"Count inside your head up till twelve," he had said. | 'İçinden on ikiye kadar say,' demişti. |
"Count up till twelve," he had said. | 'on ikiye kadar say,' demişti. |
''Maybe they are luckier than we.' she would say. 'Yes, they are selfish but luckier, because they have a goal for the sake of which they could abandon even the people they love a lot. | 'Belki de onlar bizden şanslı' derdi. 'Evet, benciller ama daha şanslılar, çünkü uğrunda çok sevdikleri insanlardan bile vazgeçebilecekleri bir amaçları var.' |
'Father are there fishes in this lake?' I had asked. | 'Baba bu gölde balık var mı?' diye sormuştum. |
'Maybe they are luckier than we.' she would say. | 'Belki de onlar bizden şanslı' derdi. |
(air) plane | uçak |
(by) complaining | söylenerek |
(by) splitting into seven pieces | yedi parçaya bölerek |
(by) splitting the silence of the garden into seven pieces | bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek |
(from) people that they love a lot | çok sevdikleri insanlardan |
(He said) I knew the Turks. (and that is wrong) | Yok Türkleri tanıyormuşum. |
(He said) I knew Turkish (and that is wrong) | Yok Türkçe biliyormuşum |
(He said) I knew Turkish and I knew the Turks. (and all of it is wrong) | Yok Türkçe biliyormuşum da, yok Türkleri tanıyormuşum da... |
(sigh of relief) | oh |
(that is/are) captured by hatred | nefretin ele geçirdiği |
(there was) hatred in the hearts of men (i) | insanların yüreklerinde nefret |
a baby was crying | bir bebek ağlıyordu |
A baby was stirring in one of the houses. | Bir bebek kıpırdanıyordu evlerden birinde. |
a blueish purple | maviye çalan mor |
a bright red sinking sun | batmakta olan kıpkırmızı bir güneş |
a bus trip | bir otobüs yolculuğu |
a city | bir şehir |
a city popped out facing me | bir şehir çıkıvermişti karşıma |
a dark brown piece of ground | koyu kahverengi bir toprak parçası |
a four hour long bus trip | dört saatlik bir otobüs yolculuğu |
a job like the others | ötekiler gibi bir iş |
A justifiable reason that my father who loved me madly needed one day out of the blue to walk off. | Beni deliler gibi seven babamın bir gün apansız çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden. |
A justifiable reason that my father who loved me madly needed to walk off | beni deliler gibi seven babamın çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden |
a justifiable reason that requires him to go away | çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden |
a kind of | bir tür |
a kind of belief | bir tür inanç |
a legitimate reason | haklı bir neden |
a lot /much /very | çok |
a male voice... | bir erkek sesi... |
a murmur | bir mırıltı |
a piece of ground | bir toprak parçası |
a reason | bir neden |
a rebuke (si) full of love | sevgi yüklü bir sitem |
a reddish purple | kırmızıya çalan mor |
a sincere reproach | içten bir serzeniş |
a smile (g) | bir gülümseme |
a smile (g) spread over her face, that even death could not abuse. | Bir gülümseme yayıldı ölümün bile örseleyemediği yüzüne. |
a smile spread | bir gülümseme yayıldı |
a smile spread over her face | bir gülümseme yayıldı yüzüne |
a strange beauty | tuhaf bir güzellik |
a stranger to this country | bu ülkenin yabancısı |
a thinned cumulus cloud | incelmiş bir bulut kümesi |
A treeless, riverless, dead-smooth, huge soil. | Ağaçsız, ırmaksız, dümdüz, kocaman bir toprak. |
a very essential thing | çok gerekli bir şey |
a white lake | bembeyaz bir göl |
a young girl | genç bir kız |
A young girl was sleeping far away, the body (b) of a young girl was slowly rotting under the ground. | Genç bir kız uyuyordu uzaklarda, genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu toprağın altında. |
A young girl was sleeping far away. | Genç bir kız uyuyordu uzaklarda. |
a young girl with her boyfriend | genç bir kız ile erkek arkadaşı |
about /concerning | hakkında |
about /concerning /involving (i) | ilgili |
about /concerning a religion | bir dinle ilgili |
about /concerning him | ona dair |
about Brazilians | Brezilyalılar hakkında |
above | yukarıda |
absolutely straight /dead-smooth / as the craw flies | dümdüz |
actually /in fact / really | aslında |
admiration | hayranlık |
after (abandoning and) walking off | terk edip gittikten sonra |
after looking | baktıktan sonra |
after looking with his black eyes onto the snow white lake | kara gözleriyle bembeyaz göle baktıktan sonra |
After looking with his black eyes onto the snow white lake he had answered. | Kara gözleriyle, bembeyaz göle baktıktan sonra yanıtlamıştı. |
After my father had abandoned us and left... | Babam bizi terk edip gittikten sonra... |
after the second operation (math) | ikinci işlemden sonra |
again (y) | yine |
Again for this reason I didn't use the name Kimya which he had given to me. | Yine bu yüzden onun bana verdiği Kimya ismini hiç kullanmadım. |
again I turned to my front | yeniden önüme döndüm |
again/afresh (y) | yeniden |
against /opposite / before /towards /gegenüber | karşı |
alive | canlı |
Alive, dead, whatever creature there were, they all silenced, they all were trapped inside the blood on the stone.... | Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsi susmuş, hepsi hapsolmuştu taştaki kanın içinde... |
Alive, dead, whatever creature there were, they all silenced. | Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsi susmuştu. |
Alive, dead, whatever creature there were. they remained silent, motionless | Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı. |
alive, dead, whatever creatures there were | canlı cansız ne kadar mahlukat varsa |
all (h) | hepsi |
all of a sudden / out of the blue (ap..) | apansız |
All of a sudden I met with the curious eyes of the middle aged woman next to me. | Ansızın yanımdaki orta yaşlı kadının meraklı gözleriyle karşılaştım. |
All of the seven at once stabbed their knives into the one coming out from inside. | Yedi kişinin yedisi birden saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana. |
all these | bütün bunlar |
all were trapped | hepsi hapsolmuştu |
all were trapped inside the blood on the stone | hepsi hapsolmuştu taştaki kanın içinde |
almost /nearly | neredeyse |
almost yellow coloured eyes | neredeyse sarı renkli gözler |
also /in addition /moreover(b) | bir de |
also in the place I landed this pessimism would not leave me in peace | İndiğim yerde de bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı. |
Also(b) , if there were not that anxiety inside of me... | Bir de içimdeki şu endişe olmasa... |
Also(b) Shah Nesim... | Bir de Şah Nesim... |
although I never wanted | hiç istemediğim hâlde |
always | hep |
amount /sum /total (tu..) | tutar |
An 'oh' came out from the young girl's last breath remaining stuck in her throat | bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden |
an arched pointed nose | kemerli, sivri bir burun |
An eerie coolness in the garden. | Bahçede ürkütücü bir serinlik. |
an hour | saat |
an insurance policy worth three million pounds | üç milyon poundluk bir poliçe |
An insurance policy worth three million pounds was in question. | Üç milyon poundluk bir poliçe söz konusuymuş. |
and /also(following noun, participle...) | da - de |
And in the middle of this vast brown plain a miracle, a snow white lake. | Ve uçsuz bucaksız bu kahverengi düzlüğün ortasında bir mucize; bembeyaz bir göl. |
And that chronic sadness never lacking in his thin long face | Ve ince uzun yüzünden hiç eksik olmayan o müzmin keder |
And the case was too important to be given to anybody. (He said) | Dava da herkese verilmeyecek kadar önemliymiş. |
And this was just a job like the others. | Bu da ötekiler gibi sadece bir işti. |
And this was just a job. | Bu da sadece bir işti. |
and what was worse with another man | hem de başka bir erkekle |
angry | öfkeli |
Anyway as soon as I return to London I would get rid of it. | Zaten Londra'ya döner dönmez kurtulacaktım ondan. |
Anyway there is no bad souvenir in my memory about him; | Zaten belleğimde ona dair hiçbir kötü anı yok; |
Anyway there is no bad souvenir in my memory about him; apart from that he snatched my father from us and took him away. | Zaten belleğimde ona dair hiçbir kötü anı yok; babamı bizden koparıp götürmesi dışında. |
apart from that he snatched my father from us and took him away. | babamı bizden koparıp götürmesi dışında. |
arabic for door (used in religious context) | bab |
arched /gewölbt | kemerli |
Are you (a) magician, father? | Sen büyücü müsün, baba? |
around | etrafta |
as if | sanki |
as if I x / you said I x and it is wrong | yok x-mişim |
as if it were the end time of the World | sanki dünyanın son vaktiymişçesine |
As if it were the end time of the World, alive, dead, whatever creature there were they remained silent, motionless. (k) | Sanki dünyanın son vaktiymişçesine, canlı cansız ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı. |
as if they were saying 'Come on get started!' | hadi artık başla dercesine |
as if to say / as if they were saying /as if he was saying | dercesine |
as many as you got/ whatever | ne kadar varsa |
as soon as I return | döner dönmez |
as soon as I return to London | Londra'ya döner dönmez |
at least | en azından |
At that moment I heard a voice... | O anda duydum sesi... |
At that moment I heard a voice... A male voice... Gentle, warm, affectionate. | O anda duydum sesi... Bir erkek sesi... Yumuşak, sıcak, sevecen. |
at that time | o sıralar |
At that time these words had very much impressed me, but later... | O zamanlar çok etkilemişti bu sözler beni ama sonra... |
auburne (lightest shade of brown hair) /dunkelblond | kumral |
auburne hair | kumral saçlar |
baby | bebek |
back /rear /hind | arka |
Back then there was no plane to Konya. | O zamanlar Konya'ya bir uçak yoktu. |
bag | çanta |
beard | sakal |
beauty | güzellik |
because | çünkü |
because my father had gone without making any explanation | çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan gitmişti |
Because my father had without making any explanation walked out of our lives and what was worse with another man. | çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan, hem de başka bir erkekle çıkıp gitmişti yaşamımızdan. |
because my father had without making any explanation walked out of our lives. | çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan çıkıp gitmişti yaşamımızdan. |
because they have a goal for the sake of which they could abandon even the people they love a lot. | çünkü uğrunda çok sevdikleri insanlardan bile vazgeçebilecekleri bir amaçları var. |
because they have a goal for which they could abandon | çünkü uğrunda vazgeçebilecekleri amaçları var. |
because they have a goal. | çünkü amaçları var. |
being | olan |
benefit (y) | yarar |
between | arasında |
big eyes | iri gözler |
big eyes black as grapes | üzüm karası iri gözler |
blood | kan |
blue | mavi |
body (b) | beden |
body (b) | beden |
boyfriend | erkek arkadaş |
Brazilians | Brezilyalılar |
breath | nefes |
bright red / knallrot | kıpkırmızı |
brown | kahverengi |
bus | otobüs |
but | ama |
But at least I was not that much a stranger to this country. | Ama en azından bu ülkenin çok da yabancısı değildim. |
but even this | ama bu bile |
but even this didn't appease the restlessness inside me | ama bu bile gidermiyordu içimdeki huzursuzluğu |
but his thin, pale face | ama onun ince solgun yüzü |
But I could never forget his thin pale face and the sadness in his dark eyes. | Ama onun ince solgun yüzünü ve kara gözlerindeki kederi hiçbir zaman unutamadım. |
But I couldn't find. | Ama bulamadım. |
But I never forgot his thin pale face and the sadness in his dark eyes. | Ama onun ince solgun yüzünü ve kara gözlerindeki kederi hiçbir zaman unutmadım. |
But I was not to going to chat with her. | Ama ben onunla sohbet edecek hâlde değildim. |
But she also didn't mind that my father called me Kimya. | Ama babamın beni 'Kimya' diye çağırmasına da aldırmazdı. |
but the girl's fresh body didn't move | ama kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu |
but the girl's fresh body didn't move anymore | ama kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu artık |
But the girl's fresh body, that was under the ground, didn't move anymore. | Ama yerin altındaki kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu artık. |
But the time passed and the pain of the heart soothed down, she had begun to talk less bad. | Ama zaman geçip yürek acısı durulunca daha az kötü konuşmaya başlamıştı. |
But the time passed and... | Ama zaman geçip... |
But there is a very essential thing for life. | ama hayat için çok gerekli bir şey var |
but to my father's face | ama babamın yüzüne |
But when had I slept! | Ama ne zaman uyumuştum ki? |
but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me | ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce |
but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me, I was annoyed. | ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce, canım sıkıldı. |
by bending thus double | böyle iki büklüm eğilerek |
by bus | otobüsle |
by complaining.... she would kiss him from her lips. | .... diye söylenerek dudaklarından öperdi onu. |
By complaining: "I didn't see another man whom sadness befitted that much," she would kiss him from her lips. | 'Kederin bu kadar yakıştığı başka bir adam görmedim.' diye söylenerek dudaklarından öperdi onu. |
by saying.... | .... diye söyleyerek |
car number plate | plaka |
case /lawsuit /trial | dava |
chaotic /all mixed up /in a mess | karmakarışık |
chapter | bölüm |
chronic /obstinate | müzmin |
city (k) | kent |
clear /open | açık |
cloud | bulut |
come on / go ahead | hadi |
Come on get going! /Come on start now. /Come on get started! | Hadi artık başla! |
compassionate /endearing /affectionate | sevecen |
compensation /indemnity /restitution /recovery | tazminat |
Computer | bilgisayar |
coolness | serinlik |
copper | bakır |
Count up to twelve! | On ikiye kadar say! |
Count! | Say! |
crazy /mad | deli |
creature (m) | mahlukat |
cumulus cloud | bulut kümesi |
curious (adj) | meraklı |
curiously | merakla |
curiously I turned backwards (a) ... | Merakla arkaya döndüm... |
Curiously I turned backwards... The two seats behind me were empty. I looked to the front... a young girl was sitting with her boyfriend. | Merakla arkaya döndüm... Arkamdaki iki koltuk boştu. Ön tarafa baktım... Genç bir kız ile erkek arkadaşı oturuyordu. |
curse | lanet |
cursed | lanetli |
daffodil | nergis |
dark /black | kara |
dark brown | koyu kahverengi |
dark eyes | kara gözler |
dead | ölü |
death | ölüm |
deep | derin |
devil /satan | şeytan |
Did I harm the baby by bending thus double, I wondered | Böyle iki büklüm eğilerek, bebeğe zarar mı veriyordum, acaba? |
did I harm the baby, I wondered | Bebeğe zarar mı veriyordum, acaba. |
did I harm the baby? | bebeğe zarar mı veriyordum? |
dismally /mit Unbehagen | sıkıntıyla |
door | kapı |
doubt (k) | kuşku |
down | aşağıda |
down thousands of meters below a dark brown piece of ground stretched out | aşağıda binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu. |
Down, a dark brown piece of land stretched thousands of meters below a thinned cloud cluster. | aşağıda incelmiş bir bulut kümesinin binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu. |
dream (r) | rüya |
earlier / just now/a short while ago | daha önce |
earth /ground | toprak |
earth /world /surface (y) | yeryüzü |
east | doğu |
electronic signboard | elektronik tabela |
endless | bitmek bilmeyen |
endless /vast /immense / as far as the eye can see (lit. pointless cornerless) | uçsuz bucaksız |
environment /surrounding (e) | etraf |
Even (ü) though I wanted very much to forget... | üstelik unutmayı çok istememe rağmen... |
Even if it was written on my id card | Kimliğimde yazılı olsa da |
Even if it was written on my id card, I tried to forget this name too, like my father. | Kimliğimde yazılı olsa da, babam gibi, bu ismi de unutmaya çalıştım. |
Even if my mother forgave him | Annem onu bağışlamış olsa bile |
Even if my mother forgave him, I couldn't forgive my father because of this. | Annem onu bağışlamış olsa bile, ben işte bu yüzden babamı bağışlayamadım. |
Even if my mother forgave him, I couldn't forgive my father. | Annem onu bağışlamış olsa bile, ben babamı bağışlayamadım. |
even once | bile bir kez olsun |
every minute | her dakika |
every moment | her an |
everyone | herkes |
exactly | tam olarak |
example | misal |
explanation /comment /statement | açıklama |
eye | göz |
eyebrow | kaş |
face /visage | yüz |
facing me / opposite me (dat) | karşıma |
fairytale | masal |
fairytales, examples, prayers | masallar, misaller, dualar |
fairytales, one more colourful than the other | birbirinden renkli masallar |
fairytales, one more colourful than the other, examples, prayers, of which I had forgotten most... | birbirinden renkli masallar, misaller, çoğunu unuttuğum dualar... |
faith /belief | inanç |
Father, are there fishes in this lake? | Baba bu gölde balık var mı? |
finger | parmak |
fire /wildfire | yangın |
first | birinci |
first chapter | birinci bölüm |
First I could not understand what it said | Önce ne dediğini anlayamadım |
First I could not understand what it said, I pricked up my ears. | Önce ne dediğini anlayamadım, kulak kesildim. |
First I looked at the woman next to me, no, she was not interested in me, her eyes fixed on the electronic signboard, she tried to find out when we would be landing. | Önce yanımdaki kadına baktım, hayır, benimle ilgilenmiyordu; gözlerini yukarıdaki elektronik tabelaya dikmiş, yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu. |
First I looked at the woman next to me. | Önce yanımdaki kadına baktım. |
fish | balık |
five | beş |
for | için |
for a long time | çok uzun zamandır |
For a long time nobody had called me such.... | Çok uzun zamandır kimse bana böyle seslenmemişti... |
for a while | bir süre |
For her I was always Karen. | Onun için hep Karen'dım ben. |
for the airplane the starting to go down | uçağın inişe geçmesine |
for the sake of | uğrunda |
for this reason | bu yüzden |
foreigner/stranger /foreign | yabancı |
fountain / jet /sprinkle | fişkiye |
four hour long | dört saatlik |
fragrant /scented | kokulu |
free / empty | boş |
fresh (k) | körpe |
friend | arkadaş |
friend of heart | gönül dostu |
from between | arasından |
from each other | birbirinden |
from her last breath | son nefesinden |
from inside | içeriden |
from inside /here: inside your head | içinden |
from inside the steppe | bozkırın içinden |
from the future | gelecekten |
from the girl's last breath remaining stuck in her throat | kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden |
from the past | geçmişten |
from the present | bugünden |
from the Rio trip I went six months earlier | altı ay önce gittiğim Rio gezisinden |
From the trip to Rio I went to six months earlier what was the difference?!? ! | Altı ay önce gittiğim Rio gezisinden ne farkı vardı ki? |
from us | bizden |
from where | nereden |
from/since the beginning | başından beri |
front (part of the face) /Stirn | alın |
full of love (loaded with love) | sevgi yüklü |
full(y) /exact(ly) /complete(ly) | tam |
fullmoon | dolunay |
garden | bahçe |
garden | bahçe |
girl | kız |
goal /purpose | amaç |
going to chat | sohbet edecek hâlde olmak |
grape | üzüm |
grape black(k) (black as grapes) | üzüm karası |
grey playing into copper /grey ressembling copper | bakıra çalan kırçıl |
greying | kırçıl |
grief /sorrow /sadness | keder |
half | yarım |
half an hour | yarım saat |
happy | mutlu |
harmonious/easy going /compatible /well-matched | uyumlu |
hatred | nefret |
he called the one inside | içeridekini çağırmıştı |
He covered my eyes with his right hand. | Sağ eliyle gözlerimi kapatmıştı. |
He had answered. | Yanıtlamıştı. |
he had gone | gitmişti |
He had light brown almost yellow coloured eyes. | Açık kahverengi neredeyse sarı renkli gözleri vardı. |
He placed a kiss on my fronthead. | Alnıma bir öpücük kondurmuştu. |
He was a slim man. | Zayıf bir adamdı. |
He was a slim, medium height man. | Zayıf, orta boylu bir adamdı. |
He was a tall man with a long face, long fingers. (sg) | Uzun boylu, uzun yüzlü, uzun parmaklı bir adamdı. |
He was looking from between the dead leaves of the tall poplar trees. | uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından bakıyordu. |
He was looking without being surprised, without shivering, without being afraid from between the dead leaves of the tall poplar trees. | Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından. |
He was looking without being surprised, without shivering, without being afraid. | Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu. |
He, too used to say 'Miss Kimya' to me. | O da, 'Kimya Hanım' derdi bana. |
head (k) | kafa |
heart (y) | yürek |
heart /soul (g) | gönül |
her eyes fixed on the electronic signboard | gözlerini elektronik tabelaya dikmiş |
her eyes fixed on the electronic signboard above | gözlerini yukarıdaki elektronik tabelaya dikmiş |
her eyes fixed on the electronic signboard, she tried to find out when we would be landing | gözlerini elektronik tabelaya dikmiş, yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu |
her last breath | son nefesi |
her name (i) | onun ismi |
her name is Karen, not Kimya | onun ismi Karen, Kimya değil |
here it is / voici | işte |
himself (acc.) | kendini |
his eybrows standing like two well-matched lines on his narrow fronthead | dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşları |
his eyes used to look | gözleri bakardı |
his face never becoming indistinct in my mind | belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen |
His yellow coloured eyes would always look with love. | Sarı renkli gözleri her zaman sevgiyle bakardı. |
horizon | ufuk |
Hotel | otel |
hourly | saatlik |
house | ev |
how many creatures | ne kadar mahlukat |
how much | ne kadar |
huge (k) | kocaman |
huge /big /large | iri |
I am just a person (i) from this land (t. pl.), my daughter. | 'Sadece bu toprakların bir insanıyım, kızım.' |
I closed my eyes | gözlerimi kapadım |
I closed the computer. | Bilgisayarı kapattım. |
I could never forget | hiçbir zaman unutamadım |
I could not understand | anlayamadım |
I could not work /I was unable to work | çalışamıyordum |
I couldn't forgive my father. | Ben babamı bağışlayamadım. |
I didn't even smile, I turned my head and looked outside the window. | Gülümsemedim bile, başımı çevirip pencereden dışarıya baktım. |
I didn't even smile. | Gülümsemedim bile. |
I didn't see another man | Başka bir adam görmedim |
I didn't see another man whom sadness befitted that much. | Kederin bu kadar yakıştığı başka bir adam görmedim. |
I didn't use the name Kimya which he had given to me. | onun bana verdiği Kimya ismini hiç kullanmadım |
I didn't use the name Kimya. | Kimya ismini hiç kullanmadım. |
I didn't want | istemiyordum |
I felt like I heard the same voice again. | Aynı sesi yeniden duyar gibi oldum. |
I had asked. | Sormuştum |
I had been bored | sıkılmıştım |
I had been bored of the for hours extending dead-smooth plain (o) | Sıkılmıştım saatlerce uzanan dümdüz ovadan. |
I had counted. | Saymıştım. |
I had counted; when my father withdrew his hands from in front of my eyes the way had ended, out of the steppe a city popped up before me... | Saymıştım; babam ellerini gözlerimin önünden çektiğinde yol bitmiş, bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma... |
I heard it clearly | açık olarak işittim |
I hurt it | ona zarar veririm |
I knew nothing about Brazilians | Brezilyalılar hakkında hiçbir şey bilmiyordum. |
I knew very well that also in the place where I landed this pessimism would not leave me in peace. | Çok iyi biliyordum ki indiğim yerde de bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı. |
I knew very well that... | Çok iyi biliyordum ki... |
I looked at the amount of the policy | poliçe tutarına baktım |
I looked outside the window. | Pencereden dışarıya baktım. |
I looked to the front. | Ön tarafa baktım. |
I lost my attention | dikkatim dağıldı |
I never forgot | hiçbir zaman unutmadım |
I never used | hiç kullanmadım |
I placed it back into my bag. | Çantama yerleştirdim. |
I pricked up my ears | kulak kesildim. |
I quickly straightened up | hızla doğruldum |
I quickly straightened up with the worry I would hurt it. | Ona zarar veririm kaygısıyla hızla doğruldum. |
I should have given | vermeliydim |
I should have given myself to my work | kendimi işime vermeliydim |
I sighed dismally | Sıkıntıyla ofladım |
I sighed dismally, but there was no benefit (y) in huffing and puffing | Sıkıntıyla ofladım, ama oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu. |
I sighed dismally, but there was no benefit (y) in huffing and puffing, the damage was done and this was just a job like the others. | Sıkıntıyla ofladım, ama oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu, olan olmuştu, bu da ötekiler gibi sadece bir işti. |
I started | başladım |
I started; I looked at the amount of the policy, I tried to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire, but after the second operation I lost my attention. | Başladım; poliçe tutarına baktım, Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamaya çalıştım ama ikinci işlemden sonra dikkatim dağıldı. |
I suddenly (b) remembered. | Birden hatırladım. |
I think (g) | galiba |
I think (g) I have dreamt. | Galiba rüya görmüştüm. |
I took my gaze(pl) of the window | Bakışlarımı pencereden aldım |
I tried not to think. | Düşünmemeye çalıştım. |
I tried to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamaya çalıştım |
I tried to forget this name. | Bu ismi unutmaya çalıştım. |
I tried to understand | Anlamaya çalıştım. |
I tried to understand my father and his yellow eyed Sheikh. | Babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım. |
I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind and his yellow eyed Sheikh. | Belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım. |
I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind. | Belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı anlamaya çalıştım. |
I turned my eyes (looks) to my computer. | Bakışlarımı bilgisayarıma çevirdim. |
I turned my eyes (looks) to the figures on my computer screen. | Bakışlarımı bilgisayarımın ekranındaki sayılara çevirdim. |
I turned my eyes (looks) to the figures on the screen of my computer which was on top of my knees. | Bakışlarımı, dizlerimin üstünde duran bilgisayarımın ekranındaki sayılara çevirdim. |
I turned my head (b) and... | başımı çevirip... |
I wanted to break off from the past, the present, the future. | Geçmişten, bugünden, gelecekten kopmak istedim. |
I wanted to disappear for a while in that pitchblack, that deepest, that most peaceful garden of sleep. | Uykunun o simsiyah, o en derin, o en huzurlu bahçesinde bir süre kaybolmak istedim... |
I wanted to find a reason. | Bir neden bulmak istedim. |
I was also not that much a stranger to this country | bu ülkenin çok da yabancısı değildim |
I was annoyed | canım sıkıldı |
I was hearing | duyuyordum |
I was hearing the noise of the jet engines. | jet motorlarının gürültüsünü duyuyordum |
I was not | değildim |
I was not a stranger to this country | bu ülkenin yabancısı değildim |
I was not going to chat | sohbet edecek hâlde değildim |
I wished | keşke |
I wished I had never come to this city (k) | Keşke bu kente hiç gelmeseydim |
I wished I had never come to this city before | Keşke bu kente daha önce hiç gelmeseydim |
I wished I had never known the Turks, I wished I had never come to this city before. | Keşke hiç tanımasaydım Türkleri, keşke bu kente daha önce hiç gelmeseydim. |
I wished I had never known the Turks... | Keşke hiç tanımasaydım Türkleri... |
I wished I had not come | Keşke gelmeseydim |
I wished I hadn't accepted this job. | Keşke bu işi kabul etmeseydim. |
I wished I never had accepted this job. | Keşke bu işi hiç kabul etmeseydim. |
I wonder(ed) | acaba |
I would get rid of it | kurtulacaktım ondan |
I would know | bilirdim |
I would know that it was religion | din olduğunu bilirdim |
I would know that it was religion, a kind of belief. | din olduğunu bilirdim, bir tür inanç. |
identity /id card | kimlik |
if I were not able to understand/grasp (but I am/ hypothetical statement) ) | kavrayamasam |
imbrication (overlapping of leaves / tiles /scales) /Überlappen von Blättern /Schuppen /multiplying /increasing | katmerlenme |
important | önemli |
in | içinde |
in a eerie coolness | ürkütücü bir serinlik içinde |
in addition /besides / also /and what is more /and what is worse | hem de |
in her happy days | mutlu günlerinde |
in her happy days with my father | Babamla mutlu günlerinde |
in moments | anlarda |
In moments when she got very angry | çok öfkelendiği anlarda |
in my belly | karnımda |
in my memory (b) | belleğimde |
in one of the houses | evlerden birinde |
In order to dismiss the memories about my father | Babamla ilgili anıları kovmak için |
In order to dismiss the memories about my father, I took my gaze of the window,again I turned to my front, but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me, I was annoyed. | Babamla ilgili anıları kovmak için bakışlarımı pencereden aldım, yeniden önüme döndüm, ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce, canım sıkıldı. |
In order to put the bag under the seat | Çantayı koltuğun altına koymak için |
in that pitchblack, that deepest, that most peaceful garden of sleep | uykunun o simsiyah, o en derin, o en huzurlu bahçesinde |
in the act of /going to | hâlde |
in the days | günlerde |
in the distance | uzaklarda |
in the fullmoon (there was) a deep serenity (sü...) | dolunayda derin bir sükûnet |
in the garden | bahçede |
in the garden of sleep | uykunun bahçesinde |
In the garden was the smell of the ground. | Bahçede toprak kokusu vardı. |
in the middle of | ortasında |
in the middle of this vast brown plain | uçsuz bucaksız bu kahverengi düzlüğün ortasında |
in the place I landed | indiğim yerde |
in the sky | gökyüzünde |
In the sky there was the fullmoon. | Gökyüzünde dolunay vardı. |
inside | içeride |
inside the blood on the stone | taştaki kan içinde |
inspite of (r) me thinking thus | Böyle düşünmeme rağmen |
inspite of my wanting | istememe rağmen |
inspite of my wanting to forget (another possible form) /though I wanted to forget | unutmak (unutmayı) istememe rağmen |
Inspite of thinking thus, I quickly straightened up with the worry I would hurt it. | Böyle düşünmeme rağmen, ona zarar veririm kaygısıyla hızla doğruldum. |
instead of | yerine |
instead of turning to the window | pencereye dönmek yerine |
insurance policy | poliçe |
into the garden (dat) | bahçeye |
it could not be | olmuyordu |
It meant I had dozed off when I had closed my eyes. | Gözlerimi kapadığımda dalıp gitmişim demek. |
it quite increased | iyice arttı |
It ressembled a murmur, a sincere reproach, a rebuke full of love. | Bir mırıltıya benziyordu, içten bir serzeniş, sevgi yüklü bir sitem. |
It ressembled a murmur. | bir mırıltıya benziyordu. |
it used to add /it would add | katardı |
it used to add a strange beauty to my father's face | Babamın yüzüne tuhaf bir güzellik katardı |
It was stunning. | Müthişti. |
It was stunning. Admiringly looking at my father, I had murmured: "Are you (a) magician, father?" | Müthişti. Babama hayran hayran bakarak mırıldanmıştım: 'Sen büyücü müsün baba?' |
It was the time for the multiplying of the winterroses, the moment (d) of the refreshing of the daffodils. | Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi. |
It was the time for the multiplying of the winterroses. | Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi. |
it was time | vaktiydi |
jet engines /Flugzeugmotoren | jet motorları |
just then /just at that moment | derken |
Just then I heard it clearly not leaving any room for doubt. | Derken kuşkuya hiç yer bırakmayacak kadar açık olarak işittim. |
Kimya... Kimya... Miss Kimya. | Kimya... Kimya... Kimya hanım. |
kiss | öpücük |
knee | diz |
knife | bıçak |
knot /tie | düğüm |
lady | hanım |
lake | göl |
land /country | ülke |
landing (noun) | iniş |
last | son |
leaf | yaprak |
leaving no room for doubt(k) | kuşkuya yer bırakmayacak kadar |
less bad | daha az kötü |
life (h) | hayat |
life (y) | yaşam |
lifeless /dead | cansız |
light (colour) | açık |
light brown | açık kahverengi |
like crazy (like madmen) | deliler gibi |
like I'm hearing /I felt like hearing | duyar gibi oldum |
Like my father, I also tried to forget this name. | Babam gibi, bu ismi de unutmaya çalıştım. |
like the others (ö) | ötekiler gibi |
Like the young girl's body | Genç kızın bedeni gibi |
Like the young girl's body, the above ground also was silent now.(ş) | Genç kızın bedeni gibi yerin üstü de sessizdi şimdi. |
like two lines | iki çizgi gibi |
line | çizgi |
lip | dudak |
loaded /laden /charged | yüklü |
London | Londra |
look /glance /view /(eye) | bakış |
Looking admiringly at my father I had murmured : | Babama hayran hayran bakarak mırıldanmıştım: |
love /affection | sevgi |
luckier than we | bizden şanslı |
lucky | şanslı |
madman | deli |
magician | büyücü |
maladroit | el işe yakışmaz |
man (a) | adam |
man /male | erkek |
manager | yönetici |
manifestly /openly /clearly | açık olarak |
maybe even more | belki daha da fazla |
memories about my father | babamla ilgili anılar |
memory /recollection(b) | bellek |
memory /souvenir | anı |
middle sized /medium height | orta boylu |
middleaged | orta yaşlı |
million | milyon |
mind (a) /Verstand | akıl |
miracle | mucize |
month /moon | ay |
monthly /... months old (baby) | aylık |
moreover | üstelik |
Moreover I knew nothing about Brazilians. | Üstelik Brezilyalılar hakkında hiçbir şey bilmiyordum. |
most peaceful | en huzurlu |
mother | anne |
motionless (k) | kıpırtısız |
Mrs /Miss | hanım |
murder | cinayet |
my body | bedenim |
my daughter | kızım |
My father had smiled, covered my eyes with his right hand. | Babam gülümsemiş, sağ eliyle gözlerimi kapatmıştı. |
My father had smiled. | Babam gülümsemişti. |
my father had walked out of our lives | babam çıkıp gitmişti yaşamımızdan |
my father used to be embarrassed | babam utanırdı |
My father used to be embarrassed, I think, in fact I didn't remember exactly. | Babam utanırdı galiba, aslında tam hatırlamıyordum. |
my father who loved me | Beni seven babam |
my father who loved me like crazy | beni deliler gibi seven babam |
my father whose face never became indistinct in my mind | belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babam |
My father's friend | Babamın arkadaşı |
My father's friend, friend of heart, the man who tore him from us and took him away. | Babamın arkadaşı, gönül dostu, onu bizden koparıp götüren adam. |
my head (k) was all in a mess | kafam karmakarışıktı |
my heart (y) | yüreğim |
my mind | aklım |
My mother forgave him. | Annem onu bağışladı. |
My mother was anyway since the beginning illdisposed to the name Kimya. | Zaten annem başından beri 'Kimya' ismine sıcak bakmamıştı. |
My mother was fond of this sadness. | Annem bayıldı bu kedere. |
My mother was illdisposed to the name Kimya. | Annem Kimya ismine sıcak bakmamıştı. |
my mother was not there | annem yoktu |
My mother was not with us, only my father and I. | Annem yoktu yanımızda, sadece babam ile ben. |
My mother was not with us. | Annem yoktu yanımızda. |
My mother would call (d) him 'Yellow eyed devil' in moments when she got very angry. | Annem çok öfkelendiği anlarda 'Sarı gözlü şeytan' derdi ona. |
My mother would call (d) him... in moments when she got very angry. | Annem çok öfkelendiği anlarda.... derdi ona. |
my wanting | istemem |
myself (akk) | kendimi |
mystery /secrets,/marihuana /hashish | esrar |
mystic | mistik |
mystic books | mistik kitaplar |
name (i) | isim |
narrow /tight | dar |
necessary /essential | gerekli |
Neither of the baby growing in my belly every moment, every minute, | Ne her an, her dakika karnımda büyümekte olan bebeği |
Neither of the baby growing in my belly every moment, every minute, nor of my father, nor of his city that I was obliged to go to although I had never wanted to... | Ne her an, her dakika karnımda büyümekte olan bebeği, ne babamı, ne de hiç istemediğim hâlde gitmek zorunda olduğum onun şehrini... |
neither... nor... | ne... ne de... |
never | hiçbir zaman |
never becoming indistinct | hiçbir zaman silikleşmeyen |
never lacking | hiç eksik olmayan |
never lacking in his thin, long face | ince uzun yüzünden hiç eksik olmayan |
next to | yanında |
next to me | yanımda |
nine | dokuz |
no | hayır |
no | hayır |
no bad souvenir | hiçbir kötü anı |
No my daughter, there is no life (h) in this lake, but there is a thing very essential for life: salt. | 'Yok kızım, bu gölde hayat yok, ama hayat için çok gerekli bir şey var: Tuz...' |
No my daughter, there is no life (h) in this lake. | Yok kızım, bu gölde hayat yok. |
No there was nobody around calling me 'Kimya'. | Yok, etrafta bana 'Kimya' diye seslenecek kimse yoktu. |
No this time I had only remembered it. "Kimya... Kimya Hanım." | Hayır bu kez sadece hatırlıyordum. 'Kimya... Kimya Hanım!' |
No this time I was only remembering it. "Kimya... Kimya Hanım." | Hayır, bu kez sadece hatırlıyordum. 'Kimya... Kimya Hanım!' |
No, I didn't want to remember him. | Hayır, onu hatırlamak istemiyordum. |
No, it could not be, my head (k) was all in a mess, I was unable to work. | Hayır olmuyordu, kafam karmakarışıktı, çalışamıyordum. |
no, she was not interested in me | hayır, benimle ilgilenmiyordu |
nor of his city, where I was obliged to go although I had never wanted. | ne de hiç istemediğim hâlde gitmek zorunda olduğum onun şehrini... |
nor of my father | ne babamı |
nose | burun |
not /never | hiç |
not anymore /no longer | artık |
not even two months old | İki aylık bile yok |
not to be able to grasp /understand | kavrayamamak |
not to leave me in peace | yakamı bırakmamak |
not to leave s. o. in peace | yakasını bırakmamak |
nothing | hiçbir şey |
nothingness | hiçlik |
now | şimdi |
Now I was only hearing the noise of the jet engines. | Şimdi sadece jet motorlarının gürültüsünü duyuyordum. |
number /figure | sayı |
of his city (acc.) | onun şehrini |
of the for hours extending dead-smooth plain(o) | saatlerce uzanan dümdüz ovadan |
of the plain (o) | ovadan |
old (age) | yaşlı |
old (age) | yaşlı |
on my id card | kimliğimde |
on the horizon | ufukta |
On the horizon was a bright red sinking sun, down, thousands of meters below a thinned cloud cluster extended a dark brown piece of land. | Ufukta batmakta olan kıpkırmızı bir güneş, aşağıda incelmiş bir bulut kümesinin binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu. |
On the horizon was a bright red sinking sun. | Ufukta batmakta olan kıpkırmızı bir güneş |
on the stone | taşta |
on top of / on (.. st..) | üstünde |
on top of my knees | dizlerimin üstünde |
one can't call /say (it can't be said) | denemez |
one can't call it (it can't be said to it) | ona denemez |
one can't even call it baby | Ona bebek bile denemez |
one day out of the blue | bir gün apansız |
one more colourful than the other | birbirinden renkli |
one time (d) | bir defa |
only (s) | sadece |
only half an hour remained | sadece yarım saat kalmıştı |
only half an hour remained for the airplane starting to go down | Uçağın inişe geçmesine sadece yarım saat kalmıştı. |
Only half an hour remained for the airplane starting to go down, but even this didn't appease the restlessness inside me. | Uçağın inişe geçmesine sadece yarım saat kalmıştı, ama bu bile gidermiyordu içimdeki huzursuzluğu. |
only my father and I | sadece babam ile ben |
Only my father had called (ç) me Kimya. | Sadece babam, 'Kimya' diye çağırdı beni... |
Only one time (d) she warned Shah Nesim. | Sadece bir defa Şah Nesim'i uyarmıştı. |
onto my front | alnıma |
operation /process /processing /treatment | işlem |
or | ya da |
or even younger | belki daha küçük |
Or I remember it that way (such) . | Ya da ben öyle hatırlıyorum. |
our life | yaşamımız |
out of our life | yaşamımızdan |
out of the steppe a city popped up before me | bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma |
out of the steppe a city popped up before me... | bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma... |
outside the window (direction >dative) | pencereden dışarıya |
pain | acı |
pale | solgun |
person (pl. people) | kişi |
pessimism | karamsarlık |
piece | parça |
pitchblack | simsiyah |
plain (d) | düzlük |
plain (o) | ova |
plaque /plate / signboard | tabela |
pointed /sharp /spitz | sivri |
pointless | uçsuz |
poplar /Pappel | kavak |
pound | pound |
pragmatism /meddlesomeness /effiency /Tüchtigkeit /Dienstfertigkeit | işgüzarlık |
prayer | dua |
prayers that I had forgotten | unuttuğum dualar |
prayers, most of which I had forgotten | çoğunu unuttuğum dualar |
prison | hapis |
purple | mor |
quickly | hızla |
quiet /silent | sessiz |
red | kırmızı |
red /scarlet (e. g. for hair) | kızıl |
religion | din |
reproach (se) | serzeniş |
reproach /rebuke (si) | sitem |
restlessness /unease (h) | huzursuzluk |
right (opposite of left) | sağ |
right /rightful /legitimate | haklı |
river (ı) | ırmak |
riverless | ırmaksız |
rose | gül |
Rubbish! /Come on! /What next! | Daha neler... |
Rubbish... not even two months old... one can't even call it baby. | Daha neler... İki aylık bile yok... Ona bebek bile denemez. |
ruby | yakut |
rumble /roar / noise | gürültü |
salt | tuz |
scary /spooky /eerie | ürkütücü |
screen | ekran |
seat /armchair | koltuk |
second (2.) | ikinci |
selfish | bencil |
seven | yedi |
seven angry hearts | yedi öfkeli yürek |
Seven angry hearts, seven minds conquered by hatred, seven sharp knives. | Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak. |
seven cursed men | yedi lanetli adam |
seven cursed men walked | yedi lanetli adam yürüdü |
Seven cursed men walked, splitting the silence of the garden into seven pieces to the wooden door, where their victim was. | Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanının bulunduğu tahta kapıya. |
Seven cursed men walked, splitting the silence of the garden into seven pieces. | Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü. |
seven knives opened seven wounds | yedi bıçak yedi yara açmıştı |
seven minds conquered by hatred | nefretin ele geçirdiği yedi akıl |
Seven of the seven people /All seven people | Yedi kişinin yedisi |
seven people | yedi kişi |
Seven people had entered, into the garden. | Yedi kişi girmişti bahçeye... |
seven red fountains | yedi kızıl fişkiye |
seven sharp knives | yedi keskin bıçak |
seven times the man convulsed | yedi kez sarsılmıştı adam |
Seven times the man convulsed, seven times the seven (knife) stabbing people were shaken. | Yedi kez sarsılmıştı adam, yedi kez sarsılmıştı bıçağı saplayan yedi kişi. |
seven times the seven (knife) stabbing people were shaken | yedi kez sarsılmıştı bıçağı saplayan yedi kişi |
shah | şah |
sharp /edged /piercing | keskin |
She didn't call me even once Kimya. | Bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti. |
she didn't call me Kimya. | bana 'Kimya' diye seslenmemişti. |
she didn't mind | aldırmazdı |
She didn't mind that my father called (ç) me. | Babamın beni çağırmasına aldırmazdı. |
she had begun to talk less bad | daha az kötü konuşmaya başlamıştı |
she tried to find out when we would be landing | yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu |
she tried to learn (find out) | öğrenmeye çalışıyordu |
She was dying to talk since we boarded the airplane. | Uçağa bindiğimizden beri konuşmak için can atıyordu. |
she was interested in me | benimle ilgileniyordu |
she would kiss /she used to kiss | öperdi |
she would kiss him 'from her lips' | dudaklarından öperdi onu |
short | kısa |
Short auburne (darkblond) hair | Kısa, kumral saçlar |
Short auburne (darkblond) hair, the big grape-black eyes under his like two well-matched lines on his narrow fronthead standing eybrows, the arched pointed nose and the copper ressembling, greyish beard surrounding his face... | Kısa, kumral saçlar, dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşlarının altında üzüm karası iri gözler, kemerli, sivri bir burun ve yüzünü çevreleyen bakıra çalan kırçıl sakallar... |
silence | sessizlik |
silent (su..) | susmuş |
Simon who fancied himself to be the world's (y) best manager | Kendini yeryüzünün en iyi yöneticisi sanan Simon |
since we boarded the airplane | uçağa bindiğimizden beri |
sincere /heartfelt/honest /from the bottom of the heart | içten |
six | altı |
six months earlier | altı ay önce |
sleep | uyku |
slowly (a) | ağır ağır |
smell /scent | koku |
snow white | bembeyaz |
soft | yumuşak |
somehow / in one way or another (t) | bir türlü |
Somehow an endless steppe. | Bir türlü bitmek bilmeyen bozkır. |
somewhere far off / somewhere in the distance | uzaklarda bir yerlerde |
Somewhere in the distance a baby was crying | Bir bebek ağlıyordu uzaklarda bir yerlerde. |
Somewhere in the distance a baby was crying, a baby was stirring in one of the houses. | Bir bebek ağlıyordu uzaklarda bir yerlerde, bir bebek kıpırdanıyordu evlerden birinde. |
Start! | Başla! |
Startled I opened my eyes. | İrkilerek gözlerimi açtım. |
Steppe (flat unforested grassland) | bozkır |
still watching me | hâlâ beni izleyen |
stomach /belly | karın |
stone | taş |
strange (adj) (t) | tuhaf |
such /thus | böyle |
suddenly /all of a sudden | ansızın |
suddenly /all of a sudden/at once (b) | birden |
sun | güneş |
tall | uzun boylu |
Tall, with a long face | Uzun boylu, uzun yüzlü |
terrific /stunning /fabulous / smashing | müthiş |
that (conj.) | ki |
that / so /word to connect direct speech to the main sentence when the main sentence uses any verb other than demek | diye |
that he gave to me | bana verdiği |
that I was obliged to go | gitmek zorunda olduğum |
that I went to | gittiğim |
that much | bu kadar |
that they could abandon | vazgeçebilecekleri |
that they love a lot | çok sevdikleri |
That was the effiency of Simon, who fancied himself to be the world's (y) best manager. | Kendini yeryüzünün en iyi yöneticisi sanan Simon'ın işgüzarlığı işte. |
that was under the ground(y) | yerin altındaki |
that were behind me | arkamdaki |
the above ground | yerin üstü |
the above ground also was silent | yerin üstü de sessizdi |
the admiration she felt | duyduğu hayranlık |
the amount of the policy | poliçe tutarı |
the beard surrounding his face | yüzünü çevreleyen sakal |
the big grape-black eyes under his eybrows standing like two well-matched lines on his narrow fronthead | dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşlarının altında üzüm karası iri gözler |
the blood on the stone | taştaki kan |
The blood on the stone was motionless. (k) | Taştaki kan kıpırtısızdı. |
the body (b) of a young girl was slowly rotting | genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu |
The body (b) of a young girl was slowly rotting under the ground | Genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu toprağın altında. |
the body rotting in the tomb (being in the middle of rotting... ) | mezarda çürümekte olan beden |
The case was important. (he said) | dava önemliymiş |
the chronic sadness | müzmin keder |
the computer resting on my knees | dizlerimin üstünde duran bilgisayar |
the concern inside of me | içimdeki endişe |
the curious eyes of the woman next to me | yanımdaki kadının meraklı gözleri |
the curious eyes of the woman next to me | yanımdaki kadının meraklı gözleri |
the damage is done /what happened happened | olan olmuş |
the damage was done /whatever had happened happened | olan olmuştu |
the dead leaves of the tall poplar trees | uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yaprakları |
the deepest | en derin |
The door of mystery | Bab-ı Esrar |
the earth scented garden | toprak kokulu bahçe |
the eastern culture | Doğu kültürü |
the end time of the World | dünyanın son vakti |
the eyes of the woman | kadının gözleri |
the face that even death could not abuse | ölümün bile örseleyemediği yüz |
the figures on my computer screen | bilgisayarımın ekranındaki sayılar |
the first (i) | ilk |
the first time | ilk kez |
The first time I had come here with my father. | İlk kez babamla gelmiştim buralara. |
The first time I had passed these grounds by bus. | İlk kez otobüsle geçmiştim bu topraklardan. |
the fresh body of the young girl | genç kızın körpe bedeni |
the fresh body of the young girl rotting in the tomb stirred | kıpırdandı mezarda çürümekte olan genç kızın körpe bedeni |
the fresh body of the young girl stirred | kıpırdandı genç kızın körpe bedeni |
the front (side) | ön taraf |
the future | gelecek |
the greying beard (pl) | kırçıl sakallar |
the growing baby | büyümekte olan bebek |
the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını için ödenecek tazminat |
the last breath | son nefes |
the last time (v) | son vakit |
the leaves of the tall poplar trees | uzun boylu kavak ağaçlarının yaprakları |
the man who tore him from us and took him away | onu bizden koparıp götüren adam |
the men walked to the wooden door, where their victim was. | Adamlar kurbanının bulunduğu tahta kapıya yürüdü |
the middle aged woman next to me | yanımdaki orta yaşlı kadın |
the moment (d) of the refreshing of the daffodils | nergislerin tazelenme demi |
the moon | ay |
the multiplying (overlapping) winter roses | katmerlenen kış gülleri |
the name Kimya | Kimya ismi |
the name Kimya which he had given to me | onun bana verdiği Kimya ismi |
The numbers looked at me, as if they were saying 'Come on get started!' | Sayılar, hadi artık başla dercesine bana bakıyordu. |
The numbers looked at me. | Sayılar bana bakıyordu. |
The oldest one called the one inside. | En yaşlı olanı çağırmıştı içeridekini. |
the one being the oldest | en yaşlı olanı |
the one coming out from inside | içeriden çıkan |
the one inside | içerideki |
the one who was the youngest of the seven people | yedi kişiden en genç olanı |
the only /the one | tek |
The only witness of the murder was the fullmoon. | Cinayetin tek tanığı dolunaydı. |
the pain of the heart /heart breaking | yürek acısı |
the past | geçmiş |
the refreshening daffodils | tazelenen nergisler |
the refreshing of the daffodils | nergislerin tazelenme |
the restlessness inside me | içimdeki huzursuzluk |
the Rio I went to six months earlier | altı ay önce gittiğim Rio |
the Rio trip I went six months earlier | altı ay önce gittiğim Rio gezisi |
the roar of the jet engines | jet motorlarının gürültüsü |
the sadness in his dark eyes | kara gözlerindeki keder |
the same voice | aynı ses |
the screen of my computer | bilgisayarımın ekranı |
the seven knife stabbing people | bıçağı saplayan yedi kişi |
the silence of the garden | bahçenin sessizliği |
the sinking sun | batmakta olan güneş |
the sky | gökyüzü |
the smell of the ground | toprak kokusu |
the tall poplar trees | uzun boylu kavak ağaçları |
the tall poplar trees | uzun boylu kavak ağaçları |
The tall poplar trees, the multiplying (overlapping) winter roses, the refreshening daffodils, the earth scented garden... | Uzun boylu kavak ağaçları, katmerlenen kış gülleri, tazelenen nergisler, toprak kokulu bahçe... |
The trees were floating | ağaçlar yüzüyordu |
The trees were floating in an eerie coolness. | Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar. |
the two seats behind me | arkamdaki iki koltuk |
the two seats behind me were empty | arkamdaki iki koltuk boştu |
the unease inside me | içimdeki huzursuzluk |
the unease inside me quite increased | içimdeki huzursuzluk iyice arttı |
the waning fullmoon | sönmekte olan dolunay |
the waning fullmoon inside the blood on the stone | taştaki kan içinde sönmekte olan dolunay |
The waning fullmoon inside the blood on the stone was motionless.(k) | Taştaki kan içinde sönmekte olan dolunay kıpırtısızdı |
the way had ended | yol bitmişti |
the weather /air | hava |
the weather was clear | hava açıktı |
the witness of the murder | cinayetin tanığı |
the woman next to me | yanımdaki kadın |
the woman next to me | yanımdaki kadın |
the world | dünya |
the world's (y) best manager | yeryüzünün en iyi yöneticisi |
the Yakut hotel | Yakut Otel |
the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını |
the youngest | en genç |
The youngest of the seven people banged on the door. | Yedi kişiden en genç olanı vurmuştu kapıya. |
there is no life (h) in this lake | Bu gölde hayat yok. |
there was | vardı |
There was blood on the stone, hatred in the hearts of men (i), a deep serenity in the fullmoon. | Taşta kan vardı, insanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet. |
There was blood on the stone, in the sky the fullmoon, in the garden the smell of earth. | Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu. |
There was blood on the stone, seven knives that opened seven wounds. | Taşta kan vardı, yedi bıçak yedi yara açmıştı. |
There was blood on the stone. | Taşta kan vardı. |
There was blood on the stone. | Taşta kan vardı. |
There was blood on the stone. | Taşta kan vardı. |
there was no benefit (y) in huffing and puffing | oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu |
there was no benefit(y) in | hiçbir yararı yoktu |
there was no plane to Konya | Konya'ya uçak yoktu. |
there was nobody around | etrafta kimse yoktu |
these words had impressed me | etkilemişti bu sözler beni |
they are selfish | benciller |
they stabbed their knives | saplamıştı bıçaklarını |
they stabbed their knives into the one coming out from inside | saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana |
thin /fine | ince |
this pessimism would not leave me in peace | bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı |
this time (b. d.) | bu defa |
This time (d) instead of turning to the window | Bu defa pencereye dönmek yerine |
This time (d) instead of turning to the window I closed my eyes. | Bu defa pencereye dönmek yerine gözlerimi kapadım. |
thorougly /fully/completely /quite | iyice |
those days /back then | o zamanlar |
Though if I were not able to grasp what this goal exactly was | Bu amacın ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da |
Though if I were not able to grasp what this goal exactly was, I would know that it was religion, a kind of belief. | Bu amacın ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da din olduğunu bilirdim, bir tür inanç. |
thousand | bin |
thousands | binlerce |
thousands of meters below | binlerce metre altında |
three | üç |
throat (b) | boğaz |
time (v) | vakit |
time /moment (d) | dem |
to the hereabouts /here | buralara |
to abandon / leave /quit /forsake | terk etmek |
to abandon people they love a lot | çok sevdikleri insanlardan vazgeçmek |
to abuse /crumple/to handle roughly /to knock about /to drain strength | örselemek |
to accept a job | işi kabul etmek |
to add (k) | katmak |
to admire | hayran hayran bakmak |
to agree /accept | kabul etmek |
to answer (y.) | yanıtlamak |
to arrive (v) | varmak |
to ask | sormak |
to be able to grasp/understand | kavrayabilmek |
to be afraid /to fear | korkmak |
to be all ears /to prick up one's ears | kulak kesilmek |
to be ashamed /embarrassed | utanmak |
to be bored | sıkılmak |
to be bored /to be annoyed /to feel blue /to get a fit | canı sıkılmak |
to be called /to be said | denmek |
to be distracted /to be sidetracked /to lose one's attention | dikkati dağılmak |
to be dying to / to set one's heart on | can atmak |
to be given | verilmek |
to be given to everybody (anybody) | herkese verilmek |
to be illdisposed to sthg / to not take kindly to sthg | sıcak bakmamak |
to be interested in | ile ilgilenmek |
to be lost /to disappear | kaybolmak |
to be lost in thought /to engulf /to immerse oneself into something | dalıp gitmek |
to be paid | ödenmek |
to be paid for the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını için ödenmek |
to be shocked /traumatized /shaken /convulsed | sarsılmak |
to be surprised | şaşırmak |
to be trapped | hapsolmak |
to become indistinct /to become barely perceptible | silikleşmek |
to bend / bow /incline /double | eğilmek |
to bend double | iki büklüm eğilmek |
to board an airplane | uçağa binmek |
to break off /rupture | kopmak |
to burn out/die away /extinguish /wane /eclipse/dim/erlöschen | sönmek |
to calculate | hesaplamak |
to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamak |
to call (to come/e. g. an ambulance) | çağırmak |
to call /shout /yell | seslenmek |
to call me | bana seslenmek |
to capture /conquer /seize / take possession of | ele geçirmek |
to chat | sohbet etmek |
to close | kapamak |
to close sthg | kapatmak |
to come | gelmek |
to come out /go out /exit | çıkmak |
to complain | söylenmek |
to cry | ağlamak |
to damage /harm | zarar vermek |
to dart /pop out | çıkıvermek |
to dive /plunge /nip in /fall into | dalmak |
to divide /split | bölmek |
to divide /split into pieces | parçalara bölmek |
to do /make | yapmak |
to dream (r) | rüya görmek |
to end | bitmek |
to enter | girmek |
to enter the garden | bahçeye girmek |
to faint /to pass out / swoon /fall for /be fond of | bayılmak |
to feel admiration / to admire | hayranlık duymak |
to find | bulmak |
to fire /dismiss /expel /chuck out | kovmak |
to fix /set /plant /erect | dikmek |
to flinch /startle /be startled /take alarm /recoil (i) | irkilmek |
to forget | unutmak |
to get angry | öfkelenmek |
to get rid of /dispose of | kurtulmak |
to get thinner | incelmek |
to give | vermek |
To give the order of nothingness to my body, my mind and my heart (y) | Bedenimi, aklımı ve yüreğimi hiçliğin emrine vermek... |
to give up /abandon | vazgeçmek |
to go down /to land /to start descending (lit. to pass to landing) | inişe geçmek |
to go out /to walk out (c. g.) | çıkıp gitmek |
to grow | büyümek |
to harm the baby | bebeğe zarar vermek |
to hear | duymak |
to hear (i) | işitmek |
to huff /to breath a sigh /to grunt with vexation/ächzen /stöhnen /seufzen | oflamak |
to huff and puff /grunt | oflayıp puflamak |
to impress s. o. | etkilemek |
to imprint /put on /place on | kondurmak |
to increase / math: to add | artmak |
to kiss | öpmek |
to knock /hammer /bang on the door | kapıya vurmak |
to knot /to tie | düğümlemek |
to know (someone) | tanımak |
to know (something) | bilmek |
to lack /be missing | eksik olmak |
to land (on the ground) | yere inmek |
to lean towards sthg/ to open up to sthg | sıcak bakmak |
to leave no room for | yer bırakmamak |
to leave no room for doubt (k) | kuşkuya yer bırakmamak |
to look | bakmak |
to meet /to experience /to run into/encounter (k) | karşılaşmak |
to mind / bother about | aldırmak |
to most people (i) | Çoğu insana |
to most people (i) sadness didn't fit | Keder çoğu insana yakışmaz |
To most people (i) sadness didn't fit but to my father's face it would add a strange beauty. | Keder çoğu insana yakışmaz ama babamın yüzüne tuhaf bir güzellik katardı. |
to murmur /mutter /hum | mırıldanmak |
to my work | işime |
to not think | düşünmemek |
to open a wound | yara açmak |
to order /command | emrine vermek |
to pardon / forgive | bağışlamak |
to pay | ödemek |
to persist /continue (s) | sürmek |
to place /position | yerleştirmek |
to puff | puflamak |
to put | koymak |
to read | okumak |
to refresh | tazelenmek |
to remain stuck in the throat | boğazında düğümlenip kalmak |
to remember | hatırlamak |
to remember | hatırlamak |
to repair /resolve /dissolve /appease /smooth out | gidermek |
to ressemble | benzemek |
to return /go home | dönmek |
to ride /board /get on | binmek |
to rot /molder | çürümek |
to rot in the grave | mezarda çürümek |
to say (d) | demek |
to say (s) | söylemek |
to scatter /disperse /go to pieces / disrupt | dağılmak |
to settle /perch /sit | konmak |
to sink /go down (sun) | batmak |
to sleep | uyumak |
to smile | gülümsemek |
to soothe (down) | durulmak |
to spread (out) / reach out / outspread / lie | uzanmak |
to spread (out) /unfold /emanate / expand | yayılmak |
to stab /plunge /run through /thrust /drive in | saplamak |
to stop / stay /rest (be located) | durmak |
to straighten up (oneself) | doğrulmak |
to suit /befit | yakışmak |
to surround /encircle | çevrelemek |
to swim /float | yüzmek |
to take | almak |
to take away | götürmek |
to talk | konuşmak |
to tear off | kopmak |
to tear off and take away | koparıp götürmek |
to the front of me | önüme |
to the wooden door | tahta kapıya |
to think | düşünmek |
to think /fancy | sanmak |
to this city | bu kente |
to tremble /shiver /shudder (for one second) | ürpermek |
to try (again and again) | çalışmak |
to turn (ç) | çevirmek |
to understand /grasp | kavramak |
to use | kullanmak |
to walk | yürümek |
to walk away (to abandon and go) | terk edip gitmek |
to walk off /to go away /to split | çekip gitmek |
to want | istemek |
to warn | uyarmak |
to watch (i) | izlemek |
to withdraw | çekmek |
to wriggle /stir /move | kıpırdanmak |
today /the present | bugün |
tomb /grave | mezar |
too important to be given to anybody | herkese verilmeyecek kadar önemli |
tranquility /serenity (sü..) | sükûnet |
travel /trip /journey | yolculuk |
tree | ağaç |
treeless | ağaçsız |
trip / travel | gezi |
twelve | on iki |
twenty | yirmi |
twenty-five | yirmi beş |
under | altında |
under the ground | toprağın altında |
under the seat (direction >dat.) | koltuğun altına |
undisturbed / intact | örselenmemiş |
unladylike | hanıma yakışmaz |
unmanly | erkeğe yakışmaz |
unworthy / offensive / unseemly /unbefitting | yakışmaz |
victim /sacrifice /offering | kurban |
voice /noise /sound | ses |
warm | sıcak |
Was I nine years old at that time, or maybe even younger ? | Dokuz yaşında mıydım o sıralar, belki daha küçük? |
Was I nine years old? | Dokuz yaşında mıydım? |
was in question | söz konusuymuş |
Was it twenty-five years ago, maybe even more... | Yirmi beş yıl önce miydi , belki daha da fazla... |
Was it twenty-five years ago? | Yirmi beş yıl önce miydi? |
way | yol |
We had landed in Ankara. | Ankara'ya inmiştik. |
We had landed in Ankara. Then four hour long bus trip... | Ankara'ya inmiştik. Sonra dört saatlik bir otobüs yolculuğu... |
weak /slim | zayıf |
What I heard from my father | Babamdan duyduklarım |
What I heard from my father, what I read in mystic books that he gave to me, fairytales, one more colourful than the other, examples, prayers, of which I had forgotten most... | Babamdan duyduklarım, bana verdiği mistik kitaplardan okuduklarım, birbirinden renkli masallar, misaller, çoğunu unuttuğum dualar... |
what I read in books | kitaplardan okuduklarım |
what I read in mystic books that he gave to me | bana verdiği mistik kitaplardan okuduklarım |
what is the difference | ne farkı var |
what it said | ne dediğini |
what this goal exactly was | Bu amacın ne olduğunu tam olarak |
what was the difference! | ne farkı vardı ki |
whatever creature there were | ne kadar mahlukat varsa |
whatever creature there were, they remained silent, motionless (k) | ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı |
when | ne zaman |
when he stabbed | saplarken |
When I became a teenager, I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind and his yellow eyed Sheikh. | Gençlik çağına gelince, belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım. |
When I bent over in order to put the bag under the seat | Çantayı koltuğun altına koymak için eğilirken |
When I bent over in order to put the bag under the seat I suddenly (b) remembered. | Çantayı koltuğun altına koymak için eğilirken birden hatırladım. |
when I had closed my eyes | gözlerimi kapadığımda |
when I reached the age of youth /when I was a teenager | gençlik çağına gelince |
when I remembered | hatırlayınca |
When I remembered my father | Babamı hatırlayınca |
When I remembered my father the unease inside me quite increased. | Babamı hatırlayınca içimdeki huzursuzluk iyice arttı. |
when I saw the curious eyes of the woman next to me | yanımdaki kadının meraklı gözlerini görünce |
When my father withdrew his hands from before my eyes. | Babam ellerini gözlerimin önünden çektiğinde |
When she was in her happy days with my father | Babamla mutlu günlerindeyken |
When she was in her happy days with my father, she didn't call me even once Kimya. | Babamla mutlu günlerindeyken, bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti. |
When she was in her happy days with my father, while the admiration she felt for the eastern culture lasted, she didn't call me even once Kimya. | Babamla mutlu günlerindeyken, Doğu kültürüne duyduğu hayranlık sürerken bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti. |
when the pain of the heart soothed down | yürek acısı durulunca |
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a) | Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, |
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a) the fresh body of the young girl stirred. | Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, kıpırdandı genç kızın körpe bedeni. |
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a), the fresh body of the young girl rotting in the tomb stirred. | Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, kıpırdandı mezarda çürümekte olan genç kızın körpe bedeni. |
When the youngest of the seven people stabbed the knife into the man, an 'oh' came out from the young girl's last breath remaining stuck in her throat. | Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden. |
When will we arrive, father? | 'Ne zaman varacağız, baba?' |
when would we be landing (on the ground) | yere ne zaman ineceğimizi |
Where am I coming from | nereden geliyormuşum |
Where am I coming from, where am I going to, who am I? | Nereden geliyormuşum, nereye gidiyormuşum, kimmişim? |
Where am I going to | Nereye gidiyormuşum |
where their (his) victim was (situated) | kurbanının bulunduğu |
where to | nereye |
where was situated (found) | bulunduğu |
which is why /because of this | işte bu yüzden |
while the admiration persisted | hayranlık sürerken |
while the admiration she felt for the eastern culture lasted | Doğu kültürüne duyduğu hayranlık sürerken |
while the admiration she felt lasted | duyduğu hayranlık sürerken |
who | kim |
Who am I? | Kimmişim? |
window | pencere |
winter | kış |
winter roses | kış gülleri |
with another man (e) | başka bir erkekle |
With his black eyes | kara gözleriyle |
with his right hand | sağ eliyle |
with long fingers (sg) | uzun parmaklı |
with love | sevgiyle |
with my father | babamla |
with the worry | kaygısıyla |
with the worry I will hurt it | ona zarar veririm kaygısıyla |
with us /at our side | yanımızda |
without being afraid | korkmadan |
without being surprised (at all) | hiç şaşırmadan |
Without being surprised, without shivering, without being afraid | Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan |
without doing /before doing | yapmadan |
without making any explanation | hiçbir açıklama yapmadan |
without shivering | ürpermeden |
witness / bystander /testifier | tanık |
woman | kadın |
wood (material) /wooden | tahta |
work /affair /business | iş |
worry | kaygı |
worry/concern /anxiety (e) | endişe |
worth millions | milyonluk |
worth three million pounds | üç milyon poundluk |
wound /injury | yara |
written | yazılı |
years old | yaşında |
yellow | sarı |
yellow eyed devil | sarı gözlü şeytan |
yes | evet |
Yes, all these should be about a religion. | Evet, bütün bunlar bir dinle ilgili olmalıydı. |
Yes, I should have given myself to my job now | Evet, artık kendimi işime vermeliydim. |
Yes, they are selfish but luckier | Evet, benciller ama daha şanslılar |
you said I x and I x and all of these are wrong | yok x-mişim de, yok x-mişim de... |
young / young person | genç |
youth | gençlik |
İnspite of | rağmen |