hedgehog | kirpi |
eyelashes /Wimpern | kirpikler |
without blinking | kırpmadan |
to blink / clip / crop | kırpmak |
rural | kırsal |
the countryside | kırsal kesim |
stationary / Schreibwaren | kırtasiye |
Schreibwarenhandlung | kırtasiyeci |
to snigger / to laugh in one's sleeve | kıs kıs gülmek |
short | kısa |
shortly after | kısa bir süre sonra |
in short / in brief / in a word | kısacası |
to shorten / to become shorter | kısalmak |
retaliation | kısas |
choked/husky / dimmed /heiser /belegt (k) | kısık |
to stew / cook on a low fire / dämpfen | kısık ateşte pişirmek |
dimmed light | kısık ışık |
to chuckle | kısık sesle gülmek |
with a husky voice (k) /in a low voice | kısık sesli |
jealous | kıskanç |
to act jealous | kıskanç davranmak |
jealous husband | kıskanç koca |
jealousy | kıskançlık |
partly / partially / to a certain extend / teilweise / zum Teil | kismen |
partly also because of the horrific nature of the events / und teilweise wegen der schrecklichen Natur der Ereignisse | kısmen de olayların dehşetengiz tabiatı nedeniyle |
partly to keep the identity of victims secret / teilweise, um die Identität der Opfer geheim zu halten | kısmen kurbanların kimliğini gizli tutmak amacıyla |
mare | kısrak |
the mare's flank | kısrağın böğrü |
by touching slightly the mare's flank | kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak |
to pinch / jam in / shut in (k) / einquetschen | kıstırmak |
scarce / limited | kıt |
with / of little faith | kıt imanlı |
to live from hand to mouth / to make both ends meet / to earn a bare living | kıt kanaat geçinmek |
continent | kıta |
when she opened the book | kitabı açtığında |
When she opened the book, the pages rustled as if they promised a lot of things. | Kitabı açtığında sayfalar çok şeyler vaat edercesine hışırdadı. |
I need to read the book and write its summary. | Kitabı okuyup özetini yazmam gerek. |
according to the story the book would tell | kitabın anlatacağı öyküye göre |
the cover of the book | kitabın kapağı |
the cover of the book pressed against the girl's ear | kitabın kapağı kızın kulağına baskı yapıyordu. |
The cover of the book pressed against the girl's ear as if it wanted to pull her again into its pages. | Kitabın kapağı, onu tekrar sayfalarının içine çekmek istercesine kızın kulağına baskı yapıyordu. |
His book reveals immense contradictions about foods consumed in the United States and other English-speaking Western countries. | Kitabında ABD ve diğer İngilizce konuşulan Batı ülkelerinde tüketilen gıdalarla ilgili muazzam çelişkileri gözler önüne seriyor. |
book | kitap |
to bind books | kitap ciltlemek |
stacks of books / Bücherstapel | kitap istifleri |
the book cover | kitap kapağı |
We can go to the library to read a book, but of course we can read at a café, too. | Kitap okumak için kütüphaneye gidebiliriz; ama tabii bir kafede de okuyabiliriz. |
While reading a book she had fallen asleep. | Kitap okurken uyuyakalmıştı |
out of print (not being present in a book publisher's) | kitap yayımcısında mevcut olmamak |
Books cause all kinds of problems. | Kitaplar her tür soruna neden olurlar. |
Books disappeared because their covers where cut and made into shoe soles | kitaplar yok olmuş; çünkü ciltleri kesilip ayakkabı tabanı yapılmış, |
Books disappeared because with their pages steam baths were heated | kitaplar yok olmuş; çünkü sayfalarıyla buhar banyoları ısıtılmış, |
Books can for example give you an idea. | Kitaplar örneğin sana fikir verebilir. |
bookcase | kitaplık |
bookshop | kitapçı |
the bookshop has a sale on | kitapçıda indirim var |
mass media | kitle iletişim |
mass media and public opinion | kitle iletişim araçları ve kamuoyu |
elated / glad / proud /joyful | kıvançlı |
a happy/proud event | kıvançlı bir olay |
Kiwi | Kivi |
curly | Kıvırcık |
curved | kıvrık |
a curved, pointed knife out of rusty bronze | kıvrık, paslanmış bronzdan sivri uçlu bir bıçak |
winding streams /meandering streams | kıvrıla kıvrıla akan dereler |
to wiggle / to worm | kıvrıla kıvrıla gitmek |
fold / bend / curve / twist (general word - k) | kıvrım |
curled / twisted (k) | kıvrımlı |
clothes (k) | kıyafet |
doomsday / apocalypse / end of the world /(ressurection) | kıyamet |
an apocalypse to break loose /all hell to break loose | kıyamet koparmak |
an apocolapsypse broke out | kıyamet koptu |
compared to / in comparison with a dative | kıyasla |
incomparable | kıyaslanamaz |
shore | kıyı |
ground meat / Gehacktes | kıyma |
girl | kız |
queen (cards) | kız |
as if the girl had asked an inappropriate question | Kız sanki uygunsuz bir soru sormuş gibi |
girlfriend | kız arkadaş |
My girlfriend hates art and music. | Kız arkadaşım sanat ve müzikten nefret eder . |
He hopes his girlfriend will like the neckless. | Kız arkadaşının kolyeyi beğeneceğini umuyor. |
She crouched down beside one of the trees. /Sie kauerte sich neben einen der Bäume. | Kız ağaçlardan birinin yanında çömeldi. |
The girl hugged her father. | Kız babasına sarıldı. |
It was long time since the girl had last seen the sea (from a story told in past tense) | Kız denizi görmeyeli çok olmuştu. |
In the darkness she (k. ) knocked her knee several times against a chair or a coffee table. | Kız karanlıkta birkaç kez dizini bir sandalyeye ya da sehpaya çarptı. |
sister | kız kardeş |
Peewit /Kiebitz | kız kuşu |
When the girl gracefully moved away... | Kız zarafetle ulaşırken |
daughter | kız çocuk |
The girl would spend hours in front of a lock. | Kız, bir kilidin önünde saatler harcardı. |
The girl would spend hours in front of a lock prodding it with her wires and flirting with its mechanism | Kız, bir kilidin önünde, onu telleriyle dürtüp mekanizması ile flört ederek saatler harcardı. |
The girl would spend hours in front of a lock, prodding at it with her wires, flirting with the mechanism, exploring the lock with a casual fascination that is unknown to criminals. | Kız, bir kilidin önünde, onu telleriyle dürtüp mekanizması ile flört ederek, suçlular tarafından bilinmeyen gelişigüzel bir hayranlıkla keşfetmeye saatler harcardı. |
sledge | kızak |
to turn red, to redden, to be fried, to toast (intransitive) | kızarmak |
toastbread | kızarmış ekmek |
to fry (in oil) | kızartmak |
The sight /view of the sled was great | kızağın görüntüsü harikaydı |
Libellen /damselflies | Kızböcekleri |
Libellen /damselflies | Kızböcekleri |
Libelle / damselfly /odonata | Kızböceği |
to make ... angry | kızdırmak |
angry / mad (k) | kızgın |
like an angry bull | kızgın bir boğa gibi |
He let out a bellow like an angry bull | kızgın bir boğa gibi bir böğürtü kopardı |
I am angry because I'm hungry | kızgınım çünkü açım |
anger / indignation / fury (k) | kızgınlık |
to add fuel to the fire (increase a dispute) | kızgınlığını körüklemek |
dark red /ginger | kızıl |
robin (k) | kızılgerdan |
turkish pine /Türkische Kiefer /Kalabrische Kiefer /Pinus brutia /found in the Aegean region, mainly in Southern Turkey | kızılçam |
infrared | kızılötesi |
My daughter goes to kindergarden | kızım anaokuluna gidiyor |
my daughter wants to be a popstar | kızım bir pop yıldızı olmak istiyor |
He didn't want the girl to worry about him. | Kızın kendisi için endişelenmesini istemiyordu. |
Does your daughter want to study? | kızın okumak istiyor mu? |
We will watch the girls run away/ scatter | Kızların kaçışmasını seyredeceğiz |
to be angry | kızmak |
ass /popo | kıç |
to kick s.o.'s ass. / jem. in den Hintern treten | kıçını tekmelemek |
winter | kış |
over winter | kış boyunca |
since the coming of winter (recent form) | kış geldiğinden beri |
since the coming of winter (old form) | kış geleli beri |
Winter had passed hard enough on the farms | Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti. |
the person must be his own doctor | kişi kendisinin doktoru olmalıdır |
The person must first identify the aspects (sides) that need to be developed, | kişi, öncelikle geliştirmesi gereken yanlarını tespit etmeli |
an active man with a personality | Kişilikli, faal insan |
impersonal | kişiliksiz |
in winter | kışın |
We can't go fishing in Winter. | Kışın balık tutmaya gidemeyiz. |
Im Winter fischt man nicht. / One doesn't fish in Winter. | Kışın balık tutulmaz. |
trees that lose their leaves in winter | kışın yapraklarını döken ağaçlar |
personal | Kişisel |
Personal development tests | Kişisel gelişim testleri |
provocative /tantalizing | kışkırtıcı |
a voice to a tantalizing degree familiar | kışkırtıcı bir derecede tanıdık bir ses |
to provoke / agitate / incite / excite | kışkırtmak |
to whinny / to neigh (horse) / hennir / wiehern | kişnemek |
corinth / Korinthe | kişniş |
Coriander /Koriander (fresh) | kişniş |
clarinet | klarnet |
clarinet player | klarnet çalıcısı |
Keyboard /Tastatur (computer) | Klavye |
Clementine | Klementin |
air conditioning | klima |
Turn on the air conditioner, please. | Klimayı aç lütfen. |
Chlorine / Chlor - Cl 17 | Klor |
Cobalt - Co 27 (geçmiş metalleri /Hafif gri tonda metalik) | Kobalt |
husband | koca |
my husband said "I hope we don't get lost" | kocam 'umarım kaybolmayız' dedi |
to grow old | kocamak |
huge | kocaman |
to smell / sniff /stink | koklamak |
to smell (of) | kokmak |
Smell /scent /odor | koku |
to smell /catch a smell | koku almak |
a dog that has rolled in something smelly,dirty | kokulu,pis bir şeylerin içinde yuvarlanmış bir köpek |
to rot / to go bad (k) / childish expression | kokuşmak |
rotten / foul / fetid / rancid (k) childish expression | kokuşmuş |
arm | kol |
The arm is broken, it remains inside the sleeve (prov. When something shameful happened, tge family will cover it up. > We have doubts about, but we will never fibd out...) | Kol kırılır, yen içinde kalır. |
wristwatch | kol saati |
easy | kolay |
Take it easy. / Be at ease. / may it be easy for you! | Kolay gelsin |
I knew it was not going to be easy | Kolay olmayacağını biliyordum. |
to easily get broken | kolayca kırılmak |
I hope it won't break easily | Kolayca kırılmamasını umuyorum |
it can facilitate | kolaylaştırabilecek |
to facilitate / to simplify / to ease | kolaylaştırmak |
pry about, spy outkolaçan etmek, prowl, walk about | kolaçan etmek |
to watch / to keep a good lookout for (k) | kollamak |
My arms and legs were revolting. | Kollarım ve bacaklarım isyan etti. |
I crossed my arms | kollarımı kavuşturdum |
to cross one's arms | kollarını kavuşturmak |
to cross one's arms | kollarını kavuşturmak |
armchair / seat | koltuk |
He sat like frozen to his chair. | Koltuğunda donakalmıştı |
My arm hurts | kolum acıyor |
necklace | kolye |
comedy | komedi |
comedian | komedyen |
nightdesk / Nachttisch | komodin |
into her nightdesk drawer | komodinin çekmecesine |
She had hid a box of matches in the drawer of her night desk . | Komodinin çekmecesine bir kutu kibrit saklamıştı. |
compote | komposto |
order /comnand | komuta |
to obey a comnand /to comply to a command | komuta uymak |
general (mil) | komutan |
communist | komünist |
neighbour | komşu |
I don't like my neighbour. He is a meddler. | Komşumdan hoşlanmıyorum. İşgüzar biri. |
When our neighbour Emre was young he had a big family. | Komşumuz Emre'nin gençken büyük bir ailesi vardı. |
if things like making phone calls from the neighbour's house were left aside, he spent this week pretty much on reading books. | Komşunun evinden telefon etmek gibi şeyler bir tarafa bakılırsa, bu haftayı hemen hemen kitap okuyarak geçirmişti. |
villa | konak |
to camp | konaklamak |
cone | koni |
to put on / settle / perch | konmak |
to concentrate | konsantre olmak |
concert | konser |
consul | konsolos |
consulate | konsolosluk |
contract /agreement | kontrat |
to renew the contract | kontratı yenilemek |
become uncontrollable | kontrol edilemez hale gelmek |
to check | kontrol etmek |
control requirement / control condition | kontrol şartı |
to be out of control | kontrolden çıkmak |
to lose control | kontrolü kaybetmek |
topic /subject | konu |
to handle / to be about /to deal with a subject | konu işlemek |
to be publicly disgraced | konu komşuya rezil olmak |
guest / visitor | konuk |
to welcome guests / to host | konuk ağırlamak |
state / position/ status / location | konum |
to position / to situate / to locate | konumlanmak |
let's get back to the subject | konumuza geri dönelim |
speaking of which (lit. While the subject is being opened) | konusu açılmışken |
about (k) | konusunda |
Let's come to the subject | konuya gelelim |
to stick to the point | konuya odaklanmak |
to be in need of someone to talk to | konuşacak birine ihtiyaç duymak |
speech disorder | konuşma bozukluğu |
What do you think the speech implied? | Konuşma sence neyi kastetti? |
They went (proceeded) straight ahead without talking. | Konuşmadan dosdoğru ilerlediler. |
his talking / his lecture / his speech (k) | konuşması |
more opportunities to speak | konuşmasına daha çok fırsat |
the beginning of his lecture | konuşmasının başı |
since the beginning of his lecture | konuşmasının başından beri |
He said the same things again and again since the beginning of his lecture. | Konuşmasının başından beri aynı şeyleri söyleyip durdu. |
The region in which (this language) is spoken is on Chinese soil. | Konuşulduğu bölge Çin topraklarında |
Since the region in which (this language) is spoken is on Chinese soil. | Konuşulduğu bölge Çin topraklarında olduğundan |
to be talked | Konuşulmak |
he/they would be discussing (+acc. object) | konuşuyor olacaktı |
convention | konvansiyon |
to snatch | koparmak |
to copy | kopyalamak |
I'm copying and pasting. | Kopyalayıp yapıştırıyorum. |
Korea | Kore |
floor / hallway | koridor |
lightning flashing in the hallways | koridorlarda çakan şimşekler |
coward | korkak |
to fear / to be afraid of | korkmak |
No need to fear (you don't need to fear) | Korkmana gerek yok. |
No need to fear (you don't need to fear) | Korkmana gerek yok. |
Don't fear ! Hold on (stay /stand in your place) and wait! See how the Lord will save you today! (Mısır'dan 14:13) | Korkmayın! Yerinizde durup bekleyin, RAB bugün sizi nasıl kurtaracak görün. |
You are not afraid. (You don't fear.) | Korkmuyorsun. |
fear | korku |
to be petrified (by fear) | korkudan donakalmak |
Despite the fear prickling in my stomach | Korkunun midemde karıncalanmasına rağmen |
Funny how fear can affect you. | Korkunun seni nasıl etkilediği gülünç. |
scary / terrifying / awful / terrible | korkunç |
to scare / intimidate | korkutmak |
scary | korkutucu |
He had a scary face. | Korkutucu bir yüzü vardı. |
They were afraid, but they also afraid to say no. | korkuyorlardı, ama hayır demeye de korkuyorlardı. |
against that what he feared it had scarcely any effect(s) | kortuğu şeye karşı etkileri yok denecek kadar azdı |
small forest / grove | koru |
forester /woodsman /ranger / protector/Förster | korucu |
The rangers maintain the hiking trails (p) in the forest. | Korucular, ormandaki patikaların bakımını yapacak. |
unripe grape | koruk |
coppice /Wäldchen | koruluk |
Would you like to hike through the woods(coppice/Wäldchen) ? | Korulukta yürüyüşe çıkmak ister misin? |
guard (k) | koruma |
to maintain / save / keep / protect | korumak |
Her guards changed/swobbed places. | Korumaları yer değiştirdi. |
to be protected / preserved | korunmak |
huge / giant adj (k) | koskoca |
He had a giant jetblack moustache. | Koskoca kapkara bir bıyığı vardı. |
huge / giant / enormous | koskocaman |
his enormous beard | koskocaman sakalı |
his huge beard which was spread over his knees functionned as a blanket | koskocaman sakalı dizlerine dökülmüş, bir battaniye işlevi görüyordu. |
bucket | kova |
tag (game of) | kovalamaca |
the tag (game of purchase) kept us fit | kovalamaca bizi zinde tuttu |
to play tag | kovalamaca oynamak |
to pursue / chase / give chase / run after | kovalamak |
pursuing (Pres Participle) | kovalayan |
to fire (k) | kovmak |
cavity, hole | kovuk |
to put | koymak |
dark | koyu |
dark red | koyu kırmızı |
ockergelb | koyu sarı |
The ocker coloured (b) wall plaster seemed so dirty. | Koyu sarı boyalı duvar sıvası bu kadar kirli görünüyordu. |
the dark yellow (ocker) coloured (b) plaster(pl) | koyu sarı boyalı sıvalar |
to deepen / darken / thicken | koyulaşmak |
to begin to / se mettre à (k) | koyulmak |
sheep | koyun |
a sheep or a chicken thief | koyun ya da tavuk hırsızı |
dormitory | koğuş |
He runs but doesn't grow weak | Koşar ama zayıf düşmez |
to run | koşmak |
to harness | koşmak |
to bustle about / to cause to run | koşturmak |
condition / Bedingung | koşul |
to meet the conditions | koşulları sağlamak |
to go for a run | koşuya çıkmak |
I like to go for a run and then take a shower | koşuya çıkmayı ve sonra duş almayı severim |
hustle and bustle / commotion | koşuşturma |
fumble / bustle / fummeln | koşuşturmak |
king | kral |
the king and queen stated that they were going to be parents | kral ve kraliçe ebeveyn olacaklarını açıkladılar |
high treason | krala hainlik |
He sat down at the queen's feet | kraliçe'nin ayaklarının dibine oturdu |
suitable to queens / that would befit queens (aorist makes it hypothetical) | kraliçelere yaraşır |
with a contempt befitting queens | kraliçelere yaraşır bir küçümsemeyle |
the solid rows of the Queen's soldiers | Kraliçenin Askerleri'nden katı sıralar |
kingdom | krallık |
tie | kravat |
brother /bro /dude (shortened in texting) | krdş |
credit | kredi |
credit card | kredi kartı |
cream | krem |
whipped cream | krem şanti |
whipped cream syphon | krem şanti sifonu |
meringue / creamy pastry | kremalı pastacık |
ice coffee (with creme on top) | kremalı soğuk kahve |
ice cream with whipped cream | kremşantili dondurma |
pancake | krep |
cricket | kriket |
crystal | kristal |
attack | kriz |
to inflame the crisis / to escalate the crisis | krizi tırmandırmak |
Chromium / Chrom - Cr 24 (geçiş metalleri) | Krom |
stop watch /timer | kronometre |
croissant | kruvasan |
hairdresser (k) | kuaför |
dom /cupola / Kuppel | kubbe |
lap | kucak |
Embrace / Umarmung | kucak |
to embrace / hug (k) | Kucaklamak |
to hug / embrace (k) | kucaklaşmak |
She kept a bag on her lap | Kucağında bir kese duruyordu. |
force (kd) | kudret |
a spell of power / a power(ful) talisman | kudret tılsımı |
to rage / rave / go mad / boil over / get furious | kudurmak |
Puppet | kukla |
slave (auch im religiösen Sinne) | kul |
ear | kulak |
to attend / give ear / pay attention/ listen carefully / hark(en) | kulak vermek |
ohrenbetäubend | kulakları sağır eden |
And my ears hear better than those of a bat. | Kulaklarım da bir yarasanınkinden daha iyi duyar. |
He pulled his earplugs off | kulaklıklarını çıkardı |
Let him who has ears hear! | Kulağı olan işitsin ! |
What is whispered into your ear, proclaim it from the rooftop | Kulağınıza fısıldananı damlardan duyurun |
What is whispered to your ear, proclaim it from the rooftops. | Kulağınıza fısıldananı, damlardan duyurun. |
tower | kule |
user | kullanıcı |
to become available / usable | kullanılabilir hale gelmek |
to become useless /disfunctional / unusable | kullanılamaz hale gelmek |
I can't even afford to buy a used car. | Kullanılmış bir araba bile almaya gücüm yetmez. |
Out of use / out of order / außer Betrieb | Kullanım dışı |
useful | kullanışlı |
to come in handy | kullanışlı olmak |
impractical | kullanışlı olmayan |
to use / to drive | kullanmak |
in a manner ready to use | kullanmaya hazır bir şekilde |
to worship / serve | kulluk etmek |
handle /grip / Griff | kulp |
please - If you do this for me, I'll do anything for you / lit. Let me be your slave and disciple ! | Kulun kölen olayım ! |
incubation (nest) | kuluçka |
incubation (nest) ist the natural and physiological desire they exhibit (show) | Kuluçka, gösterdikleri doğal ve fizyolojik arzu hali. |
in order to make continue (.tir) the generation /progeny of poultry (winged animals) incubation is the natural and physiological desire they exhibit (show ) | Kuluçka, kanatlı hayvanların nesillerini devam ettirebilmek için gösterdikleri doğal ve fizyolojik arzu hali. |
to brood | kuluçkaya yatmak |
club | kulüp |
sand | kum |
gambling | kumar |
to gamble | kumar oynamak |
fabric / cloth | kumaş |
sandstone | kumtaşı |
beaver | kunduz |
Heart (cards) | kupa - kör |
cookie | kurabiye |
rule | kural |
anomaly / irregularity / exception | kuraldışılık |
to look for exceptions | kuraldışılıkları aramak |
in accordance with the rules | kurallara uyularak |
to stretch the rules | kuralları esnetmek |
victim | kurban |
frog | kurbağa |
to tamper witb / to irritate | kurcalamak |
ribbon (k) | kurdele |
fiction | kurgu |
to mount /to build 7 to fictionalize | kurgulamak |
to be fictionalized /to be made up / to be composed / to be formulated | kurgulanmak |
to set; to establish; to found | kurmak |
cunning | kurnaz |
wolf | kurt |
The wolf was howling | Kurt uluyordu. |
saviour | kurtarıcı |
to rescue / recover | kurtarmak |
Wolves attacked the sheep pens (rep) | Kurtlar koyun ağıllarına saldırmış |
The places gnawed by the worms had looked like tiny bullet holes. | Kurtların kemirdiği yerler minik mermi delikleri gibi görünmüştü. |
seen by / to judge from the number of wolves | kurtların sayısına bakılırsa |
salvation | kurtuluş |
dry | kuru |
dried peas / getrocknete Erbsen | kuru bezelye |
black eye beans | kuru börülce |
weiße Bohnen / white beans (lit. dry beans) | kuru fasulye |
fruitcake (with dried fruit) | kuru meyveli kek |
board (committee) | kurul |
board member | kurul üyesi |
to dry oneself / to wipe oneself / to be dried | kurulanmak |
established / set | kurulmuş |
congress (activity) | kurultay |
organizations | kuruluşlar |
soot / Ruß | kurum |
institution | kurum |
with soot | kurumla |
he was covered (Pqpf) with soot | kurumla örtülmüştü |
dried / getrocknet | kurutulmuş |
dried plum /Backpflaume | kurutulmuş erik |
dried fruit / Dörrobst | kurutulmuş meyveler |
nuts (k) | kuruyemiş |
bullet /missile | kurşun |
lead /Blei | kurşun |
bullet hole | kurşun deliği |
bullet-proof vest | kurşun geçirmez yelek |
Bleistift/pencil | kurşun kalem |
Kuskus | kuskus |
Don't vomit (on a dat.) | kusma sakın |
to vomit | kusmak |
fault / flaw / defect / failure | kusur |
Don't look at the flaw - a very sincere way to say Sorry | Kusura bakma |
perfect / faultless / impeccable | kusursuz |
flawlessly / in a perfect way | kusursuz bir şekilde |
celebrate / congratulate | kutlamak |
blessed | kutlu |
Bible exegesis | Kutsal kitap yorumu |
the holy law | Kutsal yasa |
to bless | kutsamak |
to be blessed | kutsanmak |
can (e.g. coke) | kutu |
box | kutu |
What's inside the box? | Kutuda ne var? |
Pole / polar /terminal | kutup |
polar bear | kutup ayısı |
polar bear fur / Eisb¨arfell | kutup ayısı kürkü |
pole star | kutup yıldızı |
quarts (stone) | kuvars |
power (..v) | kuvvet |
strong / powerful (k) | kuvvetli |
there was a risk of strong wind | kuvvetli rüzgâr riski vardı |
vigorously /energisch | kuvvetlice |
tail / cue / Schwanz /Schweif | kuyruk |
comet | kuyruklu yıldız |
I hate queuing (waiting in a queue) | Kuyrukta beklemekten nefret ediyorum. |
I hate to enter a queue. | Kuyruğa girmekten nefret ediyorum. |
hidden / sheltered /secluded/ snug (k)/ işsiz, sessiz, göze çarpmayan | kuytu |
it was in a sheltered /secluded (k) place (nothing happens there ever) | kuytu bir yerdeydi |
jeweler /jewelry store | kuyumcu |
He goes to the jeweler | kuyumcuya gider |
cousin | kuzen |
north | kuzey |
North Amerika | Kuzey Amerika |
Northpole | kuzey kutbu |
on the north side | kuzey tarafında |
the nothern hemosphere | kuzey yarım küre |
up north | kuzeyde |
raven | kuzgun |
with raven-black hair / mit rabenschwarzen Haar | kuzguni saçlı |
lamb | kuzu |
swan | kuğu |
bird | Kuş |
The bird is sitting on a branch. | Kuş dalda oturuyor. |
a bird cage | kuş kafesi |
bird watchers | kuş meraklıları |
Feather/ plume / down / fluff | Kuş tüyü |
eiderdown / quilt | Kuş tüyü yorgan |
belt (not leather) pouch / money-belt (k) | kuşak |
generation (homonym of belt) | kuşak |
to be inherited from generation to generation | kuşaktan kuşağa aktarılmak |
rosehip /églantier /Hagebutte | kuşburnu |
suspicicion / distrust / fear | kuşku |
to distrust / suspect / fear / worry/ smell a rat/ be suspicious/ disbelieve | kuşkulanmak |
without any doubt | kuşkulanmaksızın |
doubtless | kuşkusuz |
doubtless it is so | kuşkusuz öyledir |
The bird gas a worm in its beak. | Kuşun gagasında solucan var. |
nightmare | kâbuş |
i pushed the bowl towards him. | Kâseyi ona doğru ittim. |
filter paper/ Filterpapier | kâğıt filtresi |
meatball-bread | köfte-ekmek |
root | kök |
because they couldn't take roots | Kök salamadıkları için |
because they couldn't take roots they dried off | Kök salamadıkları için kuruyup gittiler. |
to take roots | kök salmak |
slave | köle |
a slave is not higher than his master | köle efendisinden üstün değildir |
It is enough if the slave is/for the slave to be like his master | Kölenin efendisi gibi olması yeterlidir |
dog | köpek |
shark | Köpekbalığı |
to set the dogs on s. o. /die Hunde auf jemanden hetzen | köpekleri (birinin) peşine salmak |
My dog is barking. | Köpeğim havlıyor. |
My dog will not bite you | Köpeğim seni ısırmaz. |
bridge | köprü |
the bridge is very close | köprü çok yakın |
on the brigdes the traffic is blocked (clogged/stuck) | köprülerde trafik tıkanıyor |
much water has passed under the bridge since / Many things have changed since then | köprünün altından çok sular geçti |
foam | köpük |
foamingly | köpük köpük |
bubbly | köpük köpük kabarmış |
mousse (dessert) | köpük tatlısı |
sparkling / foamy / fizzy | köpüklü |
sparkling / foamy / fizzy | köpüklü |
to explode /effervesce /bubble over | köpürmek |
blind | kör |
blindly believing | kör inançlı |
In the country of the blind, the one-eyed man is king (Erasmus) | Körler ülkesinde tek gözlü adam kraldır |
The eyes of the blind are being opened | Körlerin gözleri açılıyor |
to fan / blow up / waken / instigate / embitter / "put oil into the fire" | körüklemek |
bad | kötü |
When she was taking shelter next to her father after a bad dream | kötü bir düşten sonra babasının yanına sığındığında |
If I'm having a bad day, I'll tell all my Facebook friends! | Kötü bir gün geçiriyorsam, tüm Facebook arkadaşlarıma söylerim! |
It was a bad day, it passed... | Kötü bir gündü, geçti... |
the feeling that something bad is goingto happen / ill boding | kötü bir şey olacağı hissiyle |
bad spells / evil spells | kötü büyüler |
She loved the stories in which were evil spells and good fairies | Kötü büyüler ve iyi perilerin olduğu hikâyeleri seviyordu. |
a bad/dark joke (some people may laugh others may call it bad taste) | kötü espri |
Bad news travels(reaches) quickly(t) | Kötü haber tez ulaşır |
under bad weather conditions | Kötü hava şartlarında |
ill-disposed / mean spirited /malicious 7 malevolent | kötü niyetli |
unfortunate | kötü tâlihli |
You're setting a bad example | Kötü örnek oluyorsunuz |
more than bad / by far the worst | kötüden de öte |
evil / vice /wickedness / harm / malice | kötülük |
Abstain from evil | Kötülükten sakının |
pessimistic | kötümser |
pessimism | kötümserlik |
crippled / paralyzed / lame | kötürüm |
the lame walk (are walking) | kötürümler yürüyor |
village | köy |
in villages, markets and suchlike places | köy, pazar ve benzeri yerlerde |
by wandering around in villages, markets suchlike places | köy, pazar ve benzeri yerlerde dolaşarak |
Travelling tradesman selling small haberdashery items by traveling in villages, markets and similar places | Köy, pazar ve benzeri yerlerde dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan gezici esnaf |
just outside the village | köyün hemen dışında |
corner / angle | köşe |
around the corner | köşe başında |
the azalee that was in a flowerpot standing on the small table in the corner | köşedeki sehpanın üzerinde duran saksıdaki açelya |
diagonal | köşegen |
angular | köşeli |
angular traits | köşeli hatlar |
my corner | köşem |
I withdrew to my corner | köşeme çekildim |
to be in a tight corner / to have one's back against the wall /to be trapped / cornered/ in Schach gesetzt | köşeye sıkışmak |
mold /mildew /mouldiness | küf |
He spun around cursing. | küfrederek döndü. |
to curse a dative / swear | küfretmek |
sulfur / Schwefel -S 16 | kükürt |
ashes | kül(ler) |
cone / conical hat | külah |
underpants | külot |
culture | kültür |
cross-cultural communication | kültürlerarası iletişim |
ashly (greyish) (s) | külümsü |
ashly (greyish) (t) | külümtrak |
cluster (k) /flock /pile/ cloud | küme |
cumulus cloud | küme bulut |
poultry / Geflügel (specific) | kümes hayvanları |
cube | küp |
earring | küpe |
sphare /Kugel (geometr.) | küre |
offended / resentful / mimosa | küskün |
to be offended ) to be angry | küsmek |
arrogant / cheeky / frech | küstah |
to hammer /bang | küt küt vurmak |
mass /bulk /block (k) | kütle |
occuring as (big) blocks (k) | kütleler hâlinde bulunan |
log /stump /block | kütük |
library | kütüphane |
The library is near the pub. | kütüphane barın yanında |
You were very young (small) /du warst sehr klein | küçücüktün |
small | Küçük |
small circles (d) | küçük daireler |
Jackdow /Dohle | küçük karga |
Don't take painkillers for a small indisposition. | Küçük rahatsızlık için ağrı kesici ilaçlar içme. |
He did not like to think that he loved his little niece merely (s) because he had returned home. | Küçük yeğenini sade eve döndüğü için sevdiğini düşünmek hoşuna gitmiyordu. |
to become smaller (k) | küçülmek |
rather small / dwarfish (k) | küçümen |
disdain / contempt | küçümseme |
to belittle /to underestimate / to despise / to look down on (k) | küçümsemek |
laboratory | laboratuvar |
ultramarine / darkblue | lacivert |
lapislazuli | lacivert taşı |
word /talk (l) | laf |
for the sake of conversation | laf olsun diye |
don't mumble the words in your mouth / don't beat about the bush / don't go around the houses | lafı ağzında geveleme |
Even before finishing his talk he steered towards the inn. | Lafını bitirmeden hana yönelmişti bile. |
the cheese boat is not walking with words /actions speak louder than words | lafla peynir gemisi yürümez |
the cheese boat is not walking with words /actions speak louder than words | lafla peynir gemisi yürümez |
cabbage | lahana |
knickname | lakap |
tulip | lale |
tulips | laleler |
lamp | lamba |
bloody / damn / adj | lanet olası |
You open your laptop | Laptopu açarsın |
rubber boots / Wellingtons / Gummistiefel | lastik çizme |
they must not forget their rubber boots | lastik çizmelerini unutmamalılar |
to be too familiar / unceremonius | laubali olmak |
familiarity | laubalilik |
the sink is filled with water, it does not go... | lavabo su ile doldu, gitmiyor... |
The sink blocked, how can I open it ? | Lavabo tıkandı nasıl açabilirim |
I took off the pipe of the sink / I took the pipe of the sink into pieces | lavabonun borusunu söktüm |
How does the water clogging /blocking the sink get out (go) ? | lavaboya dolan su nasıl gider |
worthy (l) | layık |
laser sighting system / Laservisiersystem | lazerli nişan alma sistemi |
chamberpot / bedpan / Nachttopf | lazımlık |
in favor of | lehine |
to abdicate in favour of | lehine feragat etmek |
stain / spot | leke |
to stain | lekelemek |
Leslie would definitely go crazy if she saw that telefon laying on a silver tray. | Leslie telefonun gümüş bir tepsi içinde durduğunu görseydi kesinlikle çıldırırdı. |
perch /Barsch | levrek |
Perch, turbot (Steinbutt), red mullet (Rotbarbe), lobster, shrimps and mussels | Levrek, kalkan, barbunya, istakoz, karidesler ve midyeler |
stork | leylek |
flavour /savour | lezzet |
delicious /tasty | lezzetli |
carcass | leş |
putrid / evil smelling /malodourous (l) | leş gibi kokan |
stinker (l) | leş gibi kokan kimse |
leader | lider |
Ballaststoffe / fiber | lif |
league | lig |
they might win the league, but it's unlikely | lig şampiyonu olabilirler, ama çok olası değil |
to become the league champion; to win the league | lig şampiyonu olmak |
(sea)port /haven/ harbour | liman |
lemon | limon |
lemon juice | limon suyu |
lemonade | limonata |
lemon drops (candy) Zitronenbonbons | limonlu şeker |
turkish currency | lira |
college /lycée (before university) | lise |
list | liste |
Lithium - Li 3 | Lityum |
Litschi | liçi |
box / loge (opera) | loca |
porthole /bull's eye / Bullauge | lomboz |
London is rainy on April four. | Londra 4 Nisan'da yağmurlu. |
When she talked about lords and kings a romantic glance/glow appeared in those always ice cold looking eyes of hers | Lordlar ve krallardan söz ederken, o her zaman buz gibi soğuk bakan gözlerinde romantik bir parıltı beliriyordu. |
gloomy/dim/obscure /dark (l) | loş |
In the dim light, the silhouettes playing across the curtain looked confusing and strange. | Loş ışıkta perde üzerinde oynaşan silüetler kafa karıştırıcı ve tuhaf görünüyordu. |
Luke ignored me and took a sip of his coffee. | Luke beni görmezden gelip kahvesinden bir yudum aldı. |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği iPod'umu aldım |
I took my I pod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği Pod'umu aldım |
I took my iPod which Luke called superfluous brain numbing gadgets and despised, which I had bought with my savings of a year. | Luke'un gereksiz beyin uyuşturucu cihazlar olarak adlandırıp küçümsediği, bir yıllık birikimimle aldığım iPod'umu aldım. |
word (l) | lâkırdı |
garnet / Granat | lâl taşı |
luxury | lüks |
Please text me ! | Lütfen bana mesaj at ! |
Please leave me in peace ! | lütfen beni rahat bırak |
Would you please write it down somewhere ! | Lütfen bir yere yazar mısınız. |
Please complete your exercise. | Lütfen eğitimini tamamla. |
please let me know | lütfen haberdar edin |
please sit down | lütfen oturun |
Please answer the question honestly. | Lütfen soruyu dürüstçe cevaplayın. |
Please accept my apology. | Lütfen özrümü kabul edin. |
Please don't be offended | Lütfen şimdi bana darılma |
Please don't show us those pictures again | lütfen şu fotoğrafları bize tekrar gösterme |
Please don't disturb him while he is studying. | Lütfen, ders çalıştığı zaman onu rahatsız etme. |
Please close the door when you get out. | Lütfen,çıkarken kapıyı kapatın. |
'or anything'/ 'or whatsoever' Mutated duplication in spoken language - a word is repeated with its initial replaced by: | m |
'and all...' 'etc. etc.' Mutated duplication in spoken language in positive statements - a word is repeated with its initial replaced by: | m |
unfortunately | maalesef |
Unfortunately there was no free seat | maalesef boş koltuk yoktu |
unfortunately the police couldn't find the murder weapon | maalesef polis cinayet silâhını bulamadı |
unfortunately not / unfortunately there are none | maalesef yok |
temple /sanctuary /chapel /shrine (m) | mabet |
adventure | macera |
medal | madalya |
financial damage (h) | maddi hasar |
seen that / considering that/since/ étant donné que, vu que | Madem |
Considering that you so much dislike me to be in the shop | Madem beni bu dükkânda bu kadar istemiyordunuz |
Since we are together (for once) I want to say a few things. | Madem bir aradayız bir şeyler söylemek istiyorum. |
Since we are together (for once) ... | Madem bir aradayız... |
Since you are so curious... | Madem bu kadar merak ediyorsun ... |
flat water | maden suyu |
devices dedicated to mining | madencilik adanmış cihazlar |
Magnesium - Mg 12 | Magnezyum |
skillfully (m) | maharetle |
embarrassed / verschämt / red-faced | mahcubiyetle |
court | mahkeme |
the verdict / court order | mahkeme kararı |
The American priest Brunson was released after a last-minute decision by the court. | Mahkemenin son dakika kararı ile ABD'li rahip Brunson serbest bırakıldı. |
I hope we won't have to go to court. | Mahkemeye gitmek zorunda kalmayacağımızı umuyorum. |
prisoner (m) | mahkum |
privacy | mahremiyet |
to love one's privacy | mahremiyetini sevmek |
limited / stuck | mahsur |
to isolate | mahsur bırakmak |
isolated | mahsur kalan |
to be stuck /limited /isolated /stranded /besieged /shut up | mahsur kalmak |
to destroy / ruin /to mess up | mahvetmek |
I messed up | mahvettim! |
I am done (for) / I am fucked | mahvoldum |
cellar | mahzen |
article | makale |
pasta | makarna |
reasonnable | makul |
to cost | mal olmak |
to be charged with property damage | mala zarar vermekle suçlanmak |
to increase the cost | maliyet artırmak |
to lower the costs | maliyet azaltmak |
to bring down the cost / to keep down the cost / to reduce the cost | maliyet düşürmek |
to bring down the cost / to keep down the cost / to reduce the cost | maliyet düşürmek |
costs | maliyetler |
ingredients | malzemeler |
to take away the meaning/sense | manayı ortadan getirmek |
cloth pin / Wäscheklammer | mandal |
mandarin | mandalina |
spiritual / moral | manevi |
Foster child / adoptive child | manevi evlat |
moral obligation | manevi yükümlülük |
Barbecue (device) | mangal |
to make a barbecue | mangal yapmak |
on the grill | mangalda |
I like fish cooking on the grill. | Mangalda pişen balığı seviyorum. |
Manganese /Mangan Mn 25 (geçiş metalleri /metalik) | mangan |
Mango | Mango |
because they fired him on the grounds of removing the unrest out of the Manisa church | Manisa kilisesinden huzursuzluk çıkardığı gerekçesiyle kovdukları için |
The witness who pointed out that he had made these statements feeding himself with hatred becaused they had sacked him on grounds of removing the unrest from the Manisa | Manisa kilisesinden huzursuzluk çıkardığı gerekçesiyle kovdukları için kendisinin düşmanlık besleyerek bu ifadeleri verdiğini belirten tanık |
The witnesses at Manisa were connected to the court via teleconferencing | Manisa'daki tanıklar telekonferans yöntemi ile mahkemeye bağlandı |
mushroom | mantar |
cork | mantar |
cork stopper (bottle) / Flaschenkorken | mantar tıpa |
to gather mushrooms | mantar toplamak |
logical | mantıklı |
in logical order | mantıksal sırada |
illogical | mantıksız |
coat (m) not much used word (for woman) | manto |
with my coat (m - not often used word for fem. coat) | mantomla |
view / sight / landscape | manzara |
Marabou stork | marabu |
Carpenter | marangoz |
(He is ) more than a carpenter | marangozdan da öte |
marathon | maraton |
I was buying his present (h) when he walked (g) into the shop (m) | markete girdiğinde hediyesini alıyordum |
We'll go to the market and the pub | markete ve bara gideceğiz |
march | Mart |
seagull | martı |
The seagulls follow the steamboat and eat the bagels. | Martılar vapuru takip ediyorlar ve simitleri yiyorlar. |
lettuce | marul |
to be exposed to a dative | maruz kalmak |
table | masa |
He seized/ grapped the desk lamp | masa lambasını kavradı |
He seized/ grapped the desk lamp | masa lambasını kavradı |
He seized/ grapped the desk lamp | masa lambasını kavradı |
tablecloth (m) | masa örtüsü |
fairytale /Märchen | masal |
without fairytale | masalsız |
my table / my desk | masam |
She want to climb onto the table and perforate him with a fork. | Masanın üstüne çıkıp onu çatalla delik deşik etmek istedi. |
mask | maske |
cost/ expense | masraf |
worth the expense | masrafına değer |
Costs are up, revenue is down. What can you do? | Masraflar yükseldi, gelirler düştü. Ne yapabilirsin? |
expensive (m) | masraflı |
infinitive (gram. ) | mastar |
infinitive verb ending /infinitive suffix | mastar eki |
innocent | masum |
mat (foto) | mat |
a flask / water bottle (camping) | matara |
printing shop | matbaa |
maths | matematik |
I never received good grades in mathematics. | Matematikten hiçbir zaman iyi not alamadım. |
Drill / Bohrmaschine | matkap |
funny | matrak |
blue | mavi |
Blue tit | mavi baştankara |
a blue speckled butterfly | Mavi benekli kelebek |
blueish (s) | mavimsi |
blueish (t) | mavimtrak |
yeast | maya |
parsley | maydanoz |
slightly sour/ tart / süßsauer /piquant /pungent | mayhoş |
mine | mayın |
mined | mayın döşenmiş |
May | Mayıs |
making drowsy /sleepy (m) /schläfrig machen | mayıştırıcı |
to make s. o. drowsy | mayıştırmak |
monkey | maymun |
swimsuit | mayo |
mayonnaise | mayonez |
(fire) cracker | maytap |
oppressed | mazlum |
Let the oppressed hear (i) and rejoice | Mazlumlar işitip sevinsin ! |
match (sport) | maç |
pique (cards) | maça - pik |
man of the match | maçın adamı |
he was man of the match | maçın adamıydı |
cave (m) | mağara |
store | mağaza |
he mentionned that the store was closed at noon | mağazanın öğlen kapandığını belirtti |
to leave the shop | mağazayı terk etmek |
proud / haughty | mağrur |
to be haughty | mağrur olmak |
haughtiness /disdainfulness | mağrurluk |
forced / bound /obliged (m) | mecbur |
to be obliged (m) | mecbur olmak |
parliament | meclis |
The party that had the majority in the Parliament, formed the government. | Mecliste çoğunluğu olan parti, hükümet kurdu. |
watercourse /channel / conduct / media | mecra |
civilization / culture | medeniyet |
media | medya |
Meggie used to think that this first sound that came out of every book was different according to the story the book would tell. | Meggie her kitabın çıkardığı bu ilk sesin, kitabın anlatacağı öyküye göre değiştiğini düşünürdü. |
Meggie threw bread crumps to them that had remained in her pocket from a picnic she had gone on a long (already) forgotten day | Meggie onlara montunun cebindeki, artık çoktan unuttuğu bir gün gittiği bir piknikten kalan ekmek kırıntılarını atmıştı |
Meggie threw bread crumps to them that had remained in her pocket from a picnic she had gone on a long (already) forgotten day,when suddenly the door opened. | Meggie onlara montunun cebindeki, artık çoktan unuttuğu bir gün gittiği bir piknikten kalan ekmek kırıntılarını atmıştı ki kapı bir anda ardına kadar açıldı. |
As they walked there, Meggie involontarily gripped Mo's hand. | Meggie oraya doğru yürürken istemsizce Mo'nun elini tuttu. |
Meggie kept turning in her bed from one side to the other, somehow she couldn't sleep. | Meggie yatağında bir o yana bir bu yana dönüp duruyor, bir türlü uyuyamıyordu. |
bigger than the school Meggie went to last year | Meggie'nin geçen yıl gittiği okuldan daha büyük |
He caught Meggie's eye | Meggie'yle göz göze geldiler |
Meggie was pondering at least one hour over what this answer could mean. | Meggie, en az bir saat bu yanıtın ne anlama geldiği konusunda kafa yordu. |
Meggie adored to read books by candlelight. | Meggie, mum ışığında kitap okumaya bayılıyordu. |
mechanism | Mekanizma |
flirting with the mechanism | mekanizması ile flört ederek |
letter | mektup |
place /space /sight /locality | mekân |
angel | melek |
angel's statue | melek heykeli |
Big-bodied animal from the group of carnivore mammals | Memelerin et obur takımından iri gövdeli hayvan |
mammal | memeli |
cetacean (a marine mammal of the order Cetacea ; a whale, dolphin, or porpoise) | memeli deniz hayvanı |
Mammalian species | memeli türü |
country /fatherland /home town (m) | memleket |
satisfied / content / delighted /pleased | memnun |
to dissatisfy | memnun edememek |
pleasurably/satisfactorily / pleasingly | memnun edici bir şekilde |
to delight /satisfy / make happy / charm | memnun etmek |
I would love to | memnun kalırım |
I will appreciate it | memnun olurum |
satisfaction / pleasure | memnuniyet |
to be pleased / to feel pleased | memnuniyet duymak |
pleasing /gratifying / satisfactory | memnuniyet verici |
to give pleasure / satisfaction / to gratify | memnuniyet vermek |
unrewarding | memnuniyet vermeyen |
gladly / with pleasure | memnuniyetle |
officer (fonctionnaire) | memur |
manager (m) | menajer |
manager (being a manager) | menajerlik |
handkerchief | mendil |
a Violet / Veilchen | menekşe |
violet /purple | menekşe rengi |
clamp (me...) | mengene |
hinge / Scharnier | menteşe |
to get out of the hinges /aus den Angeln geraten | menteşelerinden çıkmak |
menu | menü |
Can we have the menu please ? | menüyü alabilir miyiz lütfen? |
Don't worry,it doesn't matter ! | merak etme, önemli değil |
curious | meraklı |
You are curious. | Meraklısın. |
to die to know something / vor Neugierde platzen | meraktan çatlamak |
red coral / Edelkoralle (for gems) | mercan |
red coral jewelry | mercan takı |
marjory | mercanköşk |
lense | mercek |
meringue | mereng |
Hello cutie! | Merhaba şekerim! |
the center /Mittelpunkt | merkez |
marble | mermer |
bullet (m) | mermi |
bullet holes | mermi delikleri |
extend /degree /rank | mertebe |
(work) shift | mesai |
His shift starts at seven thirty am. | Mesaisi sabah yedi buçukta başlar. |
You stay overtime | Mesaiye kalırsın |
to stay overtime | mesaiye kalmak |
message | Mesaj |
to text | mesaj atmak |
they're for example pretty good at maths | mesela matematikte oldukça iyiler |
matter/ issue/ problem | mesele |
What's the matter ? | mesele ne? |
the thing is / the trouble was | mesele şu ki ... |
e.g. / such as / for example (m) | meselâ |
Like what for example? | Meselâ ne gibi ? |
Like what for example? | Meselâ ne gibi ? |
profession | meslek |
trade secret / Berufsgeheimniss | Meslek sırrı |
colleague /coworker | meslektaş |
The metal expands if you heat it. | Metali ısıtırsan genişler. |
a metallic coppery smell | metalik bakırımsı bir koku |
Penny /sou / brass farthing | metelik |
Text | metin |
The text is easier to understand. | Metnin anlaşılması daha kolaydır. |
metre | metre |
available / existing | mevcut |
existing infrastructure | mevcut altyapı |
current network | mevcut ağ |
the present state / the current situation /present condition | mevcut durum |
best available techniques | mevcut en iyi teknikler |
to become available | mevcut hale gelmek |
under present circumstances | mevcut koşullarda |
to exist / to become available / to subsist | mevcut olmak |
present study | mevcut çalışma |
master / god | mevla |
seasonal | mevsimlik |
(Lit. Field Battle of the Commander-in-Chief") was a battle in the Greco-Turkish War (1919–1922) term used for a war of 3+ nations | Meydan muharebesi |
challengingly /in defiance of | meydan okuyarak |
inclined / predisposed | meyilli |
fruit | meyve |
Fruchtmark | meyve eti |
fruit basket /Obstkorb | meyve serpeti |
juice | meyve suyu |
a thin, long, soft, feetless, small animal living as a parasite in things as fruit, vegetables, meat, cheese, wood and bowels. | meyve, sebze, et, peynir, tahta, bağırsak gibi şeyler içinde asalak olarak yaşayan, ince, uzun, yumuşak, ayaksız küçük hayvan |
fruitcake (cake with fruit on top) / Obstkuchen | meyveli kek |
orchard | meyvelik |
Get out of my orchard or I´ll set the dogs on you! | Meyveliğimden çık, yoksa köpekleri peşine salarım! |
to dig a grave | mezar kazmak |
appetizers / amuses-gueule | meze |
graduated | mezun |
to graduate from | mezun olmak |
He has the intention to graduate. | mezun olmak niyetinde |
to meet the requirements for graduation | mezun olması için gereken şartları karşılamak için |
it seems /to my surprise | meğer |
torch | meşale |
In the light of the torches she saw men, their fists raised to the sky and in the darkness undulating green flags. | Meşalelerin ışığında adamların gökyüne usanmış yumruklarını, karanlıkta dalgalanan yeşil bayraklarını gördü. |
oak | meşe |
acorn | meşe palamudu |
I guess you're busy | meşgulsün herhalde |
famous | meşhur |
to legitimize | meşruluk kazandırmak |
Or (rather not)/ otherwise | Mi yoksa mı |
stomach /Magen | mide |
sickening | mide bulandırıcı |
heartburn /Sodbrennen (lit. stomach burning) | mide yanması |
my stomach twisted (not a very common expression) | midem bukuldu |
I feel sick | midem bulanıyor |
While my stomach lurched, I held my breath. | Midem bulayınca nefesimi tuttum. |
I feel like eating (My stomach is getting scratched through) | Midem kazınıyor |
my stomach twisted(k) so much that a lump sat in my throat | midem o kadar kasılmıştı ki boğazıma bir yumru oturdu |
to have the stomach getting scratched / 'damaged' by hunger = to be hungry / to feel like eating | Midesi kazınmak |
pony | midilli |
mussel (seashell/ the animal inside) | midye |
mica /Glimmer (of the group of silicate minerals easily slicable) | mika |
microwave | mikrodalga |
microwave | mikrodalga |
quantity | miktar |
mile | mil |
millimetre | milim |
to threaten the national security | milli güvenliği tehdit etmek |
national lottery | milli piyango |
national lottery ticket | milli piyango bileti |
national lottery ticket | milli piyango bileti |
nationality (m) | milliyet |
billions of turkish pounds | milyarlarca lira |
million | milyon |
architectual rendering | mimari sunuş tekniği |
tinsy winsy (m) | minicik |
tiny (m) | minik |
tiny (m) naked feet | minik çıplak ayaklar |
grateful | minnettâr |
to be grateful | minnettâr olmak |
shirt (old word -m) | mintan |
to appoint s. o. as a heir /to designate a heir | mirasçı tayin etmek |
to murmur / mutter | mırıldanmak |
purr (sound of a cat) Schnurren /ronronnement | mırlama |
guest | misafir |
guest room | misafir odası |
Egypt | Mısır |
Corn / Mais | mısır |
Lime /Limone | Misket limonu |
lazy /sluggish /sleepy | miskin |
His lazy brown eyes, like those of a cow, looked with a mild surprise | Miskin kahverengi gözleri bir ineğinkiler gibi hafif şaşkınlıkla bakıyordu. |
mission | misyonerlik |
missionary activity | misyonerlik faaliyeti |
to engage in missionary activities | misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak |
to be in the mission | misyonerlik yapmak |
myth | mit |
was it ? | miydi ? |
temperament /nature | mizaç |
to whine /heulen /quengeln | mızmızlanmak |
spear | mızrak |
He held his spear. | Mızrağını tuttu. |
using his spear as being a walking stick | mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak |
helmet | miğfer |
when Mo and Meggie arrived at (came to) the door | Mo'yla Meggie kapının önüne gelince |
when Mo and Meggie arrived at (came to) the door he stood a few steps behind (g) them and... | Mo'yla Meggie kapının önüne gelince o onların birkaç adım gerisinde durup |
Mo had forbidden her to lighten candles at night. | Mo, geceleri mum yakmasını yasaklamıştı. |
mobile device | mobil cihaz |
to read books on mobile devices | mobil cihazlarda kitap okumak |
furniture | mobilya |
fashion | moda |
fashion designer | modacı |
model | model |
Moiraine kneeled down next to each one in turn. | Moiraine sırayla her birinin yanında diz çöktü. |
break | mola |
In the break snacks were served. | Molada ara öğün sunuldu. |
Blouson | mont |
His jacket ( blouson) | Montu |
Does the coat keep you warm ? No, it doesn't. | Montu seni sıcak tutuyor mu? Hayır, sıcak tutmuyor. |
bread crumbs remaining in the pocket of her coat from a picnic | montunun cebindeki bir piknikten kalan ekmek kırıntıları |
purple | mor |
upsetting / depressing | moral bozucu |
to become/turn purple | morarmak |
walrus/Walross | mors |
very purple | mosmor |
Motorbike | Motosiklet |
the intricate patterns on the mosaic floor | mozaik zeminindeki girift desenler |
mp3 player (pronunciation) | mp3 çalar (m p üç çalar) |
become exempt (from) | muaf hale gelmek |
treatment (m) | muamele |
to examine | muayene etmek |
enormous /huge (m) | muazzam |
an enormous weight | muazzam ağırlık |
enormous contradictions | muazzam çelişkiler |
he exposes enormous contradictions | muazzam çelişkileri gözler önüne seriyor |
miracle | mucıze |
I can't do miracles. | Mucizeler yaratamam ya. |
muffin | muffin |
Budgerigar (Wellensittich) | Muhabbet Kuşu |
conservative | muhafazakâr |
guard (m) /bodyguard /escort / guardian | muhafız |
Let's loot the guardians depots and find some money. / Lass uns die Depots der Wächter plündern und uns decken mit Geld eindecken. | Muhafızların depolarını yağmayalıp para bulalım. |
A milk pudding that has legendary origins dating as far back as Sassanid Persia. The basic ingredients are rice, sugar, rice flour and milk. | Muhallebi |
neighbourhood /surroundings | muhit |
probably / likely/ most likely | muhtemelen |
It probably won't hurt you at all. | Muhtemelen seni hiç yaralamayacak. |
magnificent /spectacular / splendid /brilliant / glorious / great | muhteşem |
at a fabulous price | muhteşem bir fiyata |
a great example stands in front of us | muhteşem bir örnek önümüzde duruyor |
magnificently/ resplendently / spellbindingly | muhteşem bir şekilde |
epic fail | muhteşem fiyasko |
magnificent beauty | muhteşem güzellik |
that would be fantastic | muhteşem olurdu |
fantastic pictures | muhteşem resimler |
the magnificent century | muhteşem yüzyıl |
a splendid victory | muhteşem zafer |
He was gorgeous (magnificent) More than gorgeous, he was beautiful. | Muhteșemdi. Muhteşemden de öte, çok güzeldi. |
candle | mum |
candlelight | mum ışığı |
by candlelight | mum ışığında |
Mungbohnen | mung fasulyesi |
Moses | Musa |
infested / haunted | musallat |
to haunt / to impost oneself / to pester | musallat olmak |
Jews (m) | Museviler |
tap / Wasserhahn / robinet | musluk |
the gasket (rubber sealing ring) of the tap / Dichtungsring des Wasserhahns | musluğun contası |
monsoon | muson |
kitchen | mutfak |
It's between the kitchen and the living room. | mutfak ve oturma odası arasında |
In the kitchen,inthe living room -as if they wanted to run us crazy (ç) - a big swarm of flies flew non stop back and forth. | Mutfakta, oturma odasında sanki bizi çıldırtmak istercesine büyük bir sürü sinek durmadan ileri geri uçuyordu. |
to tidy up the kitchen | mutfağa çeki düzen vermek |
surely / absolutely /without fail (m) | mutlaka |
happy | mutlu |
Merry Christmas | Mutlu Noeller |
Happy New Year | Mutlu Yıllar |
happiness | mutluluk |
jubilant / "flying to the airs from joy" | mutluluktan havalara uçan |
unhappy | mutsuz |
When she is unhappy she is irritable. | Mutsuz olduğu zaman asabidir. |
unhappiness | mutsuzluk |
banana | muz |
stricken by /suffering from | muzdarip |
trickster / prankster / mischievous / teasing /impish | muzip |
qn impish look | muzip bir bakış |
an impish smile | muzip bir gülüş |
troll | muzip cüce |
a hobgoblin | muzip peri |
fight /strife / struggle (m) / campaign | mücadele |
gem / jewel / precious stone | mücevher |
a cup covered with jewels | mücevherlerle kaplı bir fincan |
Intervention | müdahale |
directorate /management /directorship /headship | Müdürlük |
for life (m) | müebbet |
life imprisonment (m) | müebbet hapis |
engineer | mühendis |
delay /respite /Aufschub /Frist / (a fixed period of time for carrying out an action) | mühlet |
to grant a delay | mühlet vermek |
good news | müjde |
The gospel is preached to the poor. | Müjde yoksullara duyuruluyor.. |
excellent | mükemmel |
possible | mümkün |
it is impossible / unlikely | mümkün değil |
to allow / to render possible | mümkün kılmak |
within the possible extend especial to / for ( a dativ) | mümkün mertebe ... özgü |
as late as possible | mümkün mertebe geç |
as early as possible | mümkün olduğu kadar erken |
as near as possible | mümkün olduğu kadar yakın |
at your convenience | mümkün olduğu kadar yakın bir zamanda |
at your convenience | mümkün olduğu kadar yakın bir zamanda |
as soon as possible | mümkün olduğu kadar çabuk |
as much as possible | mümkün olduğu kadar çok - mümkün olduğu kadar fazla |
as many times as possible | mümkün olduğu kadar çok kez |
competition | müsabaka |
available (not occupied) | müsait |
there are no toilets available | müsait tuvalet yok |
consideration / idea / observation /opinion | mütalaa |
consistently | mütemadiyen |
thankful (...kk..) | Müteşekkir |
stunning/ terrific / devasting /fabulous / entsetzlich / fürchterlich | müthiş |
this was a great success! | müthiş bir başarıydı! |
I have an awful bad conscious. / Ich habe ein entsetzlich schlechtes Gewissen. | Müthiş bir vicdan azabı içindeyim. |
debate | müzakere |
auction | müzayede |
museum | müze |
the fossiles at the museum | müzedeki fosiller |
music | müzik |
a stereo player / Stereoanlage | müzik seti |
musician | müzisyen |
acccompagnied by the music | müziğin eşliğinde |
kind / soft /tender (m) | müşfik |
kind, thoughtful and sensitive | müşfik, düşünceli ve hassas |
The customer is always right. | müşteri her zaman haklıdır |
Do all of the clients behave kind towards him? | Müşterilerin hepsi ona karşı dost canlısı mı davranır? |
He has a lot of meetings with clients. | Müşterileriyle birçok toplantı yapar. |
What are you(sg) doing ? Slang | Nabıyon ? |
What are we doing ? Slang | Nabıyoruz |
ironmonger / Eisenwarenhändler | nabur |
rare (adj) | nadir |
you have a rare disease | nadir bir hastalığınız var |
rare books | nadir bulunan kitaplar |
the value of rare books | nadir bulunan kitapların değeri |
seldom /rarely | nadiren |
chorus | nakarat |
cash | nakit para |
embroidered | nakışlı |
transport /freight | nakliye |
a transport (freight) helicopter | nakliye helikopteri |
prayer (islamic) | namaz |
He was fired because he prayed. | namaz kılıyor diye işten atıldı |
to do prayer | namaz kılmak |
prayer rug | namaz seccadesi |
prayer time | namaz vakti |
Gun barrel /Lauf (Gewehr / Pistole) / Rohr (Kanone) | namlu |
Nandu | nandu |
peppermint | nane |
what shall we do (slang)? | Napalım |
What are you doing bro (slang) | Napıyon krdş |
what do you want to do (slang)? | napmak istersin |
Granatapfel /pomegranate | nar |
robin (n) | nar bülbülü |
Citrusfruit /Zitrusfrüchte | narenciye |
waterpipe | nargile |
to have one's share (n.a.) | nasibini almak |
How | Nasıl |
seen how you jumped | nasıl atladığına bakılırsa |
How mistaken he was | Nasıl da yanılıyordu |
How do you say? /Wie sagt man | Nasıl diyorsunuz |
How would I survive? | Nasıl hayatta kalacaktım? |
anyway / anyhow / somehow or other | nasıl olsa |
anyhow /somehow or other you will get over it | nasıl olsa sen atlatırsın |
however /peu importe comment | nasıl olursa olsun |
Define it however you like | nasıl tanımlarsanız tanımlayın |
How to ask for help / How help is asked for ? | Nasıl yardım istenir? |
to grant | nasip etmek |
advice (n) | nazihat |
to advice /sermon /counsel (n) | nazihat etmek |
sweet natured / civilized / obliging /kind/ gentle (n) | Nazik |
courteously (n) | nazik bir şekilde |
(to be) on thin ice/ in a precarious condition | nazik durumda (olmak) |
a gentle attitude /a gentle behaviour | nazik tavrı |
tactfully (n) (lit. in a polite and understanding manner) | nazik ve anlayışlı bir şekilde |
to kindly request | nazikçe talep etmek |
what ? | ne |
what would you like? (have / take) | ne alırsınız? |
What do you want to buy ? | Ne almak istiyorsun? |
what's the point?!? | Ne anlamı var ki? |
What's the point? / What's the meaning? | ne anlamı var? |
what an idiot! | ne aptal! |
for shame | ne ayıp |
How do I know ?/No freaking idea | Ne bileyim (ben) ? |
How cold you look ! | Ne de çok üşümüş görünüyorsun ! |
What did you say? | Ne dedin? |
What did you say? I'm sorry, I was lost in thought. | Ne dedin? Özür dilerim, düşünceye dalmışım. |
whatever you say | ne dersin de |
Whatever you say / I don't care what you say, I liked it | Ne dersin de. Beğendim |
What do you think? | ne düşünüyorsun |
They neither sow nor reap | Ne eker ne de biçerler |
you reap what you sow | ne ekersen onu biçersin |
What's the difference ?!? | Ne farkı var ki? |
no more no less | ne fazla ne (de) eksik |
What beautiful girls especially Ayşe. | Ne güzel kızlar, hele Ayşe. |
How cool! | Ne harika! |
How cute | ne hoş |
what would you like? (want) | ne istersiniz? |
neither good nor wicked | ne iyi ne de aşağılık |
What will we drink? | Ne içeceğiz ? |
What is your job? | Ne iş yapıyorsun? |
how much | ne kadar |
how helpless | ne kadar aciz |
What an ordinary day this has been! | Ne kadar da sıradan bir gün oldu! |
The sooner the better. /Je früher desto besser. | Ne kadar erken olursa o kadar iyi. |
to be worried about how safe it will be | ne kadar güvenli olacağından endişeli olmak |
how nice | ne kadar hoş |
How much would you like ? | Ne kadar istersiniz ? |
Just let me tell (you)/( I should tell you) how happy /pleased I am | ne kadar mutlu - memnun olduğumu söylemeliyim |
How much money do you have ? | Ne kadar paran var ? |
How much money do you have(s) ? | Ne kadar paraya sahipsin? |
As many as there are protons so many elektrons are there | Ne kadar protonu varsa, o kadar elektronu vardır. |
how long (time) | ne kadar süre |
How long can you keep them ? / Wielange halten sie sich ? | Ne kadar süre dayanır ? |
For how long ? | Ne kadar süreliğine? |
I can't thank you enough | ne kadar teşekkür etsem az |
How much damage is there? | Ne kadar zarar var? |
how hard can it be? | ne kadar zor olabilir? |
How funny.The zebra is like a donkey in pyjamas. | Ne komik. Zebra pijamalı eşek gibi. |
blessed is / lucky is / happy is + Dat | ne mutlu |
lucky me | ne mutlu bana |
lucky you | ne mutlu sana |
Happy is the country which has no history ! | Ne mutlu tarihi olmayan bir ülkeye ! |
How happy is he who can say I am a Turk | ne mutlu türküm diyene |
What happened? | Ne oldu? |
So what ? | Ne olmuş? |
What a chilly day! | Ne serin bir gün! |
How often | Ne sıklıkta |
how often do you come here | Ne sıklıkta buraya gelirsiniz ? |
what he said | ne söylediği |
He could not hear what he said. | ne söylediğini duyamadı |
thinking about what he should say | ne söylemesi gerektiğini düşünerek |
whatever I say | ne söylersem söyleyeyim |
What a coincidence ! | Ne tesadüf ! |
What a coincidence ! Me, too! | Ne tesadüf ! Ben de ! |
What would you hope for ? / What did you hope for ? | Ne umardın ? |
what's wrong with that | ne var bunda? |
However (n) | Ne var ki |
However wisdom is confirmed by the works it produces. | Ne var ki bilgelik ortaya koyduğu işlerle doğrulanır. |
whatever I x (e) | ne x-ersem x-eyim |
It's certain what he will do. | Ne yapacağı belli |
We did not decide yet what we will do. | Ne yapacağımıza henüz karar vermedik. |
whatever I do it's not good enough for him | ne yaparsam yapayım onun için yeterince iyi değildir. |
whatever I do it's not good enough | ne yaparsam yapayım yeterince iyi değildir. |
I don't know what I should do / I don't know what to do. | Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. |
What was he supposed to do? | Ne yapması gerekiyordu |
What does he love to do? | Ne yapmayı çok sever? |
as long as you know what you're doing | ne yaptığını bildiğin sürece |
unfortunately | ne yazık ki |
what would you like to eat? | ne yemek istersiniz? |
What did you cook? | Ne yemek yaptın? |
What does he like to eat ? | Ne yemeyi sever? |
What will we eat ? | Ne yiyeceğiz ? |
What will we eat and what will we drink? | Ne yiyip ne içeceğiz ? |
He neither grows tired nor weak | Ne yorulur ne de zayıflar |
you shouldn't have! (What a trouble you made to yourself) | ne zahmet ettin! |
When | ne zaman |
When are you going to leave ? | ne zaman ayrılacaksın? |
Whenever a washing rope dropped its wash in the dirt | Ne zaman bir çamaşır ipi çamaşırları çamura düşürse |
What time shall we meet ? | Ne zaman buluşacağız ? |
When is he going to come? | Ne zaman gelecek? |
When do you lock up / close ? | Ne zaman kapatacaksınız ? |
When will that be? | Ne zaman olacak? |
When can we see him? | Ne zaman onu görebiliriz? |
So what if you don't love me | ne çıkar beni sevmesen de |
What does it matter ?!? | Ne önemi var ki? |
whatever the methodes/ egal durch welche Methoden | ne şekilde olursa olsun |
however whatever the means /wie und wodurch auch immer | ne şekilde ya da nasıl olursa olsun |
In what way ? (form) | ne şekilde? |
Neither nor | Ne... ne de |
reason / cause | neden |
why | neden |
Why did you go to Europe? | Neden Avrupa'ya gittin? |
why did you fall in love? | neden aşık oldun? |
Why didn't you tell (s) us ? | Neden bize söylemediniz ? |
why do you hang out with me all this time | neden bunca zamandır benimle takılıyorsun |
Why do you say that? | Neden böyle söylüyorsun? |
Why did he have to stop? | Neden durması gerekti? |
why are you worrying | neden kaygılanıyorsunuz |
Why do I say that ?!? | Neden mi böyle söylüyorum ? |
Why are you so sad ? | Neden o kadar üzgünsün? |
to cause | neden olmak |
Why not ? | neden olmasın? |
Why do I have to tell (a) you (pl) ? | Neden size anlatmak zorundayım? |
The reason(n) was not only (s) Prince Ash, though (g) he had sparked my desire not to be noticed. | Nedeni sadece Prens Ash değildi, gerçi fark edilmeme isteğimi tetiklemişti. |
maid of honour (servant of a king) | nedime |
breath | nefes |
Breath in ! Breath out ! / Inhale, exhale! | Nefes alın, nefes verin! |
breathlessly /pantingly /out of breath | nefes nefese |
Holding my breath I struggled to get my face out (of the water). | Nefesimi tutarak yüzeye çıkmak için debelendim. |
yummy | nefis |
hatred | nefret |
to hate (n.d.) | nefret duymak |
to hate (+ abl) n.e. (most common term) | Nefret etmek |
river (n) | nehir |
we followed the river(n) so (s) we didn't get lost | nehiri takip ettik bu sayede kaybolmadık |
what is happening ? what is going on? | neler dönüyor ? |
She had difficulty to understand what was happening | Neler olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu. |
What did you do after our last meeting? | Neler yaptın en son görüşmemizden sonra? |
wet / damp (n) | nemli |
I wiped the little table with a wet cloth /Ich wischte den Wohnzimmertisch nit einem feuchten Tuch ab | Nemli bir bezle sehpanın üzerine sildim. |
a damp wind | nemli bir rüzgâr |
Neon- Ne 10 | neon |
by almost a third | nerdeyse üçte bir oranında |
Where / what part of | nere |
Where / where is he / where is it | nerede |
Where shall we meet ? | Nerede buluşacağız ? |
How do you know ? | Nereden biliyorsun ? |
Where are you? | Neredesin? |
to almost cover his feet | neredeyse ayaklarını örtmek |
What places do you want to see ? | Nereleri görmek istiyorsun? |
Where are you from? | Nerelisin ? |
what part of me | nerem |
what part of you | Neren |
Where does it hurt? | neresi acıyor? |
We did not decide yet where we will go. | Nereye gideceğimize, henüz karar vermedik. |
Where shall we go ? | Nereye gidelim? |
Where are you going? | nereye gidiyorsun? |
daffodil / Narcissus | nergis |
generation / posterity / Nachwuchs / progeny / descendance / lineage | nesil |
object (gram.) | nesne |
net/ clearly / sharp | net |
a clear and open way | net ve açık bir şekilde |
to be expressed in a clear and open manner | net ve açık bir şekilde ifade edilmek |
bed sheet / Bettbezug | nevresim |
Newton's law of gravity | Newton'un yerçekimi kanunu |
what for (spoken) | neyden |
What was his name? | Neydi adı ? |
to /at what (dat. of what) | neye |
do you remember what he looked like? | neye benzediğini hatırlıyor musun? |
What are you getting ready for this much? / What are you preparing (e. g. dressing) for this much? | Neye hazırlanıyorsun ki bu kadar? |
What are you getting ready for? / For what are you preparing (e. g. dressing)? | Neye hazırlanıyorsun? |
What are you getting ready for? / For what are you preparing (e. g. dressing)? | Neye hazırlanıyorsun? |
What are you interested in ? | Neye ilgin var? |
What is his crime ? / What is he accused of ? | Neyle suçlanıyor ? |
kindness / politeness / courtesy (n) | nezaket |
kindness / refinement /mannerly / politeness | nezaket |
kindly / polıtely / amiably / mildly | nezaketle |
rude / impolite /mannerless/ discourteous | nezaketsiz |
decent | nezih |
cold / Schnupfen | nezle |
I got flu. | Nezle oldum. |
full of joy | Neşe dolu |
overjoyed (in a state full of joy) | neşe dolu bir hâlde |
cheerful / sprighty/ high-spirited /mirthful /merry (n) | neşeli |
cheerful thoughts | neşeli düşünceler |
Your are full of happy thoughts | neşeli düşüncelerle doluysun |
to look/appear cheerful | neşeli görünmek |
cheerfully /merrily | neşeyle |
scalpel | neşter |
many a... / a great many / rather a lot / how many | nice |
Many a man has breathed his last in this desert! | Nice adamlar bu çölde son nefeslerini vermişlerdir. |
Many happy returns ! | Nice senelere ! |
I haven't seen him for rather a long time | Nice zamandır onu görmedim. |
Nickel - Ni 28 (Parlak, hafif altın rengi ile karışık metalik ve gümüş) | Nikel |
wedding (n) | nikâh |
to have the authorization to perform a marriage ceremonial | nikâh kıyma yetkisine sahip olmak |
perform a marriage ceremony | nikâh kıymak |
blessing (n) | nimet |
grandmother (n) | nine |
lullaby (n) | ninni |
April | Nisan |
comparatively /relatively | nispeten |
qualitative | nitel |
to characterize / to describe / to qualify / to specify (n) | nitelendirmek |
to be decribed / characterized | nitelenmek |
composition/ property / Beschaffenheit / Eigenheit | nitelik |
qualified / elligible / meritable / sufficient / having the quality of | nitelikli |
qualified plunder /qualified robbery | nitelikli yağma |
qualified looting and establishing a criminal organization | nitelikli yağma ve suç örgütü kurma |
intention | niyet |
statement of purpose (intention and goals) | niyet ve hedefler açıklaması |
His intention was good, but he too just talked like any person starting to give a sermon. | Niyeti iyiydi, ama nasihat etmeye başlayan her insan gibi, o da sadece konuşuyordu. |
his intention was good, but... | niyeti iyiydi, ama... |
to intend | niyeti olmak |
he has the intention | niyetinde |
I am fasting (n) | niyetliyim |
you shouldn't have! (Why did you trouble yourself) | niçin zahmet ettiniz |
nıche /bay / Nische | niş |
to aim at (in order to hit) (n) | nişan almak |
to get engaged | nişanlanmak |
engaged | nişanlı |
starch | nişasta |
Go to Russia at Christmas. | Noel'de Rusya'ya git. |
chickpeas / Kichererbse | nohut |
point (in numbers) | nokta |
please (slang) | nolur |
Normally I would wear whatever cleanish was on thefloor, but today was special. | Normalde, yerde temize yakın ne varsa alır giyerdim, ama bugün özeldi. |
Norway | Norveç |
note /memo | not |
musical note | nota |
to be awestruck (n) | nutku tutulmak |
he used it in a speech (n) | nutkunda kullanmıştı |
speech /discourse | nutuk |
guard/watchman /sentinel (n) | nöbetçi |
on duty /on guard | nöbetçi |
in neutral state | nötr hâlde |
population | nüfus |
nuclear waste | nükleer atık |
He /she / it / that | o |
While he ate the Queen continued to ask questions. | O yerken, Kraliçe soru sormaya devam etti. |
She was the kind of... | O ... türüydü |
She weighs sixty kilos | o altmış kilo |
that isn't my mum’s favourite car | o annemin en sevdiği araba değil |
He thinks of buying a motorbike instead of the car. | O araba yerine motorsiklet almayı düşünüyor. |
He bought that car twenty years ago. | o arabayı yirmi yıl önce aldı |
He seemed to never grow up. | O asla büyümüyor gibiydi. |
She had a serious grudge against me. | O bana karşı ciddi bir garezi vardı. |
Sometimes he gives bagels to the sea gulls. | O bazen martılara simit veriyor. |
That is a different pair of shoes/ that's another story | o başka |
Is it for me ? | O benim için mi ? |
He is one metre seventy-five centimetres | o bir metre yetmiş beş santim |
That isn't my grandma's necklace | o büyükannemin kolyesi değil |
She also was covered up to her throat with white fur. | O da boynuna kadar beyaz kürklerle kaplıydı. |
He also never understood that peopledid bad things for money, because he didn't care for money. (didn't give importance too) | O da insanların para için kötü şeyler yapmasını hiç anlamıyordu çünkü kendisi paraya hiç önem vermez. |
Laughing he did the same. | o da kahkaha atarak aynısını yaptı |
also why that speaker comes up until the end of the news with an emotionless expression but smiles at the last words is a fact that cannot be understood. | o da spikerin neden donuk bir ifadeyle haberin sonuna kadar gelip de son kelimelerde gülümsediğinin anlaşılamamasıdır. |
She talks even to the milkman about her visions. | O da vizyonlarından sütçüye bile söz ediyor. |
He called me just now | O demin beni aradım |
He is not like his brother. He is very different from him. | O erkek kardeşine benzemez. O ondan çok farklı. |
Can you recite that old poem? | O eski şiiri ezbere okuyabilir misin? |
That house is ours. | O ev bizim(ki) |
He hates housework. | O ev işlerinden nefret ediyor. |
It rained that night, a fine gently drizzling rain. | O gece yağmur yağıyordu, ince, usul usul çiseleyen bir yağmur. |
And you need to find something to kill the time until he comes. | O gelene kadar da zamanı öldürecek bir şey bulman gerek. |
he wished that he had worn | o giymiş olmayı isterdi |
everybody exposed to that eyeless look | o gözsüz bakışa maruz kalan herkes |
a visible shiver traveled over everyone who was exposed to that eyeless look. | o gözsüz bakışa maruz kalan herkeste gözle görülür bir ürperti gezindi. |
this afternoon he would go to the place he every month grudgingly avoided to visit. | O gün öğleden sonra da her ay istemeye istemeye uğramaktan çekindiği yere gidecekti. |
until that day | o güne kadar |
She is wonderful | o harika |
He falls (d) asleep immediately | O hemen uykuya dalar |
he always criticizes me | o hep beni eleştiriyor |
He enjoyed all of them. | O hepsinden zevk alırdı. |
he's always in the way, isn't he? | o her zaman ayak altında, öyle değil mi? |
It did not look / seem (...k) very inviting | O hiç davetkâr gözükmüyordu. |
It's nice | o hoş |
In that case / therefore (h) | O hâlde |
He was very pleased with that compliment. | O iltifattan çok hoşnuttu. |
he doesn't believe (aorist) | o inanmaz |
He is a kind, very calm and romantic man. | O iyi kalpli, çok sakin ve romantik bir adam. |
It isn't that simple | o kadar da basit değil |
Don't pretend any longer to be so honest. | O kadar dürüstmüş gibi davranmayın artık. |
I got so scared, I dropped my ice cream | o kadar korktum ki, dondurmamı düşürdüm |
I am so tired, I could sleep standing. | O kadar yorgunum, ki ayakta uyuyabilirim. |
it snowed so much we couldn't go outside | o kadar çok kar yağdı ki dışarıya çıkamadık |
He rang the door bell. | O kapı zili çaldı. |
What do you mean (when you said), that was not your brother? | O kardeşin değil derken ne kastettin? |
because he is in love with that girl | o kız aşık olduğundan |
That isn't my daughter. | O kızım değil |
I am rather good at it | O konuda oldukça iyiyim. |
I would be very bad at it. | O konuda çok kötü olurdum. |
He was as far as possible from being normal. | O normal olmaktan alabildiğine uzaktı. |
He is too young to go to school. (g.k.) | O okula gidemeyecek kadar küçük. |
He is too young to go to school. | O okula gitmek için çok küçük. |
He treated him like a bomb that might explode any moment. | O ona her an patlayacak bir bombaymış gibi davranıyordu. |
He feeds them | O onları doyurur. |
he stood a few steps behind (g) them and | o onların birkaç adım gerisinde durup |
He stood a few steps behind (g) them and began (k) to anxiously inspect the closed window shutters. | o onların birkaç adım gerisinde durup evhamlı bir şekilde kapalı panjurları incelemeye koyuldu. |
from behind one of those windows | o pencerelerin bir tanesinin arkasından |
He was talking about that stupid(s) dinner party.(d) | O salak akşam yemeği davetinden söz ediyordu. |
He drives as if he were drunk. | O sarhoşcasına arabasını kullanır. |
She's blond. | o sarışın |
It is for you. | O senin için. |
He is not bored. | O sıkılmıyor. |
at that moment / at that point | o sırada |
meanwhile / at that time / around that time / thereabouts | o sıralarda |
Those streets were kept open. | O sokaklar açık tutuluyordu. |
Those streets were kept open by the red-cloaked (coat - c) pikemen. | O sokaklar kırmızı ceketli mızraklı askerlerle açık tutuluyordu. |
Ignore that last part.(or chapter) | O son bölümü göz ardı et. |
She was precisely the kind of student | O tam olarak öğrenci türüydü |
He was completely harmless | O tamamen zararsızdı |
He is the luckiest person I know | o tanıdığım en şanslı insandır |
You draw a cross on the floor with that chalk and run home | O tebeşirle yere bir çarpı çizip eve koşarsın |
He feels exhausted and frustrated. | O tükenmiş ve sinirli hissediyor. |
in that freaky place | o ucube yerde |
Does he only eat carrots and stuff ? | O yalnız havuç mavuç filan mı yiyecek? |
While he ate | O yerken |
he's the player of the year | o yılın oyuncusu |
he's the player of the year | o yılın oyuncusu |
Therefore don't look at the law all of you = so sorry for all of you | o yüzden kusura bakmayın hepiniz |
So it was said," As many as there are protons and neutrons, that is the weight of the atomic nucleus." | O yüzden, 'kaç proton ve nötron varsa, atom çekirdeği o ağırlıktadır,' deniyordu. |
then / in that case | o zaman |
In that case we are colleagues from now on | O zaman biz de artık iş arkadaşıyız |
Then he is stuck where he was. / Dann sitzt er fest. | O zaman olduğu yere çakılıp kalır. |
Then I hope to be able to go the following day to the beach. | O zaman plaja ertesi gün gidebilmeyi umarım. |
then let me convince you | o zaman seni ikna etmeme izin ver |
Ever since | o zamandan beri |
Back then / in those days they were only a theory. | O zamanlar bunlar sadece teori. |
Back then proton,neutron and electrons were believed to be the smallest materials. | O zamanlar, en küçük maddelerin proton, nötron ve elektron olduğuna inanılıyordu. |
he isn't very clever, is he? | o çok zeki değil, öyle değil mi? |
That way our production will increase. | O şekilde üretimimiz artacak. |
He ate the show breads which only the priests could eat. | O, ancak kâhinlerin yiyebileceği adak ekmeklerini yedi. |
She is my friend I can't hurt her. | O, arkadaşım, onu incitemem. |
When he was beginning to snore in the back. | O, arkasında horlamaya başladığında |
He can't bind books like your father. | O, baban gibi kitap ciltleyemez. |
He requested that one of the gentlemen or the lady should come (t. e.) by all means. | O, beyefendilerden birinin veya hanımefedinin behemsal teşrif etmelerini rica ediyordu. |
Does he buy the computer paying cash ? No he doesn't use cash. He buys with credit card. | O, bilgisayarı nakit mi alır? Hayır, nakit kullanmaz. Kredi kartıyla alır. |
He uses his computer a lot. | O, bilgisayarını çok kullanır. |
He had woken up from (with) an owl's howl | O, bir baykuş feryadıyla uyanmıştı |
He was a great borrower of books but did not care much to return them. | O, bol bol kitap ödünç alan ama geri vermeye pek yanaşmayan biriydi. |
She was keen to live this experience. | O, bu deneyimi yaşamaya hevesliydi |
He was a regular (constant) client here. | O, buranın devamlı müşteri. |
He was in the world, the world came to being through him (with his mediation) but the world did not know him. | O, dünyadaydı, dünya Onun aracılığıyla var oldu, ama dünya Onu tanımadı |
As soon as she had thrown bread crumbs the door was abruptly (in einem Ruck) opened | o, ekmek kırıntılarını atmıştı ki kapı bir anda ardına kadar açıldı. |
She was very pleased about my gift. | O, hediyemden çok hoşnuttu. |
She has been my girlfriend for two months. | O, iki aydır kız arkadaşım. |
He was very pleased with my compliment. | O, iltifatımdan çok hoşnuttu. |
He enjoyed all the criminal types who were his usual pupils at the stronghold. | O, kalede kendisinin her zamanki öğrencileri olan tüm suçlu tiplerinden zevk alırdı. |
He enjoyed all the criminal types who were his usual pupils at the stronghold, from the common burglar to the more sophisticated blackmailers, ambitious children and young people who thought the art and science of lockpicking could facilitate their career | O, kalede kendisinin her zamanki öğrencileri olan tüm suçlu tiplerinden - sıradan hırsızdan, daha sofistike şantajcılara ve kilit kırma sanatının, kariyerlerini kolaylaştırabileceğini düşünen hırslı çocuk ve gençlere kadar - hepsinden zevk alırdı. |
He went to a place as far as possible from his home. | O, kendi evinden alabildiğine uzak bir yere gitti. |
He pointed out that the person was an employe working at the city hall | O, kişinin belediyede çalışan bir işçi olduğunu belirtti. |
He will come to you (whether he likes it or not) | O, sana tıpış tıpış gelecek. |
He is wandering around the palace. | O, sarayda dolanıyor. |
He said that the success of the new product was in her hands. | O, yeni ürünün başarısının onun elinde olduğunu söyledi. |
He is watering the flowers. | O, çiçeklere su veriyor. - O, çiçekleri suluyor . |
Obsidian (black shining stone) (o) | obsidyen |
gourmand / glutton / voracious | obur |
Obelix (the greedy /gourmand) | Oburix |
Oven / stove / furnace (january) | ocak |
to be thrown into the furnace | ocağa atılmak |
room | oda |
the room used to be rarely (s) ventilated/aerated | oda seyrek havalandırılırdı |
There is a fine (massive/solid) crystal chandelier hanging in the room. | Odada som kristalden bir avize asılı. |
to focus | odaklamak |
to be focussed on a dative /to stay focussed /to concentrate /to set sight on sthg | odaklanmak |
Don't leave your room untidy again! | odanı bir daha dağınık bırakma! |
There was a door at each end of the room. | Odanın iki ucunda birer tane kapı vardı. |
You are smoking too much inside the room , the curtains have started to turn yellow. | Odanın içinde çok sigara içiyorsun, perdeler sararmaya başladı. |
Do you mind if we see her room? | Odasını görmemizin bir mahsur var mı? |
(fire)wood / log (o) | odun |
woody / holzig | odunsu |
After he went to the office, he would have lunch with his boss. | Ofise gittikten sonra patronuyla öğle yemeği yiyecekti. |
Most of what the Ogers had made was preserved. | Ogerlerin yaptıklarından çoğu korunmuştu. |
arrow | ok |
The arrow plunged hissing into the darkness. | Ok tıslayarak karanlığa daldı. |
(a) bow and arrow (lit. arrow and bow) | ok ve yay |
the arrow hasleft the bow / the dies are cast | ok yaydan çıktı |
The arrow was ready to be pulled | Ok çekilmeye hazırdı. |
a quiver with arrows inside | okların bulunduğu bir okluk |
quiver (o) | okluk |
oxygen / Sauerstoff - O 8 | oksijen |
He loosed (lit. threw) an arrow at the bounding deer. | oku sekerek koşan geyiğe doğru attı. |
a bow whose arrow is nocked | oku takılmış bir yay |
The book she had read was under her head. | Okuduğu kitap başının altındaydı. |
school direktor | okul müdürü |
Is the school far from it ? | Okul ondan uzakta mı ? |
I don't miss going to school | okula gitmeyi hiç özlemiyorum |
Bringing teddy bears to school is not allowed. | Okula oyuncak ayı getirilemez. |
I don't break the school rules | okulun kurallarını çiğnemem |
a reading experience | okuma tecrübesi |
to read | okumak |
if you insist on reading | okumakta ısrar edersen |
aliterate (unwilling to read) | okumaya isteksiz |
Don't read ! | Okumayın |
ocean | okyanus |
as strong as she could be /as strong as possible | olabildiğince güçlü |
trying to appear as strong as possible | olabildiğince güçlü görünmeye çalışarak |
possible but not necessarily | olabilir ama şart değil |
to prophesy / to inform in advance | olacakları önceden bildirmek |
Can't be /no way /impossible /oops a daisy | olamaz |
why not? | olamaz mı? |
possibility | olanak |
impossible (o) | olanaksız |
With all of / with the utmost of | olanca ... ile |
with all his might | olanca kuvvetiyle |
they should be defined as (being) | olarak tanımlanmalıdırlar |
I wanted advise from them. | Olardan tavsiye istedim. |
possibility | olasılık |
he weighed the possibilities and.... | olasılıkları tartıp |
event | olay |
crime scene | olay yeri |
The victim got /took revenge on the wrongdoer. | Olayın kurbanı, suç failinden intikam aldı. |
the essence of the event / the chief point of the incidence | olayın özü |
natural /normal / usual/ common | olağan |
it was the natural choice | olağan bir seçimdi |
He tried to behave normal (as usual) | olağan davranmaya çalıştı |
Uncommon/ unusual /extraordinairy/ abnormal (d) | olağandışı |
exceptional/ extraordinary / remarkable / spectacular (...ü) | olağanüstü |
with an extraordinary speed (...ü) | olağanüstü bir hızla |
an example of extraordinary workmanship (...ü) | olağanüstü işçilik bir örneği |
quite / rather /pretty | oldukça |
quite elaborated /quite developed | oldukça gelişmiş |
a quite elaborated music | oldukça gelişmiş bir müzik |
a magic spray that you can create yourself pretty easily. | Oldukça kolay bir şekilde kendin oluşturabileceğin sihirli bir sprey |
I go quite often, maybe once a week. | Oldukça sık giderim, belki haftada bir. |
quite wealthy(v) relatives | oldukça varlıklı akrabalar |
It stayed where it was | olduğu yerde kaldı |
ripe / reif | olgun |
without | olmadan |
to become | olmak |
should it be or not | Olmalı mı olmamalı mı |
should it be or not or should it never change | Olmalı mı olmamalı mı yoksa hiç değişmemeli mi |
I could not manage to be (+ adj) | olmayı beceremedim |
if I am | olsam |
You are always welcome. (May it be, I always wait) | Olsun, her zaman beklerim. |
positive | olumlu |
think positively | olumlu düşün |
I try to think positive | olumlu düşünmeye çalışıyorum |
negative | olumsuz |
awful /dreadful /adverse condition (e.g.for weather) | olumsuz şart |
It is (possible) / (es) kommt vor | olur |
fine with me | olur |
Nevernever (Faeryland) | Olurolmaz |
just happen to | oluvermek |
to consist of / to be formed by | oluşmak |
to create/ form / constitute | oluşturmak |
backbone /spine | omurga |
shoulder | omuz |
to be packed (crowded) shoulder to shoulder | omuz omuza yığılmak |
if his shoulders wear not hanging down (collapsed) he would tall | omuzları çökmüş olmasa uzun boylu olacaktı |
Shaking his shoulders he smiled much more embarrassed. | Omuzlarını silkerek daha çok mahcubiyetle gülümsedi. |
ten | on |
within ten minutes | on dakika içinde |
in/after ten minutes | on dakikadan sonra |
nineteen | on dokuz |
the ninetenth | on dokuzuncu |
the ninetenth century | on dokuzuncu yüzyıl |
I have (s) ten dollars. | On dolara sahibim. |
I have ten dollars. | On dolarım var. |
Twelve animals rule over this kingdom. | On iki hayvan bu krallığa hükmeder. |
He is twelve years old. | On iki yaşında. |
After ten years / For a decade the Spartans could not take Troya. | On yıl sonunda Spartalılar Truva'yı alamadı. |
he forgot to adress her as Your Majesty | ona 'Majesteleri' diye hitap etmeyi unutmuştu |
The faces of those looking to Him are (shining) radiant | Ona bakanların yüzü ışıl ışıl parlar |
I will serve him whole heartedly | ona canı gönülden hizmet ederim |
They never gave (rep.) him proper gifts (a) for his birthday. | Ona doğum gününde hiç doğru dürüst armağan vermemişlerdi. |
protect it /keep an eye on it | ona göz kulak ol |
he has always treated her well | ona her zaman iyi davrandı |
She always makes him do his homework. | Ona her zaman ödevlerini yaptırtır. |
I have no respect for her / I don't give any credit to her. | Ona hiç itibar etmem |
I don't believe him | ona inanmıyorum |
I will serve him whole heartedly to the last shred of my very soul | ona ruhumun en son zerresine kadar canı gönülden hizmet ederim |
Don't look at him for a long time. | Ona uzun bir süre bakma |
I am struck by his/her love /I am crazy by her love/ I fell in love with her (poetic way) | ona vuruldum |
by looking edgewise at him | ona yan yan bakarak |
I can't afford to buy her a new dress. | Ona yeni bir elbise almaya gücüm yetmez. |
he asked her out on a date | ona çıkma teklif etti |
to mend / repair / restore | onarmak |
affirmation / confirmation / approval /okay | onay |
to acknowledge / affirm /confirm | onaylamak |
with a disagreeing voice | onaylamayan bir sesle |
He shook his head disapprovingly | onaylamayarak başını salladı. |
in her / in him | onda |
'there is a devil feather on him' / he is irresistible | onda şeytan tüyü var |
anybody but he | ondan başka kim olsa |
I leaned away from him | ondan uzağa kaykıldım |
Onyx | oniks |
they | onlar |
while they were always interested in simple solutions | Onlar hep basit çözümlerle ilgilenirken |
While they were always interested in simple solutions, the easy way | Onlar hep basit çözümlerle, kolay yolla ilgilenirken |
Who are they? | onlar kim? |
while they were looking for the easy way | Onlar kolay yolla ilgilenirken |
They are frıendly to him. | Onlar ona karşı dost canlısı |
They are fishing with barques. | Onlar sandallarla balık tutuyorlar. |
They are thirsty | Onlar susamışlar. |
to/at them | onlara |
even (d) if you dare to touch them | onlara dokunma cüretini dahi göstersen |
after taking a step towards them | Onlara doğru bir adım attıktan sonra |
For I can testify about them that they are zealous for God, but their zeal is not based on knowledge. | Onlara ilişkin tanıklık ederim ki, Tanrı için gayretlidirler; ama bu bilinçli bir gayret değildir. |
compared to them | onlara oranla |
Should we tell them about the argument? | onlara tartışmadan bahsedelim mi? |
much more valuable than they | onlardan çok daha değerli |
He carried them on his wings | onları kanatları üzerinde taşıdı |
He aligned them in a semi circle facing the door | Onları kapıya dönük bir yarım çember şeklinde dizdi. |
Can you eat them? (Please go ahead) | Onları yiyebilir misin ? |
Can you eat them? ( Are you able too?) | Onları yiyebiliyor musun ? |
She could have bet everything that they were opened | Onların açıldığına her iddiasına girebilirdi |
She could have bet everything that even during the day they were seldom opened | Onların gün boyunca bile nadiren açıldığına her iddiasına girebilirdi. |
It was certain, that they were not going to have any objection. | Onların itirazı olmamayacağı kesindi. |
their numbers could be calculated | onların sayıları hesaplanabiliyordu |
He thinks they are boring. | Onların sıkıcı olduğunu düşünüyor. |
All they said was only in order to justify their desire to conquer people who do not harm anyone | Onların söylediği her şey sadece kimseye zararı dokunmayan insanları fethetme arzularını haklı çıkarmak içindi. |
She stood before them, her hands on her hips. | Onların önünde durdu, elleri belinde |
Where is theirs? | Onlarınki nerede ? |
with them | onlarla |
Don't be friends with them. They are all losers. | Onlarla dost olma. Hepsi ezikler. |
you should forgive him | onu affetmelisin |
Can you open it? | Onu açabilir misin ? |
he didn't have to (m) wait for him | onu beklemeye mecbur değildi |
Can you describe her ? | Onu betimleyebilir misin ? |
if I disappoint him another time... | Onu bir daha hayal kırıklığına uğratırsam.... |
Can you bring it here ? | Onu buraya getirebilir misin ? |
Are you able to bring it here ? | Onu buraya getirebiliyor musun ? |
the expense to bring him here | onu buraya getirme masrafı |
he didn't mean it | onu demek istemedi |
I saw her in the library yesterday. | onu dün kütüphanede gördüm |
you hurt him | onu incittin |
He thinks (s) I was trying to deceive/trick him. | Onu kandırmaya çalıştığımı sanıyor. |
he could not stand him / he dislıked him | onu katlanamıyordu |
send him off! | onu oyundan at! |
I loved him. | onu sevdim |
I don't know him. | Onu tanımıyorum |
as if it wanted to pull her again into its pages | onu tekrar sayfalarının içine çekmek istercesine |
by prodding at it with her wires | onu telleriyle dürtükleyerek |
you should forget him | onu unutmalısın |
I don't have the intention to embarrass her and draw her fury upon me. | Onu utandırıp da gazabını üzerime çekmeye niyetim yok. |
We can call him and his friend. (phone) | Onu ve arkadaşını arayabiliriz. |
I can't shoot him. | Onu vuramam. |
We shouldn't have left her in trouble. | Onu zor durumda bırakmamalıydık. |
It amazed him a lot. | Onu çok şaşırtıyordu. |
I can't kill it. ( I could never manage to do it even if I tried to) | Onu öldüremem. |
I can't kill it (I'm trying and trying, but it's not working) | Onu öldüremiyorum. |
his /her | onun |
his name was uttered | onun adı telaffuz ediliyordu |
Underneath it hang another sign. | Onun altında bir tabela daha asılıydı. |
His understanding cannot be grasped. | Onun bilgisi kavranamaz. |
Does he have a girlfriend? | Onun bir kız arkadaşı var mı? |
can you draw a picture of him? | onun bir resmini çizebilir misin? |
This mocking behaviour of his burned like nettels. | Onun bu alaycı tavrı ısırgan otu gibi yakıyordu. |
His answers were ridiculous. | Onun cevapları gülünçtü. |
His serious expression wiped off my last remnants of doubt. | Onun ciddi ifadesi beni son şüphe kırıntıları da silip süpürdü. |
its being thicker / it to be thicker (acc. case) | onun daha kalın olmasını |
His support could be worse than not having any. | Onun desteği hiç yoktan daha kötü olabilirdi. |
His righteousness | Onun doğruluğu |
When is her birthday? | onun doğum günü ne zaman? |
Her birthday is on February third | onun doğum günü Şubatın üçünde |
His reign | Onun egemenliği |
His ability to sudddeny pop up in every visible sight of the house, to be able to move silent like a cat were respect rising talents. | Onun evin her görülebilen her yerinde ansızın ortaya çıkıvermek, kedi gibi sessiz hareket edebilmek gibi gerçekten de saygı uyandıracak yetenekleri vardı. |
I hear him coming: let's withdraw, my lord. | Onun geldiğini duyuyorum; geri çekilelim efendim. |
His arrival was followed by a large number of national and international press members. | onun gelişini de ulusal ve uluslararası çok sayıda basın mensubu takip etti. |
stuff like that | onun gibi şeyler |
I will be his first speech | onun ilk konuşması olacak |
We suspected him to order Italian or chinese food and regaling himself. | Onun Italyan ya da Çin yemeği siparişi verip kendine ziyafet çektiğinden şüpheleniyorduk. |
Can you buy him a computer ? | Onun için bir bilgisayar alabilir misin ? |
Therefore (o.i.) do not fear. | Onun için korkmayın. |
for him it's not good enough | onun için yeterince iyi değildir. |
I thought it was his fault | Onun kabahati sandım |
Qnd his blood is used as fuel for the time travel machine (the time machine to send back into the past) | Onun kanı da geçmişe yollayacak olan zaman makinesi için yakıt olarak kullanılıyormuş |
Hıs muscles ache | Onun kasları ağrır. |
I know who he is. | Onun kim olduğunu biliyorum. |
What was he confused about ? (spoken) | Onun neyden kafası karışmıştı? |
He did not even have to be there. | Onun oralarda olması bile gerekmiyordu. |
We are the only one's to spoil/disrupt his plans. / Wir sind die Einzigen, die seine Pläne durchkreuzen können | Onun planlarını bozabilecek olan yalnızca bizleriz. |
To be so close as to feel(d) his warmth | Onun sıcaklığını duyumsayacak kadar yakınında olmak |
her health (sı) was not so smooth either | onun sıhhati de öyle düzgün değildi. |
When he looked at her pale bandaged face he freaked out and insisted to go immediately to the hospital. | Onun solgun, bandajlı yüzüne bakınca çılgına döndü ve hemen hastaneye gitmek için ısrar etti. |
His sudden uprise in the latest public opinion polls | onun son kamuoyu yoklarmalarındaki ani yükselişi |
Everyone who tasted them would always want more | Onun tadına bakan herkes daha fazlasını isterdi. |
I knew her sleep was heavy (past progr) | Onun uykusunun çok ağır olduğunu biliyordum. |
when he was/had made completely sure (...c.) that she had fallen asleep | onun uykuya daldığından iyice emin olunca |
when he was/had made completely sure (...c.) that she had fallen asleep he made a move about to enter her room. | Onun uykuya daldığından iyice emin olunca odasına girmek üzere hareket geçti. |
He thought he might have been going north instead. | Onun yerine kuzeye gidiyor olabileceğini düşündü. |
He thought he might have been going north instead. | Onun yerine kuzeye gidiyor olabileceğini düşündü. |
because of him / her | onun yüzünden |
the tenth | onuncu |
with him | onunla |
together with it | onunla beraber |
because she was afraid that he would make fun of her | onunla dalga geçmesinden çekindiği için |
he is very nerveous /uneasy about it | onunla ilgili çok tedirgin |
So that we could meet him for the first time. | onunla ilk kez tanışabilelim diye. |
Don't talk to him. He's in a bad mood. | Onunla konuşma. Sinirleri tepesinde. |
we should have met her by now | onunla şimdiye kadar tanışmış olmalıydık |
Honour | onur |
my honour | onurum |
opal | opal |
opera | opera |
optical trick | optik hile |
there | Orada |
Once there used to lodge a merciless band of robbers there. | Orada bir zamanlar acımasız bir eşkıya çetesi barınıyormuş. |
as if she wanted to make sure that it was there | orada olduğundan emin olmak istercesine |
I also enjoyed living there | orada yaşamaktan da keyif aldım |
I made many friends there. | Orada çok arkadaş edindim. |
rate | oran |
in proportion / at a rate of | oranında |
than /in comparison to / in proportion to | oranla |
As (they) walked there... / als (sie) daraufzugingen | oraya doğru yürürken |
armee / military | ordu |
encampment / milit.camp | ordugah |
to encamp | ordugah kurmak |
compost | organik gübre |
organisation | organizasyon |
tuna /thon /Thunfisch (o) | orkinos |
wood / forest / jungle | orman |
we walked into the jungle | ormana girdik |
an electric saw cutting trees in the forest | ormanda ağaç kesen bir elektrikli testere |
Rhododendron | ormangülü |
He burned the forest piece by piece | Ormanı parça parça yaktı. |
a part of the forest (area) | ormanın bir bölümü |
the rest (g) of the forest | ormanın gerisi |
Jungle book/ das Dschungelbuch | Ormanın kitabı |
a quarter mile of the forest area | Ormanın çeyrek millik bir bölümü |
a crown settling upon the forest | ormanın üstüne konan bir taç |
middle-size /medium | orta |
medium size | orta boy |
medium size pizza | orta boy pizza |
secondary school | orta dereceli okul |
mediocrity | orta hal |
average quality | orta kalite |
middle ear | orta kulak |
middle finger | orta parmak |
middle class / bourgeoisie | orta sınıf |
to reach a compromise | orta yol bulmak |
(that is) in the middle | ortadaki |
to take away /remove /kill /eliminate / to do away with | ortadan kaldırmak |
partner (o) | ortak |
common name | ortak adı |
1. one´s immediate surroundings, the area around one. 2. middle, central. | ortalık |
the place was in a complete chaos/mess | Ortalık darmadağınıktı. |
Sorry for the mess | ortalık dağınık kusura bakmayın |
place /environment ( where you are / not surroundings) / atmosphere (o) | ortam |
someone who is the centre of conversation at every table (lit the man of the place) | ortam adamı |
the temperature of this place/location | ortam sıcaklığı |
to enter a group of friends/ to be around new people | ortama girmek |
to hang out with many people (to flow into the places/environments) | ortamlara akmak |
to put forth / to produce | ortaya koymak |
to reveal | ortaya çıkarmak |
to show up / come into the open | ortaya çıkmak |
Thousands of books disappeared in the Middleages, because with their pages steam baths were heated. | Ortaçağda binlerce kitap yok olmuş, çünkü sayfalarıyla buhar banyoları ısıtılmış. |
Thousands of books disappeared in the Middleages. | Ortaçağda binlerce kitap yok olmuş. |
the Middleages | Ortaçağlar |
the fast(ing) | oruç |
to fast | oruç tutmak |
The people being proud/happy of the arrival (coming) of the Ottoman forces to the region proclaimed their loyality (attachment) to the sultan. | Osmanlı güçlerinin bölgeye gelmesinden kıvançlı olan halk padişaha bağlılığını duyurdu |
grass / herb | ot |
authentic | otantik |
inauthentik | otantik olmayan |
hotel | otel |
grassland / pasture | otlak |
bus | otobüs |
When I reached the bustop I was soaking wet. s | Otobüs durağına vardığımda sırılsıklam olmuştum. |
bus trip | otobüs gezisi |
When does the bus leave? | Otobüs ne zaman kalkar ? |
the buses stopped running | otobüsler çalışmayı bıraktı |
the woman who fainted in the bus | otobüste bayılmış kadın |
while waiting for the bus I took refuge under a mossy cypress tree | otobüsü beklerken yosunlu servi ağacının altında sığındım |
automatic | otomatik |
automatically | otomatik olarak |
self portrait | otoportre |
to request an autopsy | otopsi talep etmek |
authority | otorite |
with authority | otoriteyle |
Hitch hiker | otostopçu |
highway (o) | otoyol |
The highway is too crowded to move. | Otoyol hareket edemeyecek kadar kalabalık. |
the rest of the herbs | otun kalanı |
The rest of the herbs were sharp and thorny vegetation. | Otun kalanı sivri ve dikenli bitkiler idi. |
most of the grass | otun çoğunluğu |
Most of the herbs were nettles. | Otun çoğunluğu ısırgandı. |
seat / potty (Nachttopf) | oturak |
they nearly sat down | oturayazdılar |
benches | oturma bankları |
living room / sitting room | oturma odası |
how many chairs are in the living room. | oturma odasında kaç sandalye var? |
to sit | oturmak |
to really jnderstand sthg/to grasp sthg (o) | oturmak |
some spots (places) not understood (o) | oturmayan bazı yerler |
we will spread light on / flash on some not understood spots | oturmayan bazı yerleri ışık tutmuş olacağız, |
Why don't you sit / come on sit down (insisting imp.) (sg) | otursana |
Why don't you sit / come on sit down (insisting imp.) (Pl) | otursanıza |
He sat down and loosened his tie. | Oturup, kravatını gevşetti. |
thirty | otuz |
Thirty years ago, lightning struck that clock tower. | Otuz yıl önce saat kulesine yıldırım çarptı. |
plain / meadow | ova |
to rubb (over)/ massage | ovalamak |
scrubb / rubb /massage | ovmak |
to rubb (against each other) | ovuşturmak |
vote | oy |
to distract /divert /ablenken | oyalamak |
to idle / to hang around / to potter / to linger | oyalanmak |
to play | oynamak |
devices dedicated to playing | oynamaya adanmış cihazlar |
whereas / however | oysa |
However (whereas) Your heavenly Father knows | Oysa göksel Babanız bilir |
But Meggie was now twelve, and was old enough to take care of a few candles | Oysa Meggie artık on ikisindeydi ve birkaç muma dikkat edecek yaştaydı. |
cavity | oyuk |
game (not sports) | oyun |
to mix the cards | oyun kartları karmak |
playcard | oyun kağıdı |
to play a game | oyun oynamak |
spoilsport / Spielverderber | oyunbozan |
I don't want to be a spoilsport | Oyunbozan olmak istemem |
toy | oyuncak |
teddy bear | oyuncak ayı |
a doll | oyuncak bir bebek |
toy tank / Spielzeugpanzer | oyuncak tank |
player /actor | oyuncu |
The Turkish language patch of the game cane out. | Oyunun Türkçe yaması çıktı. |
bard | ozan |
ozone hole | ozon deliği |
baby goat / kid | oğlak |
knight /Bube /valet (cards) (o) | oğlan |
son | oğul |
They put their son to bed at eight. | Oğullarını saat sekizde yatağa yatırırlar. |
shoe (p) | pabuç |
shoebill / Schuhschnabel | pabuç gagalı |
shingel /Schindel (wooden plates used for roofing) | padavra |
expensive | pahalı |
clean /pure /unstained (p) | pak |
parcel / package | paket |
rubberband /elastic / Schießgummi | paket lastiği |
take away | paket-servis |
Don't damage (h. v) the package. | Pakete hasar verme! |
Atlantic Bonito (a large mackerel-like fish common in shallow waters of the Atlantic Ocean, the Mediterranean Sea, and the Black Sea, where it is an important commercial and game fish.) | palamut |
empty talk /clap trap / cod swallow | palavra |
Load of codswallop /empty talk/a load of shit | palavranın daniskası |
palmtree /Palme | palmiye |
(Winter) Coat (p) | palto |
clown | palyaço |
clownfish | palyaço balığı |
I am a clownfish. | palyaço balığıyım |
Schneewittchen und die sieben Zwerge | Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler |
fair / kermes | panayır |
Don't panic, it's only a fire drill. | Panik olmayın, bu sadece bir yangın tatbikatıdır. |
She backed off panicking. | Panikleyerek geriledi. |
window shutters | panjurlar |
Clipboard /panel / board | pano |
There are advertisements on the board. | Panoda ilanlar var. |
hostel / guest house / boarding/ bed and breakfast | pansiyon |
trousers | pantolon |
antidote | panzehir |
Opal (p) | panzehir taşı |
daisy / marguerite / camomile | papatya |
camomile tea | papatya çayı |
Papaya | Papaya |
king (cards) | papaz |
parrot | papağan |
money | para |
He gambles to earn money. | Para kazanmak için kumar oynuyor |
to spend money irresponsably | para sorumsuzca harcamak |
I don't care about money | para umrumda değil |
to withdraw money | para çekmek |
they realized they couldn't afford it | paralarının yetmeyeceğini anladılar |
parallel / Paralele | paralel |
to shatter/ to tear to pieces / to tear apart /to make mincemeat of | paramparça etmek |
You tore my nerves to pieces / you shattered my nerves | paramparça ettin sinirlerimi |
you are in a mess despite the money (e. g. you bought an expensive plain ticket and still got late) | Paranla rezil oldun. |
to be in a embarrasing situation/"in a mess despite the money | parasıyla rezil olmak |
to be in finanacial difficulties | paraya sıkışık olmak |
they chose to spend the money on a new lamp | parayı yeni bir lambaya harcamayı seçtiler |
parachute /Fallschirm | paraşüt |
parachuting | paraşütle atlama |
to glitter / sparkle / twinkle/ scintillate | parıldamak |
park | park |
No parking | Park edilmez |
to park | park etmek |
parking permit | park müsaadesi |
parking permit | park müsaadesi |
to apply for a park permit | park müsaadesi için başvurmak |
the man breaking out in sweat in his parka | parkasının içinde ter basan adam |
to get stranded/ stuck in the park | parkta yolda kalmak |
race track / route / parcours | parkur |
Brilliant / bright / shiny / polished / sparkling | parlak |
Metallic and silver mixed with bright, light gold color | Parlak, hafif altın rengi ile karışık metalik ve gümüş |
to shine | parlamak |
to polish / shine / brighten / make glitter | parlatmak |
finger | parmak |
barred / vergittered | parmaklıklı |
a barred window / ein vergittertes Fenster | parmaklıklı bir pencere |
party | parti |
There were at least fifty people in the party. | Partide en az(ından) elli kişi vardı. |
the party has an excellent leader | partinin mükemmel bir lideri var |
Everyone I love came to the party. | Partiye eş dost geldi. |
piece | parça |
piece by piece | parça parça |
particle | parçacık |
to tear into pieces (p) | parçalamak |
He takes them to pieces, puts a spell on them (and)reassembles them again. | Parçalarına ayırır, büyü yapar, yeniden birleştirir. |
passport | pasaport |
rusty | paslı |
a rusty tool | paslı alet |
a rusty iron bedframe | paslı bir demir somya |
a rusty nail | paslı çivi |
all the time/to keep doing sthg (slang) | paso |
door mat | paspas |
cake / Torte | pasta |
Let's divide the cake into equal parts. | Pastayı eşit parçalara bölelim. |
bacon | pastırma |
right away /without thinking much | pat diye |
potato | patates |
French fries | patates kızartması |
I want to eat French fries. | Patates kızartması yemek istiyorum |
I take (buy) French fries and eat. | Patates kızartmasını alır ve yerim. |
plump /tactless /blunt | patavatsız |
I am tactless | patavatsızım |
to ice skate | paten kaymak |
path / footpath / trail / track | patika |
He was watching the path. | patikayı gözlüyordu |
Glubschaugen /goggle eyes | patlak gözler |
I have a flat tyre. | Patlak lastiğim var. |
to break out / explode /erupt | patlak vermek |
explosion / detonation | patlama |
Right in the middle (diameter) of the explosion | Patlama çapının tam ortasında |
Right in the center of the explosion lay a blue polished stone. | Patlama çapının tam ortasında cilalı mavi bir taş yatıyordu. |
The explosion frightened the people away. | Patlama, insanları korkutup kaçırdı. |
to blow up / explode | patlamak |
popcorn | patlamış mısır |
eggplant | patlıcan |
Solanaceae, or nightshades /Nachtschattengewächse (potatoes / eggplants/ chili /tomato / tobacco/petunia) | patlıcangiller |
a plant of the nightshades (Nachtschattengewächse) | patlıcangillerden bir bitki |
a plant of the nightshades (Nachtschattengewächse) and this plants starchy rich edible tubers | patlıcangillerden bir bitki ve bu bitkinin nişastaca zengin, yenebilen yumruları |
Get permission (a day off) from the boss | Patrondan izin al! |
His boss told him that it was very important to do a good job. | Patronu ona, iyi bir iş çıkarmasının çok önemli olduğunu söyledi. |
because I don't get on well with my boss | patronumla geçinemediğim için |
He hopes the boss will give him the apple. | Patronun ona elmayı vermesini umuyor. |
He hopes that the boss will give him more opportunities to work. | Patronun ona çalışma daha çok fırsatı vermesini umuyor. |
He's hoping the boss will give him the opportunity to work. | Patronun ona çalışma fırsatı vermesini umuyor. |
He's having some problems with his boss. | Patronuyla bazı sorunlar yaşıyor. |
share /part / portion | pay |
to get one's share | payını almak |
There were few (p) people not getting their share | payını almayan pek az kişi vardı |
Share ! (also information/ experiences) | Paylaş ! |
They couldn't share and began to quarrel | paylaşamayıp didişmeye başladırlar |
to share /partake | paylaşmak |
market | pazar |
Sunday | pazar |
on sunday | pazar günü |
If I go to the market I will buy vegetables. | Pazara gidersem sebze alacağım. |
I can come at ten o"clock on Sunday. | Pazargünü saat onda gelebilirim. |
marketing | pazarlama |
marketing ressearch | pazarlama araştırması |
a marketing campaign | pazarlama kampanyası |
sales representative | pazarlama mümessili |
marketing opportunity | pazarlama olanağı |
marketing strategy | pazarlama stratejisi |
marketing presentation | pazarlama sunumu |
marketing tactic | pazarlama taktiği |
marketing expert | pazarlama uzmanı |
on markets on fairs | pazarlarda, panayırlarda |
bargain /deal | pazarlık |
We don't negotiate | Pazarlık yapmıyoruz. |
monday | pazartesi |
on Mondays | Pazartesileri |
Mangold | Pazı |
biceps | pazı |
The pasha's wife (h) died and he had only one daughter remaining | Paşa'nın hanımı ölmüş, bir kızı kalmıştı. |
Very /quite/ much (p) | Pek |
very little / few (p) | pek az |
There was little (p) laughter to be heard. | Pek az kahkaha duyuluyor. |
I don't want to tell much. / Ich will nicht viel erzählen | Pek bir şey anlatmak istemiyorum. |
not very friendly | pek de dostça |
with a not very friendly smile | pek de dostça olmayan bir gülümsemeyle |
is not very manly | pek de erkeksi değil |
with a record that is hardly reliable / mit einer nicht sehr Vertrauen erweckenden Bilanz (Register) | pek de güvenilir sayılmayan bir sicille birlikte |
not quite / not much | pek değil |
We shook(squeezed) hands as if we knew each other from before. | Pek eskiden tanışırmışcasına el sıkıştık. |
too much (p) | Pek fazla |
his top-of-the-line Nimbus 2000 broomstick | pek kaliteli Nimbus İki Bin sürpürgesi |
Pecannuss | Pekan cevizi |
well / ok / good /alright - interjection / 'denn (so)' in Fragesatz | peki |
So what's the obstacle in front of Burak? | Peki Burak'ın önündeki engel ne? |
Well, how many books do you have? / Wieviele Bücher haben Sie denn? | Peki kaç kitabınız var? |
Good and how about you ? | peki ya sen |
well /jolly well / well enough | pekâla |
cloak | pelerin |
His cloak has many patches. (sarkastic / more patches than cloak) | Pelerinden çok yama var. |
His cloak was hooking to his quiver. | Pelerini sadağına takılıyordu. |
the bulgy folds of the cloak | pelerinin şişkin kıvrımları |
the bulgy folds of the cloak hi d (g) that he stooped/slouched to desguise (g) his height | Pelerinin şişkin kıvrımları, boyunu gizlemek için çıkardığı kamburunu gizliyordu. |
the wind that caused his cloak to sway like a flag | pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgâr |
the edges of his cloak | pelerininin etekleri |
pelican | pelikan |
The stuffed animal's head had been torn off, and cotton spilled from the ( hole in the) neck. | Pelüş oyuncağın başı kopmuştu ve pamukları boynundan dışarı saçılmıştı |
pink | pembe |
pinkish (s) | pembemsi |
pinkish (t) | pembemtrak |
window | pencere |
She started to count the windows (lit. And if she tried...) she soon (immediately) gave up. | Pencereleri saymaya çalıştıysa da bundan hemen vazgeçti. |
Open the window that we get a little air. (lit. open the window and let it blow) | Pencereyi aç da essin. |
Can you open the window ? (Simply spoken) | pencereyi açar mısın |
penguin | penguen |
pliers /Zange | pense |
claw /Kralle (i.e. parrot/ lion) | pençe |
curtain (also in theatre) | Perde |
fairy / nymph / pixie | peri |
elvish | peri benzeri |
epilepsy | peri hastalığı |
fairy dust / pixie dust | peri tozu |
fairy dust / pixie dust | peri tozu |
periodic table / Periodensystem | Periyodik tablo |
staff / personnel | personel |
rotor /propeller | pervane |
reckless / careless / fearless / unrestrained (p) | pervasız |
sill /(Fenster)Rahmen | pervaz |
forelock / lock hanging over the fronthead | perçem |
Thursday | Perşembe |
Can I visit your grandmother on Thursday ? | Perşembe anneanneni ziyaret edebilir miyim? |
to give up / to surrender | pes etmek |
shabby / common | pespaye |
Dig until you find oil. | Petrol bulana kadar kaz. |
The fuel price went up. | Petrole zam geldi. |
these (following) words proclaimed by the prophet Isaiah | Peygamber Yeşaya aracılığıyla bildirilen şu söz |
cheese | peynir |
types of cheese | peynir çeşitleri |
Cheese buns | peynirli poğaça |
napkin | peçete |
I need a napkin . | Peçeteye ihtiyacım var. |
They are following us. /We are being followed /Sie sind hinter uns her. | peşimizdeler |
The deer that he pursued was still with the herd. | Peşinde olduğu geyik hâlâ sürüdeydi. |
to purchase / chase / go after (p.o.) | peşinde olmak |
after (behind) a genitive (p) | peşinden |
to purchase / chase / go after (p g) | peşinden gitmek |
after them (p) | peşlerinden |
They shot black arrows after them. | peşlerinden siyah oklar fırlattılar. |
picnic | piknik |
piccolo flute | pikolo flüt |
pleated /folded /Falten- | pilili |
pipette (p) | pipet |
flea | pire |
rice | pirinç |
brass /Messing | pirinç |
dirty (p) | pis |
a bad smell | pis bir koku |
it left a nasty / foul smell | pis bir koku bıraktı |
to stink (p) | pis kokmak |
flounder / Flunder (Plattfisch, eyes on the right side., 20 -25 cm, Atlantik., Mediterr, Southsea, Baltik, Karadeniz, Marmara | pisi balığı |
filth/ dirt | pislik |
lottery | piyango |
to win the lottery (k) | piyango kazanmak |
to win the lottery (ç) | piyango çıkmak |
piano | piyano |
he is good at piano playing | piyano çalmada iyi |
soldier /pawn/ Bauer(chess) | piyon |
easy to cook / leicht zu kochen | pişirilmesi kolay |
to cook / bake | pişirmek |
The beach was at a one hour distance by car. | Plaj arabayla bir saatlik mesafedeydi. |
number plate (car) | plaka |
plan | plan |
What's the plan ? | plan ne? |
planning | planlama |
Do I have to delay my plans? | Planlarımı ertelemek zorunda mıyım? |
Be organized | Planlı olun. |
Platin | platin |
plateau (geographical term) | plato |
push play ! | playe bas ! |
pollen | polen |
air filter (car) (p) | polen filtresi |
police | polis |
The police couldn't find the criminal in the swamp but the insects did. | Polis bataklıkta suçluyu bulamadı ama böcekleri buldu. |
the police caught the murderer red-handed | polis katili suçüstü yakaladı |
police officer | polis memuru |
The police arrived late at the robbery scene. | Polis soygun yerine geç ulaştı. |
Call the police ! | Polis çağırın! |
the police can't arrest the suspect without evidence | polis şüpheliyi kanıt olmadan tutuklayamaz |
Pumice/ Bimsstein (poröses glasiges Vulkangestein) | ponza |
popstar | pop yıldızı |
butt / Hintern | popo |
Dudley who had a butt so huge that it overflowed from both sides of the kitchen chair (i) | Poposu mutfak iskemlesinin iki yanından taşacak kadar iri olan Dudley |
porcelain (p) | porselen |
badger / Dachs | porsuk |
Eibe / yew tree | porsuk ağacı |
the from Eibe / yew tree made bow | porsuk ağacından yapılma yayı |
orange | portakal |
orange juice | portakal suyu |
staff (music) Notenlinien | porte sistemi |
portrait | portre |
portrait fotography | portre fotoğraf |
portrait painting | portre resim |
portrait drawing | portre çizimi |
skin /hide /fur (p) | post |
Poste code | Posta Kodu |
to throw into the mailboxtes | posta kutularına atmak |
mail box | posta kutusu |
to throw into the mailbox | posta kutusuna atmak |
the scratches on the mailbox | posta kutusundaki çizikler |
Potassium / Kalium - K 19 (Gümüşümsü beyaz / alkali metaller) | potasyum |
pound | pound |
Powerpoint slide show | Powerpoint slayt gösterisi |
PowerPoint Presentation | PowerPoint sunuşu |
pastry filled with cheese or meat / palm sized buns with or without filling | poğaça |
pragmatists | pragmatistler |
principle | prensip |
primates | primatlar |
outlit | priz |
the outlet is broken | priz bozuldu |
professional | profesyonel |
professor | profesör |
profile | profil |
program | program |
The program lasted (extended) until the night / Das Program zog sich bis in die Nacht hinein | Program geceye sarktı |
The program was very intense. | Programı çok yoğundu. |
proton | proton |
the number of protons | proton sayısı |
When protons and electrons were discovered for the first time they were believed to be the smallest particles found in nature. | Protonlar ve elektronlar ilk kez bulundukları zaman, onların doğada bulunan en küçük parçacıklar olduğuna inanılıyordu. |
The protons are in the nucleus, the electrons in the orbit. | Protonlar çekirdekte; elektronlar yörüngededir. |
psychologist | psikolog |
point | puan |
to win points | puanlar kazanmak |
powdered sugar | pudra şekeri |
cigar / cuban cigar | puro |
fogg / mist | pus |
foggy / misty | puslu |
The Misty Mountains | Puslu Dağlar |
tip / trick | püf noktası |
smooth (p) | pürüzsüz |
tassel / Quaste | püskül |
to blow out / to errupt / to spout (p) - (either air or a force behind the movement /movement has a concrete target) intransitive | püskürmek |
to blow out / to errupt / to spout (p) - (either air or a force behind the movement /movement has a concrete target) transitive | püskürtmek |
to spray / spit / versprühen / ausspucken /speien | püskürtmek |
the Lord | Rab |
The Lord has done great things for us. We are filled with joy. Mezmur 126: 3 | Rab bizim için büyük işler yaptı, sevinç doldu içimiz. |
the fear of the Lord is pure(p) | RAB korkusu paktır |
The Lord will fight for you. It is enough for you to be calm. Mısır'dan 14 : 14 | RAB sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter |
But those who hope in the Lord | Rab'be umut bağlayanlarsa |
I turned towards the Lord and he answered (y) me. | RaB'be yöneldim, yanıt verdi bana. |
Praise (thank) the Lord for He is good ! (Ps 106:1) | RAB'be şükredin, çünkü O iyidir. |
the Angel of the Lord / Jesus | RaB'bin meleği |
The Angel of the Lord encamps around those who fear Him, he delivers them. | RaB'bin meleği Ondan korkanların çevresine ordugah kurar, kurtarır onları. |
Fear the Lord, all you His saints, for the one who fears Him lacks nothing. | RaB'den korkun, ey Onun kutsalları, çünkü Ondan korkanın eksiği olmaz. |
I boast in the Lord | RaB'le övünürüm |
the zeal of the Lord | Rabb'in gayreti |
the Name of the Lord | RABbin adı |
I will proclaim the name of the Lord | RABbin adını duyuracağım |
the rules of the LORD are true, and righteous altogether. | RABbin ilkeleri gerçek, tamamen adildir. |
The Law of the Lord is perfect | RABbin yasası yetkindir |
The Law of the Lord is perfect, it refreshes the soul | RABbin yasası yetkindir, cana can katar, |
radio | radyo |
shelves | raflar |
river rafting (Wildwasserschlauchbootfahren) | rafting |
easy /at ease / easy going (r) | rahat |
with a relaxed attitude (impolite) | rahat tavırlı |
I was fond of my comfort/my peace | rahatıma düşkündüm |
to settle down / ease up | rahatlamak |
they relax | rahatlar |
uneasy/ uncomfortable /sick | rahatsız |
discomfortable /irritating /exasperating /disturbing /annoying /plaguesone | rahatsız edici |
He will disturb continuously | rahatsız edip duracak |
to disturb / to offend | rahatsız etmek |
inconvenience / malaise / embarrassment /indisposition / unwellness / trouble | rahatsızlık |
priest / pater / clergymen | rahip |
in the case/prosecution of Pastor Brunson | Rahip Brunson davasında |
priesthood | rahiplik |
opponent /competitor / Konkurrent | rakip |
Racoon / Waschbär (r) | rakun |
Rand touched his arrow. | Rand okuna dokundu. |
to ask for an appointment | randevu talep etmek |
report was saved (computer) | rapor kaydedildi |
pin /Reisszwecke | raptiye |
to meet /come across /fall upon | rastlamak |
Rhabarber /rhubarb | Ravent |
to consent / to approve | razı olmak |
although (r) | rağmen |
period (menstruation) | regl |
guide / handbook /guide book / directory | rehber |
publicity | reklam |
planed / gehobelt | rendelenmiş |
colourful | rengarenk |
colour | renk |
colour assortment | renk çeşitleri |
a circle whose colours were divided half white, half black by a serpentine line | renkleri yılansı bir çizgi ile ayrılmış yarısı beyaz, yarısı siyah bir çember |
colourful / coloured | renkli |
caterpillars that have coloured thorns | renkli dikenleri olan tırtıllar |
to juggle with coloured balls | renkli toplarla hokkabazlık yapmak |
colorful, polished and gold gilded XIV Louis style writing desk | renkli, cilalı ve altın yaldızlı XIV Louis tarzı yazı masası |
Push reset ! | Resete bas! |
picture / painting | resim |
Did you like the picture? | Resim hoşuna gitti mi? |
to paint a picture | resim yapmak |
officially / openly / for good | resmen |
official vehicles | resmi araçlar |
an official declaration /a formal announcement | resmi bildiri |
When we saw the picture, we laughed out loud. | Resmi gördüğümüzde kahkahayla güldük. |
to take a picture (r) of | resmini çekmek |
restaurant | restoran |
to renovate / reintegrate | restore etmek |
being fashionable | revaçta olan |
rayon / section / department | reyon |
mess / chaos | rezalet |
That's a mess | rezalet ya |
fennel | rezene |
shameful / vile / crappie / shitty / dishonourable | rezil |
to be ashamed / to lose face (r) | rezil olmak |
to lose face / to become disreputable | rezil rüsva olmak |
minor of age /underage person | reşit olmayan |
minors (of age) | reşit olmayanlar |
I don't think they let the underage/minors in. | reşit olmayanları içeri soktuklarını sanmıyorum |
Request/ appeal / prayer | Rica |
You are welcome | Rica ederim |
to request /ask /desire / beg | rica etmek |
risk | risk |
Better not to risk it. (Better if we don't...) | Risk almasak iyi olur. |
Nothing ventured, nothing gained. | Riske girmeden kazanılmaz. |
to venture /to take a risk | riske girmek |
to become risky | riskli hale gelmek |
Rob ignored (d) me. | Rob beni duymazdan geldi. |
roquette / rocket /kind of watercress / Garten-Senfrauke | roka |
When in Rome do as the Romans do / si fueris Rōmae, Rōmānō vīvitō mōre; si fueris alibī, vīvitō sīcut ibī | Roma'daysan, Romalılar gibi davran |
novel | roman |
romantic / dreamy / poetic | romantik |
The experts at La Sapienza University in Rome put forward an equation to measure the power of the Internet to spread gossip. According to the equation, the spread rate of gossip can be calculated. | Roma’daki La Sapienza Üniversitesi uzmanları dedikodunun yayılması konusunda internetin gücünü ölçmek için bir denklem ortaya koydu. Denkleme göre dedikodun yayılma hızı hesaplanabilecek. |
my other half; my soulmate | ruh ikizim |
to become mentally ill | ruhen yıkılmak |
depression (psych.) | ruhsal çöküntü |
I will put My Spirit upon Him. | Ruhum'u Onun üzerine koyacağım. |
to the last shred of my very soul | ruhumun en son zerresine |
Russia constitutes 17 million square kilometers of this. | Rusya bunun 17 milyon kilometre karesini oluşturmaktadır. |
Words borrowed (passed) from Russian) | Rusçadan geçmiş sözcükler |
interview | röportaj |
dream (while sleeping) | rüya |
dreamless | rüyasız |
it was a dream (r) | rüyaymış |
it seems /to my surprise it was a dream | rüyaymış meğer |
wind | rüzgâr |
The wind snatched the coat off his hand. | Rüzgâr ceketi elinden kopardı. |
The wind was howling (like wolves) | Rüzgâr uluyordu. |
the wind changed direction and... | rüzgâr yön değiştirip |
He walked with a steady stride without paying attention to the wind. | Rüzgâra aldırış etmeden telaşsızca yürüyordu. |
windy | rüzgârlı |
bribes | rüşvet |
to take bribes | rüşvet almak |
hour | saat |
clock /watch | saat |
It's six past five | saat beşi altı geçiyor |
At five there is a 'bus to / from the sea', remember? I came with it. | Saat beşte bir deniz otobüsü var ya, onunla geldim. |
at one o'clock | saat birde |
It's a quarter to one | saat bire çeyrek var |
between four and five o'clock | Saat dört-beş arası |
I will be home at four. | saat dörtte evde olacağım |
It's two o'clock. | Saat iki. |
It's ten to two | saat ikiye on var |
What's the time ? | Saat kaç ? |
At what time? | Saat kaçta? |
clock tower | saat kulesi |
It's half past eight | saat sekiz buçuk |
They go to bed at eight. | Saat sekizde yatarlar. |
It's twenty past seven | saat yediyi yirmi geçiyor |
did you set the clock correctly? | saati doğru kurdun mu? |
hours | saatler |
to spend hours | saatler harcamak |
After what seemed like hours.. | Saatler sürmüş gibi gelen bir zaman sonra.. |
After hours of waiting alone she finally grew impatient and left the room. | Saatlerce yalnız bekledikten sonra sonunda sabırsızlanıp odayı terk etti. |
After hours of waiting alone she finally she lost her patience and left the room. | Saatlerce yalnız bekledikten sonra sonunda sabrını kaybetti ve odayı terk etti. |
morning | sabah |
a room for two persons breakfast inclusive | sabah kahvaltısı dahil iki kişilik oda |
in the morning hours | sabah saatlerinde |
this early in the morning /at this time of the morning | sabah sabah |
you get up at seven in the morning | Sabah yedi(de) kalkarsın |
morning star | sabah yıldızı |
I was busy in the morning. | Sabah yoğundum |
In the mornings everyone emptied without looking whether there was anybody or not, their chamberpots from the window down. | Sabahları aşağıda birisinin olup olmadığına bakmaksızın herkes, lazımlıklarını pencereden aşağı boşaltıyorlardı. |
In the mornings I get generally ill-tempered. | Sabahları genelde huysuz olurum. |
I like to cast an eye on the newspapers in the mornings before breakfast | Sabahları kahvaltıdan önce gazetlere göz gezdirmeyi severim. |
in the morning | sabahleyin |
Have breakfast in the mornings. | Sabahleyin kahvaltı yap. |
What do you like to do in the morning? | sabahleyin ne yapmayı seversin? |
Patience /forbearance/ steadfastness/ endurance | sabır |
Patience is a virtue. | Sabır bir erdemdir. |
Patience had marked a big part (b) of his life. (y) | Sabır, yaşamının büyük bir bölümüne damgasını vurmuştu. |
to grow impatient | sabırsızlanmak |
impatience | sabırsızlık |
constant / steady (s) | sabit |
to lose one's patience | sabrı taşmak |
soap | sabun |
1. to soap oneself. 2. to be soaped. 3. slang to be cleaned out, lose all one´s money (while gambling). | sabunlanmak |
quiver (s) | sadak |
simple /plain / einfach /schlicht | sade |
to live a simple life | sade bir hayat yaşamak |
just / only / merely (s) | sadece |
Only official and public transport vehicles were allowed at the event | Sadece resmi ve toplu taşıma araçlarına izin verilen etkinlikte |
She was not just pale, she was snowwhite as powdered sugar | sadece soluk renkli değil, pudra şekeri gibi bembeyazdı |
they claim they were only protecting the children | sadece çocukları koruduklarını iddia ediyorlar |
Only, there is one condition | Sadece, bir şartı var. |
loyal /devoted | sadık |
the faithful will be exalted above the unbelievers (from the Wheel of time) | sadıklar inanmayanlardan yüce kılınacaktır |
the faithful will be exalted above thrones(from the Wheel of time) | sadıklar tahtlardan yüce kılınacaktır |
pure /innocent / naive/ fool | saf |
sapphire | safir |
naivety / innocence | saflık |
Safran | safran |
fried egg / Spiegelei | sahanda yumurta |
really / tatsächlich | sahi |
Really ? | Sahi mi? |
come to think of it / true that | sahi ya |
Come to think of it, does what they are doing (also) happen to be a phenomena? | Sahi ya bunlar ne yapıyorlar da fenomen oluveriyorlar? |
really / actually /honestly (s) | sahiden |
You were really (s) such. | Sahiden öyleydin. |
beach (s) / coast | sahil |
owner | sahip |
It (there) is the only place I've got. | Sahip olduğum tek yer orası. |
owners | sahipler |
ahead of its owners | sahiplerinin ilerisi |
stage /podium /Bühne | sahne |
fake /false | sahte |
Fake prince and ambassador arrested in Italy | sahte prens ve büyükelçi İtalya'da yakalandılar |
to be accused of fraud | sahtekarlıkla suçlanmak |
to be accused of fraud | sahtekarlıkla suçlanmak |
dishonest /fraudulent / crooked | sahtekâr |
last meal before fasting in Ramdan (around 3/ 4 am) | sahur |
Goldfinch / Stieglitz | saka kuşu |
disabled / lame / crippled | sakat |
disability / infirmity | sakatlık |
found with disability /injured / laming | sakatlık bulunan |
a laming doe | sakatlık bulunan bir dişi geyik |
inhabitant | sakin |
quiet / calm / serene | sakin |
Calm down ! | sakin ol |
I am trying to stay calm. | Sakin olmaya çalışıyorum. |
objection /inconvenience | sakınca |
Do you mind...? | Sakınca (sı) var mı ...? |
to consider harmful /risky | sakınca görmek |
Do you mind? | sakıncası var mı? |
would you mind / if there's no objection | sakıncası yoksa |
to avoid / beware/ refrain / be cautious of + Abl | sakınmak |
Chewing gum | sakız |
to chew chewing gum | sakız çiğnemek |
to hide something (s) | saklamak |
hide and seek | saklambaç |
to play hide and seek | saklambaç oynamak |
to hide oneself / to take cover (s) | saklanmak |
saxophone | saksafon |
magpie / Elster | saksağan |
flowerpot / Blumentopf | saksı |
potplants | saksı bitkileri |
a potplant | saksı bitkisi |
a potted flower /a flower pot (with flower inside) | saksı çiçeği |
stupid / blöd | salak |
Salami | salam |
salad | salata |
types of salad | salata çeşitleri |
cucumber | salatalık |
I have been attacked / Ich bin überfallen worden | saldırıya uğradım |
to attack / assail / assault | saldırmak |
To attack was still the best defense. | Saldırmak hâlâ en iyi savunmaydı. |
to secrete / excrete | salgılamak |
tuesday | salı |
to shake sth (e.g. hands) | sallamak |
hobby horse / Schaukelpferd | sallanan at |
The moonlight reflected in the eyes of the hobby horse/Schaukelpferd | Sallanan atın gözlerine ay ışığı yansıyordu. |
The moonlight reflected in the eyes of the hobby horse/Schaukelpferd; this reflection was also in the eye(s) of the mouse when Tolly pulled her out from under her pillow to look at her. | Sallanan atın gözlerine ay ışığı yansıyordu; ayrıca ona bakmak için Tolly onu yastığının altından çıkardığında farenin gözünde de vardı bu yansıma |
to swing / to rock / to shake | sallanmak |
to unleash / to release / to let out / to unbind | salmak |
saliva /Speichel | salya |
snail (with house) | salyangoz |
like a flash in the pan / wie ein Strohfeuer (something that happened only once or for a short time and was not repeated) | saman alevi gibi |
hayloft / Scheune / Heuboden | samanlık |
milky way | samanyolu |
Samaritan | Samırıyeli |
Samaritans | Samırıyeliler |
Sable /Zobel (marder kind living in Sibiria /Mongolia) | samur |
what did I just tell you? | sana az önce ne dedim ben? |
"Let me make you drink a beer" (fam. for may I pay you a drink?) | Sana bir bira içireyim. |
let me give you some advice | sana biraz tavsiye vereyim |
I come to you today or tomorrow | Sana bugün veya yarın geleceğim. |
I come to you today or tomorrow | Sana bugün ya da yarın geleceğim. |
Didn't I tell you that (this)? | Sana bunu söylemedim mi? |
I don't mind telling you this | sana bunu söylemekte (bir) sakınca görmüyorum |
Sorry to have bothered you | sana da zahmet oldu |
Didn't I tell you before? | Sana daha evvel söylemedim mi? |
What did I just say to you ? | Sana demin ne dedim? |
I can trust you. | Sana güvenebilirim. |
I will make you decrease your mistakes. | Sana hatalarını azalttıracağım. |
Can I buy you a drink? | Sana içecek bir şey ısmarlayabilir miyim? |
Can I invite you for a coffee? | Sana kahve ısmarlayayım mı? |
do you mind if I join you | sana katılmamda sakınca var mı? |
I am throwing the book at you. | Sana kitabı fırlatıyorum. |
He is mad at you | Sana küsmüştür |
What did he tell you ? Was hat er dir erzählt? | Sana ne anlattı? |
What can I get you? | sana ne ikram edebilirim? |
And why would I want to help you? | Sana neden yardım edeyim ki? |
I realize I am really lucky to have you as a friend | sana sahip olduğum için şanslı olduğumun farkındayım |
I (will) cry to you | Sana seslenirim |
Who asked you! /Nobody asked you! | Sana soran olmadı. |
I'll phone you. | Sana telefon açacağım. |
I told you I was out of credit on my phone | sana telefonumda kredi kalmadığını söyledim |
I come to you either today or tomorrow | Sana ya bugün ya ( da) yarın geleceğim. |
Speak in a manner that is becoming on you. | Sana yaraşır şekilde konuş |
I can help you | Sana yardım edebilirim |
It is not that I don't want to help you but right now I am very busy. | Sana yardım etmek istemiyor değilim ama şu anda çok meşgulüm. |
It's not that I won't help you. I will, but not now. | Sana yardım etmeyecek değilim; ama şimdi değil. |
I will be glad to help you | sana yardımcı olmaktan memnun olacağım |
art | sanat |
Art for art's sake. / Ars artis gratia | Sanat sanat içindir |
Are you interested in art ? | Sanata ilgin var mı? |
artistically / kunstvoll | sanatsal bir şekilde |
artfully entwined / kunstvoll in einander verschlungen/verflochten | sanatsal bir şekilde birbirine geçmiş |
artist | sanatçı |
industry | sanayi |
pain /twinge / pang /ache (s) | sancı |
barque / Kahn / fishing boat | sandal |
chair | sandalye |
Sandwich | Sandviç |
I think / I fancy | sanırım |
I think (s) it will be good if we go/pass another time over the program. | Sanırım programın üstünden bir daha geçsek iyi olacak. |
I guess so | sanırım öyle |
I think I am going to try it | Sanırım, ben deneyeceğim |
as if /quasi /like | sanki |
word at a sentence end to express an urge. ex. Where THE HECK is he ?/Wo bleibt er BLOSS? | sanki (Nerede kaldı sanki?) |
As if someone wanted to give the impression/feeling of a palace reception room to the hereabouts | Sanki birisi buraya sarayın davet salonu izlenimini vermek istemiş |
As if someone wanted to give the impression/feeling of a palace reception room to the hereabouts | Sanki birisi buraya sarayın davet salonu izlenmini vermek istemiş |
As if I was getting further and further from my goal of rescuing Ethan. | Sanki Ethan'ı kurtarma amacımdan gitgide uzaklaşıyordum. |
As if the landlady was watching them from behind one of those windows | sanki ev sahibesi o pencerelerin bir tanesinin arkasından onları gözetliyormuşçasına |
He began to anxiously examine the closed window shutters as if the landlady was watching them from behind one of those windows | sanki ev sahibesi o pencerelerin bir tanesinin arkasından onları gözetliyormuşçasına evhamlı bir şekilde kapalı panjurları incelemeye koyuldu. |
as if mixed with shadow | sanki gölgeyle karışmış gibi |
He asked as if for the sake of keeping up the conversation | sanki laf olsun diye soruyormuş gibi |
'she heard the sound of that night's rain as if with tiny fingers was beaten on a window pane' | sanki minik parmaklarla cama vuruluyormuş gibi o geceki yağmurun sesini duyuyordu. |
Every place was scrupulously clean as if its owner spent his free time in digging out out minuscule dirt pieces that were in hidden cracks | Sanki sahibi boş zamanlarını gizli çatlaklardaki minicik pislik parçalarını kazımakla geçiriyormuş gibi her yer tertemizdi. |
as if a spotlight shone right on me and I was on display | sanki spot ışıkları doğrudan üzerime çevrilmiş ve teşhir edilmiştim. |
She lowered her voice as she said the man's name, as if she believed that this would alleviate her eerie feeling a little. | Sanki ürkütücülüğünü biraz olsun hafifletir düşüncesiyle adamın adını söylerken sesini alçalttı. |
To think / suppose /fancy | sanmak |
I don't think so | Sanmam |
hallucination | sanrı |
marten / weasel / Marder | sansar |
centimetre | santim |
handle /Griff | sap |
stem (plant) / Stängel /Stiel | sap |
completely healed / in perfect health | sapasağlam |
to be stuck in / to sink into / to get stuck | saplanmak |
to deviate /detour / divert from /lead away from | sapmak |
to establish; to discover; to conclude | saptamak |
to be determined | saptanmak |
to turn yellow | sararmak |
palace | saray |
under (dat.) the stones of the palace | sarayın taşlarının altına |
they had been buried under the stones of the palace | sarayın taşlarının altına gömülmüşlerdi |
to spend /consume /use up (s) | sarf etmek |
to get drunk | sarhoş olmak |
yellow | sarı |
topaz | sarı yakut |
Don't cross the yellow line. | sarı çizgiyi geçmeyiniz |
Give me a hug. | sarıl bana |
to hug / cuddle / clasp / cling | sarılmak |
garlic | sarımsak |
yellowish (s) | sarımsı |
yellowish (t) | sarımtrak |
to wrap oneself up / to gird oneself | sarınmak |
Aloe / Agarve | sarısabır |
The aloe plants set/were established with their fleshy leaves like spiders on the road. | Sarısabır bitkileri etli yapraklarıyla örümcek gibi yola kurulmuslardı. |
blond | sarışın |
to hang down / to dangle/ to drop (s) / hängen / bammeln/ to last - dauern (often in a negative sense) | sarkmak |
to wrap / twine/ encircle / surround /wind /embrace | sarmak |
spiral | sarmal |
steep | sarp |
to be shaken / shattered (e.g. by an earthquake) | Sarsılmak |
our unwavering faith | sarsılmaz inancımız |
unshakable faith / unwavering faith | sarsılmaz inanç |
to shake / agitate / shatter (e.g. earthquake) | Sarsmak |
to buy | satın almak |
salesman | satış görevlisi |
to sell | satmak |
chess | satranç |
chess board | satranç tahtası |
chessmen /Schachfiguren | satranç taşları |
I set the chessmen back on their board | satranç taşlarını tahtasına geri yerleştirdim |
war | savaş |
battlefield / battleground | savaş alanı |
war is never necessary | savaş hiç gerekli değil |
without a fight /kampflos | savaşmadan |
He won't give up on his plans without a fight | Savaşmadan planlarından vazgeçer. |
to battle / struggle / fight / make war | savaşmak |
I was battling him | savaştım onunla |
prosescutor / sollicitor | savcı |
The prosecutor began to give his deliberation on the merits/principles | Savcı esas hakkındaki mütalaasını vermeye başladı |
The prosecutor asked for(wanted the) removal of control requirement | Savcı kontrol şartının kaldırılmasını istedi |
to be dispersed /to be driven away / to be scattered (s) | savrulmak |
defense | savunma |
to defend | savunmak |
extravagant | savurgan |
to swing / toss / flap | savurmak |
because of you / thanks to you / grâce à toi | Sayende |
Thanks to you I love Turkish a lot. | Sayende Türkçeyi çok sevdim. |
because of you(pl) / thanks to you / grâce à vous | Sayenizde |
page | sayfa |
change of page orientation between horizontal and vertical | sayfa yönlendirmesini yatay ile dikey arasında değiştirme |
respect | saygı |
to respect /to esteem a dat. | saygı duymak |
number | sayı |
to score | sayı yapmak |
numbered/counted | sayılı |
sort of / kind of | sayılır |
to be counted | sayılmak |
dear | sayın |
dear spectators | sayın seyirciler |
supreme court of public accounts (From saymak) | Sayıştay |
to count | saymak |
reed | saz |
musical instrument (s) | saz |
a hair | saç |
scalp (s. d.) | saç derisi |
hairdryer | saç kurutma makinası |
She had gathered the hair loosely with hairpins | saç tokalarıyla gevşek bir biçimde toplamıştı. |
icicle | saçak buzu |
to be scattered / spilled (s) | saçılmak |
scattered stones | saçılmış taşlar |
to dye hair | saçları boyamak |
Anyone who has a hair longer than a matchstick looks like a girl. | Saçları kibrit çöpünden uzun olan herkes kıza benziyor |
Her hair was combed in the most fashionable style (t) of Paris. | Saçları Paris'da en revaçta olan tarzda taranmıştı. |
his hair and his skin | saçları ve derisi |
My hairs have started to turn white.(a) | Saçlarım ağarmaya başladı. |
they were covered (ö) with the same dust which covered (k) his hair and his skin | saçlarını ve derisini kaplayan aynı tozla örtülmüştü |
the dust covering (k) his hair and his skin | saçlarını ve derisini kaplayan toz |
Absurd / silly / foolish / stupid / nonsensical (s) | saçma |
It was an absurd idea / it was a crazy joke | saçma bir fikirdi |
silly (s) jokes (e) | saçma espriler |
to scatter / spill (s) | saçmak |
nonsense /bullshit / rubbish (s) | saçmalık |
That's a load of crap. / that's thoroughgoing stupidity | saçmalığın daniskası |
right (not left) | sağ |
in his right hand | Sağ elinde |
There was a long straight wand of gold in her right hand (and) a golden crown on her head, | sağ elinde uzun, düzgün, altından bir asa, başında altın bir taç vardı. |
He lifted his right hand up. | Sağ elini kaldırdı. |
safely / safe and sound | sağ salim |
rainfall / downpour / shower | sağanak (yağış) |
to the right | sağdaki |
deaf | sağır |
the deaf hear (are hearing) | sağırlar işitiyor |
health | sağlık |
health care system | sağlık hizmetleri sistemi |
healthy | sağlıklı |
unhealthy | sağlıksız |
Do you want to talk about your health? | sağlığından konuşmak ister misin? |
reason | sebep |
to cause | sebep olmak |
vegetable | sebze |
vegetable section | sebze reyonu |
miserable / wretched | sefil |
coffee table | sehpa |
to bound /run ricocheting | sekerek koşmak |
8: 4 = 2 | sekiz bölü dört eşittir iki. |
They lived in China for eight years. | sekiz yıl Çin'de yaşadılar |
the eighth | sekizinci |
to REbound / hop / skip (keep bouncing) | sekmek |
eighty | seksen |
flood /torrent / deluge | sel |
Hi /hello | selam |
Greetings | selamlar |
Sticky tape /Tesafilm | seloteyp |
symbol | sembol |
sympathetic / warm hearted / likeable/ appealing | Sempatik |
district (s) | semt |
district bazaar / street market | semt pazarı |
you sg | sen |
Why don't you go ahead and say something too! | Sen de bir şeyler söylesene! |
(It seems) you didn't like it either | sen de hoşlanmamışsın |
And you are naive. | Sen de safsın. |
Are you too overwhelmed by/ sick of the heat ? | Sen de sıcaktan bunaldın mı? |
I would go if you went. | Sen gidersen,ben de giderdim. |
I could go if you go. | Sen gidersen,gidebilirim. |
If you are ready, I'm ready too. | Sen hazırsan, ben de hazırım. |
You have to comply with the desired conditions. | Sen istenilen şartlara uymak durumundasın. |
i'll thank you to mind your own business | sen kendi işine bakarsan memnun olurum |
you were hindering my letters ? | Sen mektuplarıma engel mi oluyordun? |
Are you sweating ? | Sen terliyor musun? |
It's enough that you WANT to eat (= If you want to eat there is plenty of food go ahead) | Sen yemek iste yeter ki. |
Are you cold ? | Sen üşüyor musun? |
do you think ... ? | sence ... mi? |
do you think the President is reliable? | sence Başkan güvenilir mi? |
Do you think you should have gone there? | Sence oraya gitmeli miydin? |
to stagger / stumble (s) | sendelemek |
I have hope for you / I believe in you | Senden umutluyum |
year (s) | sene |
This is the thing I 've been longing for for years (s) . | Senelerdir özlemini duyduğum şey işte buydu. |
symphony | senfoni |
I can't understand you. | Seni anlayamıyorum. |
I love you like crazy. | Seni delicesine seviyorum! |
I can't hear you. | Seni duyamıyorum. |
Nice to see you | Seni görmek ne güzel. |
I came to see you. | Seni görmeye geldim. |
If I upset you in any way, I sincerely apologize. | Seni herhangi bir şekilde üzdüysem, içtenlikle özür dilerim. |
It doesn't concern you / this is none of your business | seni ilgilendirmez |
she didn't mean to hurt you | seni incitmek istemedi |
If you knew how (much) I love you ! | Seni nasıl seviyorum,bir bilsen! |
Whatever floats your boat / Whatever makes you happy | seni ne mutlu edecekse |
It is quite a long time since I last saw you. | Seni son gördüğümden beri uzun zaman oldu. |
I will kill you | Seni öldüreceğim. |
I will have you killed. I make sb kill you / I order sb to... | Seni öldürteceğim. |
I summoned called you here for an important business | Seni önemli bir iş için buraya çağırdım |
I don't know whether you learned German or not. | Senin Almanca öğrenip öğrenmediğini bilmiyorum |
Which is your favoured Turkish food? | Senin en sevdiğin Türk yemeği hangisi? |
He cannot be compared to ordinary people like you. | Senin gibi sıradan insanlarla kıyaslanamaz |
I shouldn't have told you a thing to stimulate (fuel) your curiosity/interest (i) | Senin ilgini körükleyecek bir şey anlatmamalıydım |
I want to buy something for you. | Senin için bir şey satın almak istiyorum. |
What were you confused about ? (spoken) | Senin neyden kafanı karışmıştı? |
with you | seninle |
I don't agree with you | seninle aynı fikirde değilim |
I would love to see you soon. | Seninle en yakın zamanda görüşmeyi çok isterim. |
I am proud of you | seninle gurur duyuyorum |
It has been a pleasure chatting with you. | Seninle sohbet etmek bir zevkti. |
Did he talk to you recently ? | Seninle yakın zamanda konuştu mu? |
tutoyer | senli benli konuşmak |
basket | sepet |
Your basket is empty | sepetiniz boş |
ceramic / porcelain | seramik |
tiled walls | seramik kaplı duvarlar |
free (available)(s) / unattached /unrestricted | serbest |
to release / discharge / deliver | serbest bırakmak |
I am not free (available) (s) | serbest değilim |
I am free (available ) (s) | serbestim |
before displaying | sergilemeden önce |
to expose / exhibit / display | sergilemek |
to be exposed / displayed | sergilenmek |
to spread over /to sprawl | serilmek |
cool /chilly | serin |
to cool off / to cool down | serinlemek |
chill /cool(ness) | serinlik |
to spread /to unfold / to lay out | sermek |
solid / hard/ rigid/ stiff - for an object opposed to soft - hart (German) | sert |
the click emitted by something hard | sert bir şeyin çıkardığı tıkırtı |
stiffly / sharply | sertçe |
fortune | servet |
there is no limit to the account of his wealth | servetinin haddi hesabı yokmuş |
cypress tree | servi ağacı |
sparrow | serçe |
voice / sound / volume | ses |
sound | ses |
let it sound at least / (let it be a big thing) | ses getirsin bari |
His voice changed into a hoarse whisper. | Sesi boğuk bir fısıltıya dönüştü. |
Would you put the volume down | Sesi kısar mısın lütfen |
His voice was soft yet its fluctuating (up and down going) melody made me think of raging oceans and wild storms. | Sesi yumuşaktı, yine de iniş çıkışlı ezgisi bana hırçın okyanusları ve vahşi fırtınaları düşünürdü. |
there was (a sound of) dictatorship in his voice | sesinde bir buyurganlık vardı |
He lowered his voice. | Sesini alçalttı. |
to turn up the volume | sesini açmak |
to turn down the volume | sesini kısmak |
There was also compassion in his voice. | Sesinin tonunda merhamet de vardı. |
She couldn't hinder her voice to tremble from anger. | Sesinin öfkeden titremesini engelleyemedi. |
to shout / cry/ yell / call | seslenmek |
voiceless / silent | sessiz |
Be quiet ! | sessiz ol! |
quietly / noiselessly | sessizce |
He talked quietly. | sessizce konuştu. |
Silence (lit. voiceless-ness) | sessizlik |
to sink into silence | sessizliğe gömülmek |
Out of (in) the silence he thought that he heard tiny bare feet running | sessizliğin içinden minik çıplak ayakların koştuğunu duyduğunu sandı |
lovesick | sevdalı |
I like it/ I got a satisfactory impression - a one time thing | sevdim |
affectionate / caressing / zärtlich | sevecen |
to feel love | Sevgi duymak |
a couple I suspected to be in love | Sevgili olduğunu şüphelendiğim bir çift |
I believe/suspect that they are a couple (lovers) | Sevgili olduğunu şüpheleniyorum |
my darling / my dear (s) | sevgilim |
cute / charming / lovely/ pretty / fair | sevimli |
sweetness / cuteness / loveliness | sevimlilik |
unsympathetic/ unsympathisch | sevimsiz |
My joy in some way does not carry your joy. (from a poem of Attila İlhan ) | Sevincim bir türlü tutmaz sevincini. |
The moment I am happy you get upset. (from a poem of Attila İlhan ) | Sevindiğim anda sen üzülürsün. |
We are filled with joy | sevinç doldu içimiz |
joyful / mirthful / happy | sevinçli |
to leap for joy | sevinçten zıplamak |
shabby /illbred / rude | seviyesiz |
I continuously see it and like it every time | Seviyorum |
to love | sevmek |
Should he love, should he not love or should he not like it at all ? | Sevmeli mi sevmemeli mi Yoksa hiç beğenmemeli mi |
audiance /spectator | seyirci |
spectators / watchers | seyirciler |
The audience applauded the juggler. | Seyirciler hokkabazı alkışladı. |
rarer /sparesely | seyrek |
rare /scarce /few and far between | seyrek |
sparse vegetation (plant cover) | seyrek bitki örtüsü |
losely woven | seyrek dokunmuş |
sparesely furnished | seyrek eşyalı |
rare diseases | seyrek görülen hastalıklar |
sparesely populated | seyrek nüfuslu |
rarely encountered | seyrek rastlanan |
to dillute / thin down / rarify | seyrelmek |
to watch | seyretmek |
cannot get enough of watching | seyretmeye doyum olmaz |
indicate / suggest | sezdirmek |
intuition / instinct / perception | sezgi |
season (s - e.g a sport season) | sezon |
the season (s) always begins in August | sezon her zaman Ağustos'ta başlar |
option / choice / alternative | seçenek |
election / choice | seçim |
The election was rigged./frauded | Seçime hile karıştırılmıştı. |
distinguished /outstanding /exclusive/exquisite | seçkin |
an exquisite district /neighbourhood (s) | seçkin bir semt |
elite | seçkin kişiler |
to choose / select | seçmek |
to run / race / rush (s) | seğirtmek |
Yaralı bir hayvanın çaresız sesini benzer bir sesle hıçkırdı. | She sobbed with a voice similar to the desperate sounds of a wounded animal |
cosy / nice warm | sıcacık |
hot | sıcak |
to take a hot bath | sıcak banyo yapmak |
after starting to sip the hot drink | sıcak içeceği yudumlamaya başladıktan sonra |
Drink hot lemon tea ! | Sıcak limonlu çay iç |
Do you have hot water? | Sicak suyunuz var mı ? |
to keep warm | sıcak tutmak |
hot chocolate | sıcak çikolata |
the heat / temperature | sıcaklık |
register /record / credentials | sicil |
registration file | sicil dosyası |
cancellation of registration | sicil iptali |
registration number | sicil numarası |
Adjective | sıfat |
adjective | sifat |
zero gravity | sıfır yerçekimi |
flush /Klospülung | sifon |
cigarette | sigara |
Smoking again and again (participle) he got a headache. | Sigara içe içe başı ağrıdı. |
No smoking /Rauchen verboten | Sigara içilmez |
to smoke | sigara içmek |
Do you mind if I smoke ? is there a problem if / would (will) there be a problem if... | Sigara içmemin bir sakıncası var mı - ... olur mu? |
to quit smoking | sigara içmeyi bırakmak |
it is necessary that you quit smoking | sigara içmeyi bırakmak zorundasın(ız) |
He decided to quit smoking. | Sigara içmeyi bırakmaya karar verdi. |
He decided to leave cigarettes (quit smoking) | Sigarayı bırakmaya karar verdi. |
social security registration number / insurance number | sigorta sicil numarası |
health (sı) | sıhhat |
Be healthy ( said after a haircut) | Sıhhatler olsun! |
magician /illusionist / (someone doing magic tricks) | sihirbaz |
magically / with /by magic | sihirle |
magic (s) adj | sihirli |
What's the magic word? | Sihirli kelime neydi ? |
You forgot the magic word | Sihirli kelimeyi unuttun |
frequent /dense /thick/close | sık |
slang for: penis | sik |
hang in there / be patient / grit your teeth /grin and bear it! Lit. Beiß die Zähne zusammen. | sık dişini |
often / frequently | sık sık |
a bag at which she looked frequently | sık sık baktığı bir kese |
tight / fast / firm / strict | sıkı |
tight / narrow / short | sıkı |
tight groups of trees | sıkı ağaç toplulukları |
tight groups of trees dropped a deep shadow on the places | sıkı ağaç toplulukları yerlere derin bir gölge düşürdü |
On places where tight groups of trees dropped a deep shadow | Sıkı ağaç topluluklarının derin bir gölge düşürdüğü yerlerde |
close cooperation | sıkı işbirliği |
They work hard and are successful at school. | Sıkı çalışırlar ve okulda başarılıdırlar. |
boring | sıkıcı |
I am bored. (s) | Sıkıldım. |
to be bored / to get bored (s) | sıkılmak |
to be bored | sıkılmak |
boredom / annoyance / nuisance | sıkıntı |
to create problems | sıkıntı yaratmak |
No problem | sıkıntı yok |
No problem. Everything is fine. | Sıkıntı yok, her şey yolunda |
depressing / uneasy / distressed | sıkıntılı |
a troublesome thought | sıkıntılı bir düşünce |
It was a depressing / troublesome morning | Sıkıntılı bir sabahtı. |
you can get in trouble | sıkıntıya sokabileceksin |
to get in trouble | sıkıntıya sokmak |
dense /cramped / crowded/ hard-pressed | sıkışık |
tight schedule | sıkışık program |
rush hours | sıkışık zaman |
to jam (in) / tighten / squeeze (s) | sıkışmak |
Often, I would see that the weather is nice and sunny. | Sıklıkla, havanın güzel ve güneşli olduğunu görürdüm. |
to press together /to tighten /to squeeze / to hold tight zusammenbeißen | sıkmak |
eraser / Radiergummi | silgi |
top hat /Zylinder | silindir şapka |
deleted messages | silinen mesajlar |
to clean out /sweep away /mop up /clean away /slang: to gulp down /garbage down food | silip süpürmek |
Silicon /Silicium -Si 14 | Silisyum |
To be shaken / to shake oneself / to jerk oneself out of a somnolent state | silkelenmek |
to toss / to shake off / to shake oneself | silkinmek |
to wipe off / delete / efface / cross out | silmek |
weapon / arm | silâh |
symbol / token / emblem | simge |
he fingered the symbol | simgeyi elledi |
bagel | simit |
tightly closed lips / zusammengepreßte Lippen | sımsıkı kapalı dudaklar |
very black beady eyes | simsiyah boncuk gözler |
alchemists | Simyagerler |
Alchemists never did manage to convert lead into gold. | Simyagerler, kurşunu bir türlü altına dönüştürmeyi beceremedi. |
exam | Sınav |
You will need to study to pass the exam. | Sınavı geçmek için çalışman gerekecek. |
squirrel | sincap |
(made) from squirrel fur (p) | sincap postlarından |
fly (insect) | sinek |
trefle / Kreuz (cards) | sinek |
kolibri | sinekkuşu |
cinema | sinema |
The cinema is far away. | sinema uzak |
the girl who works in the cinema | sinemada çalışan kız |
We could go to the cinema | sinemaya gidebiliriz |
I'd prefer rather to go to the bar than going to the cinema | Sinemaya gitmektense bara gitmeyi tercih ederim. |
class / Klasse (biol.) (e.g. mamalia/ Säugetiere) | sınıf |
class (school) /classroom | sınıf |
the classmate said he could take a look at the textbook | sınıf arkadaşı ders kitabına bakabileceğini söyledi. |
My classmatte said I could have a look at the textbook. | Sınıf arkadaşım ders kitabına bakabileceğimi söyledi. |
He wanted to see the textbook of a classmate. | Sınıf arkadaşının ders kitabına bakmayı istedi. |
he wanted the help of a classmate | sınıf arkadaşının yardımını istedi |
border (s) | sınır |
nerve /sinew / anger / temper | sinir |
to drive s.o. nuts | sinir etmek |
to drive s.o. nuts | sinir etmek |
to boil with rage / to be hopping mad / to be pissed off | sinir(in)den kudurmak - öfkeden kudurmak |
deportation / expulsion | sınırdışı |
to be deported / expulsed | sınırdışı edilmek |
to get frustrated (angry) | sinirlenmek |
to be on edge | sinirleri gerilmek |
to be in a bad mood (lit. one's nerves are on the hill) | sinirleri tepesinde olmak |
nervous / irritable / pissed off | sinirli |
to crouch /duck /cringe (s) | sinmek |
insidious / sneaky /sly / heimtückisch / hinterhältig | sinsi |
to prowl /lurk /sneak | sinsi sinsi dolaşmak |
to stalk | sinsi sinsi izlemek |
to ask slyly | sinsi sinsi sormak |
signal mixer | sinyal karıştırıcı |
to indicate (in traffic) | sinyal vermek |
donkey foal | sıpa |
order /Bestellung | Sipariş |
to order / bestellen | sipariş vermek |
Are you ready to order? | Sipariş vermek için hazır mısınız? |
Show my orders | Siparişlerimi göster |
trench (Schutzgraben) / shield / bulwark | siper |
to take shelter / to take cover | siper almak |
to use as a shield | siper etmek |
to dig a trench | siper kazmak |
secret (s) | sır |
the cat is out of the bag /the secret is no longer a secret | sır ifşa oldu |
When it needed to be kept secret/to be a secret | sır olması gerekirken |
row (number...) | sıra |
What is next | Sırada ne var |
I wonder what is next. | Sırada ne var acaba. |
ordinary / common | sıradan |
the common thief | sıradan hırsız |
from the common burglar to the more sophisticated blackmailers | sıradan hırsızdan, daha sofistike şantajcılara |
ordinary people | sıradan kişiler |
mountain range | sıradağlar |
to line up /array | sıralamak |
during/ while (s) | sırasında |
in turns / one by one | sırayla |
merely / only / exclusively / just to (s) | sırf |
merely to set them off (fire them) | sırf onları ateşlemek için |
Did you go up all the way to the third floor just to drink water? | Sırf su içmeye ta üçüncü kata mı çıktın? |
just for the sake of decoraration | sırf süs olsun diye |
just for the sake of x | sırf x olsun diye |
soaked | sırılsıklam |
to grin / smirk | sırıtmak |
vinegar | sirke |
the priviledge to know the secrets | sırları bilme ayrıcalığı |
The secret has not been solved yet | Sırrı henüz çözülemedi |
(the) back | sırt |
backpack | sırt çantası |
He secretly threw a slice of Salami into his backpack. | Sırt çantasına gizlice bir dilim salam attı. |
his back | sırtı |
to his back | sırtına |
on his back | Sırtında |
on the back | sırtüstü |
She lay on ( her ) back, her mouth was half open | sırtüstü yatıyordu, ağzı yarı açıktı. |
fog / mist (s) | sis |
Mist wrapped around my ankles as if alive, stroking/caressing my skin with his wet fingers. | Sis canlıymış gibi ayak bileklerimi sardı, ıslak parmaklarıyla tenimi okşadı. |
The fog glided by turning from the parched/scorched area towards the stone. | Sis kavrulan alanın üstünden döne döne taşa doğru süzüldü. |
skinny /mager (s) | sıska |
foggy | sisli |
system | sistem |
to protect from the fog | sisten korumak |
malaria /Tropenfieber | sıtma |
Eucalyptustree | sıtmaağacı |
plaster | sıva |
Nuthatch /Kleiber | sıvacı kuşu |
liquid | sıvı |
like liquid silver | sıvı gümüş gibi |
sharp / pointed | sivri |
with pointed ears (adj.) | sivri kulaklı |
sharp and thorny vegetation | sivri ve dikenli bitkiler |
to become pointed / to advance rapidly | sivrilmek |
gnat / moskito | sivrisinek |
The mosquitoes will not leave me alone! | Sivrisinekler beni rahat bırakmıyor! |
black | siyah |
blueberry / Blaubeere / Heidelbeere | Siyah yabanmersini |
Are the black shoes comfortable ? | Siyah ayakkabılar rahat mı? |
black currant / schwarze Johannisbeere | siyah frenküzümü |
black cloaked | siyah pelerinli |
the black cloaked rider | siyah pelerinli binici |
black Urgal blood stained the bag that was in her hand | siyah Urgal kanı elindeki keseyi lekeliyordu. |
He was clad in black and silvery tones | Siyah ve gümüşi tonlarda giyinmiş |
blackish (s) | siyahımsı |
blackish (t) | siyahımtrak |
political asylum | siyasal iltica |
politics | siyaset |
politician | siyasetçi |
politicians actually control nothing | siyasetçiler aslında hiçbir şey kontrol etmiyorlar |
politicians always promise to change the law | siyasetçiler her zaman kanunu değiştirmeye söz verirler |
scratch / scar /(light wound) | sıyrık |
you pl (or formal) | siz |
Sometimes you can hear their laughter. | Siz de bazen onların gülüşünü duyabilirsiniz. |
You(formel) are certainly / presumably a doctor? | Siz her halde doktorsunuz ? |
Who are you? | siz kimsiniz? |
Seek ye first His Reign and righteousness | Siz öncelikle Onun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin. |
infiltrating / who is infiltrated / seeping (present participle) | sızan |
infiltrating bundles of sunlight | sızan güneş ışığı demetleri |
You wouldn't believe it if I told you | size anlatsam herhalde inanmazdınız |
I don't have the intention to tell you (pl) a school story. | Size bir okul hikâyesi anlatmaya niyetli değilim. |
Can I ask you (pl) a question? | size bir soru sorabilir miyim? |
Let me make you an offer ! | size bir teklifte bulunayım |
What comes to you (pl) even every hair on your (pl) head is counted. Matta 10:30 | Size gelince, başınızdaki bütün saclar bile sayıldır. |
Is it /can it be because he doesn't trust you ? | Size güvenmediği için olabilir mi? |
what I say to you in the dark | Size karanlıkta söylediklerim |
What I say to you in the dark, tell it in the daylight. | Size karanlıkta söylediklerimi, siz gün ışığında söyleyin. |
let me give you a little hint | size küçük bir ipucu vereyim |
I said I ll come to you at five, remember/I believe? | Size saat beşte geleceğim demiştim ya? |
I am sorry to have troubled you (pl) | size zahmet verdiğim için üzgünüm |
you stupid dogs /you stupid bastards | sizi ahmak itler |
It is a pleasure for us to entertain you. | Sizi ağırlamaktan zevk duyarız. |
we're looking forward to seeing you (pl) /we are waiting impatiently.... | sizi görmeyi sabırsızlıkla bekliyoruz |
a thought environment / a place for thinking where nobody, no outside factor will disturb you | Sizi kimsenin, hiçbir dış faktörün rahatsız etmeyeceği bir düşünme ortamı |
It has to be your oasis, your thought environment where nobody, no outside factor will disturb you. | Sizi kimsenin, hiçbir dış faktörün rahatsız etmeyeceği bir düşünme ortamınız, vahanız olmalıdır. |
It gives us happiness to please you. | Sizi memnun bırakmak bize mutluluk verir. |
your interest in your environment | sizin çevrenize olan ilginiz |
with you (pl) | sizinle |
we look forward to meeting you (pl) / we are waiting impatiently.... | sizinle tanışmayı sabırsızlıkla bekliyoruz |
It was a great pleasure to meet you again. | Sizinle yeniden karşılaşmak büyük bir keyifti. |
to whine / to whimper | sızlamak |
to moan / complain / whine | sızlanmak |
you all /royal plural (thou) / describing a whole generation | sizler |
to you all | sizlere |
We shall be happy to welcome you in our hotel. | Sizleri otelimizde ağırlamaktan mutlu olacağız |
vouvoyer | sizli bizli konuşmak |
to infiltrate / leak / to seep/ drain (ı) (e.g. water/ light/ a secret) | sızmak |
shit | sıç |
rat /mouse | sıçan |
murids / Mäuseartige | sıçangiller |
of the murids - M¨¨äuseartigen, a rodent, a mammal | sıçangillerden, kemirgen, memeli hayvan |
to jump / splash / leap / bounce (once) | sıçramak |
the blue of 'I am so deep in shit' - (term used by students who have exam in the morning and didn't study enough) | sıçtım mavisi |
refuge | sığın |
shelter | sığınak |
my shelter | sığınağım |
to shelter / to take refuge | sığınmak |
cattle (includes cows, bulls, oxen, and buffaloes) | sığır |
beef | sığır eti |
In order to reach the cattle and horses they tore the stable walls with their teeth apart. | sığır ve atlara ulaşmak için ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı. |
starling | sığırcık |
Scandium - Sc 21 (geçiş metalleri /metalik gri) | Skandiyum |
slide (e.g. Power point) | slayt |
creating or modifying slide layouts | Slayt düzenlerini oluşturma veya değiştirme |
slide view | slayt görünümü |
ki onunla ilk defa tanışabilsinler | so they could meet him (get to know him) for the first time. |
Sodium / Natrium - Na 11 | Sodyum |
sophisticated | sofistike |
table (s) | sofra |
tablecloth (s) | sofra örtüsü |
to prepare the table / lay out the table cloth | sofrayı hazırlamak |
conversation | sohbet |
street | sokak |
lampost / street lantern | sokak lambası |
Someone came to the side of a cold and hungry dog staying in the cold air in front of an apartment block opposite the street. | Sokağın karşısındaki apartmanın önünde soğuk havada üşüyen ve aç kalan bir köpeğin yanına bir kişi geldi. |
to put something into something | sokmak |
come close, nestle, snuggle, draw near, wriggle oneself into, infiltrate, come up, creep, edge, edge in, encroach, nuzzle, penetrate, put oneself forward, sidle, sidle up to, worm one's way /sich anschmiegen | sokulmak |
left | sol |
on her left foot | sol ayağında |
Its left front foot was stretched in a weird angle | sol ön ayağı garip bir açıyla uzanmıştı. |
on her left front foot | sol ön ayağında |
turn left | sola dön |
to the left | soldaki |
pale (...g) | solgun |
the edges of his pale grey cloak were dragged in the blood(pl) | solgun gri pelerininin etekleri kanların içinde sürüklendi |
Pale(ly) | Solgun solgun |
Pale(ly) it had sat on top of the trees in the east | Solgun solgun doğudaki ağaçların üzerine oturmuştu |
to fade / wither / wilt | solmak |
worm | Solucan |
pale (...k) | soluk |
to take a breath /to breath in (s. a.) | soluk almak |
pale coloured | soluk renkli |
pale skinned | soluk tenli |
to catch a breath (s) | soluklanmak |
to gasp for breath | soluğu tutulmak |
holding my breath | soluğumu tutarak |
to hold one's breath | soluğunu tutmak |
bed frame/ Bettgestell (the metal part / springs of a bed) | somya |
end / ending (s) | son |
last | son |
to catch the last evening news | son akşam haberlerini yakalamak |
the last moment | son an |
at the last moment | son anda |
the horror of the last moments | son anların dehşeti |
spoiled by the horror of her last moments | son anlarının dehşeti ile bozulmuş |
The last rider | Son binici |
a last-minute decision | son dakika kararı |
after a last minute decision | son dakika kararı ile |
extremely | son derece |
suffix | son ek |
at top speed | son hızla |
expiration date | son kullanım tarihi |
deadline | son mühlet |
recently | son zamanlarda |
to reach / come to an end | sona ermek |
To end / expire / come to an end / discontinue | Sona ermek |
autumn | sonbahar |
The autumn rain started again. It's as if it competes with my crying. | Sonbahar yağmuru yine başladı. Gözyaşımla yarış yaparcasına. |
after / then | sonra |
Then for a while nothing happened. | Sonra bir süre için hiçbir şey olmadı. |
See you later | sonra görüşürüz |
then surely | sonra kesinlikle |
then giggling and whispering | sonra kıkırdamalar ve fısıldamalar |
We ll talk later | sonra konuşuruz |
Then he took three arrows and nocked the first, the two others he held in his left hand. | sonra üç tane ok alıp birini yaya taktı, diğer ikisini sol elinde tuttu. |
an afterwards fictionalized/made/build diary | sonradan kurgulanmış bir günlük |
the next | sonraki |
The next two days passed in the blink of an eye. | Sonraki iki gün göz açıp kapayıncaya kadar geçti. |
the next election is in two years | sonraki seçim iki yıl içinde |
when is the next election? | sonraki seçim ne zaman? |
later (than) | sonrası |
Do you guys have plans for later ? | sonrası için planınız var mı? |
forever | sonsuza dek |
I don't want to be single forever | sonsuza dek bekâr olmak istemiyorum |
to keep one's eyes on the prize | sonuca odaklanmak |
He couldn't take the consequence/result | Sonucu göze alamadı. |
towards the end | sonuna doğru |
until the end | sonuna kadar |
the last but not the least (but not the worst) | sonuncusu ama en kötüsü değil |
the last but not the least (the most important) | sonuncusu ama en önemlisi |
She was sure it was the latter. | sonuncusu olduğundan emindi |
finally / in the end / at last | sonunda |
Finally they sickened me | Sonunda bıktırdılar beni |
finally we found a road sign | sonunda bir tabela bulduk |
Finally the bad news spilled quickly from his lips. | Sonunda kötü haber dökülüverdi dudaklarından. |
consequently / as a consequence / in conclusion 7 ultimately | Sonuç olarak |
the consequences | sonuçlar |
I heard the results over the radio | sonuçları radyodan duydum |
to take the consequences | sonuçlarını göze almak |
presenting /feature/ presentation /introduction (...ş) | sonuş |
query /inquiry /question | sorgu |
to ask | sormak |
it doesn't hurt to ask | sormakta bir sakınca yok |
if you don't mind me asking | sormamda bir sakınca yoksa |
question | soru |
responsible | sorumlu |
to blame | sorumlu tutmak |
responsibillity | sorumluluk |
They did not want to load the responsablity on one single person. | Sorumluluğu tek bir kişi üzerine yüklemek istememişler. |
irresponsably / recklessly | sorumsuzca |
problem | sorun |
Not at all / not to worry / it doesn't cause a problem | Sorun değil |
What's the problem ? / Whats the matter ? | Sorun ne? |
no problem | sorun yok |
There are no problems, there are only challenges (difficulties). | Sorunlar yoktur, sadece zorluklar vardır. |
to overcome the difficulties / to surmount the difficulties / to resolve the problems | sorunları atlatmak |
investigation / inquiery | soruşturma |
The investigation revealed a scandal. | Soruşturma bir skandalı ortaya çıkardı. |
sauce | sos |
social | sosyal |
social network | sosyal iletişim ağı |
social media | sosyal medya |
Socialize ! | Sosyalleş ! |
soy sauce | soya sos |
chicken with soy sauce | soya soslu tavuk |
Your surname / Ihr Nachname | Soyadınız |
robbery | soygun |
robber | soyguncu |
it was robbery | soygundu |
noble (with lineage) | soylu |
the noble horse | soylu at |
They fell of their noble horses (to the ground) and... | Soylu atlarından yere düşüp |
It was a noble beauty, like the one belonging to (peculiar to) a prince of a foreign nation. | Soylu bir güzellikti, yabancı bir ulusun prensine özgü |
Nobility / aristocrazy / noblesse | soylular |
to rob (e.g. bank) | Soymak |
to undress | soyunmak |
abstract | soyut |
a philosophy | soyut düşünüş |
abstract idea | soyut görüş |
abstraction / abstract concept | soyut kavram |
abstract concept | soyut kavram |
absract painting | soyut resim |
abstract art | soyut sanat |
onion | soğan |
Chive / Schnittlauch | soğancık |
cold | soğuk |
bad joke (not funny) | soğuk espri |
clothes suiting the cold weather conditions | soğuk hava şartlarına uygun giysiler |
The cold stars looked at him without blinking their eyes. | Soğuk yıldızlar gözlerini kırpmadan ona bakıyordu. |
The cold began to penetrate the rain coat. | Soğuk, yağmurluğun içine işlemeye başladı. |
cold (noun) | soğukluk |
to cool down / to become cold | soğumak |
spatula / Spatel | spatül |
speaker | spiker |
the speaker came up with an emotionless expression until the end of the news | spiker donuk bir ifadeyle haberin sonuna kadar geldi |
sport | spor |
sport shoes | spor ayakkabı |
sport club | spor kulübü |
gym | spor salonu |
the gym is right here | spor salonu tam burada |
stade | stadyum |
stand /Stativ | statif |
push stop ! | Stopa bas ! |
Stress | Stres |
Stressful people are prone to get ill | Stresli kişiler hastalığı davet ediyor |
Avoid stress | Stresten kaçın. |
water | su |
flood | su baskını |
puddle /flaque d'eau /Pfütze | su birikintisi |
Would you like some water or anything? | Su mu içer misin? |
officer (military rank) | subay |
sausage (su...) | sucuk |
egg with sausage | sucuklu yumurta |
to drown | suda boğulmak |
She is afraid of water. | Sudan korkar. |
I am (become) like a fish out of water. | Sudan çıkmış bir balık olurum. |
to water / sprinkle | sulamak |
the waters were flowing down the mountains in streams | sular dereler hâlinde dağlardan aşağıya akıyordu |
the surface of the waters | suların yüzeyi |
Juicy /saftig | sulu |
submission / confirmation / presentation / offering (...a) | sunma |
to offer / proffer / introduce / present | sunmak |
presentation /supply / offer (...m) | sunum |
presentation software | sunum - sunuş yazılımı |
to present / make a presentation | sunum yapmak |
presenting (verbal noun) | sunuş |
white paper (presentation paper) | sunuş belgesi |
view menu (computer) | sunuş menüsü |
wall (s) | sur |
Shut up ! | Sus ! |
Are they thirsty ? (You were all day together. You must know without even asking them) | Susadılar mı ? |
I am thirsty | susadım |
Are you thirsty | susadın mı |
sesame seed /Sesamkorn | susam |
to be thirsty / to feel thirsty | susamak |
Are they thirsty ? (if you don't know go and ask them) | Susamışlar mı? |
They are thirsty, they want to drink | susamışlar,su istiyorlar. |
They are thirsty, they want to drink | susamışlar,su istiyorlar. |
sea otter | susamuru |
the water surface, flat as a mirror / die spiegelglatte Wasseroberfläche | suyun ayna kadar düz yüzeyi |
crime | suç |
a life of crime | suç hayatı |
to lead a life of crime | suç hayatı sürmek |
You are not afraid to lead a life of crime. | Suç hayatı sürmekten korkmuyorsun. |
criminal record | suç kaydı |
crime novel / Krimi | suç romanı |
criminal organization | suç örgütü |
the ringleader / gang-leader / chief of the criminal organization | suç örgütü elebaşı |
(being) the alleged leader of the criminal organization | suç örgütü elebaşı olduğu iddia edilen |
to establish a criminal organization | suç örgütü kurmak |
to accuse | suçlamak |
on charges of / alleged to (s) | suçlamasıyla |
to be accused by | suçlanmak |
criminal | suçlu |
guilty | suçlu |
The criminal was sentenced (ç) to life imprisonment (m) | Suçlu müebbet hapis cezasına çarptırıldı. |
with a casual fascination unknown to criminals | suçlular tarafından bilinmeyen gelişigüzel bir hayranlıkla |
red-handed | suçüstü |
milkman | s¨ütçü |
to disassemble / to take apart/ to pull out / to take down / to disconnect | sökmek |
rip /tear /something torn /Riss /Laufmasche | sökük |
to extinguish / to put out / to dampen | söndürmek |
to curse (s) | sövmek |
the words he said | Söyledikleri |
to say / speak / tell | söylemek |
If you want to say/tell it I have no objection | Söylemek istiyorsan itirazım yok |
if you don't mind me saying | söylememde bir sakınca yoksa |
rumour | söylenti |
I would have told | söylerdim |
discourse / speech | söylev |
to give a speech / to lecture to a dat. | söylev çekmek |
There is nothing to say actually. | Söyleyecek bir şey yok aslında. |
words to say | söyleyecek söz |
I have no words | söyleyecek sözüm yok |
Let me tell you | söyleyeyim |
promise (s) / word (saying) | söz |
to talk about / to mention / to speak off | söz etmek |
Words are fleeting, writing stays | Söz uçar, yazı kalır |
to give a promise | söz vermek |
a promise being (to be) fulfilled | söz yerine gelmek |
word order | sözcük dizimi |
his words got drowned by Dudley's long,noiseful burp | sözcükleri Dudley'den çıkan uzun, gürültülü bir geğirmenin içinde boğulup gitti |
to intervene in /to enter a conversation / se mêler à une conversation | söze karışmak |
Her words stuck like a knife into his heart / Ihre Worte gaben ihm einen Stich ins Herz. | Sözleri kalbine bıçak gibi saplanmıştı. |
Let my words fall like dew | sözlerim çiy gibi düşsün |
contract | sözleşme |
oral presentation | sözlü sunum |
to need a dictionary | sözlüğe ihtiyaç duymak |
to fullfill a promise | sözü yerine getirmek |
to interrupt | sözünü kesmek |
to keep a promise | sözünü tutmak |
willow /Weide | söğüt |
dynasty /lineage /family (s) | sülale |
pheasant /Fasan | sülün |
Hyazinthe | sümbül |
slug | Sümüklüböcek |
Its super power is to have developed an unbelievable imune system. | Süper gücü, bağışıklık sisteminin inanılmaz gelişmiş olması. |
broom | süpürge |
to sweep | süpürmek |
To maintain /sustain / keep up / carry on | sürdürmek |
time / while | süre |
as long as +-dik participle | sürece |
continuously (s) / constant / permanent / without ceasing | sürekli |
Stop asking the same questions over and over | sürekli aynı soruları sorup durmayı kes |
constant care (s.b.) | sürekli bakım |
to have one's head in the clouds | sürekli düş kurmak |
obsession | sürekli endişe |
constant improvent | sürekli gelişme |
constant/regular smoking | sürekli içicilik |
permanent job | sürekli iş |
frequent guest | sürekli konuk |
constantly /incessantly/continuously /always | sürekli olarak |
trouble magnet | sürekli olarak başını belaya sokan kimse |
control-freak | sürekli çevresindeki insanları kontrol altında tutmaya çalışan kimse |
process | süreç |
twig / Zweig | sürgün |
to drive (s) | sürmek |
surprise | sürpriz |
slut / Schlampe | sürtük |
driver (s) | sürücü |
to drag / to sweep | sürüklemek |
living in the form of pods (group of dolphins) /herds /swarms | sürüler durumunda |
version | sürüm |
ornated / decorated | süslü |
milk | süt |
milk rice | sütlaç pirinci |
spurge /euphobia /Wolfsmilch | sütleğen |
This milk's expiration date has come and gone! | Sütün son kullanım tarihi geldi de geçti bile! |
To filter something/ to infiltrate/ to drain | süzmek |
to look at something in detail | süzmek |
draining waters | süzülen sular |
To seep / filter/ be filtered/ drain / float | süzülmek |
(intensifier for places and time) 'all the way' | ta |
He ran all the way to school. | Ta okula kadar koştu. |
Are there plates/dishes ? | Tabak var mı ? |
floor (of a building)/base / sole (shoe) | taban |
gun | tabanca |
Could you hand me your plate? | Tabağını bana uzatır mısın? |
road sign | tabela |
of course /sicher | tabii ki |
Of course I have some water. | tabii ki biraz suyum var |
Of course he likes salad. | Tabii ki salata sever. |
Of course I speak English | tabii ki İngilizce konuşuyorum |
phrase /expression /locution | tabir |
painting | tablo |
paintings and mural paintings | tablolar ve duvar resimleri |
to enjoy / drink in / relish | tadını çıkarmak |
while having started to relish | tadını çıkarmaya başlamışken |
to tolerate /to suffer /to endure | tahammül etmek |
cereal flakes / Getreideflocken | tahıl ezmesi |
evacuation / release / discharge | tahliye |
Upon(following) his release he has been viewed while preparing his suitcases at home. | Tahliyesinin ardından evinde bavullarını hazırlarken görüntülendi. |
prediction /estimation / Einschätzung /Hochrechnung/ Vorhersage | tahmin |
Guess what (happened) | Tahmin et noldu |
as might be expected | tahmin edilebileceği gibi |
to guess /estimate | tahmin etmek |
I should have guessed | Tahmin etmeliydim |
it finished later than I expected | tahmin ettiğimden daha geç sona erdi |
estimator / Vorhersager / forecaster | tahminci |
estimated damage (h) | tahmini hasar |
according to estimations /nach Schätzungen / schätzungsweise | tahminlere göre |
wood / wooden (t) | tahta |
wood (t) floor | tahta zemin |
to swob /exchange | takas etmek |
power (t) | takat |
the powerless | takati olmayan |
He increases the force of the powerless | takati olmayanın kudretini artırır |
if / in case of / supposing that | takdirde |
jewelry /ornament (t) | takı |
to hang out / to stick around / to jam in / to hook / to fit / to attach / to install / to insert | takılmak |
group /set /team | takım |
Order / Ordnung (biol.) (e.g. Carnivora/Raubtiere) | takım |
suit (clothes) | takım elbise |
to support a team (t) | takım tutmak |
a star cluster | takım yıldızı |
pursuit / chase /Verfolgung | takip |
Are you following? | takip ediyor musun? |
to follow | takip etmek |
to rattle /clatter (e. g. teeth) | takırdamak |
they should not rattle /let them not rattle (imp neg pl) | takırdamasınlar |
He pressed his teeth together, so they would not rattle. | takırdamasınlar diye dişlerini sıktı. |
salto / summersault /Purzelbaum | takla |
to turn a summersault / einen Purzelbaum schlagen | takla atmak |
to imitate | taklit etmek |
when taking his talent for imitation into consideration | taklit yeteneği dikkate alındığında |
when taking his talent for imitation into consideration, this image did not seem strange at all | taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
when taking his talent for imitation into consideration, this image did not seem strange at all | taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
when taking his talent for imitation into consideration, this image did not seem strange(y) at all | taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
taxi | taksi |
to take a taxi | taksi tutmak |
to ask for / to demand / to claim | talep etmek |
exactly / precisely / completely | tam |
Vollkorn /complete (e.g. rice) | tam (taneli ) tahıl |
to give full satisfaction / to literally (in the strict sense) satisfy | tam anlamıyla memnun etmek |
a true / real X | tam bir X |
rıght here | tam burada |
to) sprint | tam hızla koşma(k) |
exactly / precisely / completely (t.o.) | tam olarak |
What exactly do you want? | Tam olarak ne istiyorsun? |
right in the middle | tam ortasında |
a door having a handle of shining brass right in the middle | tam ortasında parlak pirinçten bir kolu olan kapı |
It had a door having a handle of shining brass right in the middle | tam ortasında parlak pirinçten bir kolu olan kapısı vardı |
just as I guessed | tam tahmin ettiğim gibi |
completely opposite / absolutely opposite | tam ters |
right on time / exactly on time / pünktlich | tam zamanında |
you stepped right on top of it / you hit the nail on the head | tam üstüne bastın |
I haven't eaten any fish for three weeks straight (shark in Nemo) | Tam üç haftadır hiç balık yemedim. |
as we speak; right this second | tam şu anda |
they're arriving in Ankara right this second | tam şu anda Ankara'ya varıyorlar |
He felt a bit foolish himself for wanting to check that Tam was still there | Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için kendini biraz aptal gibi hissediyordu |
As Tam had taught him | Tam'ın ona öğretmiş olduğu gibi |
ok / complete | tamam |
to give full satisfaction | tamamen memnun bırakmak |
all / entire / every bit | tamamı |
fully | Tamamıyla |
if you fully (completely) understood | Tamamıyla anladıysanız |
to complete /to finish (t) | tamamlamak |
to be finished/ completed (t) | tamamlanmak |
it has been finished/ completed (t) | tamamlanmıştır |
to repair | tamir etmek |
reparation works | tamir işleri |
repairman / mechanic | tamirci |
dawnbreak /twilight / blueish colour of the sky (t) | tan |
piece /grain / seed | tane |
peppercorn | tane karabiber |
familiar | tanıdık |
to become familiar | tanıdık hale gelmek |
someone I know | tanıdığım biri |
witness (t) / Zeuge | tanık |
the witnesses were confronted | tanıklar yüzleştirildi |
testimony / witness (t) | tanıklık |
for the purpose of testimony (t) | tanıklık amacıyla |
to witness / testify (t) | tanıklık etmek |
somebody I didn't know | tanımadığım bir kimse |
Don't you know her/him ? | Tanımıyor musunuz? |
to identify / define (math/ chemistry/NOT: in criminology) | tanımlamak |
a concept difficult to define | tanımlaması zor bir kavramdır |
to become unrecognizable | tanınmaz hale gelmek |
When you get to know him you (will) like him a lot | tanıyınca çok seversin |
Let them be able to get acquainted with / that they can get to know him (imp / potential / 3pl) | tanışabilsinler |
to meet / to introduce (t) | tanışmak |
let me introduce | tanıştırıyım |
let me introduce | tanıştırıyım |
to be glad to meet you | tanıştığına memnun olmak |
The person you meet will never stay the same as you first knew. | Tanıştığınız insan, hiç bir zaman ilk tanıdığınız gibi kalmaz. |
God | Tanrı |
When you enter this year God wants to be also your Father | Tanrı bu yıla girerken senin de baban olmak istiyor. |
God will also do His own part of the job. (a fact) | Tanrı da kendi üzerine düşeni yapacaktır. |
The Lord is our salvation. Trusting in Him we shall not be discouraged. Jes. 12:2 | Tanrı kurtuluşumuzdur. Ona güvenecek, yılmayacağız. |
God is love. Who lives in love lives in God and God in him. 1. Yuhanna 4:16 | Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı'da yaşar, Tanrı da onda yaşar. |
for the sake of/ due to the Word of God | Tanrı sözünden ötürü |
When he experiences persecution because of (due to) the Word of God | Tanrı sözünden ötürü zulme uğrayınca |
to cry out to God | Tanrı'ya yakarmak |
God helps those who help themselves | Tanrı, kendilerine yardım edenlere yardım eder |
God created from the beginning of Creation men as men and woman (female). (Mark 10: 6) | Tanrı, yaratılış başlangıcından insanları erkek ve dişi olarak yarattı. |
sacrifice (rel.) | tanrıya sunma |
temple | tapınak |
the side (t) | taraf |
by (someone) | tarafından |
detachment / impartiality / neutrality / objectivity | tarafsızlık |
to scan /sweep /comb | taramak |
Estragon | Tarhun |
to describe (tf) (also for way directions - turn left, second to the right..) | tarif etmek |
History | tarih |
I learned that the history exam was cancelled. | Tarih sınavının iptal olduğunu öğrenmiştim. |
one of the most important events in history | tarihteki en önemli olaylardan biri |
one of the important cities in history | tarihteki önemli şehirlerden biri |
according to historians and myth/legend compilers | tarihçi ve efsane derleyicisine göre |
historical artifact | tarihî eser |
agricultural worker /Landarbeiter | tarım işçisi |
field | tarla |
Field crow | tarla kargası |
to become debatable /to become a highly controversial topic | tartışılır hale gelmek |
discussion / debate / argument (mainly used for dispute) | tartışma |
to dispute | tartışma yaşamak |
to discuss / to argue | tartışmak |
To weigh (out) / deliberate | tartmak |
way / manner (t)/ style /fashion | tarz |
cinnamon | tarçın |
designer | tasarımcı |
saving /economy /retrenchment | tasarruf |
to economize / save | tasarruf etmek |
pack up and leave | tası tarağı toplayıp gitmek |
to describe (tv) (a quality nice /beautiful /newly constructed - not for giving directions !) | tasvir etmek |
holiday (t) | tatil |
I made a list of the places I went to on holidays. | Tatilde gittiğim yerlerin listesini yaptım. |
How was your holiday? | tatilin nasıldı? |
dessert | tatlı |
sweet | tatlı |
sweet apple cider | tatlı elma şırası |
What desserts do you have? | Tatlı olarak ne var? |
Do you like sweets? | Tatlı sever misin? |
eat sweet talk sweet (let's..) | tatlı yiyelim, tatlı konuşalım |
types of dessert | tatlı çeşitleri |
sweetness | tatlılık |
my sweatheart | tatlım |
to taste | tatmak |
Satisfied (t) | Tatmin olarak |
ceiling | tavan |
did you check if we need paint for the ceiling? | tavan için boyaya ihtiyacımız olup olmadığını kontrol ettin mi? |
The ceiling was deteriorated with scorch marks (Plqpf) | Tavan yanık izleriyle bozulmuştu |
attitude /behaviour / manner | tavır |
advice / recommandation (t) | tavsiye |
chicken / hen | tavuk |
chicken (meat) | tavuk eti |
chicken thief | tavuk hırsızı |
chicken bones | tavuk kemikleri |
The hen is laying an egg. | Tavuk yumurtlamış |
chicken pie | tavuklu börek |
peacock /Pfau | tavuskuşu |
peacock feather | tavuskuşu tüyü |
rabbit | tavşan |
foal | tay |
ration /portion (t) | tayin |
to determine /to name /to designate | tayin etmek |
Thailand / Thai | Tayland |
fresh | taze |
He (they) regain(s) new/ fresh strength | Taze güce kavuşur |
fresh strength | taze güç |
to refresh / renew / freshen up (replenish drinks / strength) | tazelemek |
to be refreshed /replenished | tazelenmek |
He seemed refreshed | tazelenmiş görünüyordu |
to ask for compensation / to claim damages | tazminat talep etmek |
crown | taç |
Petal / Blütenblatt /('crown leaf') biol. otherwise ciçek yaprağı | taçyaprak |
stone | taş |
doll | taş bebek |
stone age | taş devri |
to skim /skip a stone - Steine flitschen / ditschen (to throw a stone in a way that it hits a watersurrface multiple times ) | taş sektirmek |
to carry | taşımak |
After having thoroughly(i) made sure that the stone was gone | Taşın gittiğinden iyice emin olduktan sonra |
While standing in front of the stone, the moon light gave him a pale shadow. | Taşın önünde dururken ay ışığı ona solgun bir gölge veriyordu. |
Memory stick / flash memory | taşınabilir bellek |
portable | taşınabilr |
We've been living too far from each other since I moved. | Taşındığımdan sonra birbirimizden çok uzakta yaşıyorduk. |
Since I moved we live so far away from each other. | Taşındığımdan sonra birbirimizden çok uzakta yaşıyoruz. |
to move (from somewhere) | taşınmak |
If you dig among the stones | taşların arasını kazarsan |
If you dig among the stones surely (m) you will come up with a few bones or smashed helmets. | taşların arasını kazarsan mutlaka birkaç kemiğe, ezilmiş miğferler rastlarsın. |
stony / rocky | taşlık |
a rocky /rock strewn track (way) | taşlık bir yol |
a smile (t) | tebessüm |
Chalk | tebeşir |
Congratulations ! | tebrikler ! |
rape / assault | tecavüz |
rapist | tecavüzcü |
to be charged with rape | tecavüzden suçlanmak |
experience /Erfahrung (t) | tecrübe |
Experience (t) is the best teacher | tecrübe en iyi öğretmendir |
supply | tedarik |
supplier | tedarikçi |
treatment / cure | tedavi |
to treat /cure | tedavi etmek |
by not having treatment | tedavi olmamakla |
the treatment doesn't seem to have an effect, does it? | tedavinin etkisi yok gibi görünüyor, öyle değil mi? |
caution /measure /precaution | tedbir |
to throw caution to the wind | tedbiri elden bırakmak |
to be on the safe side / to err on the side of caution | tedbiri elden bırakmamak |
uneasy (t) | tedirgin |
uneasiness (t) | tedirginlik |
to turn to a threat | tehdit eder hale gelmek |
to threaten | tehdit etmek |
threatening / bedrohlich | tehditkâr |
danger | Tehlike |
to see whether there was any danger | tehlike olup olmadığını görmek |
dangerous | tehlikeli |
a, spell (e) against danger | tehlikeye karşı bir efsun |
single / exclusive / only / solitary / unique / one | tek |
Standing on one leg (foot) he caught the balls without making any effort, even without having (feeling) the need to look at them. | Tek ayağının üzerinde durarak, hiç çaba sarf etmeden, onlara bakmaya bile gerek duymadan topları yakalıyordu. |
on one condition ... | tek bir koşulla... |
Not even one | tek bir tane bile |
there was not even one | tek bir tane bile yoktu |
with one hand only / with a single hand | tek elle |
in a single movement | tek harekette |
He was ready to draw the arrow in a single movement | Tek harekette oku çekmeye hazırdı. |
He only is my stronghold | Tek kalem Odur. |
(of) top quality | tek kaliteli |
He only is my rock. | Tek kayam Odur. |
They closed the only escape route. | Tek kaçış yolunu kapadılar. |
He only is my salvation. | Tek kurtuluşum Odur. |
in one go / all at the same time / in one lump / all at once | tek seferde |
there are hundreds of people trying all to leave at once | tek seferde gitmeye çalışan yüzlerce insan var |
extremely sparse / not densely populated | tek tük |
What liitle grass remained was yellow and dying. | Tek tük kalan otlar sararmış, ölüyordu. |
He was her only relative (y) | Tek yakını oydu. |
the only thing he did | tek yaptığı |
He only looked at me. (The only thing he did was to look at me) | Tek yaptığı bana bakmıştı. |
One way / one direction | Tek yön |
'Allahüekber' shouting | tekbir |
monotonous /monotone / uniform | tekdüze |
billygoat | teke |
one by one | teker teker |
they disappeared (were lost from sight) one by one | teker teker gözden kayboldular |
wheel (t) | teker(lek) |
tongue twister / (nursery) rhyme | tekerleme |
One (of +gen) (t) | teki |
auspicious / favorable | tekin |
spooky / haunted | tekin olmayan |
weird /eerie /unlucky (t) | tekinsiz |
the Haunted Court / the Unseelie Court (Court of Dark Pixies/Feries) | Tekinsiz Divanı |
striped / tabby / getigert cat | tekir kedi |
offer | teklif |
to make an offer / to offer | teklif etmek |
to kick /give a kick | tekme atmak |
to plan to give a kick /to intend to kick | tekme atmayı planlamak |
"Damn it Robbie! "I cursed while advancing slowly towards him planning to give him a kick. | Tekme atmayı planlayarak ona doğru ağır ağır ilerlerken, 'Kahretsin Robbie!', kükredim. |
to kick | tekmelemek |
boat | tekne |
The ships (t) pass slowly | Tekneler yavaş yavaş geçiyor. |
technique | teknik |
due to a technical problem | teknik bir sorun yüzünden |
The technician will connect the wires /cables (k) | Teknisyen kabloları bağlayacak. |
We are not technophobic people. | Teknofobik insanlar değiliz. |
technology | teknoloji |
A number of words borrowed from Russian entered the language through technology | Teknoloji ile dile giren birtakım sözcükler Rusçadan geçmiş |
again (t) | tekrar |
Please repeat ! | Tekrar et lütfen ! |
to repeat | tekrarlamak |
Can you repeat this ? | tekrarlayabilir misiniz? |
he kept repeating | tekrarlayıp duruyordu |
wire | tel |
Stapler /Klammeraffe /Hefter | tel zımba |
pronunciation / utterance /articulation | telaffuz |
to be pronounced / uttered | telaffuz edilmek |
to pronounce / utter | telaffuz etmek |
flurry/alarm/ hastiness/panic, rush/ whirl/ fuss/ excitement/to-do | telaş |
hastily | telaşla |
to worry s.o. / jem. beunruhigen / perturb a bit (not as strong as kaygılandırmak) | telaşlandırmak |
unagitated/ unruffled/ calm/ steady | telaşsız |
Unhurriedly / steadily | telaşsızca |
my phone number | telefon numaram |
What is your phone number ? | Telefon numaran ne ? |
The telephone is ringing. | Telefon çalıyor. |
teleconference | telekonferans |
to be connected via teleconferencing | telekonferans yöntemi ile bağlanmak |
television | televizyon |
tv program | televizyon programı |
to watch tv | televizyon seyretmek |
I was not aware of that I forgot the tv on. | Televizyonu açık unuttuğumun farkında değildim. |
wires | teller |
with her wires | telleriyle |
Set down the wireless frequency to one hundred kilohertz. | Telsiz frekansın yüz kilohertze indir. |
He adjusted (a) the wireless frequency. | Telsizin frekansını ayarladı. |
grounds (coffee) / coffee grounds leftover in the cup | telve |
theme / subject / topic (t) | tema |
to charge /to caution | tembihlemek |
basic | temel |
basic concept | temel kavram |
basically | temel olarak |
fundamentally flawed | temelinden kusurludur |
wish /request /petition (t) | temenni |
assurance /supply /procurement/receiving | temin |
commonly used for Lieferstatus /Delivery Status lit. realization status | temin durumu |
to assure/ make (someone) feel sure/ to obtain, get, procure | temin etmek |
Supply Processing / in Arbeit /Beschaffung | Temini İşlemde |
clean | temiz |
a clean face / beardless | temiz bir yüz |
You can go out on the balcony to get fresh air. | Temiz hava almak için balkona çıkabilirsin. |
to cleanse (to render clean) | temiz kılmak |
cleanish /nearly clean | temize yakın |
to clear / absolve /purge | temize çıkarmak |
to try to purge | temize çıkarmaya çalışmak |
to clean, to make sth clean | temizlemek |
temizleyeceğim -Slang (I will clean) | temizliycem |
He has never time for cleaning. | Temizliğe asla zamanı olmaz. |
prudent / cautious (t) | temkinli |
cautiously (t) | temkinli bir şekilde |
July | Temmuz |
I'l probably make it over there in July | temmuz'da oraya gelirim herhalde |
to represent | temsil etmek |
representative | temsilci |
skin (t) | ten |
break / school break / recreation | teneffüs |
during recreation (school break) | teneffüste |
isolation / loneliness | tenhalık |
my loneliness | tenhalığım |
the wind breezing on her skin (t) | teninde gezinen rüzgâr |
To feel the wind breezing on her skin much more she closed her eyes | Teninde gezinen rüzgâr çok daha hissetmek için gözlerini kapadı. |
tennis | tenis |
hill | tepe |
Little hill / mound / knoll | tepecik |
The little hills/ mounds had turned into mountains and also the cliffs on both sides of the street steadily steepened. | Tepecikler dağlar hâline gelmiş, yolun iki tarafındaki yamaçlar da giderek dikleşmisti. |
don't freak out /don't go nuts / don't blow up | Tepen atmasın |
Don't freak out, but I just lost our entire savings in a poker game. | Tepen atmasın ama, tüm birikmiş paramızı poker oyununda kaybettim. |
to freak out /see red /blow up /flip one's handle | tepesi atmak |
reaction | tepki |
to react | Tepki vermek |
tray | tepsi |
sweat | ter |
to break out in sweat | ter basmak |
to discipline /housebreak /teach manners / bändigen | terbiye etmek |
decent /well-bred /cultivated /genteel /civilized | terbiyeli |
decent people | terbiyeli insanlar |
as if it would have preferred | tercih edermişçesine |
to prefer | tercih etmek |
Kress | tere |
bathed in sweat / schweissgebadet | tere batmış |
doubt / uncertainty/ hesitation /perplexion | tereddüt |
to hesitate | tereddüt etmek |
butter | tereyağı |
to get a promotion | terfi almak |
to be promoted (...e) | terfi edilmek |
to step up / to work one's way up / to advance | terfi etmek |
to promote | terfi ettirmek |
beetles that indwelled abandonned snale houses | terk edilmiş salyangoz kabuklarına yerleşen böcekler |
to leave / to abandon (t) | Terk etmek |
abandonned / deserted / forsaken | terkedilmiş |
the Forsaken | Terkedilmişler |
all of the Forsaken | Terkedilmişlerin tümü |
slippers / flip flaps | terlik |
I am sweating | terliyorum |
terminal | terminal |
thermometer | termometre |
Adverse / opposing / perverse | ters |
to go wrong /to backfire | ters gitmek |
misfortune / ill luck | terslik |
immaculate / very clean / spotless | tertemiz |
tailor /seanstress /Schneider(in) | terzi |
A tailor can't sew his own rips /cuts. (prov. He helps others but can't hekp himself) | Terzi kendi söküğünü dikemez. |
anti-terror branch | terörle mücadele şubesi |
chance / coincidence | tesadüf |
in the hand of toys called coincidence/chance (an addition which is incorrectly making a double passive /common mistake) | tesadüf den(il) en oyuncakların elinde |
Look what a coincedence ! | Tesadüfe bak! |
in the hand of chance (pl) | tesadüflerin elinde |
consolation (t) | teselli |
with the consolation (t) | teselliyle |
delivery / handover | teslim |
delivery status (correct term) | Teslim durumu |
to deliver / to hand over | teslim etmek |
I'd rather die than surrender. | Teslim olmaktansa ölmeyi tercih ederim. |
to identify | tespit etmek |
saw | testere |
trigger / Auslöser | tetik |
to spark /trigger /set off /induce | tetiklemek |
The dogs being on alert growled/snarled. | Tetikte duran köpekler hırladılar. |
to be on guard /to be alert (lit. to be on the trigger) | tetikte durmak |
unpretentiousness /modesty | tevazu |
I serve with humility | tevazu ile hizmet ediyorum |
to ressort to | tevessül etmek |
Aunt (maternel) | Teyze |
this grief that she wouldn't dare to disclose towards her aunt | teyzesinin karşısında ifşa etmeye cesaret edemeyeceği bu keder |
quickly (t) | tez |
counter / Theke | tezgâh |
counter / workbank | tezgâh |
He wiped the counter with an old (worn) rag (piece of cloth) | Tezgâhı eskimiş bir bez parçasıyla siliyordu. |
the tools on the workbench | Tezgâhtaki aletler |
clerk / shop assistant / salesman | tezgâhtar |
lieutnant (t) | teğmen |
Thanks /Dank | Teşekkür |
thank you | teşekkür ederim |
Teşekkür ederim" demek için en A smile is the best way to say "thank you". | Teşekkür ederim" demek için en iyi yol bir gülümsemesi. |
to thank | teşekkür etmek |
thanks | Teşekkürler |
to expose /exhibit /display (t) | teşhir etmek |
to honour | teşrif etmek |
to encourage to / incite / motivate | teşvik etmek |
Thai food | Thai yemeği |
Amon Din işaret kulesi yanıyor. | The beacon of Amon Din is lit. (burns) |
Eriğin fiyatı çok pahalıydı. | The price of the plums was very expensive. |
Ağaç gövdesi o kadar eğri büğrü ve kabaydı ki neredeyse içinden gizlice bakan yüzler görebiliyordum | The tree trunk was so gnarled and rough that I could almost see faces peering out of the trunk. |
commercial | ticari |
to tuck in /to overcrowd /to fill to ocerflowing /to clutter/ | tıka basa doldurmak |
full to the brim | tıka basa dolu |
to get satiated /to get filled up to the brim | tıka basa doymak |
filled up to the brim (with food) but not satified in the least | tıka basa doymuş ama hiç mi hiç tatmin |
filled up to the brim (with food) but not satified in the least | tıka basa doymuş ama hiç mi hiç tatmin |
to stuff oneself | tıka basa yemek |
blocked /obstructed | tıkalı |
stuffy nose | tıkalı burun |
solution to open a blocked/clogged sink | tıkalı lavabo açma için çözüm |
to be stuck / to be blogged | tıkanmak |
to ingurgitate / tuck in / stuff oneself | tıkınmak |
to click / tap | tıkırdatmak |
a click | tıkırtı |
He heard the click. | tıkırtıyı duydu |
to click (computer) | tıklamak |
overcrowded /chock-full | tıklım tıklım |
while I was trying to make myself a way through the overcrowded hallway | tıklım tıklım koridorlarda kendime yol açarken |
Disgust/ repugnance/ revulsion | tiksinti |
fox | tilki |
talısman /amulet /charm /spell | tılsım |
to break the spell | tılsımı bozmak |
psychiatric hospital / madhouse / asylum | tımarhane |
crocodile | timsah |
to tinkle /clatter | tıngırdamak |
tune / timber | tını |
Medicine (science) | tıp |
medical science | Tıp bilimi |
exactly / to a T / all of a piece | tıpatıp |
identical / replica | tıpatıp aynı |
doppelg¨änger (t.. t) | tıpatıp aynısı |
to bear a striking resemblance to | tıpatıp benzemek |
to fit like a glove | tıpatıp uymak |
snowstorm / blizzard | tipi |
to come/go somewhere even though you hate it and you dont want to do it, but you know that you have to do it whether you like it or not | tıpış tıpış gelmek / gitmek |
same (t) | tıpkı |
just like / just as/ ebenso / genauso wie | tıpkı ... gibi |
Just like the iron street gate | tıpkı demir sokak kapısı gibi |
just like tightly closed lips / sowie zusammengepreßte Lippen | tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi |
the spitting image of / Doppelgänger (t..k.. a... ) | tıpkısının aynısı |
to shake all over / to tremble like an aspen leaf | tir tir titremek |
handrail /rail (t) | tırabzan |
to shave / cut short | tıraş etmek |
to get shaved / to shave | tıraş olmak |
bottle opener /Korkenzieher | tirbuşon |
to escalate | tırmandımak |
to climb | tırmanmak |
finger/foot nail | tırnak |
caterpillar | Tırtıl |
to hiss | tıslamak |
Titanium / Titan -Ti 22 ( geçiş metalleri / Gümüş gri metalik beyaz) | Titanyum |
to shiver / tremble (constantly) / quake / shake | titremek |
It stayed vibrating where it was | titreyerek olduğu yerde kaldı |
theatre | tiyatro |
theater play | tiyatro oyunu |
I want to find the theatre. | Tiyatroyu bulmak istiyorum |
shrill / high pitched / strident | tiz |
a strident scream | tiz bir çığlık |
with a very strident voice | tiz mi tiz bir sesle |
T-shirt | tişört |
şirkete denizaşırı ülkelerde genişletmek | to expend the company overseas |
insan beyinin tuhaflığından istifade etmek | to exploit the quirks of the human brain |
bölgedeki gerilimi tırmandırmak | to increase the tension in the region |
... kendine saklamak | to keep ... for oneself |
bankaya girip vurgun yapmak | to rob a bank |
seed / germ | tohum |
the parable of the seed | Tohum benzetmesi |
some of the seeds | tohumlardan kimi |
hairpin /bobby pin | toka |
door knob | tokmak |
when Tolly pulled her out from under her pillow | Tolly onu yastığının altından çıkardığında |
this reflection was also in the eye(s) of the mouse when Tolly pulled her out from under her pillow | Tolly onu yastığının altından çıkardığında farenin gözünde de vardı bu yansıma |
Wad / Stapel /Bündel (e.g. banknotes, letters) | tomar |
plump /fat (t) | tombul |
a plump vase | tombul bir vazo |
bud /Knospe | tomurcuk |
tonne | ton |
shade (of a colour) | ton |
tuna/thon /Thunfisch (t) | tonbalığı |
ball | top |
to shoot a ball high (football) | topa yükselik kazandırmak |
to limp / hobble (t) | topallamak |
to pull oneself together / sich fassen / sich aufrappeln | toparlanmak |
to collect sth / gather sth/ hoard (t) | toplamak |
to add (+) | toplamak |
to gather / to come together / to assemble /to swarm together | toplanmak |
meeting | toplantı |
The meeting is at nine. | Toplantı dokuzda. |
the meeting has officially started | toplantı resmen başlamış bulunuyor |
You organize (make) a meeting | toplantı yaparsın |
During meetings, when he tried to say something, his boss won't allow him to speak. | Toplantılar sırasında, bir şey söylemeye çalıştığı zaman patronu konuşmasına izin vermiyor. |
During the meetings, when I tried to say something my boss wouldn't let me talk. | Toplantılar sırasında, birşey söylemeye çalıştığım zaman Patronum konuşmama izin vermezdi. |
He doesn't like meetings very much. | Toplantılardan çok hoşlanmaz. |
You attend the meeting | toplantıya katılırsın |
to attend the meeting | toplantıya katılmak |
He moved the balls so fast (ç) in the air that Meggie's head turned when she watched (i) him. | topları havada o kadar çabuk hareket ettiriyordu ki onu izlerken Meggie'nin başı döndü. |
public transport vehicles | toplu taşıma araçları |
group (t) | topluluk |
socially expected | toplumca beklenen |
ground, soil, earth | toprak |
earth coloured | toprak rengi |
cats scratching about the ground for sweet potatoes | Toprağı tatlı patates bulmak için eşeleyen kediler |
on / in the ground | toprağın içinde |
heel / Ferse /Hacken | topuk |
bag (t) | torba |
screw driver | tornavida |
Lark /Feldlerche | toygar |
dust | toz |
tossing cloud (pile /heap-k) of power like snow into the air | toz gibi kardan bir kümeyi havaya savurarak |
Concerning Dustfinger, having forgotten about the world,he juggled with colourful balls. | Toz Parmak ise dünyayı unutmuş renkli toplarla hokkabazlık yapıyordu. |
As for Dustfinger he did not fear the night, he loved the night. | Toz Parmak ise geceden hiç korkmuyordu, o geceyi seviyordu. |
dust particles | toz zerreleri |
with dust | tozla |
covered with dust | tozla örtülmüş |
pink tinted /rose coloured /bed of roses /rosarot | tozpembe |
Life is not just pink. /Life is not a bed of roses. | Tozpembe değil hayat. |
to see through rose coloured glasses | tozpembe görmek |
Kaki | trabzon hurması |
the traffic is dense the whole day | trafik b¨ütün gün sıkışık |
road signs /Verkehrsschilder | trafik levhaları |
You stay in the traffic | trafiğe kalırsın |
peak traffic hours | trafiğin en sıkışık olduğu saatler |
to jump on a trampolin | trambolinde zıplamak |
train | tren |
train whistles | tren düdükleri |
train whistle | tren düdüğü |
train station | tren istasyonu |
I get on the train. | Trene biniyorum. |
I couldn't catch (ye) the train | trene yetişemedim |
to catch (ye) the train | trene yetişmek |
Did the train leave? - No (colloq) it didn't leave (lit.lift) yet, there are still five minutes. | Trenim kalktı mı? - Yoo, kalkmadı henüz, daha beş dakika var. |
trollocs (half human half animal creatures from the Wheel of time) | trolloclar |
The trollocs having already fallen their bellies to the ground were writhing as if they wanted to dig and enter into the ground. | Trolloclar kendilerini çoktan karın üstü yere atmışlar, yeri kazıp içine girmek istemiş gibi kıvranıyorlardı. |
trumpet | trompet |
tropical belt / tropics | tropikal kuşak |
tropical fruit /Südfrüchte | tropikal meyveler |
the Troyan war | Truva Savaşı |
strange | tuhaf |
it's kind of weird | tuhaf sayılır |
strange things | tuhaf şeyler |
You begin to think strange things | tuhaf şeyler düşünmeye başlıyorsun |
novelties / haberdashery / Kurzwaren | tuhafiye |
peddler (t) | tuhafiyeci |
oddly enough / strangely enough | Tuhaftır ki |
bronze | tunç |
bronze age | tunç devri |
tour guide | tur rehberi |
our tour guide was suddenly gone | tur rehberimiz aniden yok oldu |
new / early grown / out of season | turfanda |
fruit out of season / early grown fruit | turfanda meyve |
tourist | turist |
As soon as the tourists xame to İstanbul they went to the market. | Turistler İstanbul'a gelir gelmez çarşıya gitti. |
turquoise (t) | turkuaz |
crane /Kranich | turna |
tournament | turnuva |
radish | turp |
orange (colour) | turuncu |
orangeish (s) | turuncumsu |
orangeish (t) | turuncumtrak |
door handle (t) | tutamaç |
Consistency | Tutarlılık |
inconsistent | tutarsız |
inconsistency | tutarsızlık |
passion /ambition | tutku |
passionate | tutkulu |
I am a passionate fotographer. | Tutkulu bir fotoğraçıyım. |
tong /Greifzange (to hold e.g. cotton balls/medicin) | tutma pensesi |
When one opens the handle the trigger emerges | tutma yerini açınca tetiği ortaya çıkıyor |
To hold /grip/ keep / take | tutmak |
prisoner(..s) | tutsak |
to be imprisoned / to be held captive | tutsak edilmek |
to imprison / to hold captive | tutsak etmek |
they will remain imprisoned | tutsak kalacaklar |
to remain imprisoned | tutsak kalmak |
prison (t) | Tutukevi |
to arrest | tutuklamak |
prisoner(kl) | tutuklu |
eclipse | tutulma |
frugal /genügsam / sparsam | tutumlu |
toilet | tuvalet |
toilet paper | tuvalet kâğıdı |
toilet break / pause pipi | tuvalet molası |
Where is the toilet ? | tuvalet nerede? |
to go to toilet | tuvalete gitmek |
I need to go to toilet. | Tuvalete gitmem gerekiyor . |
to flush the toilet | tuvaletin sifonunu çekmek |
Don't forget to flush the toilet. | Tuvaletin sifonunu çekmeyi unutma. |
salt | tuz |
trap | tuzak |
the trap area | tuzak alanı |
one and a half miles away from the trap area | tuzak alanının bir buçuk mil açığında |
to salt | tuzlamak |
salinization /Versalzung (soil) | tuzlanma |
tips (how) to make salty patries (h) | Tuzlu hamur işi yapmanın püf noktaları |
saltiness | tuzluluk |
Pass me the salt | Tuzu uzat |
Turn the TV off | TV'yi kapat |
lucky / fortunate (t) | tâlihli |
to be in luck (t) | tâlihli olmak |
misfortune (t) | tâlihsizlik |
to stagger / stumble / trip | tökezlemek |
to stumble and fall | tökezleyip düşmek |
to rasp (voice) | törpülemek |
merchant / trader / dealer (t) | tüccar |
brought by merchants | tüccarların getirdiği |
the fine woven fabric brought by merchants | tüccarların getirdiği ince dokunmuş kumaş |
rifle / Jagdgewehr - a gun, especially one fired from shoulder level, having a long spirally grooved barrel intended to make a bullet spin and thereby have greater accuracy over a long distance. "a hunting rifle" | tüfek |
to come to an end / to be exhausted / to run out / to be consumed | tükenmek |
ball pen | tükenmez kalem |
exhausted (t) | tükenmiş |
related to the consumed food | tüketilen gıdalarla ilgili |
to spit | tükürmek |
Spittle /Spucke (t) | tükürük |
all (t) whole; entire | tüm |
Are all these just destiny/ fate (related) ? / Are all these just a question of fate ? | Tüm bunlar yalnızca kaderle mı ilgili ? |
All I could think of was Ethan and going home together with him. | Tüm düşünebildiğim Ethan ve onunla birlikte eve dönmekti. |
I cleaned the house whole day. | Tüm gün evi temizledim. |
I watched television continuously the whole day. | Tüm gün televizyon izleyip durdum. |
I wanted to become a famous writer my whole life | tüm hayatım boyunca ünlü bir yazar olmak istedim |
of all criminal types | tüm suçlu tiplerinden |
all of (+gen) | tümü |
answer all (e-mail) | tümünü yanıtla |
sort / kind (t) | tür |
species / Art (biol.) (e.g. wildcats) | tür |
shrine | türbe |
to derive | türemek |
You should taste every dish of Turkish cuisine. | Türk mutfağının her yemeğini tatmalısınız. |
a turkish citizen | türk uyruklu |
the Turkish Republic | Türkiye Cumhuriyeti |
The Republic of Turkey is the northern hemisphere | Türkiye Cumhuriyeti, kuzey yarım kürededir |
Turkey is on 37 th place. (refers to surface) | Türkiye ise 37. sıradadır. |
Turkey has territories in both the European and the Asian continent. | Türkiye'nin hem Avrupa hem de Asya kıtasında toprakları vardır. |
the first president of Turkey was ... | Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanı ... |
who was the first president of Turkey? | Türkiye'nin ilk cumhurbaşkanı kimdi? |
Turkey is surrounded by seas on three sides. | Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrilidir. |
Turkish | Türkçe |
Do you speak Turkish ? | Türkçe konuşuyor musun? |
The more I study Turkish the more I understand (lit. I increasingly understand better) how to use the suffixes. | Türkçe çalıştıkça,son ekleri kullanmayı,giderek daha iyi anlıyorum. |
He spoke Turkish very well. | Türkçe'yi çok iyi konuşurdu. |
How do say ... in Turkish ? (s) (lit. is it said) | Türkçede ... nasıl söylenir? |
They prefer (y) Turkish | Türkçeyi yeğliyorlar. |
smoking /fuming | tüten |
He will not quench the fuming/smoldering wick | Tüten fitili söndürmeyecek. |
to smoke (intrans) /fume | tütmek |
to smoke (e.g. cigarettes) | tüttürmek |
Feather / hair /down / long animal hair | tüy |
their hair (fur) was so white that compared to them even the snow seemed less white | tüyleri öylesine beyazdı ki kar bile onlara oranla daha az beyaz görünmekteydi |
hairy / feathered | tüylü |
monster / freak (u) | ucube |
Having tassel (that is) hanging at/from its end | ucundan bir püskülün sallandığı |
cheap | ucuz |
escape (from a dangerous situation) with little or no harm / to get off cheap | ucuz atlatmak |
to get cheaper | ucuzlamak |
small (u) | ufak |
tinsy winsy | ufak tefek |
selling tiny haberdashery articles | ufak tefek tuhafiye eşyası satan |
litlle one /shorty /kiddo | ufaklık |
to become smaller (u) | ufalmak |
smart ass / know-it-all / bighead | ukala |
transportation (u) | ulaşım |
delivery confirmation (u) | ulaşma bilgisi sunma |
to reach/ arrive (u) | ulaşmak |
deliver / transport / convey | ulaştırmak |
greatness / awe / Erhabenheit | ululuk |
to howl | ulumak |
nation / People | ulus |
national | ulusal |
national park | ulusal park |
national and international | ulusal ve uluslararası |
national and international press members | ulusal ve uluslararası basın mensubu |
a large number of national and international press members | ulusal ve uluslararası çok sayıda basın mensubu |
international | uluslararası |
rules of international law | uluslararası hukuk kuralları |
it is in no way compatible with the international rules of law | uluslararası hukuk kurallarıyla hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. |
in accordance with international law | uluslararası hukuka uygun |
trying to prevent the activities carried out in accordance with international law | uluslararası hukuka uygun gerçekleştirdiği faaliyetlerin engellenmeye çalışılması |
nationality (u) | Ulusluluk |
I hope you are ok with it. | umarım ... -de bir sakınca yoktur |
I hope my girlfriend likes the necklace. | Umarım kız arkadaşım kolyeyi beğenir. |
I hope that's ok | umarım sakıncası yoktur |
I hope it's ok with you | umarım senin için bir sakıncası yoktur |
I hope it's no trouble | umarım zahmet olmaz |
to hope / to expect | ummak |
I don't care | umrumda değil |
my hope | umudum |
my hope is in Him | umudum Ondadır |
don't give up your hope | umudunu kaybetme |
to stay hopeful | umudunu korumak |
to lose hope | umudunu yitirmek |
concern /matter | umur |
to care / to consider important (u) | umursamak |
to care about / für wichtig halten / beachten | umursamak |
unconcerned / gleichgültig | umursamaz |
She tried to speak with an unconcerned voice. | Umursamaz bir ses tonunda konuşmaya çalışıyordu. |
You don't care, especially if in the end you get what you want. | umursamazsın özellikle de sonunda istediğini elde edeceksen. |
I don't care / it's none of my concerns | umurumda değil |
hope | umut |
to hope in a dat. | umut bağlamak |
hopeful / expectant | umutlu |
Despairingly / hopelessly (u) | umutsuzca |
factor / element | unsur |
to forget | unutmak |
Try not to forget. | Unutmamaya çalış. |
to offer an unforgettable experience | unutulmayacak bir deneyim sunmak |
unforgettable experiences | unutulmayacak deneyimler |
very long | upuzun |
I have a very long night ahead. | Upuzun bir gece beni bekliyor. |
When the Urgals dashed ahead.. | Urgallar ileri doğru atılırken |
When the Urgals ran towards the dead Elves | Urgallar ölü Elflere doğru koşarken |
to get heavy with the smell of the Urgals | Urgalların kokusuyla ağırlaşmak |
the Urgals' deadly arrows | Urgalların ölümcül okları |
The deadly arrows of the Urgal dismounted the two Elves. | Urgalların ölümcül okları iki Elfi yere indirdi. |
in a well-behaved manner / like a good boy | uslu uslu |
with ingenious ways /auf geniale Art und Weise | ustaca yollarla |
art / craftmanship /mastership / competence/ virtuosity | ustalık |
method / procedure (u) | usul |
gently / quietly | usul usul |
my shame | utancım |
They used to embarass me | Utandırıyorlardı beni |
to embarrass / to shame | utandırmak |
to be ashamed / embarrassed | utanmak |
shamelessness | utanmazlık |
shame | utanç |
in shame | utanç içinde |
embarrassing | utanç verici |
to wake up sb | uyandırmak |
awake | uyanık |
to stay up | uyanık kalmak |
vigilance /watchfulness | uyanıklık |
to wake up | uyanmak |
I set the alarm to wake up. | Uyanmak için alarmı kurdum. |
Won't she wake up ? | Uyanmaz mı? |
the warning (u) | uyarı |
despite (r) the warning | uyarıya rağmen |
to warn | uyarmak |
inspite of my warning (verb) | uyarmama rağmen |
if you insist on reading this book despite my warning | uyarmama rağmen bu kitabı okumakta ısrar edersen |
satellite | uydu |
to fabricate | uydurmak |
to apply | uygulamak |
I couldn't find anything for a decent price. | Uygun fiyatlı birşey bulmayı başaramadım |
the right amount of (lit. in the suitable number) | uygun olan sayıda |
to be convenient / suitable/ apropriate for (u.o.) | uygun olmak |
suitability /compatibility | uygunluk |
improper / inappropriate | uygunsuz |
sleep | uyku |
sleepy | uyku sersemi |
because she was sleepy | uyku sersemi olduğu için |
Do they have sleeping bags ? | Uyku tulumları var mı ? |
sleeping bag | uyku tulumu |
I feel sleepy | uykum geldi |
to feel sleepy | uykusu gelmek |
sleepless | uykusuz |
How to deal with insomnia? / How insomnia is dealt with? | Uykusuzlukla nasıl baş edilir? |
to fall asleep (d) | uykuya dalmak |
I try to fall asleep | uykuya dalmaya çalışıyorum. |
She pretended to have fallen asleep /Sie tat so als wäre sie eingeschlafen. | uykuya dalmış gibi yaptı |
thigh /Oberschenkel | Uyluk |
I am her question'Doesn't he match?' | Uymadı mı sorgusuyum. |
Does he/she not match? | uymadı mı? |
to fit /match | uymak |
subject of / citizen of / national of | uyruklu |
submissive | uysal |
submissively | uysal uysal |
in accordance with a dative | uyularak |
to sleep | uyumak |
to let s.o. sleep / to put s.o. to sleep / to anesthesize / hypnotize | uyutmak |
a place to sleep | uyuyacak bir yer |
they would find a place to sleep | uyuyacak bir yer bulurlardı |
to fall asleep | uyuyakalmak |
drugs | uyuşturucu |
I was suspected of drug trafficking. | Uyuşturucu kaçakçılığı yaptığımdan şüphe ediliyordu. |
numbness / drowsiness /somnolence / lethargy | uyuşukluk |
far / distant (u) | uzak |
they began to stay (d) away | uzak durur oldular |
to keep away from / to keep out of / to get away from + Abl | uzak tutmak |
In the distance a horse whinnied. | Uzaklarda bir at kişnedi |
distance | uzaklık |
remote control | uzaktan kumanda |
to grow longer | uzamak |
The extending ups and downs offered a new amazing view at every turn. | Uzanan inişler ve çıkışlar her dönemeçte yeni ve şaşırtıcı manzaralar sunuyordu. |
to lie (in bed) | uzanmak |
Make it short ! | Uzatma ! |
to extend | uzatmak |
space | uzay |
spaceship | uzay gemisi |
alien | uzaylı |
an expert (u) | uzman |
expert advice (counseling) | uzman danışmanlıklar |
to prefer expert advice | uzman danışmanlıklar tercih etmek |
long | uzun |
Langkorn | uzun (taneli ) tahıl |
a long spear | uzun bir mızrak |
tall oaktrees | uzun meşeler |
Tall oaks intermingled with somber walnut trees | uzun meşelerle kasvetli ceviz ağaçlarının birbirine karıştı |
with long black forelocks | uzun siyah perçemlerle |
He hopes it will last a long time. (not get broken) | Uzun süre dayanacağını umuyor. |
long haired / shaggy | uzun tüylü |
a shaggy mare | uzun tüylü bir kısrak |
for a long time / for ages | uzun zamandır |
He didn't have a light schedule in a long time. | Uzun zamandır hafif bir programı olmamıştı. |
long lunch breaks | uzun öğle yemeği araları |
length | uzunluk |
Length width and height | Uzunluk, genişlik ve uzunluk |
end / extremity | uç |
if I could fly I would reach the stars | uçabilseydim yıldızlara ulaşırdım |
airplane | uçak |
flight ticket | uçak bileti |
The flight (lit. plane) ticket costs too much. | Uçak biletinin ücreti çok fazla. |
One should remain seated until the plane lands. | Uçak yere inene kadar herkes yerinde oturmalı. |
to be concerned about how safe it is to travel by plane | uçakla seyahat etmenin ne kadar güvenli olacağından endişeli olmak |
I missed the airplane by a few minutes (by a hair's breadth) | uçağı kıl payı kaçırdım |
if I don't catch my plane, I will sue the bus company. (open conditional /it is possible) a | Uçağıma yetişemezsem, otobüs şirketini mahkemeye vereceğim. |
The ends (of your hair) are split. (broken) Do you see the splits ? | Uçlarında kırıklar var. Çatalları görüyor musunuz? |
to fly | uçmak |
to provoke to fly | uçmaya kışkırtmak |
to disappear / vanish/ to fly off / fly away | uçup gitmek |
cliff /abyss | uçurum |
A vast meadow spreads out below the cliff. | Uçurumun altında geniş bir çayır var. |
flight (airplane) | uçuş |
The flight is delayed | uçuş gecikmeli |
boarding pass | uçuş kartı |
to visit / call on | uğramak |
to undergo / experience / run against / incur | uğramak |
to hesitate to visit /to avoid going to | uğramaktan çekinmek |
to try hard | uğraşmak |
to howl /roar | uğuldamak |
luck (u) | uğur |
sinister /evil /unlucky | uğursuz |
the size (greatness) of his promise | vaadin büyüklüğü |
promise (v) | vaat |
to promise (v) | vaat etmek |
valley | vadi |
along the valley | vadi boyunca |
villager / village man | vadili |
villagers /village people | vadililer |
specific to village people | vadililere has |
oasis | vaha |
wild / brutal / barbaric / vicious | vahşi |
a wild mountain range | vahşi dağ sırası |
savages | vahşiler |
Here is how the event/ it usually takes place: /the event usually develops as follows | Vak'a genelde şu şekilde gelişir: |
event/ case (the apostrophe stands for a hamza/glottal stop in the original Arabic word) | vaka - vak'a |
the case has already been solved by the police | vaka polis tarafından çoktan çözüldü |
foundation (e.g. charitable foundation) | vakıf |
time (v) | vakit |
There's little time, (but nonetheless) you go out | Vakit az çıkarsın |
If I find time (v), I'll call you. | Vakit bulursam, seni arayacağım. |
It's not time to stop but to stop it. | Vakit durma değil durdurma vakti. |
It's time to stop | Vakit durma vakti. |
It is time for x (noun) | vakit x vakti |
It is time to x | vakit x-me vakti |
It is time to eat. | Vakit yeme vakti. |
It is time for food. | Vakit yemek vakti. |
Those who do not have time don't watch tv. | Vakti olmayanlar, televizyon seyretmiyor. |
if you have time (open conditional /it is possible) | vaktin varsa |
if you don't have time (open conditional /it is possible) | vaktin yoksa |
before its time / prematurely | vaktinden evvel |
knight /Bube /valet (cards) (v) | vale |
governor / prefect | vali |
governorship /proconsulate | valilik |
He worked as a prefect | valiliklerde bulunmuş |
By Jove / I swear / By God / upon my word | Vallahi |
I swear I'm fine, thanks | Vallahi, iyiyim, sağ ol. |
Vanadium - V 23 (Geçiş metalleri /gümüşi gri) | Vanadyum |
vanilla | vanilya |
boat / ferry / Dampfer (not very big) | vapur |
there are/ there is / gibt es | var |
to exist | var olmak |
there was | vardı |
the firm conviction I reached | vardığım kesin kanaat |
delivery confirmation (v) | varış bilgisi sunma |
Existence / presence / being | varlık |
wealthy ( v) | varlıklı |
his presence reassuring people | varlığı insana güven veren |
to reach / get to / attain / arrive | varmak |
to assume | varsaymak |
scrape / dangerous situation / tight spot | varta |
get out of a tight spot / to escape of a great danger | vartayı atlatmak |
quality /characteristic /qualification | vasıf |
testament | vasiyet |
love of the home country (being lovesick of the homecountry) | vatan sevdalısı |
Our love of our homeland never changed. | Vatan sevgimiz hiç değişmedi. |
citizen | vatandaş |
ray (fish) | vatoz |
to discourage / to argue out of an Ablativ/X-maktan | vazgeçirmek |
position / posture / stance / condition (v) | vaziyet |
and | ve |
and in the meantime | ve bu esnada |
and in the meantime we wonder how how all these can be prevented | ve bu esnada bütün bunların nasıl önlenebileceğini merak ediyoruz |
and in the meantime we wonder whether all these are prevented | ve bu esnada bütün bunların önlenip önlemeyeceğini merak ediyoruz |
and in the meantime we wonder whether all these are prevented, how all these can be prevented | ve bu esnada bütün bunların önlenip önlemeyeceğini, nasıl önlenebileceğini merak ediyoruz |
And then (d),exactly a year ago... | Ve derken, tam bir yıl önce... |
And while the weather is like this | Ve hava böyleyken |
and the sun did not always have to be down. | ve her zaman güneşin batmış olması gerekmiyordu. |
And I still didn't know how to get out of this. | Ve hâlâ bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. |
and voices like pages of a huge book being turned | ve koca bir kitabın sayfaları çevriliyormuş gibi sesler |
And those curved streets made it far more impossible to see (what was) beyond/ahead. | Ve o kıvrımlı sokaklar çok daha ilerisine görülmeyi imkânsız kılıyordu. |
and so on (etc.) | ve saire |
and if I could know for sure how the rumours started | Ve söylentinin nasıl başladığını kesin olarak bilebilseydim |
pest (ilence) /plague | veba |
farewell /leave taking /parting | veda |
to take a French leave (to go without saying goodbye) | veda etmeden gitmek |
to say goodbye / to take one's leave | veda etmek |
I came to say goodbye | Veda etmeye geldim |
a farewell letter | veda mektubu |
farewell party | veda partisi |
death (v) | vefat |
to pass away / decease (v) | vefat etmek |
vegetarian | vejetaryen |
I am vegetarian. | Vejetaryenim |
benefactor /do-gooder /Wohltäter /patron | velinimet |
He had become our benefactor /guardian | velinimetimiz oldu |
the veranda had a shabby and unused look | Verandanın pespaye ve kullanılmayan bir hali vardı |
in the statement he made (gave) | verdiği ifadede |
tax | vergi |
tax collectors | vergi görevlileri |
He has become the friend (d) of tax collectors and sinners. | Vergi görevlileri ve günahkârlarla dost oldu. |
tax collector | vergi görevlisi |
I suggest that taxes should be lowered(d) | vergilerin düşürülmesini öneriyorum |
Do not forget to pay your taxes! | Vergilerini ödemeyi unutma! |
data | veri |
it will be given | verilecek |
it will be given ( by law / as reward) | verilecektir |
to be given | verilmek |
to become efficient | verimli hale gelmek |
data bank / Datenbank | veritabanı |
to give | vermek |
an important marketing presentation that he needs to give | vermesi gereken önemli bir pazarlama sunumu |
or | veya |
or caught in the fires pursuing them | veya onları kovalayan yangınlara yakalanmış |
Queen (chess) | vezir |
bad conscious / remorse / schlechtes Gewissen | vicdan azabı |
screw | vida |
video | video |
Video games? They were invented by the devil, they were leading kids into crime and turning them into serial-killers. | Video oyunları? Onlar şeytan icadıydı, çocukları suça yönlendiriyor ve seri katillere dönüştürüyordu. |
video game | video oyunu |
Vikings lived on these soils. | Vikingler bu topraklarda yaşamış. |
rich in vitamines | vitamince zengin |
visa | vize |
collections (brit.: college examinations held at the beginning or end of a term) | vizeler |
busily /continuously /rattling /humming /buzzing | vızır vızır |
the whizzing trafic | vızır vızır akan trafik |
to whirl / to whizz (through) | vızır vızır geçmek |
to hum / to be buzzing with activity (v.v.ç. / v.v.i) | vızır vızır çalışmak - vızır vızır işlemek |
cherry | vişne |
Obsidian (black shining stone) (v) | volkan camı |
etc. | vs. |
to be emphasized / to be underlined | vurgulanmak |
to do a robbery | vurgun yapmak |
to get decompression sickness (diving /when getting upwards to quickly) | vurgun yemek |
to hit /strike (v) / one strike + dative / kick the ball | vurmak |
to shoot an accusative | vurmak |
to be banged shut /zugeknallt (e. g. door/the door was banged ) | vurularak kapanmak |
he was shot (not: he was beaten) | vuruldu |
I am really in love with you | vuruldum sana |
to be hit / shoot | vurulmak |
to be shot /to be struck by love (poetic way) | vurulmak |
to be shot /to be struck by love (poetic way) | vurulmak |
to be shot /to be struck by love (poetic way) | vurulmak |
an animal whose body is covered with feathers | Vücudu tüylerle örtülü bir hayvan |
common name for animals whose body is covered with feathers | Vücudu tüylerle örtülü hayvanların ortak adı |
body (v) | vücut |
in flesh and bone / in Fleisch und Blut / incarnate | vücut bulmuş hâli |
body parts / Körperteile | vücut parçaları |
Website | web sayfası |
How to make a web page? | web sayfası nasıl yapılır |
Shall we x ? (e) | x -elim mi? |
X consists only of Y / x is just y | X Y-den ibaret |
I would x (a) | x -ardım |
if s.o. x-ed or not ; whether s.o. x-ed or not | x -ip x -mediğini |
to check if s.o. x-ed or not / to check whether s.o. x-ed or not | x -ip x -mediğini kontrol etmek |
Mr. X | X Bay |
Mrs. X | X Bayan |
if things like x are/were left aside | x gibi şeyler bir tarafa bakılırsa |
When X were discovered for the first time | X ilk kez bulundukları zaman |
in the district of x | x ilçesinde |
very x | x mi x |
as far as possible from being x | x olmaktan alabildiğine uzak |
that would be x | x olurdu |
and X is anyway not a very pleasant subject. | X pek de hoş bir konu değil zaten. |
Invalid character in entity name
Line: 0
Column: 10
Char: | x ve Ortakları |
after x's being put to bed / when x had been put to bed | x yatırıldıktan sonra |
x is very stubborn / x needs to always have his way | X çok dediğim dedik biri. |
to long for x (less common expression) | x'e özlem duymak |
It is enough for x to be like y | X'in y gibi olması yeterlidir. |
to long for x ( more common expression) | x'in özlemini duymak |
to care a lot for X | X'in üstüne titremek |
an y to x | x- acak - ecek bir y |
as if he (I /you...) wanted to x / up to the point of x-ing | x- ana - ene kadar |
rather than x | x- den ziyade |
when he x-ed (-e) | x- diğinde |
An x is needed. | X- gerek. |
I suggest that it /they should be x-ed... | X- ilmesini öneriyorum |
don't stop x-ing | X- ip durma! |
I am in the middle of x-ing | x- maktayım - x-mekteyim |
as long as you don't x ( the more you keep not x-ing/if you continue to not x) | x- medikçe |
Lust haben zu x-en / to want to x | x- mek içinden gelmek |
to get drowned by x (e.g. a sound) | X- menin içinde boğulup gitmek |
there is/was no possibility to x (rep) | X- mesine olanak yokmuş |
it seemed there was no possibility to x (rep) | X- mesine olanak yokmuş gibi görünüyordu |
intenioned/having the intention to x (e) | x- meye niyetli |
since I last X-ed | X- meyeli |
He began to think of x-ing | x- meyi düşünür oldu. |
as soon as she had x-ed | X- mişti ki... |
I will x - Slang x-(lay)acağım x-(ley)eceğim | x-(l)ıcam x-(l)iycem |
to be left in a helpless state (frozen/speechless...) | x-akalmak |
as if x /like x /as if he x-d | x-casına x-cesine |
as far as possible from x | x-den alabildiğine uzak |
from x onwards / from x until now | X-den bu yana |
some of the x | x-den kimi |
he does not mention an ablativ | x-den söz etmiyor |
before x | x-den önce |
more than x / above x / beyond x | X-den öte |
not to be superior to x / not to be higher than x | x-den üstün değil(dir) |
to be superior to x / to be higher than x | x-den üstün(dür) |
even though they X | X-dikleri hâlde |
after x-ing (...di...) | x-dikten sonra |
while he x-ed | x-diği sırada |
Y that he/she Xed (Y is the object of X) | X-diği Y |
when he x-ed | x-diği zaman |
it's not worth to x | x-diğine değmez |
to regret to have ever x-ed | x-diğine x-eceğine pişman olmak |
to be arrogant towards x | X-e kabadayılık taslamak |
(of course) you have x (s) | X-e sahipsin (-dir) |
Let's surprise x | X-e sürpriz yapalım |
If I could x (e) I would x (i) | x-ebilseydim x-irdim |
Y that X'es (Y is the subject of X) | X-en Y |
as soon as he x-ed /-xes (e) | x-er x-mez |
if I x I can x | x-ersem x-ebilirim |
if I x then I ll y | x-ersem y-eceğim |
to nearly x / faillir de x-er | x-eyazmak |
let me x (e) | x-eyim |
deserves to be X-ed | X-ilesi |
to use a x pattern | x-in kalıbını kullanmak |
to keep X-ing / to do something continuously/again and again | X-ip durmak |
He began to x | x-ir oldu |
to quickly x | x-ivermek |
if they x (open conditional /it is possible) a | x-larsa |
with x-ing /by x-ing | x-makla x-mekle |
rather than x-ing /instead off x-ing | x-maktansa - x-mektense |
he was in the middle of x-ing | X-maktaydı x- mekteydi |
fond of x-ing (... a) | X-maya düşkün |
to not have the intention to X | X-maya niyetli değil |
before x-ing | x-meden |
Ich habe keine Lust zu x-en / I don't want to/feel like x-ing | X-mek içimden hiç gelmiyor |
it is necessary to x (e) | x-mek zorunda |
you might have to x (in the future) | x-mek zorunda kalabilirsin |
you might have to x (right now) | x-mek zorunda olabilirsin |
it is necessary that you x (e) | x-mek zorundasın(ız) |
to have difficulty to x | x-mekte güçlük çekmek |
to have difficulty to x (z) | x-mekte zorlanmak |
to have difficulty to x (z) | x-mekte zorluk çekmek |
to (also) enjoy x-ing | x-mekten (de) keyif almak |
I have to x | X-mem gerek |
there is a need for my x-ing /for me to x | x-meme gerek var |
I discovered another way to x | x-menin başka bir yolunu keşfettim |
to be on the verge /brink of x-ing | x-menin eşiğine gelmek |
No use to x | x-menin yararı yok |
it needs to x | x-mesi gerek |
to try to x | x-meye çalışmak |
Not that I won't x, but... | x-meyecek değilim, ama... |
to quit x-ing | x-meyi bırakmak |
Not that I don't x.... but | x-miyor değilim, ama... |
might/may have x-ed | X-miş olabilir |
if he x'es (open conditional /it is possible) a | x-sa |
if we x (open conditional /it is possible) a | x-sak |
if I x (open conditional /it is possible) a | x-sam |
if you (sg) x (open conditional /it is possible) a | x-san |
Why don't you x / come on x (insisting imp.) (Sg) | x-sana x-sene |
if you (pl) x (open conditional /it is possible) a | x-sanız |
Why don't you x / come on x (insisting imp.) (Pl) | x-sanıza x-senize |
You (pl) will x Slang (x-eceksiniz) | X-çeniz |
Louis XIV style | XIV Louis tarzı |
win/earn Xpert points | Xper puanlar kazan: |
to jump onto X | X’e atlamak |
I believe /don't you know / don't you remember (spoken language) (at sentence end) | ya |
particle used at sentence beginning to signify 'what if' | ya |
either...or... | ya ...ya da... |
or (y) | ya da |
What if you go out ? | Ya dışarı çıkarsan ? |
What if he does not love me? | Ya o beni sevmiyorsa? |
What if we can't finish the project on time? | ya projeyi zamanında bitiremezsek? |
Oh Lord you are our Father. Your name is 'our Saviour' from time everlasting. (Is.63: 16) | Ya Rab, Babamız Sensin. Ezelden beri adın 'Kurtarıcımız'dır |
(even/what is more) they are loved for an unknown reason | ya sebebi bilinmeden sevilirler |
How unsatiable are you! | Ya sen ne doyumsuz |
either describe or draw | ya tarif et ya da çiz |
people who have the possibility of either dying of pest or being killed by traveling soldiers | ya vebadan ölmek ya da gezici askerler tarafından öldürülmek gibi olasılıkları olan insanlar |
Either you win the competence of dying or you collect the capacity of fear /Either you win mastery of dying, or the ability to amass fear (from a poem of Attila İlhan ) | Ya ölmek ustalığını kazanırsın, ya korku biriktirmek yetisini. |
wild /uninhabited /uncultivated/ wilderness | yaban |
savage | yaban adam |
grey goose / wild goose | yaban kazı |
foreigner / stranger / foreign | yabancı |
a foreign language | yabancı dil |
foreign markets | yabancı pazarlar |
the demand for the products of the company in foreign markets is increasing. | yabancı pazarlarda şirketinin ürünlerine olan talep artmakta |
foreign national | yabancı uyruklu |
foreign language teacher | yabancı uyruklu dil öğretmeni |
a foreign student | yabancı uyruklu öğrenci |
I am a foreigner | yabancıyım |
wild / untamed / uncultivated | yabanı |
Be careful not to anger the wild elephants. | Yabani filleri kızdırmamaya dikkat et. |
oregano | yabanı mercanköşk |
wild rice (black) | yabanı pirinç |
to find odd /to find strange (y) | yadırgamak |
he would find it inappropriate, unacceptable, weird | Yadırgar |
stew / ragout (y) | yahni |
hey / man / how the hell / for god's sake / what on earth is that / hullo / look there | yahu |
bagel (cookie) | yahudi simidi |
Jew's belt / money belt / pouch | Yahudi çıkını |
When John came he fasted and didn't drink | Yahya geldiği zaman oruç tutup içkiden kaçındı |
collar | yaka |
to catch / get hold of / seize | yakalamak |
to get caught | yakalanmak |
Catch her! | Yakalayın onu ! |
lament / cry / Flehen | yakarış |
near /close | yakın |
a relative /connection (y) | yakın |
soon / close | yakında |
See you soon ! | yakında görüşmek üzere! |
burned down / (burned and ruined) | yakıp yıkılmış |
When they passed in front of a burned down castle red spots appeared on Elinor's face from excitement. | Yakıp yıkılmış bir kalenin önünden geçerken Elinor'un yüzünde heyecandan kırmızı lekeler beliriyordu. |
fuel / combustible / gasoline | yakıt |
to beseem / to be proper / sich gehören | yakışık almak |
is not proper / gehört sich nicht | yakışık almaz |
handsome | yakışıklı |
to befit | yakışmak |
for about a year | yaklaşık bir yıl için |
since about a year | yaklaşık bir yıldan beri |
approximately | yaklaşık olarak |
to approach/ to get closer | yaklaşmak |
to bring closer/ to move closer | yaklaştırmak |
to burn something | yakmak |
ruby | yakut |
bootlicker /groveler /asshole (y) /Schleimer | yalaka |
turning to his followers/grovelers/bootlickers he puffed up his chest. | yalakalarına dönerek göğsünü kabarttı |
to lick | yalamak |
a lie | yalan |
to lie / to tell a lie | yalan söylemek |
If I am lying, let them chop me and make a soup out of me. (shark in Nemo) | Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınlar. |
If I am lying I hope they'll chop me and make a soup out of me. | Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınları |
If I am lying I hope they'll chop me and make a soup out of me. | Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınları |
to deny something which is claimed that it is true | yalanlamak |
gilded / vergoldet | yaldızlı |
gilded paint / Goldfarbe | yaldızlı boya |
To decorate (s) with gilded paint / mit Goldfarbe verzieren | yaldızlı boya ile süslemek |
Nominative | Yalın hâl |
barefoot | yalınayak |
plainness / simplicity / Nüchternheit | yalınlık |
alone | yalnız |
all alone | yalnız başına |
That just means that your team has to work faster. | Yalnız bu demektir ki, senin ekibinin daha hızlı çalışması lazım. |
Does he eat only zucchini, potatoes, cabbage - how (what) should/do I know - carrots and or something? | Yalnız kabak, patates, lahana, ne bileyim, havuç mavuç filan mı yiyecek? |
to be alone (stay alone) | yalnız kalmak |
He wants to be alone. | yalnız kalmak istiyor |
I am living alone | Yalnız yaşıyorum |
Only those who have a lot of money can buy a yacht. | Yalnız çok parası olanlar, bir yat alabilir. |
nothing but / just / nothing else | yalnızca |
Only on the trees were some leaves. | Yalnızca ağaçlarda biraz yaprak vardı. |
only a fool / an idiot / just a fool | yalnızca bir aptal |
There used to be some wind only on the sea,( and not elsewhere.) (It's not the case now. Now there's wind everywhere.) | Yalnızca denizde biraz rüzgâr olurdu. |
Only at the sea there was a little bit of wind. (At that moment, there was some wind only on the sea, and nowhere else.) | Yalnızca denizde biraz rüzgâr vardı. |
in a vulgar language only known to him | yalnızca kendisinin bildiği adi bir dilde |
Only in winter there is snow. !it If it ever snows, it happens only in winter. (There may be winters when it doesn't.) | Yalnızca kışın kar olur. |
In winter there is only snow. (!it It always snows in winter. There's no way it's winter and it's not snowy) | Yalnızca kışın kar var. |
Only one magpie from inside one of the rhododendron bushes growing around the house... | Yalnızca, evin çevresinde büyüyen ormangülü çalılarının birinin içinden bir tane saksağan |
loneliness | yalnızlık |
if I am alone | yalnızsam |
to totter /stagger (under a burden) / wobble | yalpalamak |
wobbling | yalpalaya yalpalaya gelmek |
to try to get into someone's favour by licking boots | yaltaklanarak, gözüne girmeye çalışmak |
to lick boots /to bow and scrape | yaltaklanmak |
to plead / flehen | Yalvarmak |
patch (piece of cloth for mending/Flicken) / informatic:a small piece of code inserted into a program to improve its functioning or to correct a fault. "a program patch that fixes a bug"/a language patch | yama |
Mountain side / cliff /Bergwand /Abhang | Yamaç |
The slope was steep and led to the side(shore) of a big lake. (Der Abhang war sehr steil und fiel zum Ufer (zur Seite) eines grossen Sees herab . | Yamaç dimdikti ve büyük bir gölün kenarına iniyordu. |
the slopes were steadily rising/getting steeper (d) rep. | yamaçlar giderek dikleşmişti |
trapezoid / irregular / skewed / schief | yamuk |
lopsided / askew standing | yamuk duran |
a lopsided standing mirror | yamuk duran bir ayna |
sideways / edgewise | yan yan |
by slipping to the side | yana doğru kayarak |
People like Yana always looked for exceptions. | Yana gibi kişiler hep kuraldışılıkları ararlardı. |
People like Yana always looked for exceptions, different possibilities and exoticism. | Yana gibi kişiler; kuraldışılıkları, farklı olasılıkları ve egzotikliği ararlardı. |
to tilt / to lean to the side / to be lopsided | yana yatmak |
Yana was precisely the kind of student her mentor Arthcamu despised:'the professional amateur'. | Yana, 'profesyonel amatör' olarak, öğretmeni Arthcamu'nun tam olarak nefret ettiği öğrenci türüydü. |
cheek /Wange | yanak |
burning | yanan |
Outside the burning area the grass was flattened. | Yanan alanın dışındaki çimenler düzleşmişti. |
volcano | yanardağ |
crater / Krater | yanardağ ağzı |
up to his cheek | yanağına kadar |
to approach /to go next to (to the side of) | yanaşmak |
to not give an inch to /to fail to | yanaşmamak |
A man from the neighbouring table | Yandaki masadan bir adam |
A man from the neighbouring table intervenes in the discussion | Yandaki masadan bir adam söze karışıyor. |
Wild/ uncontrollable fire | yangın |
The fire narrowed the area. | Yangın alanı daralttı. |
a fire ring / a ring of fire | yangın halkası |
fire drill /Brandschutzübung /Probealarm | yangın tatbikatı |
The fire thickening the band | Yangın şeridi kalınlaşarak |
Fire ! | Yangın! |
the 'flames' (lit. fire) of the fire | yangının ateşi |
angrily reflecting the 'flames' of the fire | yangının öfkeyle ateşini yansıtan |
caught in the fires | yangınlara yakalanmış |
namely / so / that is | yani |
Well, yes, Alihan is difficult and all, but... | Yani evet , Alihan zordur mordur ama... |
right along / besides | yanı sıra |
to walk along | yanı sıra yürümek |
burn / scorch / weather beaten | yanık |
scorch marks | yanık izleri |
mistake / error (y) | yanılgı |
error and defeat | yanılgı ve yenilgi |
to be mistaken | yanılmak |
She had not been mistaken | yanılmamıştı |
I hesitate to take my umbrella | yanıma şemsiyemi almakta çekinirim |
to take along | Yanına almak |
next to / near | yanında |
It was certain that some of those next to him would have no objection to reduce the number of their competitors on the way to power | Yanındakilerden bazılarının, iktidar yolundaki rakiplerinin sayısını azaltmaya itirazi olmayacağı kesindi. |
as well as / besides / alongside | yanısıra |
response; answer | yanıt |
to answer (y) | yanıt vermek |
to answer; to respond | yanıtlamak |
to answer; to respond | yanıtlamak |
mistake /error | yanlış |
You misunderstood | Yanlış anladınız |
to make a wrong move | yanlış bir hamle yapmak |
You are looking for thrill (h) in the wrong place. | Yanlış yerde heyecan arıyorsun. |
My train takes you to the wrong cities ( from a poem of Attila İlhan ) | Yanlış şehirlere götürür trenlerim. |
by mistake / mistakenly | yanlışlıkta |
to enter by mistake | yanlışlıkta girmek |
to burn | yanmak |
reflection | yansıma |
to reflect | yansıtmak |
puzzle / jigsaw | yap-boz |
what a lot of things there are that you can do / there is so much you can do | yapabileceğin ne de çok şey var |
I don't have someone to do this for me (informal) | Yapanım yok |
whatever I do | yaparsam yapayım |
all alone | yapayalnız |
structure/build / nature / form / texture / disposition | yapı |
it is being made (fact) | yapılmaktadır |
you lined up so many more things not to do | yapılmaması gereken amma çok șey sıraladın |
production / program | yapım |
sticky | yapış yapış |
to glue /stick/ adhere (intrans) | yapışmak |
to glue / to fix / to stick / to paste sthg | yapıştırmak |
make-believe / pretended /mock | yapmacık |
with a mock smile(t) /with a make-believe smile | yapmacık bir tebessümle |
to make | yapmak |
I have other things to do | yapmam gereken başka şeyler var |
There ıs something I have to do. | yapmam gereken bir şey var |
he has other things to do | yapması gereken başka şeyler var |
not to be (can 't be) bothered about | yapmaya istekli olmamak |
to like to do | yapmayı sevmek |
He forgot to make | yapmayı unuttu |
leaf | yaprak |
Blattstiel / leave stalk | yaprak sapı |
trees that lose their leaves | yapraklarını döken ağaçlar |
if you had done it = You didn't do it. But if we imagine you had done it... | Yapsaydın = Yapmadın. Ama yapmış olduğunu hayal etsek, ... |
if you have done it = Did you do it? If yes, no problem. | Yaptıysan = Yaptın mı? Evetse, sıkıntı yok. |
if you've lready done it, you don't need to do it again | yaptıysan bi daha yapmana gerek yok |
his voice trembling as if he were startled by the size of the promise he had made | yaptığı vaadin büyüklüğünden ürkmüş gibi sesi titreyerek |
I regret that I ever made/did.... | yaptığıma yapacağıma pişman oldum |
thank you for the compliment, that you made | yaptığınız iltifat için teşekkür ederim |
wound / injury | yara |
scar | yara iz |
to hurt someone/something | yaralamak |
injury | yaralanma |
injured | yaralı |
useless /unfitting | yaramayan |
advantage / Vorteil | yarar |
there is no goal in / no use to... | yararı yok |
to profit / benefit / utilize / take advantage of / make use of / exploit | yararlanmak |
bat | yarasa |
the Creator | Yaratıcı |
creative | yaratıcı |
by the Creator | Yaratıcı tarafından |
They were imprisoned by the Creator. | Yaratıcı tarafından tutsak edildiler. |
creativity | yaratıcılık |
to increase your creativity | yaratıcılığını artırmak |
creature | yaratık |
The creatures began with grunts to descend the path. | Yaratıklar homurtuyla patikadan aşağı inmeye başladılar. |
The creatures clung faster to their weapons. | Yaratıklar silâhlarına daha sıkı sarıldılar. |
the Creation | yaratılış |
from the beginning of Creation | yaratılışın başlangıcından |
creation (artwork /masterpiece) (not very frequently used) | yaratım |
during the creation | yaratım sırasında |
to create | yaratmak |
that suits / that fits for / worthy of (pres part.) | Yaraşan |
to be convenient / suitable/ apropriate for (y) / that would befit (aorist makes it hypothetical) | yaraşır |
Help ! | Yardım ! |
to help | yardım etmek |
Find a way to help ! | Yardım etmenin bir yolunu bul ! |
He will find a way to help | yardım etmenin bir yolunu bulacak |
I helped | yardım ettim |
to ask for help | yardım talep etmek |
I need help | yardıma ihtiyacım var |
helper | yardımcı |
Be a helper | yardımcı ol |
Can I help (you)? | Yardımcı olabilir miyim? |
Thank you for your help; you're an angel. | Yardımın için teşekkür ederim, sen bir meleksin. |
judgement /conclusion /decision | yargı |
on judgement day | yargı günü |
the juridicial process (y.s.) | yargı sürecini |
in order to monitor (follow) the juridicial process | yargı sürecini takip etmek için |
to judge (y) | yargılamak |
to stand trial | yargılanmak |
judicial council (from yargılamak) | yargıtay |
to reach a judgement / pass judgement on | yargıya varmak |
Judge (y) | yargıç |
half (noun) (also in sport match) | yarı |
half term /semester | yarı yıl |
slot /slit /cleft / fissure | yarık |
half a bundle of parsley | yarım demet maydanoz |
I need half a kilo of ground meat. | Yarım kilo kıymaya ihtiyacım var. |
hemosphere | yarım küre |
half an hour earlier | yarım saat önce |
half-way /half-baked /superficial /after a fashion | yarım yamalak |
to do by halves /to make a half-assed-attempt /to fudge | yarım yamalak yapmak |
half a year | yarım yıl |
tomorrow | yarın |
We are going for a run tomorrow night. | yarın gece koşuya gideceğiz |
first thing tomorrow | yarın ilk iş olarak |
I won't be at school tomorrow. | yarın okulda olmayacağım |
tomorrow morning | yarın sabah |
it'll be wet tomorrow so they'll need their raincoats | yarın yağışlı olacak bu yüzden yağmurluklarına ihtiyaçları olacak |
I can't wait until tomorrow but don't worry (m.e.) it will be worth the effort | Yarına kadar bekleyemem ama merak etme emeğine değecek |
if he does not come until tomorrow | Yarına kadar gelmezse |
the day after tomorrow / übermorgen | yarından sonraki gün |
Let tomorrow's worry be for tomorrow | Yarının kaygısı yarının olsun. |
half (of it) black, half (of it) white | yarısı siyah, yarısı beyaz |
un cercle(ç) half black, half white | yarısı siyah, yarısı beyaz bir çember |
(at) half of | yarısında |
radius | yarıçap |
race (competition) | yarış |
law / statutes | yasa |
illegal transition / illegal passage | yasa dışı geçiş |
to organize illegal transition | yasa dışı geçişi organize etmek |
those organizing illegal transition | yasa dışı geçişi organize ettikleri |
the 2 Iraqi nationals detained for organizing illegal crossing | yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu |
(on top of) the 2 Iraqi nationals being detained for organizing illegal border crossing, 11 more suspects were sent to court | yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu 11 şüpheli daha adliyeye sevk edildi. |
illegal border crossing | yasa dışı sınır geçişi |
illegal | yasadışı |
forbidden love | yasak aşk |
To forbid / ban /prohibit / interdict | yasaklamak |
legal / lawful / legitimate | yasal |
legal concept | yasal kavram |
being legal / legally | yasal olarak |
I am legally obliged to keep away from x | Yasal olarak x-dan uzak durmakla yükümlüyüm |
I am legally obliged | Yasal olarak yükümlüyüm |
I hope we won't have to ressort to legal means. (lit. to apply for legal ways) | Yasal yollara başvurmak zorunda kalmayacağımı umuyorum. |
to stretch the law | yasayı esnetmek |
to lean against a dative / to rest against a dative | yaslanmak |
(He is) very old | yaslı mı yaşlı |
flat /platt | yassı |
Flatfish/Plattfische | yassı balıklar |
Flat nose (a knick name) / Flachnase | Yassı Burun |
pillow /Kissen | yastık |
bed | yatak |
bedroom | Yatak odası |
you go to bed | yatarsın |
landscape (opposite to portrait) | yatay |
landscape page orientation | yatay sayfa düzeni |
the chair at her bedside | yatağın başucundaki iskemle |
in his bed | yatağında |
She is cleaning under her bed. | Yatağının altını da temizliyor. |
an entombed saint / place where a holy man is buried | yatır |
to be put to bed | yatırılmak |
investment | yatırım |
investor | yatırımcı |
to put s.o. to bed | yatırmak |
to go to bed | yatmak |
I suggest you go to bed now | yatmanı öneririm |
at a slow rate | yavaş bir hızla |
speak slowly | yavaş konuş |
Slowly, painfully he pushed the panic to the back of his mind, locked it there and kept it there, though it tried to come out screaming. | Yavaşça, acıyla, paniği zihnin gerisine itti, oraya kapattı ve çığlık çığlığa dışarı çıkmaya çalışmasına rağmen orada tuttu. |
baby / cub / nestling / little one | yavru |
He feeds (b) the worm to his kids. | Yavrularını solucanla besliyor. |
to provoke its nestlings to fly | yavrularını uçmaya kışkırtmak |
pedestrians | yayalar |
common /widespread | yaygın |
to become wide-spread | yaygın hale gelmek |
To spread (intransitive)/ to get diffused | yayılmak |
to publish | yayımlamak |
The bow's arrow was nocked. | Yayın oku takılmış. |
to broadcast | yayın yapmak |
publishing house | yayınevi |
He drew (g) his bow with a sure (of himself) touch | yayını kendinden emin bir dokunuşla gerdi |
to spread out (y) | yaymak |
summer | yaz |
writer / author | yazar |
Not edited by the author either | Yazarı tarafından da kurgulanmamıştır |
writing desk /Schreibtisch | yazı masası |
printer | yazıcı |
The printer is out of paper. | Yazıcının kağıdı bitti. |
written | yazılı |
the coolness of the forest that even on the hottest days in summer can cool/chill people | yazın en sıcak gününde bile insanı üşütebilecek orman serinliği |
We are going to France in the summer. | yazın Fransa'ya gideceğiz |
I can go to Switzerland in Summer. | Yazın İsviçre'ye gidebilirim. |
inscription/legend /Inschrift | yazıt |
If I write it down I can forget it and sleep peacefully. | Yazıya dökersem unutup rahat rahat uyuyabilirim. |
to put on paper / to write down / to transcribe / to redact | yazıya dökmek |
Let me write that down / Let me put this on paper | yazıya dökmeliyim |
I think I should write this down / I think I should put this on paper (lit. I think: Let me write this down) | yazıya dökmeliyim diye düşünüyorum. |
to write | yazmak |
oil | yağ |
oil filter (car) | yağ filtresi |
precipitation (rain) | yağış |
wet (y) | yağışlı |
plunder / looting / robbery | yağma |
plunder / looting / robbery | yağma |
to rain / pour / fall | yağmak |
to plunder / to loot (y) | yağmalamak |
rain | yağmur |
raindrop | yağmur damlası |
the rain stopped so we went outside | yağmur durdu bu yüzden dışarıya çıktık |
rainforest | yağmur ormanı |
if it rains you'll get wet | yağmur yağarsa ıslanacaksın |
to rain | Yağmur yağmak |
soaked by the rain | yağmurdan ıslanmış |
Bending (down) she looked outside through the windowpane wettened from the rain | yağmurdan ıslanmış cama doğru eğilerek dışarıya baktı. |
raincoat | yağmurluk |
wet (y) | yaş |
in the period he had lived in | yaşadığı devirde |
In the period in which he had lived ladies' calves and knees were hardly seen (kept out of sight ). | Yaşadığı devirde kadınların baldırları ve dizleri pek görünmüyordu. |
life (y) | Yaşam |
Life forms | Yaşam biçimleri |
to live | yaşamak |
to lose one's life | yaşamını yitirmek |
to fill with water / to moisten (eyes gözleri/ trees) | yaşarmak |
Yay ! Hooray! | yaşasın! |
guess my age | yaşımı tahmin et |
he moved with a swiftness/an agility that denied his age | yaşını inkâr edecek bir çeviklikle hareket ediyordu. |
the more he got older | yaşlandıkça |
the more he got older the more it began to be difficult | yaşlandıkça daha zor olmaya başladı |
to put age on s.o. | yaşlandırmak |
I must be getting old | yaşlanıyorum herhalde |
ageing | yaşlanma |
to grow old | yaşlanmak |
Old – for people | Yaşlı |
even if he looked old | yaşlı gösterse de |
You cannot teach an old dog new tricks | Yaşlı köpeğe yeni numara öğretemezsin |
elderli | yaşlıca |
old age / Alter | yaşlılık |
she was old enough | yaştaydı |
replacement / Ersatz- | yedek |
replacement shirt / Ersatzhemd (y.m.) | yedek mintan |
the more he ate | yedikçe |
The more he ate the more he wanted to eat. | Yedikçe, daha fazla yemek istiyordu. |
the seventh | yedinci |
the sole /the only | yegâne |
Wind (y) | yel |
windmill | yel değirmeni |
mane /Mähne (e. g. horse) | yele |
vest / waistcoat / Weste | yelek |
to sail | yelken açmak |
sailing (sport) | yelken sporu |
to attempt / try /dare /move to | yeltenmek |
food/ prey (y) | yem |
without being/becoming a prey | yem olmadan |
food | Yemek |
to eat | yemek |
You can play until lunch is cooked. | Yemek pişirilene kadar, oynayabilirsin. |
I missed dinner. | Yemek saatini kaçırdım. |
a recipe | yemek tarifi |
I like cooking. | Yemek yapmayı seviyorum |
Are we not going to eat? formal - street talk | Yemek yemeyecek miyiz? - Yemek yemiycez mi? |
refectory / dining hall | yemekhane |
Our meals are very varied. | Yemeklerimiz çok çeşitlidir. |
Is it possible that he didn't eat? | Yememiş olması mümkün mü? |
Is it possible that he didn't eat? | Yememiş olması mümkün mü? |
Concerning the food I am still undecided. | Yemeğe gelince, henüz kararsızım. |
I don't share my food with anyone. | Yemeğimi kimseyle paylaşmam. |
I could swear | yemin edebilirdim |
I swear I know nothing! | yemin ederim hiçbir şey bilmiyorum! |
to swear + dat | yemin etmek |
very green | yemyeşil |
sleeve | yen |
possible to be eaten / edible | yenebilen |
its edible tubers | yenebilen yumruları |
Wife of an uncle (also used among close friends for the other's girlfriend) | Yenge |
crab | yengeç |
a new gardener's spade (b) | yeni bir bahçıvan beli |
they have developed a new computer program | yeni bir bilgisayar programı geliştirdiler |
He needs a new computer. | Yeni bir bilgisayara ihtiyacı var. |
a new fascist coup attempt | yeni bir faşist darbe girişim |
And it was the king in person who had to face/resist a new fashist coup attempt | yeni bir faşist darbe girişime göğüs gerenin de bizzat kral oldu |
to get a new job | yeni bir işe girmek |
a new recipe | yeni bir tarif |
I need a new hat | yeni bir şapkaya ihtiyacım var |
We live in a new flat. | Yeni dairede yaşıyoruz. |
The best way to come up with / bring out new ideas | Yeni fikirler ortaya çıkarmanın en iyi yolu, |
The best way to come up with / bring out new ideas is to get really bored. | Yeni fikirler ortaya çıkarmanın en iyi yolu, gerçekten sıkılmaktır. |
His new invention exploded within minutes. | Yeni icadı birkaç dakika içinde patladı. |
best wishes on / congratulations to your new job | yeni işin hayırlı olsun |
the rising/new generation/ the younger generation (n) | yeni nesil |
I just woke up | Yeni uyandım |
New year | yeni yıl |
to enter the new year | yeni yıla girmek |
new moon | Yeniay |
again (y) | yeniden |
to rename | yeniden isimlendirmek |
re-confrontational procedure | yeniden ve yüzleştirme usulü |
renewed | yenilenmiş |
a renewed energy gave strength to his steps. | yenilenmiş nir enerji adımlarına güç veriyordu |
defeat | Yenilgi |
I couldn't hide my disappointment over the defeat. | Yenilgimizden dolayı, hayal kırıklığımı saklayamadım. |
I can't accept myself the defeat. | Yenilgiyi kabullenemem. |
receptive / innovative / progressive | Yenilikçi |
innovatively | yenilikçi bir şekilde |
innovative thinking | yenilikçi düşünme |
avantgardist | yenilikçi kimse |
innovative technology | yenilikçi teknoloji |
innovative approach | yenilikçi yaklaşım |
innovative solutions | yenilikçi çözümler |
open to change / innovation | yeniliğe açık |
the new one | yenisi |
to be eaten | yenmek |
completely new | yepyeni |
ground / floor / place | yer |
to go in for / to rank / to be situated / to enter | yer almak |
earth crust | yer kabuğu |
fire gushing from the depths of the earth crust | yer kabuğunun derinliklerinden fışkıran ateş |
I know thwre are things between heaven and earth that we can't explain. | Yer ve gök arasında açıklayamadığımız bir şeylerin var olduğunu biliyorum. |
underground | yeraltı |
from the underground | yeraltından |
there was a lot of snow on the ground | yerde çok kar vardı |
A small objecy on the floor caught my attention. | Yerdeki küçük bir nesne dikkatimi çekti. |
I kicked the puddle on the ground and splashed water on him. | yerdeki su birikintisine tekme atıp üzerine su sıçratım. |
to abandon / to put/leave on the ground | yere bırakmak |
to empty into something/ a place (e.g. a river) | yere dökülmek |
to fall on the ground (d) | yere düşmek |
The floor was spread (s) with loose straw. | Yere gevşek hasır serilmişti. |
to land (on the ground) | yere inmek |
In respect to the black woolen garnents, descending until the floor the environment would have been to hot. | Yere kadar inen siyah yünlere göre etraf fazla sıcak olacaktı. |
to fall to the ground /prostrate oneself /grovel | yere kapanmak |
to faint /to pass out | yere yığılmak |
anyone in my place would do the same | yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı |
(from) in front of the place | yerin önünden |
fidgety / restless/ zapplig | yerinde duramayan |
If I were in your place I would not touch that little monster. | Yerinde olsam o küçük canavara dokunmazdım. |
she couldn't move from her place | yerinden kıpırdayamıyordu |
instead (off) | yerine |
to fulfill / carry out / execute / complete | yerine getirmek |
to give way to a dat. | yerini bırakmak |
to locate (s) | yerini saptamak |
residential | yerleşim |
settlement | yerleşim merkezi |
campus | yerleşke |
to settle / to install oneself | yerleşmek |
domestic /local /einheimisch e.g. wine | yerli |
ground (y) / (surface of the) earth | Yeryüzü |
from the other end of the earth | yeryüzünün öbür ucundan |
gravity | yerçekimi |
gravitational fields (the region of space surrounding a body in which another body experiences a force of gravitational attraction.) | yerçekimi alanları |
the force of gravity | yerçekimi kuvveti |
why don't you eat /go on eat (sg/pl) | yesene - yesenize |
talent /skill /ability | yetenek |
And he trusts very much in your skills. | Yeteneklerine de çok güveniyor. |
talented | yetenekli |
the 'Gifted' (ones) | Yetenekliler |
enough is enough | yeter artık! |
sufficiently | yeterince |
brave enough | yeterince cesur |
it is not good enough | yeterince iyi değildir. |
It was scary enough. / It was horrible enough. | Yeterince korkunçtu. |
I don't have enough money. | yeterince param yok |
enough | yeterli |
sufficiently | yeterli miktarda |
capacity /ability /faculty / power | yeti |
adult | yetişkin |
to catch / catch up with / keep up with | yetişmek |
to be cultivated | yetiştirilmek |
to cultivate | yetiştirmek |
authority / power | Yetki |
authority | yetkili |
perfect/competent /mighty (y) | yetkin |
to be sufficient / genügen | yetmek |
as if it were not enough | yetmiyormuş gibi |
seventy | yetmiş |
to corrupt | yezlaştırmak |
to choose / opt / prefer / favour / give preference to (y) | yeğlemek |
to turn green, to become green | yeşermek |
green | yeşil |
a green silk ribbon | yeşil ipek bir kurdele |
a round box tied with a green silk ribbon | yeşil ipek bir kurdeleyle bağlı yuvarlak bir kutu |
a very green tree | Yeşil mi yeşil bir ağaç |
And it was the only window not hidden behind green shutters. | yeşil panjurların arkasında saklanmayan tek pencere de oydu. |
green olives | yeşil zeytin |
greenish (s) | yeşilimsi |
greenish (t) | yeşilimtrak |
foliage / verdure / green | yeşillik |
Jade | yeşim taşı |
to wash | yıkamak |
ruined /collapsed | yıkık |
I almost collapsed | Yıkıldım adeta |
tumble / collapse / fall down | yıkılmak |
year | yıl |
snake | yılan |
serpentine | yılansı |
a serpentine line ( eine Schlangenlinie ) | yılansı bir çizgi |
a circle divided by a serpentine line | yılansı bir çizgi ile ayrılmış bir çember |
for years | yıldır |
lightening (y) | yıldırım |
there is a risk of lightning | yıldırım riski var |
star | yıldız |
horoscope | yıldız falı |
star light | yıldız ışığı |
(to wish upon a star) A star fell down (slid) Make a wish! | Yıldız kaydı. Bir dilek tut! |
Sternfrucht | Yıldızmeyvesi |
with the first peddlar of the year | yılın ilk çerçisi ile |
for years | yıllarca |
after sharing for years | yıllarca paylaştıktan sonra |
to dread / be intimidated / despair / verzagen /désespérer / to get frustrated (fed up and wanting to give up) | yılmak |
again (y) | yine |
we will wait for you ( lady) / we'd like to see you anytime/again / we hope to see you again / come qgqin | yine bekleriz (hanımefendi) |
even so / nonetheless (y) | yine de |
ro repeat / quote | yinelemek |
twenty | yirmi |
Rather than waiting 20 minutes for the bus let's go by taxi. | Yirmi dakika otobüsü beklemektense, taksiyle gidelim. Sinemaya |
for twenty years | yirmi yıldır |
predatory | yırtıcı |
a predatory bird | yırtıcı kuş |
torn | yırtık |
critically damaged clothing / torn into many pieces | yırtık pırtık |
To tear into pieces/ to rip /to slash | yırtmak |
lost | Yitik |
to disappear (y. g.) | Yitip gitmek |
to deceive /to lose | yitirmek |
food (yy) | yiyecek |
We would like some food | yiyecek bir şey istiyoruz |
they collect food | yiyecek biriktirirler |
to collect food | yiyecek biriktirmek |
Is there anything to eat? | Yiyecek birşey var mı? |
This is nothing that can be called food. | Yiyecek denebilecek bir şey değil |
There is no food. | yiyecek yok |
Half of his food was finished. | yiyeceklerinin yarısı bitmişti. |
to be piled up | yığılmak |
mass / heap / bulk/ chunk /pile | yığın |
valiant , hero | yiğit |
to pile something up | yığmak |
short for 'No' (spoken) | Yo |
No, go ahead ( answer to eg Do you mind if I sit here?) | Yo, buyurun |
it is not /it doesn’t exist | yok |
scarcely any /little if any /so little that it could be called not existing | yok denecek kadar az |
to destroy /extinguish | yok etmek |
'No, dude (l), no dude, I have no money' he said, kept everyone saying. | Yok la yok la yok dedi param dedi herkes paso |
to be gone / to disappear | yok olmak |
polls (y) /inspections /examinations | yoklamalar |
Or (y) should it never change | Yoksa hiç değişmemeli mi |
or I will lose my patience | yoksa sabrım taşacak |
poor /needy | yoksul |
poor (y) | yoksul |
The poor | yoksullar |
it was not/ it did not exist | yoktu |
Slope /incline (y) Anstieg / a road/way going uphill | yokuş |
like water running down a slope | yokuş aşağı akan su gibi |
road /way | yol |
The way made (drew) a curve | Yol bir kavis çizdi. |
wayside | yol kenarı |
The way passed the forest and the rugged plains. | Yol ormandan ve engebeli düzlüklerden geçiyordu. |
passenger | yolcu |
journey / trip / travel (y) | yolculuk |
There has not been any accident on the road for many years, this road seems to be used. | Yolda herhangi bir kaza yaşanmamış yıllardır bu yolu kimse kullanmamış gibi gözüküyor. |
to get stranded / to get stuck | yolda kalmak |
to post / to send | yollamak |
I assume you know the way | yolu bildiğini varsayıyorum. |
if we ask him for directions (for the way) | yolu ona sorasak |
He put out the fires on his way | Yolundaki yangınları söndürdü |
the second section of the way | yolunun ikinci kesimi |
He couldn't see the second part of the way. | Yolunun ikinci kesimini göremiyordu. |
Klee / clover / trefoil | yonca |
to sculpture /chisel | yontmak |
sculptured / chiseled | yontulmuş |
colloq for no | yoo |
routine | yordam |
quilt /duvet | yorgan |
tired | yorgun |
he's tired, so he wants to stay at home | yorgun, bu yüzden evde kalmak istiyor |
I was tired, cranky and the last thing I wanted was more hiking. | Yorgundum, sinirliydim ve istediğim son şey, biraz daha yürüyüştü. |
I f you are tired you can't join us. | Yorgunsan, bize katılmayabilirsin. |
to tire / o wear out / to exhaust s.o. | yormak |
the tired one / the fading | yorulan |
He strengthens the tired | Yorulanı güçlendirir |
if they are tired | yoruldularsa = yorulduysalar |
to tire / o wear out / to exhaust | yorulmak |
if they were tired, (but they are not /unreal present) | yorulsalar |
if they had been tired (but they never were /unreal past) | yorulsaydılar |
when she was tired | yorulunca |
When she got tired she leaned against a tree. | Yorulunca bir ağaca yaslandı. |
if they'll get tired | yorulurlarsa |
interpretation / exegesis / commentary / explanation / paraphrase | yorum |
to interprete/ explain | yorumlamak |
she couldn't interprete it | yorumlayamıyordu |
mossy /lichenous /moosbewachsen | yosunlu |
under a mossy cypress tree | yosunlu servi ağacının altında |
mossy-ish/lichenous /moosbewachsen | yosunumsu |
a mossy-ish rug | yosunumsu bir kilim |
intense / heavy / busy / hectic | yoğun |
intensive security measures | yoğun güvenlik önlemi |
violent /intensive snowstorm | yoğun tipi |
yoghurt | yoğurt |
sip | yudum |
sip by sip | yudum yudum |
to sip | yudumlamak |
tenderhearted / easily forgiving / (someone compassionate who doesn't get angry) | yufka yürekli |
up | yukarı |
to pull up | yukarı çekiştirmek |
oak / Hafer | yulaf |
oatmeal /porridge | yulaf lapası |
after having a breakfast from oakmeal | yulaf lapasından oluşan kahvaltısını yaptıktan sonra |
to shut /close (eyes/hands only) | yummak |
tuber | yumru |
fist / punch | yumruk |
to punch / thump (lit to throw a fist) | yumruk atmak |
fist fight | yumruk dövüşü |
to punch / thump | yumruklamak |
egg | yumurta |
to lay an egg | yumurtlamak |
soft /nice /gentle | yumuşak |
a gentle voice | yumuşak bir ses |
sweet-tempered / gentle | yumuşak huylu |
soft /tenderhearted (y.k.) | yumuşak kalpli |
soft or loud | yumuşak veya yüksek |
einweichen / to soak | yumuşatmak |
to (quickly) soften | yumuşayıvermek |
dolphine | Yunus |
home country | yurt |
dormitory / youth hostel | yurt |
(towards) abroad | Yurt dışına |
The passports of people who go abroad are controlled. | Yurt dışına gidenlerin pasaportları kontrol edilir. |
She went abroad to learn English, I think | Yurt dışına İngilizce öğrenmeye gitti, diye düşünüyorum. |
foreign / abroad | yurtdışı |
to go abroad | yurtdışına çıkmak |
we used to live abroad | yurtdışında yaşardık |
patriot (Heimatliebend) | yurtsever |
dragonfly / Grosslibelle | yusufçuk |
very round | yusyuvarlak |
to swallow / to gulp | yutmak |
to be engulfed | yutulmak |
nest | yuva |
round | yuvarlak |
a stab in the dark / wild (round) guess | yuvarlak tahmin |
Rundkorn | yuvarlak taneli tahıl |
to roll sthg (transitiv) | yuvarlamak |
to roll over / to around in (dog/horse) intransitiv | yuvarlanmak |
for a marriage to break down ( lit. one's nest is collapsing) | yuvası yıkılmak |
in its nest | yuvasında |
direction / aspect / sense | yön |
Turkish Dative (used for directions) | Yönelme hâli - -e hâli |
to head for / to steer towards / sich wenden / to turn towards / to direct oneself towards + Dat | yönelmek |
manager / Geschäftsführer | yönetici |
administration; management | yönetim |
Chairman of the board of directors | yönetim kurulu başkanı |
manager / producer / director (film) | yönetmen |
conductor (orchestra) | yönetmen |
orbit | yörünge |
As for the orbit there are particles that we call electrons. | Yörüngede ise elektron dediğimiz parçacıklar var. |
lofty (of imposing height) | yüce |
to be exalted (to be rendered high) above an ablative | yüce kılınmak |
supremecy / glory/ highness / sovereignity (y) | yücelik |
to become lofty (of imposing height) | yücelmek |
to exalt / glorify / promote / aggrandise | yüceltmek |
load | yük |
to carry loads | yük taşımak |
an animal used for carrying loads | yük taşımakta kullanılan hayvan |
to load | yüklemek |
to take upon oneself / to take over / to be stuck with / to be loaded with | yüklenmek |
charged | yüklü |
high / loud | yüksek |
He climbed onto a high piece of granit. | Yüksek bir granit parçasının üstüne çıktı. |
a high rock | yüksek bir kaya |
Take me out to a high rock ! | Yüksek bir kayaya çıkar beni! |
a loud voice | yüksek bir ses |
high contrast | yüksek karşıtlık |
high resolution | yüksek çözünürlük |
high lofty mountains | yüksek, yüce dağlar |
height | yükseklik |
acrophobia /fear of height / Höhenangst | yükseklik korkusu |
When the rising light indicates the birth of a new world will you close your eyes ? | Yükselen ışık yeni bir dünya'nın doğuşunu işaret ederken gözlerinizi mi kapayacaksınız ? |
rise / uptrend | yükseliş |
to rise / increase | yükselmek |
elevation / altitude / ridge | yükselti |
to raise / increase something | yükseltmek |
foxglove /digitalis /Fingerhut /(lit. Thimbleweed) | Yüksük otu |
obligation /responsibility /liability | yükümlülük |
our obligations and ties | yükümlülüğümüz ve bağlarımız |
I am obliged | yükümlüyüm |
wool / woolen | yün |
his wool garment's collar | yün giysisinin yakası |
He moved the collar of his wool garment closer to his neck. | Yün giysisinin yakasını boynuna yaklaştırdı. |
woolen cloth | yün kumaş |
a woolen cardigan | yünlü bir hırka |
heart / (soul) (y) | yürek |
heart beats | yürek atışları |
heartache /heartbreak | yürek sancısı |
courageous / fearless / stout (y) | yürekli |
Her heart (y) was beating madly. | Yüreği delice çarpıyordu. |
while her heart thumped violently | yüreği güm güm atarken |
Her heart was beating so fast that she could hardly breath. | Yüreği nefes alamayacak kadar hızlı atıyordu. |
my heart | yüreğim |
'when the peace to my heart collapses' when my heart grows faint / is overwhelmed | Yüreğime huzur çökünce |
they made our hearts bleed | yüreğimizi kanattılar |
To walk | Yürümek |
He prefered rather driving by car than to walk. | Yürümekten ziyade araba sürmeyi tercih etti. |
They walk but don't get tired | Yürür ama yorulmazlar |
To nick/sneak /walk away with /make away with | yürütmek |
to walk and go = to walk away | yürüyüp gitmek |
to attempt to walk away | yürüyüp gitmeye kalkışmak |
like having attempted to walk away | yürüyüp gitmeye kalkışmış gibi |
a person who seems to have tried to walk away | yürüyüp gitmeye kalkışmış gibi görünen bir insan |
walk / pace | yürüyüş |
walking stick | yürüyüş asası |
The walking leaflet said there wouldn't be any phone reception in the mountains. | Yürüyüş broşüründe dağlarda telefonun çekmeyeceği yazıyordu. |
to find hiking trails | yürüyüş parkurlarını bulmak |
to go for a walk | yürüyüşe çıkmak |
Do you want to go for a walk? | yürüyüşe çıkmak istiyor musun? |
face | Yüz |
reason / motive (y) | yüz |
hundred | yüz |
Grimace/ Grimasse | Yüz buruşturma |
Hundred dark masks and hundred pairs of eyes trying to see who was (lying) behind them. | Yüz kara maske ve arkalarında yatanı görmeye çalışan yüz çift göz |
to produce / bring forth / yield hundredfold | yüz kat ürün vermek |
percent / in hundred | yüzde |
to grow by ... percent | yüzde ... büyümek |
a fifty per cent chance of rain | yüzde elli oranında yağmur yağma ihtimali |
floating/swimming green ducks | yüzen yeşil ördekler |
surface | yüzey |
the writing desk whose surface we were not allowed to touch under any cicumstances | yüzeyine hiçbir süretle dokunmamıza izin verilmeyen yazı masası |
fin /Flosse | yüzgeç |
hundreds of | yüzlerce |
Their faces don't turn red from shame | Yüzleri utançtan kızarmaz |
to encounter; to face | yüzleşmek |
to be confronted | yüzleştirilmek |
confrontation | yüzleştirme |
to confront / expose | yüzleştirmek |
to swim | yüzmek |
Swimming is the healthiest sport. | Yüzmek en sağlıklı spordur. |
to go swimming | yüzmeye gitmek |
century | yüzyıl |
surface / floor space | yüzölçümü |
His face was wrinkled like a tree. | Yüzü bir ağaç gibi boğum boğumdu. |
His face was all red. | Yüzü kıpkırmızıydı |
his uncle (e) having (rep) a very purple face | yüzü mosmor olmuş eniştesi |
ring (for the finger) | yüzük |
She noticed the uneasiness (t) that was in his face. | yüzündeki tedirginliği fark etti. |
He wiped off the sweat on his face with his sleeve | Yüzündeki teri koluna sildi. |
because of / on account of / due to an Nominative | yüzünden |
Harry, who felt that his face was very red for good | Yüzünün resmen kıpkırmızı olduğunu hisseden Harry |
weakness | zaaf |
police (z) | Zabıta |
We think the bazaar police should check the tradesmen everyday | Zabıtaların esnafları her gün denetlemesi gerektiğini düşünüyoruz. |
victory / triumph ( z) | zafer |
the taste of victory | zaferinin tadı |
bother /trouble / Mühe / Anstrengung | zahmet |
to bother / to take the trouble to / Sich sie Mühe machen | zahmet etmek |
Don't bother yourself / machen Sie sich keine Umstände | Zahmet etmeyiniz |
no pain no gain (z) | zahmet olmadan rahmet olmaz |
Could I trouble you for another glass of water? | zahmet olmayacaksa sana bir bardak su daha alabilir miyim? |
to bother /to take the trouble (z. g) /to enter into trouble to... | zahmete girmek |
troublesome / inconvenient / painful /hard (z) | zahmetli |
a demanding job | zahmetli iş |
easy /painless (z) | zahmetsiz |
Oleander | zakkum |
the faint smell (pl) of oleander (pl) | zakkumların baygın kokuları |
cruel | zalim |
to rise in price / to get more expensive | zam gelmek |
time (z) | zaman |
a waste of time | zaman kaybı |
time and space | zaman ve mekan |
Time seemed to slow down. | Zaman yavaşlamış gibiydi. |
now and again/ now and then / every so often/from time to time/ occasionally | zaman zaman |
Every now and then he reminded the mare to continue to walk by touching slightly her flank. | Zaman zaman kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak, yürümeye devam etmesini hatırlatıyordu. |
You need to find something to kill the time. | Zaman öldürecek bir şey bulman gerek. |
Comb your hair in the shower to save time. | Zamandan tasarruf etmek için saçını duşta tara. |
I would go if I had the time. | Zamanım olsa,giderdim. |
once upon a time / at one time (z. b.) | zamanın birinde |
if you ever have time | zamanın olursa |
until the end of time | zamanın sonuna |
on time | zamanında |
(at) half of the times | zamanların yarısında |
lily | zambak |
the suspect (z) | zanlı |
The suspects were referred to the judicial court of Izmir. | Zanlılar İzmir Adliyesine sevk edildi. |
Membrane / skin | zar |
dice | zar |
with great difficulty / hardly | zar zor |
grace /elegance /refinement /tactfulness /kindness (z) | zarafet |
gracefully | zarafetle |
damage | zarar |
to suffer damage / hurt | zarar görmek |
undammaged | zarar görmemiş |
in an undammaged state | zarar görmemiş bir hâlde |
How much is the damage ? | Zarar ne kadar ? |
to (do) harm / to damage | zarar vermek |
to harm / do harm (z. d.) | zararı dokunmak |
harmless | zararsız |
envelope | zarf |
elegant / graceful | zarif |
hymenoptera / Hautflügler (highly specialized insects with complete metamorphosis that include the bees, wasps, ants, ichneumon flies, sawflies, gall wasps, and related forms, often associate in large colonies with complex social organization) | zarkanatlı |
a honey and beewax producing (making) stinging insect of the hymenoptera (Membranewings/Hautflügler) | Zarkanatlılardan, bal ve bal mumu yapan, iğnesiyle sokan böcek |
anyway / in first place / already | zaten |
He has already a phone but he wants a new one. | Zaten bir telefonu var ama yenisini istiyor. |
I have already a phone. | Zaten bir telefonum var. |
Already in the past he was not (counted) very (p) beautiful. | Zaten eskiden de pek güzel sayılmazdı ya. |
Anyway the concept of freedom is higly overrated. | Zaten özgürlük kavramı fazla abartılıyor. |
pneumonia | zatürree |
The poor girl started to cry bitterly. | Zavallı kız içli içli ağlamaya başladı. |
poor you /poor soul /die /der Ärmste /das arme Ding | zavallıcık |
weak / thin | zayıf |
to weaken / to grow weak ( because of illness) | zayıf düşmek |
to weaken / to grow weak ( to get thin) | zayıflamak |
emaciated (abgemagert) | zayıflamış |
he weakens | zayıflar |
to injure / to bruise | zedelemek |
to be injured | zedelenmek |
poison | zehir |
to poison | zehirlemek |
poisonous | zehirli |
a poisonous snake | zehirli bir yılan |
to turn/transform into a poisonous snake | zehirli bir yılana dönüşmek |
mind (z) | zeka |
intelligent (z) | zeki |
an intelligant person | zeki bir insan |
he seems to be a clever politician, doesn't he? | zeki bir politikacı gibi görünüyor, öyle değil mi? |
thank you for the compliment, that you made to my intelligence /wit | zekâma yaptığınız iltifat için teşekkür ederim |
floor | zemin |
while the ground was swelling | zemin kabarırken |
the floor was covered with a mossy-ish rug | zemin yosunumsu bir kilimle kaplıydı. |
rich | zengin |
My uncle who isn't very rich works a lot. | Zengin olmayan amcam, çok çalışır. |
to get rich / to become rich | zenginleşmek |
wealth | zenginlik |
the deceitfulness of wealth | zenginliğin aldatıcılığı |
particle / speck / atom | zerre |
pleasure / delight | zevk |
to enjoy (z) an ablative | zevk almak |
tasteless / unenjoyable / of poor taste / styleless | Zevksiz |
olive | zeytin |
olive oil | zeytinyağı |
pitch darkness | zifiri karanlık |
There was no star (to be seen) in the inky night. | Zifiri karanlıkta hiç yıldız yoktu. |
to confuse sb (z k) | zihni karıştırmak |
in the back of his mind | zihninin gerisinde |
In the back of his mind a voice kept talking/saying with fear. | Zihninin gerisinde bir ses korkuyla konuşup duruyordu. |
He forced the voice speaking in the back of his mind to silence. | Zihninin gerisinde konuşan sesi susturdu. |
He searched for an answer that his mind would be able to grasp without getting split in two. | Zihninin ikiye bölünmeden kavrayabileceği bir yanıt aradı. |
bell | zil |
as drunk as can be | zil zurna sarhoş |
the jingling of the bells | zillerin şıngırtısı |
(it was) decorated with bells | zillerle bezenmişti |
adultery | zina |
chain | zincir |
fit (z) | zinde |
to keep fit | zinde tutmak |
bounce / jump | zıplamak |
utterly ignorant | zır cahil |
for / because (z) / inasmuch / for as much / likewise | zira |
armour / shield | zırh |
summit | zirve |
banquet | ziyafet |
This banquet looks nice. | Ziyafet güzel görünüyor. |
to feast /regale | ziyafet çekmek |
to waste | ziyan etmek |
to visit | ziyaret etmek |
to throb /pulsate | zonklamak |
difficult | zor |
forced / restrained /stiff | zoraki |
he struggled to his feet | zorlanarak doğruldu |
to be forced to / to sweat to / to have difficulties to / to suffer violence / to be bullied | zorlanmak |
powerful/ violent/ furious/ hard / difficult | zorlu |
obligatory / necessary / unavoidable | zorunlu |
to be required | zorunlu olmak |
it is obliged / he is obliged | zorunludur |
to encounter / experience persecution | zulme uğramak |
to persecute / bully / tyrannise | zulmetmek |
when they persecute you | zulmettikleri zaman |
persecution | zulüm |
clarion / oboe like reed instrument (slang:penis /drunk) | zurna |
a tightly fitting trousers | zurna gibi |
to get drunk as a skunk | zurna olmak |
emerald | zümrüt |
snob/ pretentious asshole / Schnösel /Lackaffe /Arschloch | züppe |
giraffe | zürafa |
kingdom / Reich (biol.) (e.g. animalia/ vielzellige Tiere) | âlem |
storyteller /poetrysinger with long flute /lover | âşık |
I would have told him - gleeman or not... | Âşık ya da değil, ona söylerdim. |
to put the effort / to try hard | çaba göstermek |
to make an effort (s) | çaba sarf etmek |
to endeavour/to struggle / make an effort | çabalamak |
quickly (adv) in no time (ç) | çabucak |
He straightened quickly. | Çabucak dikleşti. |
to recover quickly / to overcome quickly (ç) | çabuk atlatmak |
transient | çabuk gelip geçen |
Let's hurry up ! | Çabuk olalım ! |
easy peasy / fast and painless | çabuk ve zahmetsiz |
tent / tabernacle | çadır |
Can I set my tent up here? | Çadırımı buraya kurabilir miyim ? |
to dwell in your tent | çadırında oturmak |
high five | çak bir beşlik |
flashing/hitting (Present Participle) (careful with humans !) | çakan |
pocket knife | çakı |
Gravel/ Kies / / Kieselsteine | Çakıl |
fitted/paved with pebble stones | çakıl taşlarıyla döşeli |
on the Gravelstone way/ auf dem Kiesweg | Çakıl yolunda |
to be stuck | çakılıp kalmak |
to tack/strike / drive in / hammer/ flash | çakmak |
Flintstone / Feuerstein | Çakmak taşı |
Do you have fire? (A lighter) | çakmağın var mı? |
bush | çalı |
sandal (shoe) | çalık |
shrubbery/ bushes / Gebüsch | çalılık |
strutting / playful | çalımlı çalımlı |
He said I could work | çalışabileceğimi söyledi |
hard working / diligent / fleissig | çalışkan |
to work / to try | çalışmak |
No use to work / study / try | çalışmanın bir faydası yoktur |
He decided to work. | Çalışmaya karar verdi. |
to be focussed /to focus on work | çalışmaya odaklanmak |
workshop (activity) | çalıştay |
to train /to start (a machine) | çalıştırmak |
rough / turbulent | çalkantılı |
to play music | çalmak |
to steal | çalmak |
pine tree | çam |
laundry /Wäsche / washing | çamaşır |
washing line | çamaşır ipi |
washing machine | çamaşır makinesi |
washing powder | çamaşır tozu |
to do laundry | çamaşır yıkamak |
I hate doing laundry | çamaşır yıkamaktan nefret ederim |
Racoon / Waschbär (regional) | çamaşırcıayı |
She washes the laundry in the washing machine. | çamaşırlarını çamaşır makinesinde yıkayacak. |
Pine nut / Pinienkern | Çamfıstığı |
Most of the pine's needles had burned. | Çamların çoğunun iğneleri yanmıştı. |
mud / muck | çamur |
to throw mud | çamur atmak |
calyx /Blütenkelch | çanak |
if only I could remember where I put my bag | Çantamı nereye koyduğumu bir hatırlasam! |
his bag hang(a) loosely on one shoulder | çantası bir omuzunda gevşekçe asılıydı |
his bag was full to the brim 4/crammed with illegal sleeping pills | çantası tıka basa yasadışı uyku ilaçlarıyla doluydu. |
In his bag were tools banging at each other and tinkling. | Çantasında birbirine çarpıp tıngırdayan aletler vardı. |
diameter | çap |
crust around the eyes | çapak |
to get crusted (eyes) | çapaklanmak |
cure /remedy | çare |
helpless /desperate / irremediably | çaresiz |
lack of means / despair / impuissance | çaresizlik |
wheel | çark |
Passionsfrucht (fortune wheel /catherine's wheel) | Çarkıfelek |
cross (Jesus) | Çarmıh |
He who does not load/take his cross and come after me is not worthy (l) of me. | Çarmıhını yüklenip ardımdan gelmeyen bana layık değildir. |
when it hit | çarparken |
times / mal (calculation ) | çarpı |
cross (x) | çarpı |
striking /stunning | çarpıcı |
strikingly handsome | çarpıcı derecede yakışıklı |
Crooked / curved | Çarpık |
to contort | çarpılmak |
palpitation / throb | çarpıntı |
a palpitation would come | çarpıntı geliyordu |
to bend / lean (something) to (one side)/ to crook, bend/ to set or make (sthg) askew/put (sthg) at an angle/ to distort, willfully to misinterpret / verzerren | çarpıtmak |
Strike (against) /slap / hit/ bang / knock/ smash / bump into / crash | Çarpmak |
to multiply (×) | çarpmak |
to condem /sentence | çarptırmak |
by leaps and bounds /very quickly /rapidly | çarçabuk |
bed sheet /Laken | çarşaf |
Can I have sheets ? | Çarşaf alabilir miyim? |
wednesday | çarşamba |
we still play badminton together on Wednesdays | Çarşambaları hâlâ birlikte badminton oynuyoruz |
market (ç) | çarşı |
In the marketplaces | çarşı meydanlarında |
fork | çatal |
forked | çatallı |
their forked horns (ihr Geweih) | çatallı boynuzları |
roof | çatı |
thatcher /Dachdecker | çatı tamircisi |
to clash /conflict / be on conflict | çatışmak |
Sometimes conflicts arise from overlapping job duties. | Çatışmalar bazen örtüşen görev dağılımı yüzünden olur. |
crack | çatlak |
to crack / to die from overeating / exhaustion/ zerspringen / bersten | çatlamak |
He would continue to eat until exploding | çatlayana kadar yemeye devam ederdi |
Roggen /rye | Çavdar |
Roggenmischbrot /rye mixed bread | Çavdar ekmeği karışık |
Roggenvollkornmehl / rye wholemeal flour | Çavdar kepekli un |
Roggenmehl / rye flour | Çavdar unu |
tea | çay |
to serve tea | çay ikram etmek |
tea bag | çay poşeti |
tea set /Teeservice | çay takımı |
She doesn't like tea or coffee | çay veya kahve sevmez |
She invited me for tea (colloq.) | çaya davet etti |
tea seller | çaycı |
A teapot doesn't boil from watching it. | Çaydanlık bakmakla kaynamaz |
I drink tea without sugar. | Çayı şekersiz içiyorum. |
daisy /Gänseblümchen | Çayır papatyası |
age / time / epoch | çağ |
in this day and age ... / in our age | çağımızda |
to call (out)/ to shout | çağırmak |
to gurgle | çağlamak |
waterfall | çağlayan |
female goat / doe | çebiç |
face /visage (ç) | çehre |
the one's covering their faces | çehreyi örtenler |
to clean up /array /spruce up | çeki düzen vermek |
attractive | çekici |
attractiveness / charme / appeal | çekicilik |
to not appeal | çekicilik arz etmemek |
slanting eyes /schräge Augen (unteres Augenlid hat eine Falte, die einen Teil des Auges bedeckt / häufig bei Asiaten) | çekik gözler |
to withdraw /to retreat /to be pulled / to quit | çekilmek |
to become a nuisance / to become unbearable / to become obnoxious | çekilmez bir hale gelmek |
unsociable /reserved / shy | çekingen |
to beware / to abstain from/ to fear / to hesitate / to shy away from | çekinmek |
to look after / to mastermind /manage / run a business / keep the homefires burning | çekip çevirmek |
Stone (fruit) /pit / Kern | Çekirdek |
the weight of the nucleus | Çekirdek ağırlığı |
Kerngehäuse | çekirdek yatağı |
Steinobst / fruit with stones | çekirdekli meyveler |
without stones / kernlos | çekirdeksiz |
dried raisin (pitless) / Sultanine | çekirdeksiz kuruüzüm |
hammer | çekiç |
hammerhead shark/Hammerhai | çekiç balığı |
He will not quarrel and shout. | çekişip bağırmayacak |
to quarrel / bicker | çekişmek |
to pull (at both hands)/ to tug / ( to backbite /criticize maliciously) | çekiştirmek |
the times he tried to tug | çekiştirmeyi denediği zamanlar |
drawer / Schublade | çekmece |
chest of drawers / Komode | çekmeceli dolap |
to pull / draw / tow /haul / attract / absorb | çekmek |
czech | çekçe |
steel | çelik |
contradiction / discrepancy | çelişki |
to contradict | çelişmek |
fenugrec | çemen |
chin / jaw | Çene |
jaw bone | çene kemiği |
Shut up ya stupid dogs/bastards | Çeneler kapansın sizi ahmak itler! |
It's not worth to tire your jaw. (not worth talking about) | Çeneni yorduğuna değmez. |
hook | çengel |
hooked | çengel biçiminde |
notch / nick /chip/ Kerbe | çentik |
jagged / notched | çentikli |
towards the jagged granit block (piece) | çentikli granit parçasına doğru |
snacks(chips /chocolat /nuts...) | çerez |
frame | çerçeve |
peddlar | çerçi |
gang /band/ mob | çete |
hard / tough / difficult / rough | çetin |
complicated /confusing / intricate / incomprehensible | çetrefil |
agile / swift | çevik |
with a swift movement | çevik bir hareketle |
special police force /S. W. A. T team /more qualified police officers used for raids(e. g. drugs) | çevik kuvvet |
agility /swiftness | çeviklik |
to turn / translate / convert | çevirmek |
environment / surroundings / milieu | çevre |
circumference /Umfang (geom.) | çevre |
to enclose /surround / encircle | çevrelemek |
around (ç) | çevresinde |
A big crowd gathered around him. | Çevresinde büyük bir kalabalık toplandı. |
cautiously examinating her surroundings | çevresini temkinli bir şekilde inceleyen |
surrounded | çevrili |
to be turned (ç) | çevrilmek |
offline | çevrimdışı |
online | çevrimiçi |
dowry /trousseau /Mitgift | çeyiz |
I have spared no expense for her dowry | Çeyizi için hiçbir masraftan kaçınmadım |
one quarter / a fourth | çeyrek |
a quarter mile | çeyrek millik |
kind/ sort/variety (ç) | çeşit |
they differ in kind | çeşitleri ayrı |
We have a large selection / Wir haben eine grosse Auswahl | Çeşitlerimiz çok. |
pair (+ sg) / couple | çift |
dual helice / having two propellers | çift pervaneli |
a dual helice transport (freight) helicopter | çift pervaneli nakliye helikopteri |
farm | çiftlik |
farmer | çiftçi |
to pop up /to turn up / to show up /to happen to | çıkagelmek |
get me out ! / take me out ! | Çıkar beni ! |
when they went up | çıkar(lar)ken |
to be brought (out) / expelled / to be taken | çıkarılmak |
to remove /to emit / issue / extract /ausziehen | çıkarmak |
to substract (-) | çıkarmak |
exit | Çıkış |
to ask somebody out on a date | çıkma teklif etmek |
to climb / ascend / to go out/ to go with a specific purpose / to be off/ to date | çıkmak |
So long as any life remains in the body, we should not cease hoping. | Çıkmayan candan umut kesilmez. |
chocolate | çikolata |
mousse au chocolat (ç) | çikolatali mus |
chocolate cake (t) | çikolatalı turta |
For the first time since they left (ç) his face was not jet black from worries (k) | Çıktıklarından beri ilk kez yüzü kederden simsiyah değildi. |
to drive crazy /to run nuts | çıldırtmak |
strawberry | çilek |
mad | çılgın |
to go beserk / to freak out | çılgına dönmek |
crazily / frantically | çılgıncasına |
madness | çılgınlık |
chili pepper (ç) | çili biberi |
lawnmower | çim biçme makinası |
The lawnmower needs gasoline. | Çim biçme makinası için benzin gerekli. |
tweezers / Pinzette | çımbız |
to pinch | çimdiklemek |
grass / grass ground | çimen |
like drizzling rain upon the grass | çimen üzerine çiseleyen yağmur gibi |
The (top of the) lawn was covered with faded crocusses. | çimenlerin üzeri solmuş çiğdemlerle kaplanmıştı |
types of cement | çimento çeşitleri |
Don't step on my lawn / Get off my lawn. | Çimlerime basma. |
China | Çin |
chinese (adj. e.g. chinese food / chinese scripture. .. | çin |
on Chinese soil | Çin topraklarında |
the Turkic language spoken in China's Xinjiang (Sincan) region. | Çin'in Sincan bölgesinde konuşulan Türki dil. |
Chinese (language) | Çince |
Zinc -Zn 30 (geçiş metalleri /Mavimsi açık gri) | çinko |
zinc coating /zinc plating /galvanizing | çinko kaplama |
chinese (person) | Çinli |
Chinese (nationality) | Çinli |
naked | çıplak |
gilt-head bream / Goldbrasse (found in the Mediterranean Sea and the eastern coastal regions of the North Atlantic Ocean. It commonly reaches about 35 centimetres (1.15 ft) in length, but may reach 70 cm (2.3 ft) and weigh up to about 7.36 kilograms. It's | çipura |
fire wood | çıra |
ugly /unattractive /hideous | çirkin |
The ugly duckling grew up to be a beautiful swan. | Çirkin ördek yavrusu, büyüyünce güzel bir kuğu oldu. |
ugliness / Häßlichkeit | çirkinlik |
To stir up/ to whip up/ to whisk / to flutter/ to struggle/ to flail | çırpınmak |
to stir / flap / shake something/flutter | çırpmak |
to drizzle | çiselemek |
drizzling rain | çiseleyen yağmur |
click /crack / snap / Laut /Pieps | çıt |
to make no noise / sound / mucksmäuschenstill sein | çıt çıkarmamak |
if you make a noise /the least little sound (lit. If your click is getting out) | çıtın çıkarsa |
crisp /knackig (food) | çıtır |
to crackle | çıtırdamak |
who crackles / crackling (Present Participle) | çıtırdayan |
to nail | çivilemek |
to be nailed | çivilenmek |
dew | çiy |
to fall like dew | çiy gibi düşmek |
Graphic representation | çizgesel sunuş |
cartoon film / Zeichentrickfilm | çizgi filmler |
the squirrels of a cartoon | çizgi filmlerindeki sincaplar |
He ressembled the squirrels of a cartoon. | çizgi filmlerindeki sincaplara benziyordu |
striped / gestreift | çizgili |
you have crossed the line | çizgiyi aştın |
scratch / Kratzer | çizik |
to be drawn (painted) | çizilmek |
boot | Çizme |
to draw | çizmek |
flower | çiçek |
corolla (petals) / Blüte | çiçek |
to flower /bloom | çiçek açmak |
smallpox | çiçek hastalığı |
to blossom / to come into flower / to bust out | çiçeklenmek |
Staubgefäss (Blume) /stamen | çiçektozu borusu |
flowershop / florist / flower seller | çiçekçi |
roh /uncooked | çiğ |
crocus /Krokus | çiğdem |
scream (ç) | çığlık |
I screamed and leaped (s) away (from my place) | çığlık atıp yerimden sıçradım |
screaming and shouting | çığlık çığlığa |
to scream for ice cream | çığlık çığlığa dondurma istemek |
even though / in case they break (the law) | çiğnedikleri hâlde |
to violate (a law) /break / run over | çiğnemek |
urine/ pee | çiş |
I need to pee | çişim geldi |
the evening star (ç y) | çoban yıldızı |
child | çocuk |
The child ran home shouting (participle) | Çocuk bağıra bağıra evine koştu. |
it is a piece of cake! | çocuk oyuncağı! |
it is a piece of cake! | çocuk oyuncağı! |
from children up to young people | çocuk ve gençlere kadar |
to raise a child | çocuk yetiştirmek |
The child is busy (by) doing his homework. | Çocuk ödevini yapmakla meşgul. |
As the boy's (ç) eyes (gaze) were fixed on Talean however much he tried to hide his horror Davian could read it in his eyes. | Çocuk, bakışlarıyla Talean'a odaklandığı sırada her ne kadar dehşetini saklamaya çalışsa da, Davian bunu onun gözlerinden okuyabiliyordu. |
The children skate on the pond once it is frozen solid. | Çocuklar gölet tamamen donunca paten kayıyor. |
How do children learn to talk ? | Çocuklar konuşmayı nasıl öğrenirler? |
The children held (commanded over) the dark corner under the stairs. | Çocuklar merdivenin altındaki karanlık köşeye el koymuşlardı. |
my children don't need another video game | çocuklarımın başka bir video oyununa ihtiyacı yok |
childhood | çocukluk |
I miss all the free time I had in my childhood. | Çocukluğumda sahip olduğum boş zamanlarımı özlüyorum. |
an important period of his childhood | çocukluğunun mühim bir devri |
Mümtaz, who had been very lonely for an important period of his childhood, liked to talk to himself. | Çocukluğunun mühim bir devrinde çok yalnız kalan Mümtaz, kendi kendisiyle konuşmayı severdi. |
childish | çocukça |
childishness / childish behaviour | çocukça davranma |
schoolboy humour | çocukça espri |
childish pleasure | çocukça zevk |
You run to your kid, you get it from school | Çocuğuna koşarsın, okuldan alırsın |
very (ç) | çok |
He had suffered much. | Çok acı çekmişti. |
Did he suffer much? | Çok acı çekti mi ? |
scandalous | çok ayıp |
you know very little | çok az biliyorsundur |
he felt much better | çok daha iyi hissetti |
a very old, very well-known chorus | Çok eski, çok bildik bir nakarat |
It was so much fun (e) | Çok eğlenceliydi. |
too many / too much (ç) | çok fazla |
too many emotions | çok fazla duygu |
She has too much money. | çok fazla parası var |
He feels nervous (g) because he doesn't go to many parties. | Çok fazla partiye gitmediği için gergin hissediyor. |
so many questions | çok fazla soru |
You are very young. | çok gençsin. |
Though it was a beautiful house,it seemed as little inviting as the iron street gate. | Çok güzel bir ev olmasına rağmen, tıpkı demir sokak kapısı gibi o da hiç davetkâr gözükmüyordu. |
I hope you are not too disappointed | Çok hayal kırıklığına uğramadığını umuyorum |
much and even too much | çok hem de çok fazla |
to move very fast | çok hızlı hareket etmek |
You speak too fast. | çok hızlı konuşuyorsunuz |
to breath heavily (fast) | çok hızlı solumak |
a very subtle humor | çok ince bir espri |
over-zealous | çok istekli bir biçimde |
I would love to but I have to get up early tomorrow. | çok isterim, ama yarın erken kalkmam gerekiyor |
He had a very good memory /Il avait une très bonne mémoire /Er hatte ein sehr gutes Gedächtnis. | çok iyi bir hafızaya sahip oldu |
an animal that 'has a good sense of smell'/'a good nose' | çok iyi koku alan hayvan |
a mammal with a good sense of smell, fed for guarding and hunting purposes | çok iyi koku alan, bekçilik, avcılık işler için beslenen memeli hayvan |
You are so rude | Çok kabasın |
heads (ke...) will role | çok kelle gidecek |
You are so kind | Çok kibarsın |
I wonder if he'll get too angry | Çok kızar mı acaba |
The sin of someone talking a lot is not lacking (=When words are many, transgression is not lacking) | Çok konuşanın günahı eksik olmaz, |
I am so glad (Nice to meet you) | çok memnun oldum |
bright-eyed and bushy tailed | çok neşeli ve canlı |
My arm turned purple because you hit so hard. | Çok sert vurduğun için kolum morardı. |
Jubilant / exultant / over the moon | Çok sevinçli |
to be few and far between | çok seyrek olmak |
it's too hot | çok sıcak oldu |
to feel very stressed | çok stresli hissetmek |
It's very cheap because it is on sale | çok ucuz çünkü indirimde |
if you try hard everything will be alright | çok uğraşırsan her şey düzelecek |
I trried hard but I couldn't catch (ya) the train. | Çok uğraştım, ama treni yakalayamadım. |
A very, very great many / Es sind viele, sehr viele | çok var, bir süre |
as long as it was not looked at from too close, he might have thought it belonged to a palace | çok yakından bakılmamadığı bir saraya aitmiş sanılabilirdi |
as long as it was not looked at from too close /as long as one did not look at it from too close | çok yakından bakılmamadığı sürece |
You were so helpful | Çok yardımcı oldun |
What a shame / pity | çok yazık! |
bless you! (sneezing) | çok yaşa! |
I will get fat if I go on eating like this. | Çok yemeye devam edersem şişmanlayacağım. |
he's a very talented player | çok yetenekli bir oyuncu |
if it's not too much trouble | çok zahmet olmayacaksa |
to make a tremendous effort | çok çabalamak |
of old | çok önceleri |
I doubt that very much. | Çok şüpheliyim. |
multimedia presentation | çoklu ortam sunuşu |
already | çoktan |
lots of kids | çoluk çocuk |
a barren clearing (no trees) | çorak açıklık |
socks | çorap |
barren /infertile /desert /poor /waterless | çorap |
soup | çorba |
is the soup hot? | çorba sıcak mı? |
to multiply (fig. ) | çoğalmak |
most of | çoğu |
often /mostly /most times / frequently | çoğu kez |
Most people think this is a waste of time. | Çoğu kişi bunun zaman kaybı olduğunu düşünür. |
Most technical knowledge he does not dominate. | Çoğu teknik bilgilere hakim degil. |
most of / majority | çoğunluk |
mainly/mostly because of the weather | çoğunlukla hava yüzünden |
pit / (big) hole / hollow / Grube | çukur |
sack (ç) | çuval |
to collapse / cave in / sink / give way | çökmek |
weary | çökmüş |
when it collapses / sinks/grows weary - gerund | çökünce |
breakdown / collapse / depression | çöküntü |
desert (ç) | çöl |
to be stranded in the desert | çölde mahsur kalmak |
to crouch (down) / kauern | çömelmek |
generous (ç) | çömert |
They call you "generous" and cause you to lose your property and possessions; they call you "valiant; brave-hearted" and cause you to lose your life. meaning: People mislead you by flattery. | Çömert derler maldan ederler, yiğit derler candan ederler. |
clay jar | çömlek |
trash (box) /garbage bin | çöp kutusu |
match-making | çöpçatanlık |
dating agency | çöpçatanlık ajansı |
match-making service | çöpçatanlık hizmeti |
dating website | çöpçatanlık sitesi |
to match-make | çöpçatanlık yapmak |
trash / garbage | Çöpü |
black cumin | çörek otu |
to solve / figure out / untangle / puzzle out / unravel | çözmek |
solution / answer / remedy | çözüm |
resolution (pixel) | çözünürlük |
dirty word/slang word for penis / 'Schwanz' | çükün |
because | çünkü |
For this people's heart has grown dull / has hardened | Çünkü bu halkın yüreği duygusuzlaştı |
For the family (household) knew that the tenants' only qualities were to not appear, to be hidden and to appear (surface m. ç.) as late and difficult as possible if not called and even if called. | Çünkü ev halkı, kiracılarının biricik vasfının, görünmemek, gizlenmek, aranmazsa, hatta arandığı zamanlarda bile mümkün mertebe geç ve güç meydana çıkmak olduğunu bilirlerdi. |
For the zeal for your house has consumed me, | Çünkü evin için gösterdiğim gayret beni yiyip bitirdi, |
For also there is nothing hidden that will not be known | Çünkü gizli olup da bilinmeyecek hiçbir şey yoktur. |
The wages (sg) of sin are death but (whereas) the gift of God is eternal life (fact) in our Lord Jesus Christ. (Rom 6:23 ) | Çünkü günahın ücreti ölüm, Tanrı'nın armağanı ise Rabbimiz Mesih İsa'da sonsuz yaşamdır. |
For all have sinned and are deprived of the glory (y) of God. (Rom 3:23) | Çünkü herkes günah işledi ve Tanrının yüceliğinden yoksun kaldı. |
because the protons are positively charged,the electrons are negatively charged | çünkü protonlar artı yüklü, elektronlar eksi yüklü. |
For you have been a shelter for me | Çünkü sen benim için sığınak oldun. |
Because I don't have all the information. | Çünkü tüm bilgilere hâkim değilim |
For I am gentle and humble. | Çünkü yumuşak huylu alçakgönüllüyüm. |
For also there is nothing covered that will not be revealed (ç) | Çünkü örtülü olup da açığa çıkarılmayacak hiçbir şey yoktur. |
Because the people of the land are doing abjectly /vulgarly adultery by leaving me. | çünkü ülke halkı benden ayrılarak adice zina ediyor. |
For even the Son of Men has not come to be served but to serve and to give his life (soul) as a ransom for many. (Mark 10: 45) | Çünkü İnsanoğlu bile hizmet edilmeye değil, hizmet etmeye ve canını birçokları için fidye olarak vermeye geldi. |
Because I went to bed late last night. | Çünkü,dün gece geç yattım. |
foul /rotten | çürük |
To rot / decay / go bad (ç) | Çürümek |
rotten | çürümüş |
the other / the far | öbür |
another world / a far away world | öbür dünya |
spectators of another world | öbür dünyanın seyircileri |
the other end / the far end | öbür uç |
I will revenge (a gen from an abl.) | öcünü alacağım |
to revenge /avenge | öcünü almak |
payment status | Ödeme Statüsü |
Payment method | Ödeme Şekli |
as long as you don't pay | ödemedikçe |
to pay | ödemek |
fund | ödenek |
worth the paid money / das Geld wert, das wir bezahlt haben / ein gutes Preis-Leistungs-Verhältnis | ödenen paraya değer |
in default of payment | ödenmediği takdirde |
I will examine your homeworks tomorrow. | Ödevlerinizi yarın inceleyeceğim. |
to pay sth off/ to pay and get rid of debt | ödeyip kurtulmak |
coward / fainthearted | ödlek |
gall (liquid) | ödü |
scared to death | ödü kopmuş |
reward / prize | ödül |
to give prizes | ödül vermek |
to award / reward / recompense | ödüllendirmek |
I am scared / I am terified (lit. my gall broke out) | ödüm koptu |
if he doesn't return the book he borrowed | ödünç aldığı kitabı geri vermezse |
the book he borrowed | ödünç aldığı kitap |
to borrow | ödünç almak |
to lend / loan | ödünç vermek |
anger / rage | öfke |
from anger / rage | öfkeden |
angrily she gave them a speech about the value of rare books | öfkelenerek onlara nadir kitapların değeri konusunda bir nutuk attı |
furious / enraged / adj | öfkeli |
from my anger | öfkemden |
angrily furiously / adv | öfkeyle |
Angrily he looked to the sky | Öfkeyle gökyüzüne baktı. |
to kill | öldürmek |
his mother who will die | ölecek olan annesi |
his mother who dies / died (if context is clear) | ölen annesi |
to die | ölmek |
his mother who is dying | ölmekte olan annesi |
you aren't going to die | ölmeyeceksiniz |
his mother who died | ölmüş olan annesi |
as good as dead | ölmüş sayılır |
measuring beaker / Messbecher | ölçme beher |
to mesure | ölçmek |
dead | ölü |
The Elf seeing her dead friends | Ölü arkadaşlarını gören Elf |
The dead are raised | ölüler diriliyor |
death | ölüm |
fatal / deadly / mortal | ölümcül |
to get deadly injuries / take fatal wounds | ölümcül yaralar almak |
mortal | ölümlü |
his life (ö) | ömrü |
You ate up my life and you are not satisfied. I am done. | Ömrümü yedin de doymadın. Bittim ben ya. |
to extend his/one's life | ömrünü uzatmak |
For the rest of your life | ömrünün geri kalan kısmı |
Will you not be sad that you'll have to pass the rest of your life as a mouse ? | ömrünün geri kalan kısmını bir fare olarak geçirmek zorunda kalacağına üzülmeyecek misin ? |
life (ö) | ömür |
for life / lifelong | ömür boyu |
lifetime warranty | ömür boyu garanti |
life imprisonment / life sentence | ömür boyu hapis |
lifelong sentence | ömür boyu hapis cezası |
frontage/fassade | ön cephe |
front wall | ön cephe duvarı |
front door | ön kapı |
He beat the frontdoor with his fists. | ön kapıyı yumrukladı |
Unterarm /forearm | ön kol |
before / ago (ö) | önce |
I want (let me) first speak with you alone | Önce seninle yalnız konuşalım. |
You might have heard me tell this before | önceden anlattığımda duymuşsun herhalde |
in a raid effected (made) on pre-determined adresses | Önceden belirlenen adreslere yapılan baskında |
to pretedetermine | önceden saptamak |
to predetermine /to predestine | önceden tayin etmek |
previous / before | önceki |
the day before yesterday/ vorgestern | önceki gün |
my previous offer is still valid. | önceki teklifi hâlâ geçerli |
before /in the beginning /at first / vormals / at many times (in the past) | önceleri |
previously unknown | önceleri bilinmeyen |
He worked as a prefect many times in many locations | önceleri birçok valiliklerde bulunmuş |
At first Edmund tried not be rude like speaking while his mouth was full | Önceleri Edmund ağzı doluyken konuşmak gibi bir kabalık yapmamaya çalışıyordu |
I didn't want to believe it at first | önceleri inanmak istemedim |
firstly / primarily | öncelikle |
ahead (ö) | önde |
prologue | Öndeyiş |
to lean forward /to stoop /to duck down | öne doğru eğilmek |
to go/get ahead/to pass to the front | öne geçmek |
the importance | önem |
to care / to attach importance to / emphasize/ to pay attention to | önem vermek |
important / chief /key /major | önemli |
to become important /signification | önemli hale gelmek |
to consider sth/sb important (ö) | önemsemek |
junk mail folder | önemsiz posta klasörü |
suggestion | öneri |
to be suggested / proposed / recommended | önerilmek |
to suggest / propose / recommend | önermek |
to predict | öngörmek |
to be predicted | öngörülmek |
prevention / measure / precaution | önlem |
to prevent /avoid | önlemek |
to be prevented | önlenmek |
apron | önlük |
primary elections /Vorwahlen | önseçimler |
next month (ö) | önümüzdeki ay |
in front of / before | önünde |
to have a red carpet spread out in front of s.o. | önüne kırmızı halı serilmek |
yours / lit. I kiss (at the end of a letter) | Öptüm |
kiss | öpücük |
duck | ördek |
duckling | ördek yavrusu |
organization | örgüt |
organized (ö) | örgütlü |
to make organized human trafficking | Örgütlü olarak göçmen kaçakçılığı yapmak |
to weave / braid | örmek |
eg. | örn. |
example | örnek |
for example /e.g. / z.B. | örneğin |
for example /e.g. / z.B. | örneğin |
If I thought for example of someone complaining | Örneğin birinin şikayet ettiğini düşünseydim |
to keep secret / to cover up / verheimlichen / vertuscheln | örtbas etmek |
to cover | örtmek |
covers / capes | örtüler |
Their capes shining in the moonlight. | Örtüleri ay ışığında parlayarak |
to be covered by an instrumental case (ile/la) | örtülmek |
to veil oneself / to cover oneself | örtünmek |
overlapping | örtüşen |
spider | örümcek |
The spider is weaving a net. | Örümcek ağ örüyor. |
cobweb / spidernet | örümcek ağı |
cobwebs / spidernets | örümcek ağları |
on the other hand | öte yandan |
useless stuff / anything and everything /a bit of this and that | öteberi |
another / the other / far / farther | öteki |
to another / to the other / to the far(ther) | ötekine |
on the other side of / on the far end of / beyond | ötesinde |
To sing / crow / caw/ hoop /warble / whistle | ötmek |
due to/ on the strength of / for the sake of an ablative | ötürü |
praise | övgü |
to offer praises | övgüler sunmak |
to praise | övmek |
Praise ! | Övün! |
to boast / pride on / sing one's own praises | övünmek |
story (ö) | öykü |
so | Öyle |
You make it sound like | öyle bir konuşuyorsun ki |
such a one that | öyle biri ki |
such an enthousiastic person | Öyle coşkun bir insan |
if you say so | öyle diyorsan |
whatever you say | öyle diyorsan öyledir |
I don't think so | öyle düşünmüyorum |
it would appear that / likely enough | öyle görünüyor ki |
so that /such that / in fact | öyle ki |
When it is like this | öyle olduğunda |
In that case they need to find another arrangement. | Öyle olduğunda başka bir düzenleme bulmaları gerekir. |
In that case they need to find another arrangement. | Öyle olduğunda başka bir düzenleme bulmaları gerekir. |
When it is like this I usually decide to go to the beach. | Öyle olduğunda, genellikle plaja gitmeye karar veririm. |
he is obliged to be such | öyle olmaya zorunludur |
fair enough / so be it / amen | öyle olsun |
something like that | öyle sayılır |
Tell her that (correct) / (Ankara dialect) | Öyle söyle - öyle de |
I hope so | öyle umuyorum |
if I do so | öyle yaparsam |
that's true but ... | öyle, ama ... |
just like this / motionless | öylece |
alors /ainsi | Öylese |
Alors qu'est-ce que cela peut te faire? / En quoi cela te regarde-t-il? / How then would this concern you?/ What's your business with it then? | Öylese sana ne ? |
just like this | öylesine |
I am so /such | öyleyim |
if so / then / in that case | öyleyse |
then take off your coat | öyleyse paltonu çıkar |
essence / extract / soul / marrow | öz |
private / special | özel |
custom processing methods special processing methods / benutzerdefinierte Verarbeitungsmethoden | özel işleme yöntemleri |
Especially / particularly | özellikle |
Especially ın the evening hours (you) cannot get enough of the view here. | Özellikle akşam saatlerinde buranın manzarasına doyum olmaz. |
an especially icy cold | özellikle buz gibi bir soğuk |
especially if it conflicted with my strict orders | özellikle de benim kesin emirlerimle çatışıyorsa |
a particularly entangled wood | özellikle dolaşık bir orman |
He is especially good at playing the guitar | özellikle gitar çalmada iyi |
an especially beautiful cloak | özellikle güzel bir pelerin |
an especially strong man | özellikle güçlü bir adam |
a particularly strong breeze | özellikle güçlü bir esinti |
Especially in the words having the 'ye' sound in Russian | Özellikle Rusçasında 'ye' sesleri olan sözcüklerde |
a particularly cold winter | özellikle soğuk bir kış |
to make point of / to fuss / to take pains to /to take care to | özen göstermek |
the summary | özet |
special to / peculiar to / particular (+ dat) | özgü |
original | özgün |
free / at liberty (ö) | özgür |
to break out (prison) | özgürlüğünü kazandırmak |
self confidence | özgüven |
to miss (to feel sad) | özlemek |
Make me miss you | özlet kendini |
Make me miss you | özlet kendini |
to make someone miss /to make someobe long for | özletmek |
Conciseness / essence / Prägnanz / treffende Art und Weise etwas zu formulieren | Özlülük |
subject (gram) | özne |
devotion | özveri |
to internalize | özümsemek |
apology | özür |
like me apologizing | özür dilediğimi falan |
to apologize | özür dilemek |
Sorry I didn't understand what you just said. Can you repeat it please. | Özür dilerim. Az önce ne söylediğini anlamadım. Bir daha söyler misiniz lütfen. |
revenge | öç |
lunch | öğle yemeği |
lunch break | öğle yemeği arası |
to go out for lunch | öğle yemeğine çıkmak |
(this) afternoon | öğleden sonra |
What will the others do this afternoon ? | öğleden sonra diğerleri ne yapacak? |
I want to go to swim in the afternoon. | öğleden sonra yüzmeye gitmek istiyorum |
at noon | öğlen |
student | öğrenci |
a student is not superior to his teacher | öğrenci öğretmeninden üstün değildir |
When his disciples were hungry they plucked heads of grain and began to eat. | Öğrencileri acıkınca başakları koparıp yemeye başladılar. |
His disciples came and asked Jesus: 'Why do you talk in parables to the people?' | Öğrencileri gelip İsa'ya 'Halka neden benzetmelerle konuşuyorsun ?', diye sordular. |
It is enough if the student is like his teacher | Öğrencinin öğretmeni gibi olması yeterlidir. |
education / instruction | öğrenim |
my learning /my instruction (not much used) | öğrenişim |
I read in order to learn | Öğrenmek için okuyorum. |
eager to learn | öğrenmeye istekli |
I am trying to study | öğrenmeye çalışıyorum |
teaching | öğretim |
the way of teaching | öğretiş |
my teaching /lit. the way I teach | öğretişim |
Let my teaching drop like rain | öğretişim yağmur gibi damlasın |
to teach | öğretmek |
teacher | öğretmen |
The teacher told me to stretch my legs. | Öğretmen bacaklarımı esnetmemi söyler. |
The teacher tells her to stretch her legs. | Öğretmen ona bacaklarını esnetmesini söyler. |
The teacher answered my questions as if he was mocking me. | Öğretmen sorularıma alay edercesine cevap veriyordu. |
The teacher explained to me the answer of the question. | Öğretmen sorunun cevabını bana açıkladı |
The teacher made me explain the answer of the question. | Öğretmen sorunun cevabını bana açıklattı |
The teacher caused sb to explain the answer of the question to me.) (namely: he told someone else to explain it to me, and that person did. | Öğretmen sorunun cevabını bana açıklattırdı |
I don't have a teacher. I am learning Turkish independently. | Öğretmenim yok. Bağımsız olarak Türkçe öğreniyorum. |
teaching (profession) Lehramt enseignement | öğretmenlik |
to teach / ein Lehramt ausüben / être dans l'enseignement | öğretmenlik yapmak |
in the school where I teach | öğretmenlik yaptığım okulda |
meal (ö) | öğün |
advice /counsel | öğüt |
counselor / adviser | öğütçü |
remote / obscure/ out of the way | ücra |
We went to a remote village | ücra bir köye gittik |
wage | ücret |
to ask for a fee | ücret talep etmek |
country | Ülke |
During the events of a "car-free day" organized every year in the country on the third sunday of September | Ülkede her yıl eylül ayının üçüncü pazar günü düzenlenen "Arabasız Gün" etkinliklerinde |
During the events of a "car-free day" organized every year in the country on the third sunday of September, this year an accident took place. | Ülkede her yıl eylül ayının üçüncü pazar günü düzenlenen "Arabasız Gün" etkinliklerinde bu yıl trafik kazası meydana geldi. |
to repatriate | ülkesine iade etmek |
hopelessness / despair | ümitsizlik |
Why don't you go ahead and understand my hopelessness | Ümitsizliğimi olsun anlasana |
fame | ün |
university | üniversite |
exclamation | ünlem |
to become famous | ünlenmek |
famous | ünlü |
to produce | üretmek |
shy / fearful / timid / mousy / schreckhaft | ürkek |
to be scared / to be frightened | ürkmek |
to scare | ürkütmek |
Eerie / scary / frightening | ürkütücü |
eerieness | ürkütücülük |
in the belief that it will alleviate her eerie feeling a little | ürkütücülüğünü biraz olsun hafifletir düşüncesiyle |
to shiver (for one second) | ürpermek |
product / fruit (ü) | ürün |
to produce / bring forth / yield | ürün vermek |
Products are manufactured to whet the appetite (in a way to whet the appetite) / Produkte werden hergestellt, um den Appetit anzuregen (auf eine den Appetit anregende Weise) | Ürünler iştahını kabartacak şekilde imal ediliyor |
upstairs | üst kat |
domaine / Domäne (biol.) (e.g. Eucaria / Eukarioten(echter Zellkern/ reiche Kompartimentierung/unlike bacteria) | Üst âlem |
one upon another / one after the other / successively | üst üste |
to come one after the other | üst üste gelmek |
on top of it / moreover / what's more | üstelik |
to crown all / worst of all | üstelik en kötüsü |
master /maestro /topflighter /virtuoso | üstât |
change (little money) /Wechselgeld | üstü |
to keep the change | üstü kalmak |
Keep the change, friend. | Üstü kalsın dostum. |
I didn't take it personally. /No offense taken | üstüme alınmadım |
we didn't take it personally | üstümüze alınmadık |
above (...t.) | üstünde |
to try on | üstünde denemek |
the person taking off his jacket (which was on him) | üstündeki montu çıkaran kişi |
the person taking off his jacket (which was on him) and covering (upon) the dog who felt cold | üstündeki montu çıkarıp üşüyen köpeğin üzerine örten kişi |
Don't take it personally! /No offence | Üstüne alınma |
to take it personally | üstüne alınmak |
to step on top of | üstüne basmak |
casual /superficial (ü) | üstünkörü |
I casually /superficially refered to /touched | üstünkörü değinmiştim |
iron (household) Bügeleisen (ü) | ütü |
to iron / bügeln (ü) | ütü yapmak |
step father | üvey baba |
rowanberry / Vogelbeere | üvez |
rowan /sorbier /Eberesche | üvez ağacı |
member | Üye |
membership | Üyelik |
(my) Membership Information /Meine Kundendaten | Üyelik Bilgilerim |
Did I upset you? | Üzdüm mü seni? |
about to / on the brink of / on the verge of | üzere |
on top (...z) | üzerinde |
Three white horses with their riders on top | Üzerinde binicileri olan üç beyaz at |
to take the pressure of someone | üzerindeki baskıyı almak |
to get over (btw a shock) | üzerinden atmak |
since then x years passed / x years ago | üzerinden x yıl geçmiş |
even if many centuries have passed since then | üzerinden çok yüzyıl geçmiş olsa da |
to do one's part | üzerine düşeni yapmak |
sad / sorry | üzgün |
I am sorry (to hear that) | üzgünüm |
to upset s.o. | üzmek |
Regretfully she puts the shoes back (in their place) | Üzülerek ayakkabıları yerine koyar. |
to be sad / to be sorry | üzülmek |
I grieve and cry, I have fun and laugh. | Üzülüp ağlar,eğlenip gülerim. |
grape | üzüm |
Beerenobst / berries | üzümsü meyveler |
three | üç |
for three minutes | üç dakikalığına |
they got engaged after three weeks | üç hafta sonra nişanlandılar |
three weeks ago | üç hafta önce |
I weigh three kilo too much (There are three kilos of me too much) | üç kilo fazlam var |
Shelter is one of the (our) three basic needs. | Üç temel ihtiyaçlarımızdan birisi barınaktır. |
3x5 inquals 16 | üç çarpı beş eşit değildir on altı. |
3x7 = 21 | üç çarpı yedi eşittir yirmi bir |
They will stay with us for three or four days. | Üç-dört gün bizde geceleyecekler. |
three by three | üçer üçer |
triangle | üçgen |
the third | Üçüncü |
the third generation (n) | üçüncü nesil |
I was too lazy | üşendim |
to be too lazy to | üşenmek |
to feel cold / to be cold | üşümek |
to cause s.o. to feel cold / to chill / to catch cold / to go crazy | üşütmek |
From the day İhsan's mother had held this little shop he had disliked her, despised her. | İhsan'ın annesinin bu küçük dükkanını tuttuğu günden beri beğenmemiş, hor görmüştü. |
Cautiously he lifted his head until he could see with one eye. | İhtiyatla başını tek gözüyle bakabilecek kadar kaldırdı. |
Combine two ideas and create a new one. | İki fikri birleştirip yeni bir fikir yaratın |
I lost 3 kilos of weight within two weeks. | İki haftada üç kilo zayıfladım. |
Two years earlier he had passed away and left her alone. | İki sene evvel vefat etmiş, onu yalnız bırakmıştı. |
He buys two bagels and eats half a bagel, one and a half bagels he throws to the seagulls. | İki simit alıyor ve yarım simidi yiyor, bir buçuk simidi martılara atıyor. |
The two teams tied. (were even) | İki takım berabere kaldı. |
Neither team won the game; they drew. | İki takım da oyunu kazanamadı; berabere kaldılar. |
Buy two get one for free. | İki tane alana, bir tane bedava. |
Wanted: nanny for two kids. | İki çoçuk için dadı aranıyor. |
Kanada ranks second. (comes in second place) | İkinci sırada Kanada yer alır. |
the Provincial Security Directorate teams | İl Emniyet Müdürlüğüne bağlı ekipler |
Provincial Gendarmerie Command(er) | İl Jandarma Komutanlığı |
interested/curious / concerned | İlgili |
it was / they were related to... (+dat) | İlişkindi |
She had a beauty that didn't reveal itself on first sight but is slowly discovered. | İlk bakışta kendini ele vermeyen ağır ağır keşfedilen bir güzelliği vardi |
She had a beauty that didn't reveal itself on first sight. | İlk bakışta kendini ele vermeyen bir güzelliği vardi |
It's not the first time, and won't be the last. | İlk defa değildi, son defa da olmayacak. |
First of all he looked at the bus schedule. | İlk olarak otobüs programına bakıyor. |
It was like the feeling when we first met. | İlk tanıştığımız zaman duygu gibiydi. |
I have decided to first save some more money. | İlk önce biraz daha para biriktirmeye karar verdim |
When the iman farts the public shits./ Wenn der Imam furzt, scheißt das Publikum. -meaning, the people who are the experts of something should do it correctly, otherwise everyone else will take their example and do even worse things | İmam osurursa cemaat sıçar. |
I purposely lied. | İnadına yalan söyledim. |
I can't believe it. Are you kidding? (ş) | İnanamıyorum. Şaka mı yapıyorsun? |
credibility | İnandırıcılık |
Because I am stubborm I persistently keep asking you questions . | İnatçı olduğum için sana inatla soru sorup duruyorum. |
The twigs (thin branches) looked like fine sharpened blades. | İnce dallar iyi bilenmiş ince bıçaklar gibi görünüyordu. |
He clenched his thin hands to a fist and... | İnce ellerini yumruk yapıp |
I speak English | İngilizce konuşuyorum |
You speak (the) English very well | İngilizceyi çok iyi konuşuyorsun |
England | İngiltere |
Are you coming from England ? | İngiltere'den mi geliyorsun? |
I am from England | İngiltereliyim |
One (i) could think some times that one is invisible, right? | İnsan bazen görünmez olduğunu düşünebiliyor değil mi |
We have to continue to fight for human rights. | İnsan hakları için savaşmaya devam etmemiz gerek. |
Human trafficking | İnsan Ticareti |
the operations in the Anti human traffic branch | İnsan Ticareti ile Mücadele Şubesindeki işlemler |
I get frustrated when people don’t understand what I’m trying to say. | İnsanlar ne demek istediğimi anlamayınca sinirlenirim. |
internet connection | İnternet bağlantısı |
She hopes that the Internet connection will be good. | İnternet bağlantısının iyi olmasını umuyor. |
revenge / vengeance | İntikam |
She was like a lifeless marionette (puppet) whose strings had been cut (snatched off) .. | İpleri koparılmış cansız bir kukla gibiydi. |
Ireland | İrlanda |
contact | İrtibat |
to make contact | İrtibat kurmak |
Jesus healed them all. | İsa hepsini iyileştirdi. |
Jesus said : You will know the truth and the truth will set you (pl) free. (Joh 8: 31) | İsa, 'Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak' dedi. |
cases (gram.) | İsim hâliler |
Scotland | İskoçya |
İstanbul is a city that connects two continents. | İstanbul iki kıtayı bağlayan bir şehirdir. |
Istanbul suffers from traffic problems. | İstanbul trafik derdinden muzdariptir. |
They bought a plane ticket to go to Istanbul. | İstanbul'a gitmek için uçak bileti aldılar. |
She has a house in Istanbul. | İstanbul'da bir evi var. |
It rained cats and dogs in Istanbul | İstanbul'da gök delindi |
After Istanbul the train entered the countryside. | İstanbuldan sonra tren kırlığa girdi. |
He couldn't get the result he wanted. | İstediği sonucu elde edemedi |
The last thing I wanted was for my expensive thing(e) to get wet. | İstediğim son şey pahalı bir eşyamın islanması olurdu. |
If you want, I can post it via e-mail. | İstersen e-postadan yollayabilirim. |
If you want, you can explore mountain roads with your car and find hiking trails and start to embrace nature. | İsterseniz arabanızla dağ yollarını keşfedip, yürüyüş parkurlarını bularak, doğayla kucaklaşmaya başlayabilirsiniz. |
If you(pl) want you can go (in)to the sea and cool off | İsterseniz denize girip serinleyebilir |
Sweden | İsveç |
Switzerland | İsviçre |
Italy | İtalya |
of a good reputation / of high standing / important / estimable / creditable | İtibarlı |
I am so relieved that I confessed this. | İtiraf ettiğim çok rahatladım. |
I have no objection | İtirazım yok |
I am fine. / It's going well | İyi gidiyor |
I look good but my legs are cold. | İyi gözüküyorum ama bacaklarım üşüyor. |
Have a nice weekend ! | İyi haftasonları ! |
Good. Now I know I can trust you. | İyi. Şimdi sana güvenebileceğimi biliyorum. |
Turns out the guy I watched was my husband. / Seems like the man I watched was my husband. | İzlediğim adam meğer eşimmiş. |
The traces showed that the deer had been on the grassland only half an hour before. | İzler geyiğin yalnızca yarım saat önce otlakta olduğunu gösteriyordu. |
He looked only occasionally at the tracks. | İzlere yalnızca ara sıra bakıyordu. |
the judicial court of Izmir. | İzmir Adliyesi |
(With) the two Iraqi citizens detained under allegations of organizing illegal transition in the context of an investigation after the accident in Izmir's M. district, in which 23 ïrregular immigrants lost their lives, 11 more suspects were sent to court | İzmir'in M. ilçesinde 23 düzensiz göçmenin hayatını kaybettiği kaza sonrası başlatılan soruşturma kapsamında yasa dışı geçişi organize ettikleri iddiasıyla gözaltına alınan 2'si Irak uyruklu 11 şüpheli daha adliyeye sevk edildi. |
Is there anything to drink ? | İçecek birşey var mı? |
Who is the tallest between us? | İçimizde en uzun boylu olan kim? |
It is easy (for a person) to become discouraged while looking for a job. | İş ararken insanın hevesi hemen kırılabiliyor. |
Please consider me for the job. | İş için, lütfen beni göz önünde bulundurun. |
I hope I won't be late for work. | İşe geç kalmayacağımı umuyorum. |
He hopes he won't be late for work. | İşe geç kalmayacağını umuyor. |
He is always late for work. | İşe hep geç kalır. |
I didn't go to work or any such sort. (spoken language) | İşe mişe gitmedim. |
You ask questions about things that are none of your business. | İşin(iz) olmayan şeyler hakkında soru soruyorsun(uz). |
My orders in process | İşlemde olan Siparişlerim |
Her unemployed husband is looking for a new job. | İşsiz olan kocası, yeni bir iş arıyor. |
I am bored at work and home. | İşte ve evde sıkılırım. |
Here, he put on again that mysterious sad and in the same time proud smile. | İşte yine o gizemli, hüzünlü ve aynı zaman kibirli gülümsemesini takınmıstı. |
dawn / daybreak | şafak |
King /König ( chess) | Şah |
wonderful / fantastic (ş) | şahane |
hawk | şahin |
They are watching like hawks. | şahin gibi gözlüyorlar |
to appear in person | şahsen icap etmek |
to appear in person | şahsen mevcut olmak |
prank / teazing remark /Streich | şaka |
to be kidding | şaka yapıyor olmak |
You must be joking /kidding. | Şaka yapıyor olmalısın. |
it's not a good time to joke | şaka yapmak için hiç uygun bir zaman değil |
tempel / Schläfe | şakak |
to joke around with one another /to fool around with | şakalaşmak |
to clink / clank (sword) | şakırdatmak |
make a cracking noise / snap | şaklamak |
to smack / snap / click / swish / flick / crack / schnalzen | şaklatmak |
(for a voice)cheerful, joyful, pleasant / (for a person) speaking with a cheerful voice, full of life, lively,cheerful, pleasant | şakrak |
She wrapped the shawl even more tightly | şalına daha da sıkı sarındı |
candlestick | şamdan |
champion | şampiyon |
championship | şampiyonluk |
luck (ş) | şans |
lucky (ş) | Şanslı |
You are a lucky guy | şanslı bir adamsın |
one's lucky day | şanslı günü |
lucky number | şanslı sayı |
lucky guess | şanslı tahmin |
Lucky guess | şanslı tahmin |
misfortune / bad luck | şanssızlık |
misfortune / bad luck | şanssızlık |
blackmailer | şantajcı |
hat | şapka |
a number of hooks for hanging hats and coats | şapkalarla paltoların asılması için bir sürü kancası |
wine | şarap |
to offer wine | şarap ikram etmek |
wine cellar | şarap mahzeni |
charger | şarj aleti |
song | şarkı |
The song is stuck in my brain. (lit. the song is tangled around my tongue) | Şarkı dilime dolandı |
to sing | şarkı söylemek |
condition / restriction / requirement / clause | şart |
obligatory /absolutely necessary | şart |
to set /lay down /put conditions | şart koşmak |
castle / chateau (ş) | şato |
light /sunlight (ş) | şavk |
May his light not blind and burn (roast) you. | şavkı sizi kör edip kavurmasın diye. |
I was astonished | şaşakaldım |
stunning views / surprising landscapes / amazing sights | şaşırtıcı manzaralar |
to surprise / amaze | şaşırtmak |
wonder / confusion / surprise / astonishment / amazement (ş) | Şaşkınlık |
in wonder | şaşkınlık içinde |
In wonder he looked at his own reflection. | Şaşkınlık içinde kendi yansımasına baktı. |
With surprise (ş) I noticed that it was the man on the horse who had watched me that day from the forest. | Şaşkınlıkla onun o gün beni ormandan izleyen at üzerindeki adam olduğunu fark ettim. |
to not believe one's eyes / to be rooted to the spot | şaşkınlıktan donakalmak |
The chef provides for you | şef sizi geçindirir |
The chef provides for you | şef sizi geçindirir |
transparent | şeffaf |
to turn colourless / to become transparent | şeffaflaşmak |
compassionate /tender / caressing / zärtlich | şefkatlı |
peach | şeftali |
city (ş) | şehir |
city center | şehir merkezi |
guide book / city guide | şehir rehberi |
long distance communication (intercity - beyond the country) | şehirlerarası iletişim - uzak mesafe iletişim |
town people / city people (ş) | şehirliler |
martyrdom | şehitlik |
lust /sensuality /sexual desire | şehvet |
sugar / candy | şeker |
sugar tongue | şeker tutacağı |
We are addicted to sugar. | şekere bağımlıyız |
to take a nap | şekerleme yapmak |
Fashion /form / mode (ş) | şekil |
form | şekil |
a shape shifter / changeling | şekil değiştiren |
to shape /give form | şekillendirmek |
waterfall (ş) | şelale |
we tried walking towards the waterfall, but it was too dangerous | şelaleye doğru yürümeye çalıştık, ama fazla tehlikeliydi |
umbrella | şemsiye |
I need to buy an umbrella | şemsiye satın almam gerekiyor |
if he doesn't bring his umbrella he'll get soaked | şemsiyesini getirmezse sırılsıklam olacak |
merry / jolly / sprightly (ş) | şen |
merry / jolly / sprightly / çok neşeli (ş) | şen şakrak |
merriment / cheerfulness / mirth / carnaval / kermes / festivity/ Heiterkeit /Fröhlichkeit | şenlik |
Guy fawkes night (English feast 5/11-king James I survived a murder plot) | Şenlik (ateşi) gecesi |
honour / dignity | şeref |
the balcony of the minaret | şerefe |
Jordan river (ş) | şeria ırmağı |
stripe / band | şerit |
thing | şey |
euhh what's the name/ truc /Dingsbums /thingy (spoken language) | şey |
I can't get the thing off my mind. (I remember it again and again.) | Şey aklımdan çıkmıyor. |
Euhh, who is this beautiful girl? | Şey, bu güzel kız kim? |
devil; satan | şeytan |
Good luck! (lit. Break the devil's leg) / Hals und Beinbruch | Şeytanın bacağını kır! |
Lounge chair /Liegestuhl / chaise longue | şezlong |
He sat on the lounge chair (Liegestuhl) | Şezlonga oturdu |
severe | şiddetli |
healing /curing | şifalı |
Chest of drawers / Kommode (ş) | şifonyer |
password | Şifre |
encrypted / cryptic / ciphered | şifreli |
encrypted file | şifreli dosya |
encrypted letter | şifreli mektup |
encrypted mail | şifreli posta |
I want to change my password | Şifremi değiştirmek istiyorum |
Click to change your password | Şifrenizi değiştirmeniz için tıklayınız |
to complain | şikayet etmek |
I have no complaints. | Şikayetim yok. |
What's your complaint? | Şikayetiniz ne? |
spoiled | şımarık |
to spoil / coddle / indulge | şımartmak |
By for now | şimdelik hoşça kal |
now | şimdi |
they're six points ahead now | şimdi altı sayı öndeler |
Where on earth did this come from now? | şimdi durup dururken nereden çıktı bu? |
Now the truth comes out ! | Şimdi gerçek ortaya çıkıyor ! |
I f we won't go now | Şimdi gitmeyeceksek |
If we won't go now, when will we go ? | Şimdi gitmeyeceksek ne zaman gideceğiz? |
Now let's see what's in the box. Nothing! Absolutely nothing! | Şimdi kutuda ne olduğuna bakalım. Hiçbir şey! Kesinlikle hiçbir şey yok! |
Now they were torn. | Şimdi onlar yırtıktı. |
coming up now | şimdi sırada |
Can you fix it now? | Şimdi tamir edebilir misiniz? |
like I did now | şimdi yaptığım gibi. |
Wash them now. | Şimdi yıka onları. |
Will she now get transparent? | Şimdi şeffaflaşacak mı ? |
already (ş) | şimdiden |
It is better you go (verbal noun) back now | şimdiden geri dönmeniz daha iyi olur |
While he had already started to relish the taste of his victory | şimdiden zaferinin tadını çıkarmaya başlamışken |
so far | Şimdiye dek |
yet; by now | şimdiye kadar |
And up to now he has faced a lot of dangers. | Şimdiye kadar da pek çok tehlikeye göğüs gerdi. |
whereas now / but now | şimdiyse |
lightening / flash | şimşek |
to be struck by lightning (living beings only/electrocuted) | şimşeklerle çarpılmak |
the horse hit by the lightening stumbled and... | Şimşeğin çarptığı at tökezleyip |
jingle / ringing / klingeln (ş) | şıngırtı |
syringe | şırınga |
company; firm | şirket |
to expand the company | şirkete genişletmek |
He took my backpack and took every bit and piece out scrutinizing. | Şırt çantamı almış içindekileri didikliyordu. |
puffy /blown up / bulgy | şişkin |
bulgy clouds | şişkin bulutlar |
fat | şişman |
to get fat | şişmanlamak |
swollen /puffy / inflated | şişmiş |
Schnitzel | şnitzel |
to recover from shock | şoku atlatmak |
to not be able to get over the shock | şoku üzerinden atamamak |
shorts | şort |
that (refers to an object at distance / something to come up in the next sentence / an example not mentioned yet) | şu |
he had less hair than that guy | şu adamdan daha az saçı vardı |
Even now even with the most powerful microscopes we can't see atoms. | Şu an bile en güçlü mikroskoplarla bile atomu göremiyoruz |
(right) now / currently | şu anda |
They are swimming in the sea at the moment. | Şu anda denizde yüzüyorlar. |
the dentist is looking at her tooth right now | şu anda dişçi onun dişine bakıyor |
He is at present in the inn. | Şu anda handa. |
It wouldn't be good at all if he lost control now. | Şu anda kontrolü kaybetmesi hiç iyi olmazdı |
I can't listen to you now. | Şu anda seni dinleyemem. |
I think it's the right moment / I think the moment is right | şu anın doğru olduğunu düşünüyorum |
Look at this fool. He's reading the newspaper but it's upside down. | Şu aptala bak. Gazeteyi başaşağı okuyor. |
Does that sound alright? | Şu doğru mu geliyor ? |
Look at the powerful expressions on the face of that statue ! | Şu heykelin yüzündeki güçlü ifadelere bakın ! |
I want to hear that story again | şu hikâyeyi tekrar duymak istiyorum |
Are those earrings yours? | şu küpeler senin mi? |
What's that ? | Şu ne ? |
that asshole /that sneaky looking fellow (h) | şu sinsi suratlı herif |
show us that video again | şu videoyu bize tekrar göster |
Shall we add garlic to this yoghurt and then hide it? Or shall we not add garlic and hide it? | Şu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak? Yoksa sarımsaklamasak da mı saklasak? |
February | Şubat |
The weather is cold in February. | Şubatta hava soğuktur. |
Phylum /Stamm (biol.) (e.g. Chordata /Chordatiere (Wirbeltiere/ Schädellose /Manteltiere) | şube |
Look at that | şuna bak |
Those are your earrings | şunlar senin küpelerin |
famous /renowned (ş) | şöhretli |
feast / banquet (ş) | şölen |
chimney | şömine |
The flames were dancing on the logs in the fireplace. | Şöminedeki kütüklerin üzerinde alevler dans ediyordu. |
Such (the following)/ like that | şöyle |
comfortably (ş) | şöyle bir |
here / (kindly) step in/ installez-vous | şöyle buyurun |
to thank / praise /to be grateful for | şükretmek |
doubt /skepsis | şüphe |
to doubt / suspect / be skeptical about | şüphe etmek |
suspect | şüpheli |
the suspect has no alibi | şüphelinin gerekçesi yok |
I have no doubt. | Şüphem yok. |
doubtless | şüphesiz |
doubtless (ş) the faithfull(s) sall be exalted in the land (d) (from the Wheel of time) | Şüphesiz ki sadıklar diyarda yüceltilecek |