to perceive /wahrnehmen | algılamak |
Don't take it (anything) personally | Hiçbir şeyi kişisel algılamayın |
the only thing she could perceive in the dark(ness) | Karanlıkta algılayabildiği tek şey |
fierce / furious / wild | azgın |
at least three fierce dogs must be guarding this place | Burayı en az üç azgın köpek koruyor olmalı. |
If one would look at this door / seen this door | Bu kapıya bakılacak olursa |
continuous | aralıksız |
The continous side by side standing books | Aralıksız yan yana duran kitaplar |
What did he tell you ? Was hat er dir erzählt? | Sana ne anlattı? |
they used to torment me | acı çektiriyorlardı bana |
to hobble /limp / hinken / humpeln (a ) | aksamak |
proverb / saying | atasözü |
It doesn't make any sense. | Hiçbir anlam ifade etmiyor. |
to torment / agonize / persecute | acı çektirmek |
to exaggerate | abartmak |
Merciless / cruel / pitiless / grim/ brutal | acımasız |
to lower (a) | alçaltmak |
He lowered his voice. | Sesini alçalttı. |
clear / open / light (for colours) | açık |
clearly/ plainly /manifestly/ distinctly | açıkça |
to open / to turn on/up | açmak |
Name/title | ad |
island | ada |
sage (herb) | adaçayı |
man | adam |
excuse-me (a) | Affedersin |
net /web | ağ |
tree | ağaç |
heavy / weighty / grave / severe | ağır |
a heavy silence | ağır bir sessizlik |
I knew her sleep was heavy (past progr) | Onun uykusunun çok ağır olduğunu biliyordum. |
heavy/ deep sleep | ağır uyku |
mouth | ağız |
from my mouth | ağzımdan |
stable | ahır |
to take the horse to the stable | atı ahıra götürmek |
I would have told him to take his horse himself to the stable | Atını ahıra kendisinin götürmesini söylerdim |
immoral | ahlaksız |
immorality | ahlaksızlık |
It is immorality | Ahlaksızlıktır |
raspberry | ahududu |
intelligent / smart | akıllı |
someone intelligent | akıllı biri |
to confuse sb/ perplex / puzzle (a k) | aklını karıştırmak |
axle ( of a car/waggon) | aks |
opposite / adverse / spiteful (a) | aksi |
a spiteful (a) person (b) | aksi biri |
evening | akşam |
the evening air | akşam havası |
supper / dinner | akşam yemeği |
the evening star (a y) | akşam yıldızı |
in the evening | akşamleyin |
scoundrel | alçak |
tool / equipment /instrument /devise / outfit / gadget | alet |
flame | alev |
irritable / excitable /touchy (person)/ thin-skinned/ squeamish /easily offended / überempfindlich | alıngan |
touchiness /squeaminess / sensitiveness / Empfindlichkeit | alınganlık |
shopping | alışveriş |
to go (out) shopping | alışverişe çıkmak |
to do shopping | alışveriş yapmak |
to take | almak |
gold | altın |
under | altında |
aluminium -Al 13 | alüminyum |
but | ama |
purpose/goal / objective | amaç |
to intend / to aim at / to target + acc | amaçlamak |
warehouse / storage / barn / storehouse | ambar |
to gather food in barns | ambarlara yiyecek biriktirmek |
uncle (paternel) | amca |
Amethyst | ametist |
moment | an |
key | anahtar |
pineapple | ananas |
only / lediglich / but / however | ancak |
memory | anı |
suddenly (a...d) | aniden |
you don't understand (pl) | anlamıyorsunuz |
I can't explain /tell | anlatmak elimde değil |
for a moment | bir anlığına |
Even - if for a moment (only) | hatta - bir anlığına olsa da |
mother | anne |
suddenly (a...z) | ansızın |
Come one night suddenly again | Bir gece ansızın gel yine |
fool | aptal |
like a fool / foolish | aptal gibi |
car / cart / wagon | araba |
tool / means (could be a car e.g.) | araç |
between/ among | arası |
to investigate / search research/ explore/ survey / study | araştırmak |
land/ territory/ terrain | arazi |
after (behind) a genitive (a) | ardından |
Seek ye first His Reign and righteousness | Siz öncelikle Onun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin. |
bee | arı |
back / hind / rear (a) | arka |
friend | arkadaş |
pear | armut |
no longer / no more / from now on | artık |
He increases the force of the powerless | takati olmayanın kudretini artırır |
to increase something | artırmak |
to increase | artmak |
with a sullen /gloomy face | asık suratla |
principally / originally / true | asıl |
a silence was suspended | bir sessizlik asılıydı |
to hang (on) / to be suspended | asılmak |
never (a) | asla |
He seemed to never grow up. | O asla büyümüyor gibiydi. |
lion | aslan |
in fact / actually / originally | aslında |
More or less / approximately | aşağı yukarı |
(that is) lower | aşağıdaki |
vile / wicked / mean | aşağılık |
downwards | aşağıya |
the cook | aşçı |
storyteller /poetrysinger with long flute /lover | âşık |
I would have told him - gleeman or not... | Âşık ya da değil, ona söylerdim. |
extreme | aşırı |
to an extreme degree / extremely | aşırı derecede |
love (romantic) | aşk |
horse | at |
fire (chimney / camp fire) | ateş |
to be thrown/to plunge / dash | atılmak |
seen how you jumped | nasıl atladığına bakılırsa |
to jump (over) | atlamak |
to throw | atmak |
consolation / solace | avuntu |
to console / comfort / cheer up / delude | avutmak |
I comforted myself with this | Bununla kendimi avuttum |
moon | ay |
to jump to one's feet | ayağa fırlamak |
foot | ayak |
stallion | aygır |
bear | ayı |
the same / ditto / exactly / just the same ( adv) | aynen |
the same (adj) | aynı |
at the same time | aynı anda |
moreover /also (a) | ayrıca |
detail | ayrıntı |
little / peu / kaum / not enough | az |
Well done ! /Bravo | Aferin ! |
month | ay |
a month ago | bir ay önce |
to ignite / fire /set off / let fly | ateşlemek |
bitter / painful / heartbroken / mournful / wehmütig | acılı |
with a mournful voice | acılı bir sesle |
to become open / to get lighter(heller) / to open up into... / to lead to | açılmak |
to lower / to descend (intransitive) | alçalmak |
white/close to white | ak |
Mediterranean | akdeniz |
to become lighter/ to become/turn white | ağarmak |
My hairs have started to turn white.(a) | Saçlarım ağarmaya başladı. |
to get hungry / to be hungry / to feel hungry | acıkmak |
hungry | aç |
to explain | açıklamak |
to make somebody explain something | açıklatmak |
to cause sb to make sb explain sth | açıklattırmak |
to cause sb to cause sb to make sb explain sth | açıklattırtmak |
to cause sb to cause sb to cause sb to make sb explain sth | açıklattırttırmak |
The teacher made me explain the answer of the question. | Öğretmen sorunun cevabını bana açıklattı |
The teacher explained to me the answer of the question. | Öğretmen sorunun cevabını bana açıkladı |
The teacher caused sb to explain the answer of the question to me.) (namely: he told someone else to explain it to me, and that person did. | Öğretmen sorunun cevabını bana açıklattırdı |
Europe | Avrupa |
to despise, to run sb down, to degrade /humilate | aşağılamak |
Abandon to run me down! Stop humilating me ! | Beni aşağılamaktan vazgeç! |
moon light | ay ışığı |
to stand up | ayağa kalkmak |
to suffer | acı çekmek |
He had suffered much. | Çok acı çekmişti. |
(towards /straight) downwards | aşağıya doğru |
Their capes shining in the moonlight. | Örtüleri ay ışığında parlayarak |
But this did not reduce her beauty. | ama bu güzelliğini azaltmıyordu. |
to decrease / reduce sthg | azaltmak |
to decrease / reduce (intransitive) | azalmak |
to get heavy / to get harder / to get serious / to spoil (food) | ağırlaşmak |
to get heavy with the smell of the Urgals | Urgalların kokusuyla ağırlaşmak |
It dashed quickly ahead | hızla ileri atıldı |
Palm (hand) | avuç |
from the inside of his palm | avucunun içinden |
to brighten / to lighten | aydınlatmak |
It lightened the trees with a blood coloured light. | Ağaçları kan rengi bir ışıkla aydınlattı. |
to jump from (the top of) the horse | atın üstünden atlamak |
to take a step | bir adım atmak |
after taking a step | bir adım attıktan sonra |
after taking a step towards them | Onlara doğru bir adım attıktan sonra |
it remained in flames | alevler içinde kaldı |
area / field / space | alan |
the trap area | tuzak alanı |
mercilessly / cruelly/ pitilessly / grimly | acımasızca |
off shore / in the open (naut. term) here: away from | açığında |
one and a half miles away from | bir buçuk mil açığında |
one and a half miles away from the trap area | tuzak alanının bir buçuk mil açığında |
six meters down (lower) | altı metre aşağı |
he jumped and landed. | atlayıp indi |
instantly / in an instant / right away /immediatly | anında |
according to ressearch | araştırmalara göre |
Beer and similar beverages decrease your interest in your environment. | Bira ve benzeri içecekler, sizin çevrenize olan ilginizi azaltır |
When the Urgals dashed ahead.. | Urgallar ileri doğru atılırken |
a flame ball | bir alev topu |
vulgar / lowly | adi |
in a vulgar language | adi bir dilde |
in a vulgar language only known to him | yalnızca kendisinin bildiği adi bir dilde |
to supply / offer | arz etmek |
to not appeal | çekicilik arz etmemek |
mediation / intercession | aracılık |
to overcome / beat / overwhelm | alt etmek |
The light shines in the darkness. The darkness could not overcome it. | Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi. |
There was the real light that came to earth, illuminating every human being. | Dünyaya gelen, her insanı aydınlatan gerçek ışık vardı. |
He was in the world, the world came to being through him (with his mediation) but the world did not know him. | O, dünyadaydı, dünya Onun aracılığıyla var oldu, ama dünya Onu tanımadı |
appartment block / building | apartman |
the flats of a building | apartmandaki daireler |
shoe | ayakkabı |
a shoe thief | ayakkabı hırsızı |
in order to find the shoe thieves | ayakkabı hırsızlarını bulmak için |
in order to / with the purpose to | amacıyla |
in order to find the thief stealing shoes | ayakkabı çalan hırsızı bulmak amacıyla |
It is no longer important. / It doesn't matter anymore. | Artık önemli değil. |
to hang | asmak |
hanging, suspended, dependent, pendant, pendent, pending | asılı |
prey (a) | av |
to call / search / seek / look for / to call (someone on the phone) | aramak |
to hunt for prey (a) | av aramak |
(which had been) flying in the air and hunting for prey (a) | havada uçan ve av arayan |
to keep hanging | asılı durmak |
mind / intellect / wisdom | akıl |
my love | aşkım |
golden-haired | altın saçlı |
a golden-haired woman | altın saçlı bir kadın |
mirror | ayna |
his reflection (which was) in the mirror | aynadaki yansıması |
seperated by / divided by... | ... ile ayrılmış |
divided by a line | bir çizgi ile ayrılmış |
meaning / significance / sense / point | anlam |
This symbol had a meaning. | Bu simgenin bir anlamı vardı. |
to jump onto X | X’e atlamak |
how fast you jumped onto the idea / how fast you accepted the idea | Fikre nasıl atladın |
to understand (a) | anlamak |
to agree / bargain/ settle (a) | anlaşmak |
to be understood (a) | anlaşılmak |
the fact that it is impossible to understand (lit. cannot be understood) | anlaşılamamasıdır |
also why that speaker comes up until the end of the news with an emotionless expression but smiles at the last words is a fact that cannot be understood. | o da spikerin neden donuk bir ifadeyle haberin sonuna kadar gelip de son kelimelerde gülümsediğinin anlaşılamamasıdır. |
mothertongue / native language | anadil |
About twenty million people speak this language as their mothertongue. | Bu dili yaklaşık yirmi milyon insan anadili olarak konuşuyor. |
hunting / huntsmanship / Jagd | avcılık |
to be fed for hunting purposes /work | avcılık işler için beslenmek |
a mammal with a good sense of smell, fed for guarding and hunting purposes | çok iyi koku alan, bekçilik, avcılık işler için beslenen memeli hayvan |
parasite | asalak |
parasitic (by being a parasite) | asalak olarak |
footless | ayaksız |
a thin, long, soft, feetless, small animal living as a parasite in things as fruit, vegetables, meat, cheese, wood and bowels. | meyve, sebze, et, peynir, tahta, bağırsak gibi şeyler içinde asalak olarak yaşayan, ince, uzun, yumuşak, ayaksız küçük hayvan |
domaine / Domäne (biol.) (e.g. Eucaria / Eukarioten(echter Zellkern/ reiche Kompartimentierung/unlike bacteria) | Üst âlem |
to train s.o. to accept sth / to make sth go smooth / to allow s.o. to get addicted | alıştırmak |
to get accustomed to / to get trained to | alıştırılmak |
a predatory bird trained to be used for bird hunting | alıştırılarak kuş avında kullanılan yırtıcı kuş |
monthly | aylık |
salary (= monthly payment) | aylık |
with a monthly salary | aylıkla |
amateur | amatör |
bright / brightness | aydınlık |
The sun was giving a bright light. | Güneş aydınlık bir ışık veriyordu. |
The brightness and warmth of the sun | Güneşin aydınlığı ve ısısı |
to pay attention/ mind/ heed/ take heed of/ bother about/ care | aldırmak |
attention / care | aldırış |
not to mind / not to pay any attention to a dative | aldırış etmemek |
He walked with a steady stride without paying attention to the wind. | Rüzgâra aldırış etmeden telaşsızca yürüyordu. |
monument | anıt |
sheep fold/ sheep pen | ağıl |
helpless / incapable / inept / impotent / powerless / weak | aciz |
how helpless | ne kadar aciz |
greatness /grandeur / magnificence (a) | azamet |
despite (r) all its greatness | bütün azametine rağmen |
My address information | Adres bilgilerim |
I want to change my address | Adresimi değiştirmek istiyorum |
clarity / openness | açıklık |
to restore clarity / to get straight | açıklığı kavuşturmak |
Let's get something straight. | Bir şeyi açıklığa kavuşturalım. |
rear (a) | art |
to ignore | göz ardı etmek |
but of course | ama tabii |
to reserve / to book | ayırtmak |
to differentiate | ayırt etmek |
He did not care anymore | Artık aldırmıyordu |
to snack | atıştırmak |
You snack a bit | Biraz atıştırsın |
separation | ayrılık |
lamentation /wail | ağıt |
(Book of) Lamentations | Ağıtlar |
to mourn / lament / wail | ağıt yakmak |
exercise | alıştırma |
twilight | alacakaranlık |
at (the time of ) / by twilight | alacakaranlık vakti |
wooden (a) | ahşap |
the black wooden (a) house door / the house door (made)out of dark wood | Kara ahşaptan ev kapısı |
he stood a few steps behind (g) them and | o onların birkaç adım gerisinde durup |
to scold | azarlamak |
as if she wanted to scold | azarlarcasına |
One magpie as if she wanted to scold opened her wings and... | Bir tane saksağan azarlarcasına kanat çırpıp... |
suddenly | bir anda |
vow / offering | adak |
show breads (OT) /offering breads | adak ekmekleri |
He ate the show breads which only the priests could eat. | O, ancak kâhinlerin yiyebileceği adak ekmeklerini yedi. |
to not explain | açıklamamak |
accepting / dignified/ sober-minded/ unpertubably (lit.heavy-headed) | ağır başlı |
maximum | azami |
understanding/ comprehensive | anlayışlı |
overjoyed / grin from ear to ear (lit his mouth is in his ears) | Ağzı kulaklarında |
aggressive/ adventuresome/ enterprising /bold /reckless | atılgan |
I am hungry = I've become hungry. I wasn't before, but now it's changed | Acıktım |
If I don't eat something for 5 hours, I get very hungry - habit / happens every time | Beş saat bir şey yemezsem çok acıkıyorum |
dude | Abicim |
impulsiveness / Being impulsive/ initiative / boldness / Kühnheit / Verwegenheit / Wagemut | atılganlık |
priviledge | ayrıcalık |
the priviledge to know | bilme ayrıcalığı |
the priviledge to know the secrets | sırları bilme ayrıcalığı |
the priviledge to know the secrets of the Kingdom of heavens | Göklerin Egemenliği'nin sırlarını bilme ayrıcalığı |
time before sunrise / sky is getting light blue / sun not yet to be seen ('whitening') | ağarma |
I am priviledged | ayrıcalıklıyım |
Let me get this straight (us - this subject) | Bu konuyu açıklığa kavuşturalım |
Let's clarify a few things | Birkaç şeyi açıklığa kavuşturalım |
hastiness / rashness / speediness / impetuosity | acelecilik |
Hastiness causes people to make mistakes (drops them to error) | Acelecilik insanı yanılgıya düşürür. |
Can you call me? | Beni arayabilir misin? |
Can you open it? | Onu açabilir misin ? |
I can't understand you. | Seni anlayamıyorum. |
We can call him and his friend. (phone) | Onu ve arkadaşını arayabiliriz. |
I am having dinner. | Akşam yemeği yiyorum. |
Feelings and thoughts need to be explained open and clearly (net). /in a clear way (ş) | Duygu ve düşüncelerin açık ve net bir şekilde anlatılması gerekir. |
to be told / to be explained | anlatılmak |
The situation and the event to be explained /told | Anlatılacak hâl ve olay, |
narrator | anlatıcı |
in the narrator's mind | anlatıcının zihninde |
to be fixed / determined in the narrator's mind | anlatıcının zihninde belirlenmek |
It must be clearly and net fixed / determined (b) in the narrator's mind | anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
The situation and the event to be explained, must be clearly and net defined in the mind of the narrator. | Anlatılacak hâl ve olay anlatıcının zihninde açık ve net biçimde belirlenmelidir. |
Characteristics of Expression | Anlatımın Özellikleri |
Fluency / fluidity / smoothness | akıcılık |
firefly / glowworm / Glühwürmchen | ateşböceği |
expression / manner of telling | anlatım |
sunflower (lit. moonflower) | ayçiçeği |
sunflower oil | ayçiçek yağı |
deceitfulness / trickiness | aldatıcılık |
sixty | altmış |
almost / so to say / nearly / as good as | adeta |
as good as frozen | adeta donmuş gibi |
snack | atıştırmalık |
can we have ... please? | ... alabilir miyiz lütfen? |
Can we have the menu please ? | menüyü alabilir miyiz lütfen? |
starter / apéritive | aperatif |
main course | ana yemek |
I would like (I'll have) (a) - Let me take | alayım |
I would like a glass of tea (have) - Let me take ... | bir bardak çay alayım |
I would like some milk (have) Let me take some milk | biraz süt alayım |
Bankcontact /Mister cash | ATM |
to 'go' shopping | alışverişe gitmek |
Let's go shopping (g) | Alışverişe gidelim. |
family | aile |
grandmother (maternel) | anneanne |
That is my friend from the States. | Bu Amerika'dan arkadaşım |
scarf | atkı |
What do you want to buy ? | Ne almak istiyorsun? |
hot / warm /spicy | acı |
allergic | alerjik |
seperate / dissimilar / distinct | ayrı |
ooops ! / oh ! | aman! |
to have dinner | akşam yemeği yemek |
That one is actually bigger | aslında şu daha büyük |
Germany | Almanya |
lawyer | avukat |
toe | ayak ucu |
emergency | acil durum |
pain | ağrı |
headache | baş ağrısı |
fever | ateş |
to hurt (to be painful); to pity | acımak |
I see... | anlıyorum ... |
This is an emergency. | bu acil bir durum |
it hurts | acıyor |
downstairs | alt kat |
between | arasında |
It's between the kitchen and the living room. | mutfak ve oturma odası arasında |
I have to buy a present for my mum | annem için bir hediye almam gerekiyor |
weight | ağırlık |
It weighs a ton! | bir ton ağırlığında! |
kindergarden | anaokulu |
ambulance | ambulans |
My arm hurts | kolum acıyor |
to go out for dinner | akşam yemeğine çıkmak |
the sixth | altıncı |
the sixty-third | altmış üçüncü |
August | Ağustos |
December | Aralık |
euro | avro |
an agreement / a deal | anlaşma |
to make a deal / to make an agreement | bir anlaşma yapmak |
Let's make a deal | bir anlaşma yapalım |
Do you know where my keys are ? | anahtarlarımın nerede olduğunu biliyor musun? |
Your keys are under the sofa. | anahtarların koltuğun altında |
My friends and I are going out for dinner. | arkadaşlarım ve ben akşam yemeğine çıkacağız |
to be over the moon / for the mouth to reach the ears | ağzı kulaklarına varmak |
o dear | aman allahım |
Will you be back before or after dinner? | akşam yemeğinden önce mi sonra mı döneceksin? |
to leave; to depart; to break up | ayrılmak |
When are you going to leave ? | ne zaman ayrılacaksın? |
love life | aşk hayatı |
I don't want to talk about my love life. | Aşk hayatımdan konuşmak istemiyorum |
cynical / mockingly (... b) | alaycı bir biçimde |
Aches and pains | ağrılar ve acılar |
Aches and pains turned into distant memories, then vanished. | Ağrılar ve acılar uzak anılara dönüştü, sonra yok oldu. |
argument (reasoning) | argüman |
American football | Amerikan futbolu |
What's the point? / What's the meaning? | ne anlamı var? |
to make sense | anlam ifade etmek |
What's on your mind? | aklında ne var? |
Africa | Afrika |
Asia | Asya |
Australia | Avustralya |
Antarctica | Antarktika |
Asian | Asyalı |
European | Avrupalı |
hunting knife | avcı bıçağı |
to spoor / to track (game) /eine Spur verfolgen | av izi sürme |
hunter | avcı |
He was the only hunter near Carvahall. | Carvahall yakınındaki tek avcıydı o. |
He was the only hunter near Carvahall who had the courage to track game. | av izi sürme cesareti gösteren Carvahall yakınındaki tek avcıydı o. |
It was the third night of the hunt. | Avın üçüncü gecesiydi. |
sometimes / occasionally / from time to time | ara sıra |
He looked only occasionally at the tracks. | İzlere yalnızca ara sıra bakıyordu. |
angle | açı |
Its left front foot was stretched in a weird angle | sol ön ayağı garip bir açıyla uzanmıştı. |
from different angles | değişik açılardan |
Why did you go to Europe? | Neden Avrupa'ya gittin? |
justice | adalet |
The United States of America | Amerika Birleşik Devletleri |
Is there a king in the United States? | Amerika Birleşik Devletleri'nde bir kral var mı? |
There is no king or queen in the United States. | Amerika Birleşik Devletleri'nde kral veya kraliçe yok. |
It's a deal! | anlaştık! |
In that case we are colleagues from now on | O zaman biz de artık iş arkadaşıyız |
military | askeriye |
soldier | asker |
beginner | acemi |
beginner's luck | acemi şansı |
to cry | ağlamak |
suddenly (a) I got very scared | aniden çok korktum |
candidate | aday |
poll | anket |
coach /trainer | antrenör |
what an idiot! | ne aptal! |
to forgive | affetmek |
forgive me | beni affet |
wise | akıllıca |
That was a wise choice. | akıllıca bir seçimdi |
understood / roger | anlaşıldı |
step | adım |
she's always two steps ahead of me | her zaman benim iki adım önümde |
'the way of the mind is one' / (great) minds think alike | aklın yolu bir |
fair /just | adil |
unfair | adaletsiz |
silly | aptalca |
this isn't fair | bu adil değil |
this is so unfair | bu o kadar adaletsiz ki |
you should forgive him | onu affetmelisin |
she shouldn't tell anyone | hiç kimseye anlatmamalı |
should I forgive my boyfriend? | erkek arkadaşımı affedeyim mi? |
to turn up the volume | sesini açmak |
operation (med) | ameliyat |
antibiotics | antibiyotik |
alcohol | alkol |
alcoholic | alkollü |
junk food | abur cubur |
actor (a) | aktör |
actris (a) | aktris |
to cross; to exceed | aşmak |
you have crossed the line | çizgiyi aştın |
difference between ... | ... arasındaki fark |
anaesthetics | anestezi |
allergy | alerji |
to be in pain | ağrısı olmak |
to fall in love | aşık olmak |
lung | akciğer |
why did you fall in love? | neden aşık oldun? |
we broke up | ayrıldık |
he had less hair than that guy | şu adamdan daha az saçı vardı |
... the box which I opened | ... açtığım kutu |
astronaut | astronot |
to be in the way | ayak altında olmak |
ancestor / forefather | ata |
our ancestores | atalarımız |
the god of our forefathers | atalarımızın Tanrı'sı |
I didn't understand this | Bunu anlamadım |
I don't understand | Anlamıyorum |
Are you hungry | Aç mısın |
I am hungry too | Ben de açım |
Love conquers all / Amor omnia vincit | Aşk her güçlüğü yener |
No pain no gain (a k y) | Acısız kazanç yoktur |
irritable / nervous (a) | asabi |
When she is unhappy she is irritable. | Mutsuz olduğu zaman asabidir. |
to get over / to bypass / to survive | atlatmak |
argo: to give s.o. the slip / o escape from someone who is watching or following you | birini atlatmak |
anyhow /somehow or other you will get over it | nasıl olsa sen atlatırsın |
to be looked for | aranmak |
red / rosy / scarlet | al |
belonging (defect verb) | aidiyet |
belonging (defect verb) | ait olma |
belonging (defect verb) | aitlik |
receiver (receiving person) /Empfanger | alıcı |
Ablative | ayrılma hâli - -den hâli |
We too belong to the Lord (M) 2 Korintiler 10:7 | Biz de Mesih'e aitiz. |
bisextile | artık yıl |
nuclear waste | nükleer atık |
(food) leftover | artık yemek |
not anymore/no more | artık yok |
enough is enough | yeter artık! |
but it's over | ama artık bitti |
off you go (go ahead / get started) | artık başlayın! |
stop it (d/k) | dur artık - kes artık |
drop it (drop the subject) | kapat şu konuyu artık! |
to have one's luck run out (it no longer smiles to your face) | artık şans yüzüne gülmemek |
the ball is in your court now | artık top sende |
Don't talk when your mouth is full! | Ağzın doluyken konuşma ! |
It is the red (= ripe and juicy) apple that gets a lot of people throwing stones at it. meaning: Successful people are often a target for envious and slanderous criticism. | Al elmaya taş atan çok olur. |
Though it is the hand (=man) that grabs the credit, it is in fact the tool that does the work. This is the inverted way of saying, "A bad workman (always) blames his tools. A poor workman blames his tools." | Alet işler, el övünür. |
accustomed /gewohnt (...m...) | alışmış |
to be used to / to be accustomed to | alışmış bulunmak |
Once a thief always a thief / The addict is more desperate and dangerous than the rabid. ("Addiction" here has no special reference to drugs; it merely points to "one who is used to".) | Alışmış kudurmuştan beterdir. |
sigh /curse | ah |
to groan | ah etmek |
to sigh | ah çekmek |
to sigh over sthg / s.o. | ah vah etmek |
stupid me | ah aptal kafam |
to be cursed for one's cruelty | ah almak |
slowly (a) | aheste aheste |
Desist from provoking the innocent's malediction; otherwise, your wrongdoing will be visited upon you by and by, slowly but surely. Don't get the oppressed's curse on you, activating slowly.... | Alma mazlumun âhını, çıkar aheste aheste. |
Haste makes waste. transl: "The devil gets involved in things hastily done." | Acele işe şeytan karışır. |
A hungry bear will not dance/play. meaning: "One cannot work on an empty stomach." [This is the kind of proverb with which you might even remind the fact to your boss (surely, an asshole or a bitch) if you are plucky enough.] | Aç ayı oynamaz. |
A quiet baby gets no suck. It's the creaking wheel that gets the grease. | Ağlamayan çocuğa meme verilmez. |
idiot /fool (...k) | Ahmak |
coin | akçe |
silver coin (lit. white coin) | ak akçe |
The silver coin is for dark days. ( Save something for a rainy day) | Ak akçe kara gün içindir. |
If brains were put to sale in the bazaar, everyone would choose his own. | Akılları pazara çıkarmışlar, herkes kendi aklını beğenmiş. |
Misfortunes come always one upon another. It never rains but pours. Misfortunes never come singly. | Aksilikler hep üst üste gelir. |
shame / reproach /blemish / fault | ayıp |
to behave shamefully /disgrace | ayıp etmek |
scandalous | çok ayıp |
There is no shame in not knowing, shame lies in not finding out. | Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp. |
Shame on you | ayıp sana |
for shame | ne ayıp |
hidden defect | gizli ayıp |
free from defects | ayıpsız |
He who looks for a friend without blemish remains friendless. | Ayıpsız dost arayan dostsuz kalır. |
A person's mirror are his works,words are not looked at. (Actions speak louder than words) | Aynası iştir kişinin, lâfa bakılmaz. |
He who steals a little will also steal a lot. | Azı çalan çoğu da çalar. |
He who steals a little will also steal a lot. | Azı çalan çoğu da çalar. |
Avocado | Avokado |
Quitte | ayva |
Pistazie | Antepfıstığı |
barley /Gerste | arpa |
aromatic | aromalı |
Sunflowerseed | ayçiçek çekirdeği |
kinship /Verwandschaft | akrabalık |
Blood runs thicker than water | akrabalık arkadaşlıktan daha önemlidir |
seperately | ayrı ayrı |
the evening news | akşam haberleri |
to catch the last evening news | son akşam haberlerini yakalamak |
unusual / unconventional / eccentric | alışılmamış - alışılmadık |
Custom/habit /Gewohnheit | alışkanlık |
regular / usual / common / accustomed (a) | alışılmış |
the habitual criminal | alışılmış suçlu |
the usual thing | alışılmış şey |
less than the usual amount | alışılmış miktardan az |
unusual / unordinary | alışılmış olmayan |
but the Queen did not care about this anymore | ama Kraliçe'nin buna aldırdığı yoktu artık |
pale (a) | akça |
Maple / Ahorn | akçaağaç |
hunger | açlık |
Lupinen | acıbakla |
Do you understand (me)? | Anlıyor musun? |
toes | ayak parmakları |
abonnieren | abone olmak |
address book (computer) | adres defteri |
paperclip /Büroklammer | ataş - ataç |
palm ( hand) | aya |
parents (a) | anababa |
I am going to this address | Bu adrese gidiyorum. |
Hurry up ! | Acele et ! |
Call an ambulance ! | Ambulans çağırın ! |
atmosphere | atmosfer |
moonstone /Mondstein (pearly white /consisting of alkali feldspar) | aytaşı |
agate / Achat | akik |
aquamarine (mavimsi yeşil değerli bir taş) | akuamarin |
Nitrogen / Stickstoff - N 7 | azot |
Argon - Ar 18 (renksiz gaz) | argon |
bee eater/merop /Bienenfresser (Southeast european/African bird - about 24 cm big/ very colourful) | arıkuşu |
a natural desire | doğal arzu |
to desire | arzu etmek |
a desire | arzu |
albatross | albatros |
As (cards) (a) | as |
Knight Pferd (chess) | at |
to applaud | alkışlamak |
atomic structure | atomik yapı |
I think you have some knowledge about the atomic structure. | Atomun yapısı hakkında birtakım bilgilere sahipsindir, diye düşünüyorum. |
plus / positif (e.g. electrons) | artı |
1 + 1 = 2 | Bir artı bir eşittir iki. |
So it was said," As many as there are protons and neutrons, that is the weight of the atomic nucleus." | O yüzden, 'kaç proton ve nötron varsa, atom çekirdeği o ağırlıktadır,' deniyordu. |
reminiscent/ reminding of (a) | andıran |
The door led to / opened up to a hall (h) reminding of a tube shaped tunnel | Kapı, tüneli andıran, boru şekilli bir hole açılıyordu. |
smokeless / rauchfrei | dumansız |
folk /community / people (a) | ahali |
used to / accustomed (..k..) | alışkın |
She is accustomed to fly outside. | Dışarıda uçmaya alışkın. |
surface / Fläche (geom) | alan |
as much as possible | alabildiğine |
as far as possible from x | x-den alabildiğine uzak |
As a matter of fact / lit. if you take a look at its actual form | Aslına bakarsanız |
As a matter of fact / if you were to take a look at its actual form | Aslına bakacak olursanız |
as far as possible from being x | x olmaktan alabildiğine uzak |
He was as far as possible from being normal. | O normal olmaktan alabildiğine uzaktı. |
He went to a place as far as possible from his home. | O, kendi evinden alabildiğine uzak bir yere gitti. |
wand | asa |
training | antrenman |
padlock / Vorhängeschloß | asma kilit |
a cage with padlock | asma kilitle kafes |
courtyard / yard / atrium | avlu |
helter-skelter / headlong / hurriedly | apar topar |
to make fun of an acc / to laugh about an acc/ sich lustig über /jem. auslachen | alay etmek |
less / fewer | daha az |
Nearly / almost (a) | az daha |
to remember /to commemorate / to mention / gedenken | anmak |
to be commemorated / refered to / mentionned | anılmak |
He who must not be named (the person whose name must not be mentionned/commemorated) | Adı Anılmaması Gereken Kişi |
It's all that keeps me going. / Das einzige was mir hilft weiterzumachen. / Das einzige was mich auf den Beinen hält. | Beni ayakta tutan tek şey bu. |
I don't belong here. | Ben buraya ait değilim. |
I belong to your World - to the one's that are in Hogwarts ( Hogwarts'ta olan dünyaya.) | Ben sizin dünyanıza aidim - Hogwarts'takine. |
put your foot down (on the gas)! | Ayağını gaza bas ! |
Let's have it ! Let'hear it ! | Anlat bakalım! |
antik dealer | antikacı |
antik shop | antika (cı) dükkânı |
to take into pieces / to seperate / to disassemble | ayırmak |
familiar (a) | aşina |
a melody (e) that was familiar | aşina olduğu bir ezgi |
it sounded (was) to her ear as if a familiar melody was played | aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına |
to petrify | aklını başından almak |
this vision petrified her | Bu görüntü aklını başından alıyordu . |
to lighten up / to brighten / to become enlighted | aydınlanmak |
to purify (a) (chemically ) | arıtmak |
waste | atık |
exces | artık |
to cleanse (r.g. from sin) | arındırmak |
But if we confess our sins, God, who is faithful and just, will forgive our sins and cleanse(fut/fact) us from all evil. (k) (1 Jn 1:9) | Ama günahlarımızı itiraf edersek, güvenilir ve adil olan Tanrı günahlarımızı bağışlayıp bizi her kötülükten arındıracaktır. |
to get over (btw a shock) | üzerinden atmak |
to not be able to get over the shock | şoku üzerinden atamamak |
Ashraf who hadn't still been able to get over the shock of the event | Hâlâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşref |
And Ashraf who hadn't still been able to get over the shock of the event was not going to be interested anyway in the mess. | Hâlâ olayın şokunu üzerinden atamamış olan Eşref'in de zaten dağınıklıkla ilgilenecek hâli yoktu. |
Akkadian | Akadca |
minimal | asgari |
I wonder when they'll come back. | Acaba ne zaman dönecekler ? |
named / called | adlı |
The book called 1001 nights | 'Bin Bir Gece' adlı kitap. |
mocking behaviour / Spott (a t) | alaycı tavır |
This mocking behaviour of his burned like nettels. | Onun bu alaycı tavrı ısırgan otu gibi yakıyordu. |
He doesn't talk much (lit. He has a mouth, he doesn't have a tongue) | ağzı var dili yok |
stream /current (a) | akıntı |
all (slang) | alay |
on all of them (slang) | alayında |
a few dudes all with (knife) scars on them (slang) | birkaç babo alayında façalar |
all of them were machos (slang) | alayı maço |
vulgarly /coarsely /abjectly | adice |
Because the people of the land are doing abjectly /vulgarly adultery by leaving me. | çünkü ülke halkı benden ayrılarak adice zina ediyor. |
We got hungry. Come on let's go and eat ! | Biz acıktık,hadi yemek yiyelim. |
yes in many ways / lit from many angles | Evet pek çok açıdan |
relevance / relation /connection / interest /concern | alâka |
to take an interest in / to be interested in | alâka duymak |
to show interest | alâka göstermek |
the interest that you showed | göstermiş olduğun(uz) alâka |
no that has nothing to do with it / rien à voir | hayır ne alâka |
What has this got to do with me? | Bunun benimle ne alâkası var ki ? |
Is there a point you don't understand? | Anlamadığınız bir nokta var mı? |
to get used to | alışmak |
to get used to getting up early | Erken kalkmaya alışmak |
Did you not get used to getting up early? | Erken kalkmaya alışmadın mı? |
Should we have done that much shopping ? | Bu kadar çok alışveriş yapmalı mıydık? |
come on dude (a) tell us | Hadi abi anlatsana ! |
Ashure or Noah's Pudding is a Turkish dessert porridge that is made of a mixture consisting of grains, fruits, dried fruits and nuts. | aşure |
to make friends | arkadaş edinmek |
I made many friends there. | Orada çok arkadaş edindim. |
Junk food is harmful to health. | Abur cubur yemek sağlığa zararlıdır. |
nearly / almost | Az kalsın |
There almost happened a car accident | Az kalsın trafik kazası oluyordu! |
I almost had a car accident. (spoken) | Az kalsın bir kaza geçiriyordum. |
I almost made a car accident. | Az kalsın bir kaza yapıyordum. |
I almost had a car accident. (formal) | Az kalsın bir kaza geçirecektim. |
I almost made a car accident. (formal) | Az kalsın bir kaza yapacaktım. |
The first man who stepped on the moon | Aya ilk ayak basan insan |
Do you remember the first man who stepped on the moon ? | Aya ilk ayak basan insanı hatırlıyor musun? |
What's your hurry ? | Acelen ne böyle? |
There is a noise downstairs (lit. There are noises coming from downstairs.) | Aşağıdan gürültüler geliyor. |
not any more | artık hayır |
For me, learning a language has a different meaning than everyone understands. (can understand) | Benim için bir dil öğrenmenin herkesin anlayabildiğinden farklı bir anlamı vardır. |
For me, learning a language carries a different meaning than everyone understands. | Benim için bir dil öğrenme herkesin anlayabildiğinden farklı bir anlamı taşır. |
Sometimes I fall in love, sometimes I die. | Bazen aşık olur,bazen ölürüm. |
idle / vagabond / hobo / flaneur / wanderer | avare |
to sit around (do nothing) | avare avare oturmak |
to wander around idly / to roam / ramble / fool about | avare avare dolaşmak |
incessant / everlasting /non stop | ardı arkası kesilmeyen |
non stop phone calls | ardı arkası kesilmeyen telefonlar |
non-stop | aktarmasız |
a direct ticket (non-stop ticket) | aktarmasız bilet |
researchers | araştırmacılar |
Ressearchers explain its reason as follows : | Araştırmacılar, bunun sebebini şöyle açıklıyor: |
Men, even in stormy weather do not give up their habits and what they want to do. | Erkekler, fırtınalı havalarda bile alışkanlıklarından ve yapmak istedikleri şeylerden vazgeçmez. |
according to information received | alınan bilgiye göre |
courthouse /justice / court of law | adliye |
to be sent to court | adliyeye sevk edilmek |
juridical / foresenic / gerichtlich | adli |
break / interruption (a) | ara |
to break / interrupt / suspend / lay off / discontinue | ara vermek |
The hearing was suspended for 1 hour | Duruşmaya 1 saat ara verildi |
to be transferred | aktarılmak |
to be inherited from generation to generation | kuşaktan kuşağa aktarılmak |
between four and five o'clock | Saat dört-beş arası |
the water surface, flat as a mirror / die spiegelglatte Wasseroberfläche | suyun ayna kadar düz yüzeyi |
He fixed his eyes on the mirror-flat watersurface / Er starrte auf die spiegelglatte Wasseroberfläche. | Gözlerini suyun ayna kadar düz yüzeyine dikti. |
the judicial court of Izmir. | İzmir Adliyesi |
nicknamed / called | adlandırılan |
an archive image | bir arşiv görüntüsü |
THey showed an archive image from the mobile phone | cep telefonundan bir arşiv görüntüsü gösterdiler |
They showed an archive image of previous passages by sea from the mobile phone | cep telefonundan deniz yoluyla önceki geçişlere ait bir arşiv görüntüsü gösterdiler |
We were friends. | Biz arkadaştık. |
Maybe if he had some sleep, he could figure out tomorrow. | Belki biraz uykusunu alırsa, yarın çözebilirdi. |
He's going to take the Ankara plane tonight. (lit. He'll board tonight's Ankara airplane.) | Bu akşamki Ankara uçağına binecek. |
If I get a diplom, I would get a good job. | Bir diploma alırsam, iyi bir işim olur. |
This means that (the distance) between home and work is far. | Bu da ev ile iş arasının uzak olması demek. |
Let's keep this in mind. | Bu konuyu aklımızda tutalım. |
If I get any news I'll call you. | Bir haber alırsam, seni arayacağım. |
I'll phone you. | Sana telefon açacağım. |
increasing / on the upgrade | artmakta |
trend | akım |
I like this trend. | Bu akımı seviyorum. |
It requires me to change my habits. | Alışkanlarımı değiştirmemi gerektiriyor. |
conscious / sober / wide awake | ayık |
to remain sober | ayık kalmak |
to keep awake | ayık tutmak |
a sober driver bringing back drunk people / a designated driver | alkollü kişiyi götüren ayık şoför |
committed to / devoted to | adanmış |
network services dedicated devices | ağ hizmetleri adanmış cihazlar |
devices dedicated to playing | oynamaya adanmış cihazlar |
devices dedicated to mining | madencilik adanmış cihazlar |
painkiller | ağrı kesici |
to take painkillers | ağrı kesici içmek |
vaccination | aşı |
to take vaccination | aşı tutmak |
certificate of vaccination | aşı kağıdı |
aquarium | akvaryum |
to entertain / welcome / receive / show hospitality | ağırlamak |
We shall be happy to welcome you in our hotel. | Sizleri otelimizde ağırlamaktan mutlu olacağız |
frankly speaking / strictly speaking /to tell the truth | açıkçası |
To be honest I didn't do much. | Açıkçası pek bir şey yapmadım. |
accordion | akordeon |
carfree | arabasız |
Surprising traffic accident on the carfree day in Brussels | Brüksel'de "Arabasız Gün"de şaşırtan trafik kazası |
afforestation /Bewaldung | ağaçlandırma |
realm (a) / world / jollificatian / party / boooze-up | alem |
destiny | alın yazısı |
my destiny | alın yazım |
poltergeist | afacan peri |
Have mercy (pity) on me | Halime acı |
chandelier / Kronleuchter | avize |
azalee | açelya |
I even watered the azalee | açelyayı bile suladım |
It's beyond me /I can't believe it /cela me dépasse | aklım almıyor |
It was beyond me /I couldn't believe it | aklım almıyordu |
It was beyond me how such a disgusting thing could be valuable | böyle iğrenç bir şeyin nasıl olup da değerli olabileceğini aklım almıyordu |
I couldn't imagine how such a disgusting thing could be as valuable as he claimed. | böyle iğrenç bir şeyin nasıl olup da onun iddia ettiği kadar değerli olabileceğini aklım almıyordu |
I couldn't imagine how the man could claim that something so disgusting was valuable | böyle iğrenç bir şeyin değerli olduğunu nasıl olup da adamın iddia edebileceğini aklım almıyordu |
deplorable / pathetic / pitiable / lamentable/regrettable | acınacak |
I know thwre are things between heaven and earth that we can't explain. | Yer ve gök arasında açıklayamadığımız bir şeylerin var olduğunu biliyorum. |
to set foot on | ayak basmak |
slang for:vagina | am |
relevant | alakalı |
She has been my girlfriend for two months. | O, iki aydır kız arkadaşım. |
uprising /riot /revolt | ayaklanma |
The uprising brought about the needed (social) changes. | Ayaklanma, ihtiyaç duyulan değişiklikleri getirdi. |
snacks (fruit /soup / a 'meal' inbetween/not used for aperitive) | ara öğün |
In the break snacks were served. | Molada ara öğün sunuldu. |
exactly | aynen öyle |
so much | amma |
so much /many | amma çok |
so much longer | amma uzun |
so much less | amma az |
so little | amma az |
you lined up so many more things not to do | yapılmaması gereken amma çok șey sıraladın |
a little bit / slightly /fractional/a sprinkle of | azıcık |
one step (stair) from the top | en üstten bir alttaki basamak |
The woman stood on one step from the top | Kadın en üstten bir alttaki basamakta durdu. |
Look at this fool. He's reading the newspaper but it's upside down. | Şu aptala bak. Gazeteyi başaşağı okuyor. |
upside down /topsy turvy | başaşağı |
highway (a) main road | anayol |
This is the highway (a) to Ankara. | Burası Ankara anayolu. |
mishap /misfortune | aksilik |
We arrived without any mishap. | Hiçbir aksilik olmadan vardık. |
It's easier to ask forgiveness than permission. | Af dilemek, izin almaktan daha kolaydır. |
device /aid (pl. equipment) | aygıt |
(geological) sensing devices | (jeolojik) algılama aygıtları |
to adjust /regulate /set (a) | ayarlamak |
He adjusted (a) the wireless frequency. | Telsizin frekansını ayarladı. |
harmony /unity /accordance /concord (a) | ahenk |
disharmonious /cacophonical /discirdant /atonal | ahenksiz |
the cacophonical echoes created (o) by the voices rising from cell phone conversations | cep telefonu görüşmelerinden yükselen seslerin oluşturduğu ahenksiz yankılar |
obvious (a) | aşikâr |
The ressemblance (likeness) is obvious. (a) | Benzerlik aşikâr. |
nobility /dignity (a) | asalet |
It is a pleasure for us to entertain you. | Sizi ağırlamaktan zevk duyarız. |
soap opera | arkası yarın (diziler) |
If you call me tonight, we'll make plans then. | Bu akşam beni ararsan bir plan yaparız |
muscular | adaleli |
a muscular body (v) | adaleli bir vücut |
strange (a) /weird /odd /bizarre /grotesk/outlandish | acayip |
They were making some weird (a) sounds | acayip sesler çıkarıyorlardı |
idly | aylak aylak |
to pick out /sort out /pluck /extract | ayıklamak |
older brother | ağabey |
his uncle's son whom he called his older brother | ağabeyi dediği amcasının oğlu |
if not called and even when called | aranmazsa, hatta arandığı zamanlarda bile |
For the family (household) knew that the tenants' only qualities were to not appear, to be hidden and to appear (surface m. ç.) as late and difficult as possible if not called and even if called. | Çünkü ev halkı, kiracılarının biricik vasfının, görünmemek, gizlenmek, aranmazsa, hatta arandığı zamanlarda bile mümkün mertebe geç ve güç meydana çıkmak olduğunu bilirlerdi. |
Stand up! Everybody(all of you) stand up! | Ayağa kalkın! Hepiniz ayağa kalkın! |
painful | acı verici |
This thought was only a little less painful. | Bu düşünce de yalnızca biraz daha az acı vericiydi. |
just now /a short time ago /a little earlier | az önce |
not long time ago /recently | az zaman önce |
what just happened | az önce yaşadığımız şey |
what did you just say? | az önce ne dedin sen? |
what you just said to me | az önce bana söylediklerin |
what did I just tell you? | sana az önce ne dedim ben? |
you just made the biggest mistake of your life | az önce hayatının en büyük hatasını yaptın |
My uncle who isn't very rich works a lot. | Zengin olmayan amcam, çok çalışır. |
Nobody called me. | Beni arayan yoktu. |
I picked up (took) a bagel from the top of the fridge and began to eat it sullenly. | Buzdolabının üzerinden bir çörek aldım asık suratla yemeye başladım. |
Laughing he did the same. | o da kahkaha atarak aynısını yaptı |
They didn't pay any attention to us | bize pek aldırmazlardı |
taken aback /astonished | afallamış |
For a moment he looked/appeared surprised/taken aback /estonished. (a) | Bir an afallamış gibi görünüyordu. |
nobleman / aristocrat | asilzade |
to make sense of /to catch the meaning /to interprete | anlamlandırmak |
being unable to catch the meaning /not being able to make sense of it | anlamlandıramayarak |
"The Iron King?" Ash shook his head unable to make sense of it. | 'Demir Kral mı?' diye anlamlandıramayarak başını salladı Ash. |
you can't walk idly around here | burada aylak aylak dolaşamazsın |
Don't exaggerate, really don't exaggerate! | Abartma, gerçekten abartma! |
octopus | ahtapot |
minority | azınlık |
workshop (place) | atölye |
at this time of the night | akşam akşam |