gilded / vergoldet | yaldızlı |
gilded paint / Goldfarbe | yaldızlı boya |
To decorate (s) with gilded paint / mit Goldfarbe verzieren | yaldızlı boya ile süslemek |
Sometimes also they were ornamented (b) with reliefs that he decorated with gilded paint | Kimi zaman da yaldızlı boya ile süslediği kabartmalarla bezeliydi. |
by mistake / mistakenly | yanlışlıkta |
to enter by mistake | yanlışlıkta girmek |
underground | yeraltı |
heart beats | yürek atışları |
Farid's heart beats had begun to get faster again | Farid'in yürek atışları yine hızlanmaya başlamıştı. |
And my ears hear better than those of a bat. | Kulaklarım da bir yarasanınkinden daha iyi duyar. |
While the two of us are alone here /While we both ... | Burada ikimiz yalnızken |
talent /skill /ability | yetenek |
And he trusts very much in your skills. | Yeteneklerine de çok güveniyor. |
flat /platt | yassı |
Flat nose (a knick name) / Flachnase | Yassı Burun |
Sometimes it has also some practical advantages that our memory is not as powerful as (the one) of books. | Bazen belleğimizin kitaplar kadar güçlü olmamasının pratik yararları da var. |
from the underground | yeraltından |
it is not /it doesn’t exist | yok |
it was not/ it did not exist | yoktu |
or (y) | ya da |
oil | yağ |
approximately | yaklaşık olarak |
to burn something | yakmak |
all alone | yalnız başına |
alone | yalnız |
nothing but / just / nothing else | yalnızca |
Wild/ uncontrollable fire | yangın |
mistake /error | yanlış |
to burn | yanmak |
to make | yapmak |
creature | yaratık |
To forbid / ban /prohibit / interdict | yasaklamak |
Life forms | Yaşam biçimleri |
life (y) | Yaşam |
to live | yaşamak |
Old – for people | Yaşlı |
bedroom | Yatak odası |
To spread (intransitive)/ to get diffused | yayılmak |
written | yazılı |
food | Yemek |
to eat | yemek |
crab | yengeç |
again (y) | yeniden |
ground / floor / place | yer |
ground (y) / (surface of the) earth | Yeryüzü |
green | yeşil |
year | yıl |
To tear into pieces/ to rip /to slash | yırtmak |
yoghurt | yoğurt |
road /way | yol |
routine | yordam |
quilt /duvet | yorgan |
orbit | yörünge |
to rise / increase | yükselmek |
egg | yumurta |
To walk | Yürümek |
To nick/sneak /walk away with /make away with | yürütmek |
round | yuvarlak |
face | Yüz |
bat | yarasa |
dolphine | Yunus |
snake | yılan |
food (yy) | yiyecek |
for years | yıldır |
for twenty years | yirmi yıldır |
namely / so / that is | yani |
to write | yazmak |
half a year | yarım yıl |
half term /semester | yarı yıl |
reason / motive (y) | yüz |
because of / on account of / due to an Nominative | yüzünden |
because of his sword | kılıcı yüzünden |
to (quickly) soften | yumuşayıvermek |
a lie | yalan |
to lie / to tell a lie | yalan söylemek |
only a fool / an idiot / just a fool | yalnızca bir aptal |
to suit for / to do for / to fit for / nützen / sich eignen/taugen (y) | (işe) yaramak |
useless /unfitting | yaramayan |
century | yüzyıl |
direction / aspect / sense | yön |
in the forty years of / vierzigjährig | kırk yıllık |
to beseem / to be proper / sich gehören | yakışık almak |
is not proper / gehört sich nicht | yakışık almaz |
to glue / to fix / to stick / to paste sthg | yapıştırmak |
wool / woolen | yün |
woolen cloth | yün kumaş |
instead (off) | yerine |
(at) half of | yarısında |
(at) half of the times | zamanların yarısında |
a bow | bir yay |
The bow's arrow was nocked. | Yayın oku takılmış. |
a bow whose arrow is nocked | oku takılmış bir yay |
soft /nice /gentle | yumuşak |
a gentle voice | yumuşak bir ses |
high / loud | yüksek |
a loud voice | yüksek bir ses |
soft or loud | yumuşak veya yüksek |
In winter there is only snow. (!it It always snows in winter. There's no way it's winter and it's not snowy) | Yalnızca kışın kar var. |
Only in winter there is snow. !it If it ever snows, it happens only in winter. (There may be winters when it doesn't.) | Yalnızca kışın kar olur. |
Only at the sea there was a little bit of wind. (At that moment, there was some wind only on the sea, and nowhere else.) | Yalnızca denizde biraz rüzgâr vardı. |
There used to be some wind only on the sea,( and not elsewhere.) (It's not the case now. Now there's wind everywhere.) | Yalnızca denizde biraz rüzgâr olurdu. |
leaf | yaprak |
Only on the trees were some leaves. | Yalnızca ağaçlarda biraz yaprak vardı. |
foliage / verdure / green | yeşillik |
a little bit of green | biraz yeşillik |
lament / cry / Flehen | yakarış |
from the other end of the earth | yeryüzünün öbür ucundan |
heart / (soul) (y) | yürek |
my heart | yüreğim |
'when the peace to my heart collapses' when my heart grows faint / is overwhelmed | Yüreğime huzur çökünce |
a high rock | yüksek bir kaya |
Take me out to a high rock ! | Yüksek bir kayaya çıkar beni! |
to create | yaratmak |
the Creator | Yaratıcı |
tired | yorgun |
to tire / o wear out / to exhaust | yorulmak |
the tired one / the fading | yorulan |
He strengthens the tired | Yorulanı güçlendirir |
valiant , hero | yiğit |
They walk but don't get tired | Yürür ama yorulmazlar |
baby / cub / nestling / little one | yavru |
nest | yuva |
in its nest | yuvasında |
What will we eat ? | Ne yiyeceğiz ? |
even so / nonetheless (y) | yine de |
tomorrow morning | yarın sabah |
Let tomorrow's worry be for tomorrow | Yarının kaygısı yarının olsun. |
enough | yeterli |
rain | yağmur |
to rain / pour / fall | yağmak |
to rain | Yağmur yağmak |
to snow | kar yağmak |
raindrop | yağmur damlası |
to catch / get hold of / seize | yakalamak |
to get caught | yakalanmak |
to roll sthg (transitiv) | yuvarlamak |
He rolled his eyes. | Gözlerini yuvarladı. |
to swallow / to gulp | yutmak |
to swear + dat | yemin etmek |
I could swear | yemin edebilirdim |
I could swear he wanted to kill me. | Beni öldürmek istediğine yemin edebilirdim. |
fist / punch | yumruk |
fist fight | yumruk dövüşü |
to punch / thump (lit to throw a fist) | yumruk atmak |
to punch / thump | yumruklamak |
sufficiently | yeterince |
creation (artwork /masterpiece) (not very frequently used) | yaratım |
during the creation | yaratım sırasında |
greenish (s) | yeşilimsi |
greenish (t) | yeşilimtrak |
critically damaged clothing / torn into many pieces | yırtık pırtık |
ruby | yakut |
Slope /incline (y) Anstieg / a road/way going uphill | yokuş |
structure/build / nature / form / texture / disposition | yapı |
again (y) | yine |
We are living in the twenty-first century. | Biz yirmi birinci yüzyılda yaşıyoruz. |
high resolution | yüksek çözünürlük |
near /close | yakın |
collar | yaka |
his wool garment's collar | yün giysisinin yakası |
to bring closer/ to move closer | yaklaştırmak |
star | yıldız |
thousands of fair stars | binlerce sevimli yıldız |
horoscope | yıldız falı |
since last year | geçen yıldan beri |
since about a year | yaklaşık bir yıldan beri |
for about a year | yaklaşık bir yıl için |
to lean against a dative / to rest against a dative | yaslanmak |
He leaned against the wheel of the wagon | Arabanın tekerine yaslandı |
vest / waistcoat / Weste | yelek |
to wear oneself out | kendini yıpratmak |
This weak I wore myself out. (exhausted myself/got very tired) | Bu hafta kendimi çok yıprattım. |
for years | yıllarca |
patch (piece of cloth for mending/Flicken) / informatic:a small piece of code inserted into a program to improve its functioning or to correct a fault. "a program patch that fixes a bug"/a language patch | yama |
His cloak has many patches. (sarkastic / more patches than cloak) | Pelerinden çok yama var. |
seventy | yetmiş |
tomorrow | yarın |
if he does not come until tomorrow | Yarına kadar gelmezse |
sideways / edgewise | yan yan |
by looking edgewise at him | ona yan yan bakarak |
lofty (of imposing height) | yüce |
to become lofty (of imposing height) | yücelmek |
to turn green, to become green | yeşermek |
When Spring comes the surroundings turn green | Bahar gelince ortalık yeşerir |
wet (y) | yaş |
to fill with water / to moisten (eyes gözleri/ trees) | yaşarmak |
to deny something which is claimed that it is true | yalanlamak |
to post / to send | yollamak |
The file is too heavy, I can´t post it via Facebook. | Dosya çok ağır, Facebook'tan yollayamam. |
If you want, I can post it via e-mail. | İstersen e-postadan yollayabilirim. |
defeat | Yenilgi |
star light | yıldız ışığı |
to tilt / to lean to the side / to be lopsided | yana yatmak |
to answer (y) | yanıt vermek |
(from) in front of the place | yerin önünden |
the wind changed direction and... | rüzgâr yön değiştirip |
to land (on the ground) | yere inmek |
she landed lightly on the ground and... | hafifçe yere inip |
to fall on the ground (d) | yere düşmek |
They fell of their noble horses (to the ground) and... | Soylu atlarından yere düşüp |
a fire ring / a ring of fire | yangın halkası |
wound / injury | yara |
scar | yara iz |
to get deadly injuries / take fatal wounds | ölümcül yaralar almak |
helper | yardımcı |
Be a helper | yardımcı ol |
Be a helper to girls and boys (e) waiting for your opinions/ visions | görüşlerini bekleyen kızlara ve erkeklere yardımcı ol |
walk / pace | yürüyüş |
creativity | yaratıcılık |
to increase your creativity | yaratıcılığını artırmak |
Coffee will not increase your creativity. | Kahve yaratıcılığınızı artırmayacak. |
But according to research, it is not a drink that will increase your creativity. | Ama araştırmalara göre yaratıcılığınızı artıracak bir içecek değildir. |
creative | yaratıcı |
You can be more creative | daha yaratıcı olabilirsiniz |
The best way to come up with / bring out new ideas | Yeni fikirler ortaya çıkarmanın en iyi yolu, |
The best way to come up with / bring out new ideas is to get really bored. | Yeni fikirler ortaya çıkarmanın en iyi yolu, gerçekten sıkılmaktır. |
to be convenient / suitable/ apropriate for (y) / that would befit (aorist makes it hypothetical) | yaraşır |
suitable to queens / that would befit queens (aorist makes it hypothetical) | kraliçelere yaraşır |
Catch her! | Yakalayın onu ! |
to abandon / to put/leave on the ground | yere bırakmak |
the 'flames' (lit. fire) of the fire | yangının ateşi |
to reflect | yansıtmak |
angrily reflecting the 'flames' of the fire | yangının öfkeyle ateşini yansıtan |
He clenched his thin hands to a fist and... | İnce ellerini yumruk yapıp |
bed | yatak |
in his bed | yatağında |
half an hour earlier | yarım saat önce |
food/ prey (y) | yem |
without being/becoming a prey | yem olmadan |
mass / heap / bulk/ chunk /pile | yığın |
from the piles of snow | kar yığınlarından |
to head for / to steer towards / sich wenden / to turn towards / to direct oneself towards + Dat | yönelmek |
Even before finishing his talk he steered towards the inn. | Lafını bitirmeden hana yönelmişti bile. |
poor /needy | yoksul |
burn / scorch / weather beaten | yanık |
scorch marks | yanık izleri |
to walk and go = to walk away | yürüyüp gitmek |
caught in the fires | yangınlara yakalanmış |
reflection | yansıma |
His eyes caught (t) his reflection. | Gözleri yansımasına takıldı. |
trapezoid / irregular / skewed / schief | yamuk |
lopsided / askew standing | yamuk duran |
a lopsided standing mirror | yamuk duran bir ayna |
torn | yırtık |
Now they were torn. | Şimdi onlar yırtıktı. |
His clothes were torn and dirty. | Giysileri yırtık ve kirliydi. |
half (noun) (also in sport match) | yarı |
half (of it) black, half (of it) white | yarısı siyah, yarısı beyaz |
un cercle(ç) half black, half white | yarısı siyah, yarısı beyaz bir çember |
serpentine | yılansı |
a circle divided by a serpentine line | yılansı bir çizgi ile ayrılmış bir çember |
a circle whose colours were divided half white, half black by a serpentine line | renkleri yılansı bir çizgi ile ayrılmış yarısı beyaz, yarısı siyah bir çember |
He moved the collar of his wool garment closer to his neck. | Yün giysisinin yakasını boynuna yaklaştırdı. |
Are we not going to eat? formal - street talk | Yemek yemeyecek miyiz? - Yemek yemiycez mi? |
It's enough that you WANT to eat (= If you want to eat there is plenty of food go ahead) | Sen yemek iste yeter ki. |
I believe /don't you know / don't you remember (spoken language) (at sentence end) | ya |
oil filter (car) | yağ filtresi |
to spread out (y) | yaymak |
The branches spread brown webs over the stones. | Dallar taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu. |
intense / heavy / busy / hectic | yoğun |
predatory | yırtıcı |
load | yük |
to carry loads | yük taşımak |
an animal used for carrying loads | yük taşımakta kullanılan hayvan |
to be eaten | yenmek |
possible to be eaten / edible | yenebilen |
tuber | yumru |
its edible tubers | yenebilen yumruları |
this plant's starchy rich edible tubers | bu bitkinin nişastaca zengin, yenebilen yumruları |
a plant of the nightshades (Nachtschattengewächse) and this plants starchy rich edible tubers | patlıcangillerden bir bitki ve bu bitkinin nişastaca zengin, yenebilen yumruları |
to cultivate | yetiştirmek |
to be cultivated | yetiştirilmek |
a plant being cultivated for its red fruit (product) (ü) | kırmızı ürünü için yetiştirilen bir bitki |
grey goose / wild goose | yaban kazı |
wild /uninhabited /uncultivated/ wilderness | yaban |
savage | yaban adam |
handsome | yakışıklı |
a predatory bird | yırtıcı kuş |
cheek /Wange | yanak |
up to his cheek | yanağına kadar |
either...or... | ya ...ya da... |
walking stick | yürüyüş asası |
using his spear as being a walking stick | mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak |
to settle / to install oneself | yerleşmek |
I had installed myself newly at the hospital | hasta(ha)neye yeni yerleşmiştim. |
to hurt someone/something | yaralamak |
It probably won't hurt you at all. | Muhtemelen seni hiç yaralamayacak. |
foreigner / stranger / foreign | yabancı |
a foreign language | yabancı dil |
Nowadays, in order to find a job, it is necessary to know a foreign language. | Günümüzde iş bulmak için yabancı dil bilmek gerekiyor. |
home country | yurt |
(towards) abroad | Yurt dışına |
She went abroad to learn English, I think | Yurt dışına İngilizce öğrenmeye gitti, diye düşünüyorum. |
the stranger coming at night | gece gelen yabancı |
this reflection was also in the eye(s) of the mouse | farenin gözünde de vardı bu yansıma |
pillow /Kissen | yastık |
when Tolly pulled her out from under her pillow | Tolly onu yastığının altından çıkardığında |
this reflection was also in the eye(s) of the mouse when Tolly pulled her out from under her pillow | Tolly onu yastığının altından çıkardığında farenin gözünde de vardı bu yansıma |
The moonlight reflected in the eyes of the hobby horse/Schaukelpferd; this reflection was also in the eye(s) of the mouse when Tolly pulled her out from under her pillow to look at her. | Sallanan atın gözlerine ay ışığı yansıyordu; ayrıca ona bakmak için Tolly onu yastığının altından çıkardığında farenin gözünde de vardı bu yansıma |
to turn from one side to the other (lit. to turn once to that side once to this side) | bir o yana bir bu yana dönmek |
Meggie kept turning in her bed from one side to the other, somehow she couldn't sleep. | Meggie yatağında bir o yana bir bu yana dönüp duruyor, bir türlü uyuyamıyordu. |
Mo had forbidden her to lighten candles at night. | Mo, geceleri mum yakmasını yasaklamıştı. |
she was old enough | yaştaydı |
But Meggie was now twelve, and was old enough to take care of a few candles | Oysa Meggie artık on ikisindeydi ve birkaç muma dikkat edecek yaştaydı. |
Judge (y) | yargıç |
Wife of an uncle (also used among close friends for the other's girlfriend) | Yenge |
authority / power | Yetki |
dormitory / youth hostel | yurt |
patriot (Heimatliebend) | yurtsever |
lost | Yitik |
replacement / Ersatz- | yedek |
replacement shirt / Ersatzhemd (y.m.) | yedek mintan |
judgement /conclusion /decision | yargı |
on judgement day | yargı günü |
to go to bed | yatmak |
you go to bed | yatarsın |
You go back home, you go to bed | Ev döner, yatarsın |
Jew's belt / money belt / pouch | Yahudi çıkını |
It is enough for x to be like y | X'in y gibi olması yeterlidir. |
It is enough if the student is like his teacher | Öğrencinin öğretmeni gibi olması yeterlidir. |
It is enough if the slave is/for the slave to be like his master | Kölenin efendisi gibi olması yeterlidir |
The poor | yoksullar |
The gospel is preached to the poor. | Müjde yoksullara duyuruluyor.. |
that suits / that fits for / worthy of (pres part.) | Yaraşan |
a reward worthy of / fitting for a righteous person | doğru kişiye yaraşan bir ödül |
to load | yüklemek |
You misunderstood | Yanlış anladınız |
I want (let me) first speak with you alone | Önce seninle yalnız konuşalım. |
law / statutes | yasa |
the holy law | Kutsal yasa |
sweet-tempered / gentle | yumuşak huylu |
For I am gentle and humble. | Çünkü yumuşak huylu alçakgönüllüyüm. |
All you (who are) tired and heavy laden (whose loads are heavy) | Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar. |
As (they) walked there... / als (sie) daraufzugingen | oraya doğru yürürken |
As they walked there, Meggie involontarily gripped Mo's hand. | Meggie oraya doğru yürürken istemsizce Mo'nun elini tuttu. |
The dark wooden house door just like lips tightly pressed together was so repellent that Meggie as they walked towards it involantarily gripped Mo's hand. | Kara ahşaptan ev kapısı, tıpkı sımsıkı kapalı dudaklar gibi öylesine itici duruyordu ki, Meggie oraya doğru yürürken istemsizce Mo'nun elini tuttu. |
Grimace/ Grimasse | Yüz buruşturma |
completely new | yepyeni |
Here, I make everything new. | işte her şeyi yepyeni yapıyorum. |
to destroy /extinguish | yok etmek |
to judge (y) | yargılamak |
a promise being (to be) fulfilled | söz yerine gelmek |
to fullfill a promise | sözü yerine getirmek |
This happened, so that the word/promise would be fullfilled | Bu söz yerine gelsin diye oldu. |
This happened so that the (following) words proclaimed by the prophet Isaiah would be fullfilled: | Bu, Peygamber Yeşaya aracılığıyla bildirilen şu söz yerine gelsin diye oldu: |
Everything is fine/ok | Her şey yolunda |
Is everything allright? | Her şey yolunda mı? |
How are things at home? (Is everything ok at home?) | Evde her şey yolunda mı? |
Is everything allright in here? | Burada her şey yolunda mı? |
No problem. Everything is fine. | Sıkıntı yok, her şey yolunda |
Alles wird gut / everything is gonna be okay | her şey yoluna girecek |
to believe that everything will be fine | her şeyin yoluna gireceğine inanmak |
receptive / innovative / progressive | Yenilikçi |
innovative thinking | yenilikçi düşünme |
avantgardist | yenilikçi kimse |
innovative technology | yenilikçi teknoloji |
innovative approach | yenilikçi yaklaşım |
innovatively | yenilikçi bir şekilde |
innovative solutions | yenilikçi çözümler |
open to change / innovation | yeniliğe açık |
courageous / fearless / stout (y) | yürekli |
lion-hearted | aslan yürekli |
tenderhearted / easily forgiving / (someone compassionate who doesn't get angry) | yufka yürekli |
soft /tenderhearted (y.k.) | yumuşak kalpli |
fidgety / restless/ zapplig | yerinde duramayan |
I don't have someone to do this for me (informal) | Yapanım yok |
I don't have someone to do this for me (formal) | Bunu bana yapacak kimsem yok |
to disappear (y. g.) | Yitip gitmek |
to tire / o wear out / to exhaust s.o. | yormak |
It's not worth to tire your jaw. (not worth talking about) | Çeneni yorduğuna değmez. |
I was busy in the morning. | Sabah yoğundum |
Shall we add garlic to this yoghurt and then hide it? Or shall we not add garlic and hide it? | Şu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak? Yoksa sarımsaklamasak da mı saklasak? |
wayside | yol kenarı |
mistake / error (y) | yanılgı |
legal / lawful / legitimate | yasal |
being legal / legally | yasal olarak |
I am obliged | yükümlüyüm |
I am legally obliged | Yasal olarak yükümlüyüm |
I am legally obliged to keep away from x | Yasal olarak x-dan uzak durmakla yükümlüyüm |
slot /slit /cleft / fissure | yarık |
a bottomless cleft/ fissure | dipsiz yarık |
the bottomless cleft we opened ourselves | Kendi açtığımız dipsiz yarık |
Until we are drowning in the water of the bottomless cleft we opened ourselves | Kendi açtığımız dipsiz yarıktaki suda boğulana kadar |
to be engulfed | yutulmak |
Can you eat them? (Please go ahead) | Onları yiyebilir misin ? |
Can you eat them? ( Are you able too?) | Onları yiyebiliyor musun ? |
London is rainy on April four. | Londra 4 Nisan'da yağmurlu. |
Wash them now. | Şimdi yıka onları. |
Never tell a lie. | Hiçbir zaman yalan söyleme. |
They are swimming in the sea at the moment. | Şu anda denizde yüzüyorlar. |
Swimming is the healthiest sport. | Yüzmek en sağlıklı spordur. |
plainness / simplicity / Nüchternheit | yalınlık |
Leaning(rep) against the ancient city's stone wall | Antik kentin taş duvarına yaslanmış |
error and defeat | yanılgı ve yenilgi |
twenty | yirmi |
hundred | yüz |
barefoot | yalınayak |
She began to run barefoot in the dark corridor | Karanlık koridorda yalınayak koşmaya başladı. |
I need help | yardıma ihtiyacım var |
Would you like a bottle or a glass? | Bir şişe mi yoksa bir bardak mı istersiniz? |
There is no food. | yiyecek yok |
I actually like all food | Aslında bütün yiyecekleri severim |
What a shame / pity | çok yazık! |
How old is he? | Kaç yaşında ? |
He is twelve years old. | On iki yaşında. |
My cat is very old. | Kedim çok yaşlı. |
They live in Ankara. | Ankara'da yaşıyorlar |
It's twenty past seven | saat yediyi yirmi geçiyor |
Yay ! Hooray! | yaşasın! |
I am a foreigner | yabancıyım |
We would like some food | yiyecek bir şey istiyoruz |
Can you speak slower please ? | daha yavaş konuşabilir misiniz lütfen? |
writer / author | yazar |
injury | yaralanma |
next to / near | yanında |
ring (for the finger) | yüzük |
the new one | yenisi |
the bridge is very close | köprü çok yakın |
adult | yetişkin |
New year | yeni yıl |
to swim | yüzmek |
to go swimming | yüzmeye gitmek |
to go for a walk | yürüyüşe çıkmak |
I want to go to swim in the afternoon. | öğleden sonra yüzmeye gitmek istiyorum |
Do you want to go for a walk? | yürüyüşe çıkmak istiyor musun? |
the seventh | yedinci |
I don't have enough money. | yeterince param yok |
to sail | yelken açmak |
summer | yaz |
soon / close | yakında |
We are going to France in the summer. | yazın Fransa'ya gideceğiz |
to wash | yıkamak |
to do dishes | bulaşıkları yıkamak |
to do laundry | çamaşır yıkamak |
to help | yardım etmek |
to be alone (stay alone) | yalnız kalmak |
He wants to be alone. | yalnız kalmak istiyor |
he's tired, so he wants to stay at home | yorgun, bu yüzden evde kalmak istiyor |
Do you want to help me? | bana yardım etmek ister misin? |
I hate doing laundry | çamaşır yıkamaktan nefret ederim |
journey / trip / travel (y) | yolculuk |
It's a long journey. | bu uzun bir yolculuk |
to like to do | yapmayı sevmek |
I helped | yardım ettim |
I helped my dad in the kitchen yesterday | dün mutfakta babama yardım ettim |
They lived in China for eight years. | sekiz yıl Çin'de yaşadılar |
He bought that car twenty years ago. | o arabayı yirmi yıl önce aldı |
They didn't eat dinner with us. | bizimle akşam yemeği yemediler |
like water running down a slope | yokuş aşağı akan su gibi |
The exhaustion drained away like water running down a slope. | Bitkinlik, yokuş aşağı akan su gibi tükendi. |
sailing (sport) | yelken sporu |
she enjoys playing badminton, but she likes sailing more | badminton oynamayı sever ama yelkeni daha çok sever |
foreign / abroad | yurtdışı |
to go abroad | yurtdışına çıkmak |
we usually go abroad in the winter | genellikle kışın yurtdışına çıkarız |
hiking / wandern | arazi yürüyüşü |
up | yukarı |
up and down (lit. Down and up) | aşağı ve yukarı |
Half of his food was finished. | yiyeceklerinin yarısı bitmişti. |
to lick | yalamak |
a fiery wind licked his cheek. | ateşli bir rüzgâr yanağını yaladı. |
Behind him, in the place where just before the deers were laying (to sleep) there was a wide smoldering grass and tree circle. | Arkasında, az önce geyiklerin yattığı yerde dumanı tüten geniş bir çimen ve ağaç halkası vardı. |
burning | yanan |
Outside the burning area the grass was flattened. | Yanan alanın dışındaki çimenler düzleşmişti. |
The smoke rising to the air carried a burning (scorched) odor. | Havaya doğru yükselen duman yanık kokusu taşıyordu. |
to be packed (crowded) shoulder to shoulder | omuz omuza yığılmak |
The people were packed (crowded) shoulder to shoulder to the sides even to the windows and rooftops. | halk omuz omuza kenarlara, hattâ pencerelere ve çatılara yığılmıştı |
elevation / altitude / ridge | yükselti |
with the banner of Andor waving on each altitude | her yükseltide dalgalanan Andor bayrağı ile |
to sip | yudumlamak |
after starting to sip the hot drink | sıcak içeceği yudumlamaya başladıktan sonra |
very round | yusyuvarlak |
to raise / increase something | yükseltmek |
precipitation (rain) | yağış |
raincoat | yağmurluk |
wet (y) | yağışlı |
if it rains you'll get wet | yağmur yağarsa ıslanacaksın |
the rain stopped so we went outside | yağmur durdu bu yüzden dışarıya çıktık |
this is the match of the century | bu yüzyılın maçı! |
talented | yetenekli |
he's a very talented player | çok yetenekli bir oyuncu |
common /widespread | yaygın |
injured | yaralı |
we used to live abroad | yurtdışında yaşardık |
but I do not live anymore | ... ama artık yaşamıyorum |
lightening (y) | yıldırım |
there is a risk of lightning | yıldırım riski var |
we didn't score in the first half | ilk yarıda hiç sayı yapmadık |
to befit | yakışmak |
this is beneath you | bu sana yakışmıyor |
whose pillow is this? | bu yastık kimin? |
Don't lie to me | bana yalan söyleme |
to encounter; to face | yüzleşmek |
face the facts | gerçeklerle yüzleş |
rainforest | yağmur ormanı |
to be gone / to disappear | yok olmak |
our tour guide was suddenly gone | tur rehberimiz aniden yok oldu |
it'll be wet tomorrow so they'll need their raincoats | yarın yağışlı olacak bu yüzden yağmurluklarına ihtiyaçları olacak |
there was a lot of snow on the ground | yerde çok kar vardı |
poor (y) | yoksul |
his family is poor, so he wants to be rich | ailesi yoksul, bu yüzden zengin olmak istiyor |
race (competition) | yarış |
a sunken fish goes sideways / let's throw caution to the wind /better to be hung for a wolf than a sheep | battı balık yan gider |
I suggest you go to bed now | yatmanı öneririm |
to answer; to respond | yanıtlamak |
to answer; to respond | yanıtlamak |
response; answer | yanıt |
I swear I know nothing! | yemin ederim hiçbir şey bilmiyorum! |
administration; management | yönetim |
manager / producer / director (film) | yönetmen |
percent / in hundred | yüzde |
to grow by ... percent | yüzde ... büyümek |
illegal | yasadışı |
to publish | yayımlamak |
Did you swallow your tongue? / You got nothing to say now? | dilini mi yuttun? |
authority | yetkili |
to raise a child | çocuk yetiştirmek |
the hospital was closed by the authorities | hastane yetkililer tarafından kapatıldı |
I like cooking. | Yemek yapmayı seviyorum |
Is there anything to eat? | Yiyecek birşey var mı? |
What did you cook? | Ne yemek yaptın? |
You were so helpful | Çok yardımcı oldun |
I can help you | Sana yardım edebilirim |
I am living alone | Yalnız yaşıyorum |
I just woke up | Yeni uyandım |
You cannot teach an old dog new tricks | Yaşlı köpeğe yeni numara öğretemezsin |
to exalt / glorify / promote / aggrandise | yüceltmek |
Let us exalt his name together ! | Adını birlikte yüceltelim ! |
to head back home | Eve (doğru) yönelmek |
to approach s.o. / sich an jemanden wenden / auf jemanden zusteuern | birisine yönelmek |
ein Ziel anstreben / to head for a goal / to be on target / to target | hedefe yönelmek |
to head towards a crisis | bir krize yönelmek |
I turned towards the Lord and he answered (y) me. | RaB'be yöneldim, yanıt verdi bana. |
to cry out to God | Tanrı'ya yakarmak |
This oppressed (man) cried out (to God). the Lord heard him, he saved him from all his troubles. (s) | Bu mazlum yakardı, RaB duydu, bütün sıkıntılarından kurtardı onu. |
to take upon oneself / to take over / to be stuck with / to be loaded with | yüklenmek |
Nominative | Yalın hâl |
Turkish Dative (used for directions) | Yönelme hâli - -e hâli |
to dread / be intimidated / despair / verzagen /désespérer / to get frustrated (fed up and wanting to give up) | yılmak |
The Lord is our salvation. Trusting in Him we shall not be discouraged. Jes. 12:2 | Tanrı kurtuluşumuzdur. Ona güvenecek, yılmayacağız. |
Don't fear ! Hold on (stay /stand in your place) and wait! See how the Lord will save you today! (Mısır'dan 14:13) | Korkmayın! Yerinizde durup bekleyin, RAB bugün sizi nasıl kurtaracak görün. |
The Lord will fight for you. It is enough for you to be calm. Mısır'dan 14 : 14 | RAB sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter |
Without eating anything the drink has no taste | Bir şeyler yemeden, içmenin tadı olmaz. |
While he ate the Queen continued to ask questions. | O yerken, Kraliçe soru sormaya devam etti. |
the more he ate | yedikçe |
The more he ate the more he wanted to eat. | Yedikçe, daha fazla yemek istiyordu. |
Wind (y) | yel |
Do not sleep on low ground lest a flood wash you away; do not sleep on high ground lest a storm sweep you off. meaning: Be wise, judicious and provident in your plans and actions; a calculated moderation is the best plan. | Alçak yerde yatma sel alır, yüksek yerde yatma yel alır. |
windmill | yel değirmeni |
tumble / collapse / fall down | yıkılmak |
to be very miserable (the world coming down on one's head) | dünya başına yıkılmak |
to become mentally ill | ruhen yıkılmak |
for a marriage to break down ( lit. one's nest is collapsing) | yuvası yıkılmak |
cranberry /lingonberry/ Preiselbeere | kırmızı yabanmersini |
blueberry / Blaubeere / Heidelbeere | Siyah yabanmersini |
Sternfrucht | Yıldızmeyvesi |
oak / Hafer | yulaf |
wild rice (black) | yabanı pirinç |
einweichen / to soak | yumuşatmak |
Rundkorn | yuvarlak taneli tahıl |
oregano | yabanı mercanköşk |
the letter I wrote this morning | Bu sabah yazdığım mektup |
While he ate | O yerken |
to be mistaken | yanılmak |
How mistaken he was | Nasıl da yanılıyordu |
to approach /to go next to (to the side of) | yanaşmak |
to take a shot | bir yudum almak |
She took a sip of tea. | Bir yudum çay aldı. |
sip | yudum |
sip by sip | yudum yudum |
advantage / Vorteil | yarar |
there is no goal in / no use to... | yararı yok |
No use to wait | beklemenin yararı yok |
hundreds of | yüzlerce |
to approach/ to get closer | yaklaşmak |
This dress suits you. | Bu kıyfate sana yakışıyor. |
this kind of behaviour wasn't becoming on you (it was too low for you. You shouldn't have done that.) | Bu davranış sana yakışmadı. |
Speak in a manner that is becoming on you. | Sana yaraşır şekilde konuş |
It wouldn't be appopriate for us to do that. | Böyle yapmamız yakışık almaz |
Who exalts himself will be humiliated but who humiliates himself will be exalted. Matta 23: 12 | Kendini yücelten alçaltılacak, kendini alçaltan yüceltilecektir. |
to put s.o. to bed | yatırmak |
to be put to bed | yatırılmak |
after x's being put to bed / when x had been put to bed | x yatırıldıktan sonra |
to be sufficient / genügen | yetmek |
sticky | yapış yapış |
His mouth and fingers were sticky. | Ağzı ve parmakları yapış yapıştı. |
to plead / flehen | Yalvarmak |
to beg for forgiveness | affetmesi için yalvarmak |
to ask for God's forgiveness (b) | bağışlanması için Tanrı'ya yalvarmak |
to throw yourself at the feet of s.o. / to plead to s.o. | birine yalvarmak |
manager / Geschäftsführer | yönetici |
wild / untamed / uncultivated | yabanı |
Blattstiel / leave stalk | yaprak sapı |
foxglove /digitalis /Fingerhut /(lit. Thimbleweed) | Yüksük otu |
Klee / clover / trefoil | yonca |
unfortunately | ne yazık ki |
Can I help (you)? | Yardımcı olabilir miyim? |
speak slowly | yavaş konuş |
volcano | yanardağ |
green olives | yeşil zeytin |
to light a fire | bir ateş yakmak |
Put on your life jacket. | Can yeleklerinizi giyin. |
Help ! | Yardım ! |
Fire ! | Yangın! |
landscape (opposite to portrait) | yatay |
landscape page orientation | yatay sayfa düzeni |
crater / Krater | yanardağ ağzı |
Jade | yeşim taşı |
to lay an egg | yumurtlamak |
the chick comes out of the egg (hatches) | civciv yumurtadan çıkıyor |
The hen is laying an egg. | Tavuk yumurtlamış |
puzzle / jigsaw | yap-boz |
conductor (orchestra) | yönetmen |
new moon | Yeniay |
charged | yüklü |
positively charged / positive geladen | artı yüklü |
negatively charged / negative geladen | eksi yüklü |
radius | yarıçap |
height | yükseklik |
loneliness | yalnızlık |
to roll over / to around in (dog/horse) intransitiv | yuvarlanmak |
a dog that has rolled in something smelly,dirty | kokulu,pis bir şeylerin içinde yuvarlanmış bir köpek |
to totter /stagger (under a burden) / wobble | yalpalamak |
wobbling | yalpalaya yalpalaya gelmek |
I regret that I ever made/did.... | yaptığıma yapacağıma pişman oldum |
a very green tree | Yeşil mi yeşil bir ağaç |
(He is) very old | yaslı mı yaşlı |
She had not been mistaken | yanılmamıştı |
ruined /collapsed | yıkık |
interpretation / exegesis / commentary / explanation / paraphrase | yorum |
Bible exegesis | Kutsal kitap yorumu |
to interprete/ explain | yorumlamak |
she couldn't interprete it | yorumlayamıyordu |
ro repeat / quote | yinelemek |
supremecy / glory/ highness / sovereignity (y) | yücelik |
For all have sinned and are deprived of the glory (y) of God. (Rom 3:23) | Çünkü herkes günah işledi ve Tanrının yüceliğinden yoksun kaldı. |
to be deprived of an ablativ | -den yoksun kalmak |
You can tell a lion from its lair. meaning: How well one cares for and maintains the place where he lives is the real tell-tale account of his habits. | Aslan yattığı yerden belli olur. |
an entombed saint / place where a holy man is buried | yatır |
short for 'No' (spoken) | Yo |
No, go ahead ( answer to eg Do you mind if I sit here?) | Yo, buyurun |
I burned myself / Ich habe mich verbrannt | Bir yerimi yaktım |
I cut myself / Ich habe mich geschnitten | Bir yerimi kestim. |
Can you /would you help me ? (Simply spoken) | bana yardım eder misin |
Can you help me (polite) | bana yardım edebilir misin |
Can you help me ? Konnen Sie mir helfen? (Very polite) | bana yardım edebilir misiniz? |
Could uou help me (ultra polite) | Bana yardım edebilir miydiniz? |
Would you please write it down somewhere ! | Lütfen bir yere yazar mısınız. |
the day after tomorrow / übermorgen | yarından sonraki gün |
A man from the neighbouring table | Yandaki masadan bir adam |
A man from the neighbouring table intervenes in the discussion | Yandaki masadan bir adam söze karışıyor. |
Flatfish/Plattfische | yassı balıklar |
to fulfill / carry out / execute / complete | yerine getirmek |
They ( will ) do it without blinking their eyes. | Bunu gözlerini kırpmadan yerine getirirler. |
to shut /close (eyes/hands only) | yummak |
before closing (y) his eyes | gözlerini yummadan önce |
Meggie was pondering at least one hour over what this answer could mean. | Meggie, en az bir saat bu yanıtın ne anlama geldiği konusunda kafa yordu. |
to ponder / to puzzle one's brains/ to wear one's head / to think hard / to chew | kafa yormak |
Mountain side / cliff /Bergwand /Abhang | Yamaç |
to cause someone to do a thing | bir şeyi birine yaptırmak |
publishing house | yayınevi |
No publishing house wanted to print it again. | Hiçbir yayınevi onu tekrar basmak istemedi. |
to empty into something/ a place (e.g. a river) | yere dökülmek |
forbidden love | yasak aşk |
burned down / (burned and ruined) | yakıp yıkılmış |
When they passed in front of a burned down castle red spots appeared on Elinor's face from excitement. | Yakıp yıkılmış bir kalenin önünden geçerken Elinor'un yüzünde heyecandan kırmızı lekeler beliriyordu. |
because of/due to illness | hastalık yüzünden |
due to an unknown reason (n) | bilinmeyen bir neden yüzünden |
for some other reasons | başka bazı nedenler yüzünden |
a bit /partly because of the weather | biraz da hava yüzünden |
mainly/mostly because of the weather | çoğunlukla hava yüzünden |
because of this situation | bu durum yüzünden |
because of civil war | iç savaş yüzünden |
due to a technical problem | teknik bir sorun yüzünden |
because of him / her | onun yüzünden |
oatmeal /porridge | yulaf lapası |
after having a breakfast from oakmeal | yulaf lapasından oluşan kahvaltısını yaptıktan sonra |
residential | yerleşim |
settlement | yerleşim merkezi |
renewed | yenilenmiş |
a renewed energy gave strength to his steps. | yenilenmiş nir enerji adımlarına güç veriyordu |
I come to you today or tomorrow | Sana bugün ya da yarın geleceğim. |
I come to you either today or tomorrow | Sana ya bugün ya ( da) yarın geleceğim. |
I come to you today or tomorrow | Sana bugün veya yarın geleceğim. |
I said I ll come to you at five, remember/I believe? | Size saat beşte geleceğim demiştim ya? |
At five there is a 'bus to / from the sea', remember? I came with it. | Saat beşte bir deniz otobüsü var ya, onunla geldim. |
particle used at sentence beginning to signify 'what if' | ya |
What if we can't finish the project on time? | ya projeyi zamanında bitiremezsek? |
What if he does not love me? | Ya o beni sevmiyorsa? |
obligation /responsibility /liability | yükümlülük |
our obligations and ties | yükümlülüğümüz ve bağlarımız |
legal obligation | kanuni yükümlülük |
moral obligation | manevi yükümlülük |
earth crust | yer kabuğu |
to sculpture /chisel | yontmak |
sculptured / chiseled | yontulmuş |
with four huge doors sculptured from ivory, pearl, jade and bones. | fildişi, inci, yeşim ve kemikten yontulmuş dört kocaman kapılı |
surface | yüzey |
the surface of the waters | suların yüzeyi |
the angle of the the cold fire coming from the beacon (signal tower) showed (rep) the surface of the north waters like glass | işaret kulesinden gelen soğuk ateşin açısı kuzey sularının yüzeyini cam gibi gösteriyormuş |
Don't ever leave me alone ! | Beni hiç yalnız bırakma ! |
He never leaves me alone. | Beni hiç yalnız bırakmaz. |
How to ask for help / How help is asked for ? | Nasıl yardım istenir? |
to broadcast | yayın yapmak |
to deceive /to lose | yitirmek |
to lose hope | umudunu yitirmek |
to lose one's clear mind | akıl sağlığını yitirmek |
to lose its meaning | anlamını yitirmek |
to lose consciousness | bilincini yitirmek |
to lose one's memory | belleğini yitirmek |
to lose its charm | cazibesini yitirmek |
to lose it's value | değerini yitirmek |
to lose one's balance | dengesini yitirmek |
to lose one's influence | etkisini yitirmek |
to lose one's passion(h) | hevesini yitirmek |
to lose one's faith /confidence | inancını yitirmek |
to lose one's life | yaşamını yitirmek |
to lose one's patience with s.o. | birine olan sabrını yitirmek |
to let the chance slip by | fırsatı yitirmek |
to glue /stick/ adhere (intrans) | yapışmak |
You are not helping me very much. | Bana çok fazla yardım etmiyorsun. |
he has other things to do | yapması gereken başka şeyler var |
I have other things to do | yapmam gereken başka şeyler var |
There ıs something I have to do. | yapmam gereken bir şey var |
Because I went to bed late last night. | Çünkü,dün gece geç yattım. |
I am just trying to help. | Ben sadece yardım etmeye çalışıyorum |
It is quite common these days | günümüzde oldukça yaygın |
It is quite common these days to live together. | Birlikte oturmak,günümüzde oldukça yaygın. |
if I am alone | yalnızsam |
What if you go out ? | Ya dışarı çıkarsan ? |
it is not good enough | yeterince iyi değildir. |
whatever I do it's not good enough | ne yaparsam yapayım yeterince iyi değildir. |
for him it's not good enough | onun için yeterince iyi değildir. |
whatever I do it's not good enough for him | ne yaparsam yapayım onun için yeterince iyi değildir. |
like I did now | şimdi yaptığım gibi. |
to choose / opt / prefer / favour / give preference to (y) | yeğlemek |
They prefer (y) Turkish | Türkçeyi yeğliyorlar. |
to take along | Yanına almak |
They put their son to bed at eight. | Oğullarını saat sekizde yatağa yatırırlar. |
They go to bed at eight. | Saat sekizde yatarlar. |
colloq for no | yoo |
it is being made (fact) | yapılmaktadır |
preparations are (being) made | hazırlıklar yapılmaktadır |
Nowadays preparations are being made to build (make) a thitd bridge to İstanbul. | Bugünlerde, İstanbul'a üçüncü bir köprü yapılması için hazırlıklar yapılmaktadır. |
Did the train leave? - No (colloq) it didn't leave (lit.lift) yet, there are still five minutes. | Trenim kalktı mı? - Yoo, kalkmadı henüz, daha beş dakika var. |
stew / ragout (y) | yahni |
pedestrians | yayalar |
high lofty mountains | yüksek, yüce dağlar |
high lofty mountains inhabited by thousand and one living species | bin bir canlı türünün yaşadığı yüksek, yüce dağlar |
very green | yemyeşil |
when she was tired | yorulunca |
When she got tired she leaned against a tree. | Yorulunca bir ağaca yaslandı. |
floating/swimming green ducks | yüzen yeşil ördekler |
hey / man / how the hell / for god's sake / what on earth is that / hullo / look there | yahu |
There is no night, it's always day, what the heck ... | Gece yok, hep gündüz yahu. |
surface / floor space | yüzölçümü |
The country which has the largest surface in the world is Russia. | Dünyanın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi Rusya'dır. |
to go in for / to rank / to be situated / to enter | yer almak |
Kanada ranks second. (comes in second place) | İkinci sırada Kanada yer alır. |
I almost collapsed | Yıkıldım adeta |
to show what you are made of / to show your true face | asıl yüzünü göstermek |
These images revealed the true face of these murderers. | Bu görüntüler bu katillerin asıl yüzünü ortaya koydu. |
plunder / looting / robbery | yağma |
plunder / looting / robbery | yağma |
that he didn't know whether the Fowler couple helped wounded PKK members | Fowler çiftinin yaralı PKK'lılara yardım edip etmediğini bilmediğini |
to confront / expose | yüzleştirmek |
to be confronted | yüzleştirilmek |
the witnesses were confronted | tanıklar yüzleştirildi |
confrontation | yüzleştirme |
re-confrontational procedure | yeniden ve yüzleştirme usulü |
campus | yerleşke |
to stand trial | yargılanmak |
the juridicial process (y.s.) | yargı sürecini |
in order to monitor (follow) the juridicial process | yargı sürecini takip etmek için |
Every day I do the same things. | Her gün aynı şeyleri yaparım. |
illegal border crossing | yasa dışı sınır geçişi |
illegal transition / illegal passage | yasa dışı geçiş |
to organize illegal transition | yasa dışı geçişi organize etmek |
those organizing illegal transition | yasa dışı geçişi organize ettikleri |
to plunder / to loot (y) | yağmalamak |
Let's loot the guardians depots and find some money. / Lass uns die Depots der Wächter plündern und uns decken mit Geld eindecken. | Muhafızların depolarını yağmayalıp para bulalım. |
She washes the laundry in the washing machine. | çamaşırlarını çamaşır makinesinde yıkayacak. |
She is cleaning under her bed. | Yatağının altını da temizliyor. |
a recipe | yemek tarifi |
Did he talk to you recently ? | Seninle yakın zamanda konuştu mu? |
at your convenience | mümkün olduğu kadar yakın bir zamanda |
The man having a very busy week at work | Bu işte yoğun bir haftası olan adam |
What was he supposed to do? | Ne yapması gerekiyordu |
What else would he do on Friday? | Cuma günü başka ne yapacaktı? |
On Friday he would do a presentation. | Cuma günü bir sunum yapacaktı. |
The program was very intense. | Programı çok yoğundu. |
If he makes a mistake | Eğer bir hata yaparsa |
If he makes a mistake he will be fired. | Eğer bir hata yaparsa kovulacak |
to put on paper / to write down / to transcribe / to redact | yazıya dökmek |
Let me write that down / Let me put this on paper | yazıya dökmeliyim |
I think I should write this down / I think I should put this on paper (lit. I think: Let me write this down) | yazıya dökmeliyim diye düşünüyorum. |
It was half the price of the others. | Diğerlerinin yarı fiyatındaydı |
the more he got older | yaşlandıkça |
the more he got older the more it began to be difficult | yaşlandıkça daha zor olmaya başladı |
He will find a way to help | yardım etmenin bir yolunu bulacak |
Find a way to help ! | Yardım etmenin bir yolunu bul ! |
to get stranded / to get stuck | yolda kalmak |
to get stranded/ stuck in the park | parkta yolda kalmak |
to catch / catch up with / keep up with | yetişmek |
to catch (ye) the train | trene yetişmek |
I couldn't catch (ye) the train | trene yetişemedim |
I trried hard but I couldn't catch (ya) the train. | Çok uğraştım, ama treni yakalayamadım. |
I f you are tired you can't join us. | Yorgunsan, bize katılmayabilirsin. |
right along / besides | yanı sıra |
to walk along | yanı sıra yürümek |
I think a way to reduce diseases is to eat more fresh vegetables , because due to this way there will be more vitamins in the body. | Hastalıkları azaltmanın bir yolunun daha taze sebze yemek olduğunu düşünüyorum bu şekilde bedende daha vitamin olacağından dolayı. |
but what can I do ? | ama ne yapabilirim |
domestic /local /einheimisch e.g. wine | yerli |
There has not been any accident on the road for many years, this road seems to be used. | Yolda herhangi bir kaza yaşanmamış yıllardır bu yolu kimse kullanmamış gibi gözüküyor. |
computer software | bilgisayar yazılımı |
refectory / dining hall | yemekhane |
elderli | yaşlıca |
old age / Alter | yaşlılık |
ageing | yaşlanma |
to grow old | yaşlanmak |
to put age on s.o. | yaşlandırmak |
to profit / benefit / utilize / take advantage of / make use of / exploit | yararlanmak |
Others think that Allah made use of evolution to create our earth. | Başkaları Allah'ın dünyamızı yaratmak için evrimden yararlandığını düşünür. |
to be someone's side / to take sides with | birinden yana olmak |
we were on the side of the detective | dedektiften yanaydık |
to prefere one thing over another | bir şeyi başka bir şeye yeğlemek |
Rather than believing this I'd prefer to believe in the magic craw. | Buna inanmaktansa sihirli bir kargaya inanmayı yeğlerdim. |
production / program | yapım |
capacity /ability /faculty / power | yeti |
the Creation | yaratılış |
from the beginning of Creation | yaratılışın başlangıcından |
God created from the beginning of Creation men as men and woman (female). (Mark 10: 6) | Tanrı, yaratılış başlangıcından insanları erkek ve dişi olarak yarattı. |
Maybe it was good (fitting /useful) for Caroline's playing hide and seek with her friends (fem.). | Belki kız arkadaşlarıyla birlikte saklambaç oynayan Caroline'in işine yarıyordu. |
writing desk /Schreibtisch | yazı masası |
half-way /half-baked /superficial /after a fashion | yarım yamalak |
to do by halves /to make a half-assed-attempt /to fudge | yarım yamalak yapmak |
inscription/legend /Inschrift | yazıt |
gravity | yerçekimi |
the force of gravity | yerçekimi kuvveti |
zero gravity | sıfır yerçekimi |
gravitational fields (the region of space surrounding a body in which another body experiences a force of gravitational attraction.) | yerçekimi alanları |
Newton's law of gravity | Newton'un yerçekimi kanunu |
as well as / besides / alongside | yanısıra |
fuel / combustible / gasoline | yakıt |
Qnd his blood is used as fuel for the time travel machine (the time machine to send back into the past) | Onun kanı da geçmişe yollayacak olan zaman makinesi için yakıt olarak kullanılıyormuş |
to attempt / try /dare /move to | yeltenmek |
printer | yazıcı |
The printer is out of paper. | Yazıcının kağıdı bitti. |
I can't decide. Let's flip a coin. | Karar veremiyorum. Yazı tura atalım. |
passenger | yolcu |
The passenger of the vehicle was unharmed. | Aracın yolcusu sağ salimdi. |
fire drill /Brandschutzübung /Probealarm | yangın tatbikatı |
Don't panic, it's only a fire drill. | Panik olmayın, bu sadece bir yangın tatbikatıdır. |
When she saw me, she kissed me twice on the cheeks. | Beni görünce, yanaklarımdan iki kez öptü. |
make-believe / pretended /mock | yapmacık |
with a mock smile(t) /with a make-believe smile | yapmacık bir tebessümle |
to find odd /to find strange (y) | yadırgamak |
This image did not seem odd at all. | Bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
The man's lying was twice as painful | Adamın yalancılığı iki kat acı veriyordu. |
a relative /connection (y) | yakın |
He was her only relative (y) | Tek yakını oydu. |
polls (y) /inspections /examinations | yoklamalar |
public opinion polls | kamuoyu yoklamaları |
rise / uptrend | yükseliş |
His sudden uprise in the latest public opinion polls | onun son kamuoyu yoklarmalarındaki ani yükselişi |
to lick boots /to bow and scrape | yaltaklanmak |
to try to get into someone's favour by licking boots | yaltaklanarak, gözüne girmeye çalışmak |
acrophobia /fear of height / Höhenangst | yükseklik korkusu |
Jill was of those lucky people who don't have a fear of height. | Jill, yükseklik korkusu olmayan şanslı insanlardandı. |
perfect/competent /mighty (y) | yetkin |
The Law of the Lord is perfect | RABbin yasası yetkindir |
Hundred dark masks and hundred pairs of eyes trying to see who was (lying) behind them. | Yüz kara maske ve arkalarında yatanı görmeye çalışan yüz çift göz |
the 'Gifted' (ones) | Yetenekliler |
to squander an opportunity | bir fırsatı yabana götürmek |
the sole /the only | yegâne |
the only meaning that I can see in this event | bu olayda benim görebildiğim yegâne mana |
Actually it takes away the only meaning that I can see in this event | Aslında bu olayda benim görebildiğim yegâne manayı ortadan kaldırır. |
fin /Flosse | yüzgeç |
If I am lying, let them chop me and make a soup out of me. (shark in Nemo) | Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınlar. |
If I am lying I hope they'll chop me and make a soup out of me. | Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınları |
If I am lying I hope they'll chop me and make a soup out of me. | Yalanım varsa beni doğrayıp çorba yapsınları |
to not give an inch to /to fail to | yanaşmamak |
He was a great borrower of books but did not care much to return them. | O, bol bol kitap ödünç alan ama geri vermeye pek yanaşmayan biriydi. |
He a lot (a pile/heap/bunch) of work to do today. | Bugün yapacak bir yığın işi vardı. |
Do we always love those around us? | Hep yanımızdakileri mi seviyoruz? |
He got a bunch /heaps of adresses, made (plenty of) phone calls. | Bir yığın adres almış, telefonlar etmişti. |
as if it were not enough | yetmiyormuş gibi |
he would find it inappropriate, unacceptable, weird | Yadırgar |
he started despising the house | evi yadırgar olmuştu |
He was always in his corner, always starting to despise the house. | Daima köşesinde, daima evi yadırgar olmuştu |
to be exalted (to be rendered high) above an ablative | yüce kılınmak |
the faithful will be exalted above the unbelievers (from the Wheel of time) | sadıklar inanmayanlardan yüce kılınacaktır |
the faithful will be exalted above thrones(from the Wheel of time) | sadıklar tahtlardan yüce kılınacaktır |
to corrupt | yezlaştırmak |
the male half of the True Source (magic power/wheel of time) had been corrupted | Gerçek Kaynak'ın eril yarıs>nı yezlaştırmıştı |
to walk past a place / to pass in front of a place walking | bir yerin önünden yürüyerek geçmek |
When I passed a short while ago the place where I had gone only one time (before) | Az önce, sadece bir kez gittiğim yerin önünden geçerken |
When I passed a short while ago the place where I had gone only one time (before), the place was exactly as I remembered. | Az önce sadece bir kez gittiğim yerin önünden geçerken yeri tam olarak hatırladım, |
The passports of people who go abroad are controlled. | Yurt dışına gidenlerin pasaportları kontrol edilir. |
Is it possible that he didn't eat? | Yememiş olması mümkün mü? |
Is it possible that he didn't eat? | Yememiş olması mümkün mü? |
Is it possible that I quickly eat something before we go? | (Biz) gitmeden önce hızlıca bir şey yemem mümkün mü? |
mossy /lichenous /moosbewachsen | yosunlu |
under a mossy cypress tree | yosunlu servi ağacının altında |
He leaned against the tree trunk. | Ağacının gövdesine yaslanmıştı. |
mane /Mähne (e. g. horse) | yele |
The horse was a huge(d) black horse with a mane and a tail that rippled behind it. | At, yelesi ve arkasında dalgalanan kuyruğuyla devasa siyah bir attı. |
to reach a judgement / pass judgement on | yargıya varmak |
final judgement /final conclusion/ last (absolute) decision | kesin yargı |
to reach a final judgement /to reach a final conclusion | kesin yargıya varmak |
Don't come immediately to a final judgement /conclusion | Hemen kesin bir yargıya varma |
A Midsummer Night's Dream | Bir Yaz Gecesi Rüyası |
if we are going to do this | bunu yapacaksak |
If we are to do this let's get done with it as soon as possible. | Bunu yapacaksak bir an önce halledip kurtulalım. |
I was tired, cranky and the last thing I wanted was more hiking. | Yorgundum, sinirliydim ve istediğim son şey, biraz daha yürüyüştü. |
mossy-ish/lichenous /moosbewachsen | yosunumsu |
a mossy-ish rug | yosunumsu bir kilim |
the floor was covered with a mossy-ish rug | zemin yosunumsu bir kilimle kaplıydı. |
But nothing tried (y) to grab me and pull me back. | Ama hiçbir şey beni yakalayıp çekmeye yeltenmedi. |
And why would I want to help you? | Sana neden yardım edeyim ki? |
bootlicker /groveler /asshole (y) /Schleimer | yalaka |
turning to his followers/grovelers/bootlickers he puffed up his chest. | yalakalarına dönerek göğsünü kabarttı |
Time seemed to slow down. | Zaman yavaşlamış gibiydi. |
dragonfly / Grosslibelle | yusufçuk |
investment | yatırım |
investor | yatırımcı |
all alone | yapayalnız |
to pile something up | yığmak |
to be piled up | yığılmak |
to faint /to pass out | yere yığılmak |
The Turkish language patch of the game cane out. | Oyunun Türkçe yaması çıktı. |
sleeve | yen |
The arm is broken, it remains inside the sleeve (prov. When something shameful happened, tge family will cover it up. > We have doubts about, but we will never fibd out...) | Kol kırılır, yen içinde kalır. |
seaweed | deniz yosunu |
judicial council (from yargılamak) | yargıtay |