Reading Turkish: Bab-ı Esrar - Ahmet Ümit

QuestionAnswer
"Count inside your head up till twelve," he had said.
'İçinden on ikiye kadar say,' demişti.
"Count up till twelve," he had said.
'on ikiye kadar say,' demişti.
''Maybe they are luckier than we.' she would say. 'Yes, they are selfish but luckier, because they have a goal for the sake of which they could abandon even the people they love a lot.
'Belki de onlar bizden şanslı' derdi. 'Evet, benciller ama daha şanslılar, çünkü uğrunda çok sevdikleri insanlardan bile vazgeçebilecekleri bir amaçları var.'
'Father are there fishes in this lake?' I had asked.
'Baba bu gölde balık var mı?' diye sormuştum.
'Maybe they are luckier than we.' she would say.
'Belki de onlar bizden şanslı' derdi.
(air) plane
uçak
(by) complaining
söylenerek
(by) splitting into seven pieces
yedi parçaya bölerek
(by) splitting the silence of the garden into seven pieces
bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek
(from) people that they love a lot
çok sevdikleri insanlardan
(He said) I knew the Turks. (and that is wrong)
Yok Türkleri tanıyormuşum.
(He said) I knew Turkish (and that is wrong)
Yok Türkçe biliyormuşum
(He said) I knew Turkish and I knew the Turks. (and all of it is wrong)
Yok Türkçe biliyormuşum da, yok Türkleri tanıyormuşum da...
(sigh of relief)
oh
(that is/are) captured by hatred
nefretin ele geçirdiği
(there was) hatred in the hearts of men (i)
insanların yüreklerinde nefret
a baby was crying
bir bebek ağlıyordu
A baby was stirring in one of the houses.
Bir bebek kıpırdanıyordu evlerden birinde.
a blueish purple
maviye çalan mor
a bright red sinking sun
batmakta olan kıpkırmızı bir güneş
a bus trip
bir otobüs yolculuğu
a city
bir şehir
a city popped out facing me
bir şehir çıkıvermişti karşıma
a dark brown piece of ground
koyu kahverengi bir toprak parçası
a four hour long bus trip
dört saatlik bir otobüs yolculuğu
a job like the others
ötekiler gibi bir iş
A justifiable reason that my father who loved me madly needed one day out of the blue to walk off.
Beni deliler gibi seven babamın bir gün apansız çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden.
A justifiable reason that my father who loved me madly needed to walk off
beni deliler gibi seven babamın çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden
a justifiable reason that requires him to go away
çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden
a kind of
bir tür
a kind of belief
bir tür inanç
a legitimate reason
haklı bir neden
a lot /much /very
çok
a male voice...
bir erkek sesi...
a murmur
bir mırıltı
a piece of ground
bir toprak parçası
a reason
bir neden
a rebuke (si) full of love
sevgi yüklü bir sitem
a reddish purple
kırmızıya çalan mor
a sincere reproach
içten bir serzeniş
a smile (g)
bir gülümseme
a smile (g) spread over her face, that even death could not abuse.
Bir gülümseme yayıldı ölümün bile örseleyemediği yüzüne.
a smile spread
bir gülümseme yayıldı
a smile spread over her face
bir gülümseme yayıldı yüzüne
a strange beauty
tuhaf bir güzellik
a stranger to this country
bu ülkenin yabancısı
a thinned cumulus cloud
incelmiş bir bulut kümesi
A treeless, riverless, dead-smooth, huge soil.
Ağaçsız, ırmaksız, dümdüz, kocaman bir toprak.
a very essential thing
çok gerekli bir şey
a white lake
bembeyaz bir göl
a young girl
genç bir kız
A young girl was sleeping far away, the body (b) of a young girl was slowly rotting under the ground.
Genç bir kız uyuyordu uzaklarda, genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu toprağın altında.
A young girl was sleeping far away.
Genç bir kız uyuyordu uzaklarda.
a young girl with her boyfriend
genç bir kız ile erkek arkadaşı
about /concerning
hakkında
about /concerning /involving (i)
ilgili
about /concerning a religion
bir dinle ilgili
about /concerning him
ona dair
about Brazilians
Brezilyalılar hakkında
above
yukarıda
absolutely straight /dead-smooth / as the craw flies
dümdüz
actually /in fact / really
aslında
admiration
hayranlık
after (abandoning and) walking off
terk edip gittikten sonra
after looking
baktıktan sonra
after looking with his black eyes onto the snow white lake
kara gözleriyle bembeyaz göle baktıktan sonra
After looking with his black eyes onto the snow white lake he had answered.
Kara gözleriyle, bembeyaz göle baktıktan sonra yanıtlamıştı.
After my father had abandoned us and left...
Babam bizi terk edip gittikten sonra...
after the second operation (math)
ikinci işlemden sonra
again (y)
yine
Again for this reason I didn't use the name Kimya which he had given to me.
Yine bu yüzden onun bana verdiği Kimya ismini hiç kullanmadım.
again I turned to my front
yeniden önüme döndüm
again/afresh (y)
yeniden
against /opposite / before /towards /gegenüber
karşı
alive
canlı
Alive, dead, whatever creature there were, they all silenced, they all were trapped inside the blood on the stone....
Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsi susmuş, hepsi hapsolmuştu taştaki kanın içinde...
Alive, dead, whatever creature there were, they all silenced.
Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsi susmuştu.
Alive, dead, whatever creature there were. they remained silent, motionless
Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı.
alive, dead, whatever creatures there were
canlı cansız ne kadar mahlukat varsa
all (h)
hepsi
all of a sudden / out of the blue (ap..)
apansız
All of a sudden I met with the curious eyes of the middle aged woman next to me.
Ansızın yanımdaki orta yaşlı kadının meraklı gözleriyle karşılaştım.
All of the seven at once stabbed their knives into the one coming out from inside.
Yedi kişinin yedisi birden saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana.
all these
bütün bunlar
all were trapped
hepsi hapsolmuştu
all were trapped inside the blood on the stone
hepsi hapsolmuştu taştaki kanın içinde
almost /nearly
neredeyse
almost yellow coloured eyes
neredeyse sarı renkli gözler
also /in addition /moreover(b)
bir de
also in the place I landed this pessimism would not leave me in peace
İndiğim yerde de bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı.
Also(b) , if there were not that anxiety inside of me...
Bir de içimdeki şu endişe olmasa...
Also(b) Shah Nesim...
Bir de Şah Nesim...
although I never wanted
hiç istemediğim hâlde
always
hep
amount /sum /total (tu..)
tutar
An 'oh' came out from the young girl's last breath remaining stuck in her throat
bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden
an arched pointed nose
kemerli, sivri bir burun
An eerie coolness in the garden.
Bahçede ürkütücü bir serinlik.
an hour
saat
an insurance policy worth three million pounds
üç milyon poundluk bir poliçe
An insurance policy worth three million pounds was in question.
Üç milyon poundluk bir poliçe söz konusuymuş.
and /also(following noun, participle...)
da - de
And in the middle of this vast brown plain a miracle, a snow white lake.
Ve uçsuz bucaksız bu kahverengi düzlüğün ortasında bir mucize; bembeyaz bir göl.
And that chronic sadness never lacking in his thin long face
Ve ince uzun yüzünden hiç eksik olmayan o müzmin keder
And the case was too important to be given to anybody. (He said)
Dava da herkese verilmeyecek kadar önemliymiş.
And this was just a job like the others.
Bu da ötekiler gibi sadece bir işti.
And this was just a job.
Bu da sadece bir işti.
and what was worse with another man
hem de başka bir erkekle
angry
öfkeli
Anyway as soon as I return to London I would get rid of it.
Zaten Londra'ya döner dönmez kurtulacaktım ondan.
Anyway there is no bad souvenir in my memory about him;
Zaten belleğimde ona dair hiçbir kötü anı yok;
Anyway there is no bad souvenir in my memory about him; apart from that he snatched my father from us and took him away.
Zaten belleğimde ona dair hiçbir kötü anı yok; babamı bizden koparıp götürmesi dışında.
apart from that he snatched my father from us and took him away.
babamı bizden koparıp götürmesi dışında.
arabic for door (used in religious context)
bab
arched /gewölbt
kemerli
Are you (a) magician, father?
Sen büyücü müsün, baba?
around
etrafta
as if
sanki
as if I x / you said I x and it is wrong
yok x-mişim
as if it were the end time of the World
sanki dünyanın son vaktiymişçesine
As if it were the end time of the World, alive, dead, whatever creature there were they remained silent, motionless. (k)
Sanki dünyanın son vaktiymişçesine, canlı cansız ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı.
as if they were saying 'Come on get started!'
hadi artık başla dercesine
as if to say / as if they were saying /as if he was saying
dercesine
as many as you got/ whatever
ne kadar varsa
as soon as I return
döner dönmez
as soon as I return to London
Londra'ya döner dönmez
at least
en azından
At that moment I heard a voice...
O anda duydum sesi...
At that moment I heard a voice... A male voice... Gentle, warm, affectionate.
O anda duydum sesi... Bir erkek sesi... Yumuşak, sıcak, sevecen.
at that time
o sıralar
At that time these words had very much impressed me, but later...
O zamanlar çok etkilemişti bu sözler beni ama sonra...
auburne (lightest shade of brown hair) /dunkelblond
kumral
auburne hair
kumral saçlar
baby
bebek
back /rear /hind
arka
Back then there was no plane to Konya.
O zamanlar Konya'ya bir uçak yoktu.
bag
çanta
beard
sakal
beauty
güzellik
because
çünkü
because my father had gone without making any explanation
çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan gitmişti
Because my father had without making any explanation walked out of our lives and what was worse with another man.
çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan, hem de başka bir erkekle çıkıp gitmişti yaşamımızdan.
because my father had without making any explanation walked out of our lives.
çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan çıkıp gitmişti yaşamımızdan.
because they have a goal for the sake of which they could abandon even the people they love a lot.
çünkü uğrunda çok sevdikleri insanlardan bile vazgeçebilecekleri bir amaçları var.
because they have a goal for which they could abandon
çünkü uğrunda vazgeçebilecekleri amaçları var.
because they have a goal.
çünkü amaçları var.
being
olan
benefit (y)
yarar
between
arasında
big eyes
iri gözler
big eyes black as grapes
üzüm karası iri gözler
blood
kan
blue
mavi
body (b)
beden
body (b)
beden
boyfriend
erkek arkadaş
Brazilians
Brezilyalılar
breath
nefes
bright red / knallrot
kıpkırmızı
brown
kahverengi
bus
otobüs
but
ama
But at least I was not that much a stranger to this country.
Ama en azından bu ülkenin çok da yabancısı değildim.
but even this
ama bu bile
but even this didn't appease the restlessness inside me
ama bu bile gidermiyordu içimdeki huzursuzluğu
but his thin, pale face
ama onun ince solgun yüzü
But I could never forget his thin pale face and the sadness in his dark eyes.
Ama onun ince solgun yüzünü ve kara gözlerindeki kederi hiçbir zaman unutamadım.
But I couldn't find.
Ama bulamadım.
But I never forgot his thin pale face and the sadness in his dark eyes.
Ama onun ince solgun yüzünü ve kara gözlerindeki kederi hiçbir zaman unutmadım.
But I was not to going to chat with her.
Ama ben onunla sohbet edecek hâlde değildim.
But she also didn't mind that my father called me Kimya.
Ama babamın beni 'Kimya' diye çağırmasına da aldırmazdı.
but the girl's fresh body didn't move
ama kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu
but the girl's fresh body didn't move anymore
ama kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu artık
But the girl's fresh body, that was under the ground, didn't move anymore.
Ama yerin altındaki kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu artık.
But the time passed and the pain of the heart soothed down, she had begun to talk less bad.
Ama zaman geçip yürek acısı durulunca daha az kötü konuşmaya başlamıştı.
But the time passed and...
Ama zaman geçip...
But there is a very essential thing for life.
ama hayat için çok gerekli bir şey var
but to my father's face
ama babamın yüzüne
But when had I slept!
Ama ne zaman uyumuştum ki?
but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me
ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce
but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me, I was annoyed.
ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce, canım sıkıldı.
by bending thus double
böyle iki büklüm eğilerek
by bus
otobüsle
by complaining.... she would kiss him from her lips.
.... diye söylenerek dudaklarından öperdi onu.
By complaining: "I didn't see another man whom sadness befitted that much," she would kiss him from her lips.
'Kederin bu kadar yakıştığı başka bir adam görmedim.' diye söylenerek dudaklarından öperdi onu.
by saying....
.... diye söyleyerek
car number plate
plaka
case /lawsuit /trial
dava
chaotic /all mixed up /in a mess
karmakarışık
chapter
bölüm
chronic /obstinate
müzmin
city (k)
kent
clear /open
açık
cloud
bulut
come on / go ahead
hadi
Come on get going! /Come on start now. /Come on get started!
Hadi artık başla!
compassionate /endearing /affectionate
sevecen
compensation /indemnity /restitution /recovery
tazminat
Computer
bilgisayar
coolness
serinlik
copper
bakır
Count up to twelve!
On ikiye kadar say!
Count!
Say!
crazy /mad
deli
creature (m)
mahlukat
cumulus cloud
bulut kümesi
curious (adj)
meraklı
curiously
merakla
curiously I turned backwards (a) ...
Merakla arkaya döndüm...
Curiously I turned backwards... The two seats behind me were empty. I looked to the front... a young girl was sitting with her boyfriend.
Merakla arkaya döndüm... Arkamdaki iki koltuk boştu. Ön tarafa baktım... Genç bir kız ile erkek arkadaşı oturuyordu.
curse
lanet
cursed
lanetli
daffodil
nergis
dark /black
kara
dark brown
koyu kahverengi
dark eyes
kara gözler
dead
ölü
death
ölüm
deep
derin
devil /satan
şeytan
Did I harm the baby by bending thus double, I wondered
Böyle iki büklüm eğilerek, bebeğe zarar mı veriyordum, acaba?
did I harm the baby, I wondered
Bebeğe zarar mı veriyordum, acaba.
did I harm the baby?
bebeğe zarar mı veriyordum?
dismally /mit Unbehagen
sıkıntıyla
door
kapı
doubt (k)
kuşku
down
aşağıda
down thousands of meters below a dark brown piece of ground stretched out
aşağıda binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu.
Down, a dark brown piece of land stretched thousands of meters below a thinned cloud cluster.
aşağıda incelmiş bir bulut kümesinin binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu.
dream (r)
rüya
earlier / just now/a short while ago
daha önce
earth /ground
toprak
earth /world /surface (y)
yeryüzü
east
doğu
electronic signboard
elektronik tabela
endless
bitmek bilmeyen
endless /vast /immense / as far as the eye can see (lit. pointless cornerless)
uçsuz bucaksız
environment /surrounding (e)
etraf
Even (ü) though I wanted very much to forget...
üstelik unutmayı çok istememe rağmen...
Even if it was written on my id card
Kimliğimde yazılı olsa da
Even if it was written on my id card, I tried to forget this name too, like my father.
Kimliğimde yazılı olsa da, babam gibi, bu ismi de unutmaya çalıştım.
Even if my mother forgave him
Annem onu bağışlamış olsa bile
Even if my mother forgave him, I couldn't forgive my father because of this.
Annem onu bağışlamış olsa bile, ben işte bu yüzden babamı bağışlayamadım.
Even if my mother forgave him, I couldn't forgive my father.
Annem onu bağışlamış olsa bile, ben babamı bağışlayamadım.
even once
bile bir kez olsun
every minute
her dakika
every moment
her an
everyone
herkes
exactly
tam olarak
example
misal
explanation /comment /statement
açıklama
eye
göz
eyebrow
kaş
face /visage
yüz
facing me / opposite me (dat)
karşıma
fairytale
masal
fairytales, examples, prayers
masallar, misaller, dualar
fairytales, one more colourful than the other
birbirinden renkli masallar
fairytales, one more colourful than the other, examples, prayers, of which I had forgotten most...
birbirinden renkli masallar, misaller, çoğunu unuttuğum dualar...
faith /belief
inanç
Father, are there fishes in this lake?
Baba bu gölde balık var mı?
finger
parmak
fire /wildfire
yangın
first
birinci
first chapter
birinci bölüm
First I could not understand what it said
Önce ne dediğini anlayamadım
First I could not understand what it said, I pricked up my ears.
Önce ne dediğini anlayamadım, kulak kesildim.
First I looked at the woman next to me, no, she was not interested in me, her eyes fixed on the electronic signboard, she tried to find out when we would be landing.
Önce yanımdaki kadına baktım, hayır, benimle ilgilenmiyordu; gözlerini yukarıdaki elektronik tabelaya dikmiş, yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu.
First I looked at the woman next to me.
Önce yanımdaki kadına baktım.
fish
balık
five
beş
for
için
for a long time
çok uzun zamandır
For a long time nobody had called me such....
Çok uzun zamandır kimse bana böyle seslenmemişti...
for a while
bir süre
For her I was always Karen.
Onun için hep Karen'dım ben.
for the airplane the starting to go down
uçağın inişe geçmesine
for the sake of
uğrunda
for this reason
bu yüzden
foreigner/stranger /foreign
yabancı
fountain / jet /sprinkle
fişkiye
four hour long
dört saatlik
fragrant /scented
kokulu
free / empty
boş
fresh (k)
körpe
friend
arkadaş
friend of heart
gönül dostu
from between
arasından
from each other
birbirinden
from her last breath
son nefesinden
from inside
içeriden
from inside /here: inside your head
içinden
from inside the steppe
bozkırın içinden
from the future
gelecekten
from the girl's last breath remaining stuck in her throat
kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden
from the past
geçmişten
from the present
bugünden
from the Rio trip I went six months earlier
altı ay önce gittiğim Rio gezisinden
From the trip to Rio I went to six months earlier what was the difference?!? !
Altı ay önce gittiğim Rio gezisinden ne farkı vardı ki?
from us
bizden
from where
nereden
from/since the beginning
başından beri
front (part of the face) /Stirn
alın
full of love (loaded with love)
sevgi yüklü
full(y) /exact(ly) /complete(ly)
tam
fullmoon
dolunay
garden
bahçe
garden
bahçe
girl
kız
goal /purpose
amaç
going to chat
sohbet edecek hâlde olmak
grape
üzüm
grape black(k) (black as grapes)
üzüm karası
grey playing into copper /grey ressembling copper
bakıra çalan kırçıl
greying
kırçıl
grief /sorrow /sadness
keder
half
yarım
half an hour
yarım saat
happy
mutlu
harmonious/easy going /compatible /well-matched
uyumlu
hatred
nefret
he called the one inside
içeridekini çağırmıştı
He covered my eyes with his right hand.
Sağ eliyle gözlerimi kapatmıştı.
He had answered.
Yanıtlamıştı.
he had gone
gitmişti
He had light brown almost yellow coloured eyes.
Açık kahverengi neredeyse sarı renkli gözleri vardı.
He placed a kiss on my fronthead.
Alnıma bir öpücük kondurmuştu.
He was a slim man.
Zayıf bir adamdı.
He was a slim, medium height man.
Zayıf, orta boylu bir adamdı.
He was a tall man with a long face, long fingers. (sg)
Uzun boylu, uzun yüzlü, uzun parmaklı bir adamdı.
He was looking from between the dead leaves of the tall poplar trees.
uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından bakıyordu.
He was looking without being surprised, without shivering, without being afraid from between the dead leaves of the tall poplar trees.
Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından.
He was looking without being surprised, without shivering, without being afraid.
Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu.
He, too used to say 'Miss Kimya' to me.
O da, 'Kimya Hanım' derdi bana.
head (k)
kafa
heart (y)
yürek
heart /soul (g)
gönül
her eyes fixed on the electronic signboard
gözlerini elektronik tabelaya dikmiş
her eyes fixed on the electronic signboard above
gözlerini yukarıdaki elektronik tabelaya dikmiş
her eyes fixed on the electronic signboard, she tried to find out when we would be landing
gözlerini elektronik tabelaya dikmiş, yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu
her last breath
son nefesi
her name (i)
onun ismi
her name is Karen, not Kimya
onun ismi Karen, Kimya değil
here it is / voici
işte
himself (acc.)
kendini
his eybrows standing like two well-matched lines on his narrow fronthead
dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşları
his eyes used to look
gözleri bakardı
his face never becoming indistinct in my mind
belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen
His yellow coloured eyes would always look with love.
Sarı renkli gözleri her zaman sevgiyle bakardı.
horizon
ufuk
Hotel
otel
hourly
saatlik
house
ev
how many creatures
ne kadar mahlukat
how much
ne kadar
huge (k)
kocaman
huge /big /large
iri
I am just a person (i) from this land (t. pl.), my daughter.
'Sadece bu toprakların bir insanıyım, kızım.'
I closed my eyes
gözlerimi kapadım
I closed the computer.
Bilgisayarı kapattım.
I could never forget
hiçbir zaman unutamadım
I could not understand
anlayamadım
I could not work /I was unable to work
çalışamıyordum
I couldn't forgive my father.
Ben babamı bağışlayamadım.
I didn't even smile, I turned my head and looked outside the window.
Gülümsemedim bile, başımı çevirip pencereden dışarıya baktım.
I didn't even smile.
Gülümsemedim bile.
I didn't see another man
Başka bir adam görmedim
I didn't see another man whom sadness befitted that much.
Kederin bu kadar yakıştığı başka bir adam görmedim.
I didn't use the name Kimya which he had given to me.
onun bana verdiği Kimya ismini hiç kullanmadım
I didn't use the name Kimya.
Kimya ismini hiç kullanmadım.
I didn't want
istemiyordum
I felt like I heard the same voice again.
Aynı sesi yeniden duyar gibi oldum.
I had asked.
Sormuştum
I had been bored
sıkılmıştım
I had been bored of the for hours extending dead-smooth plain (o)
Sıkılmıştım saatlerce uzanan dümdüz ovadan.
I had counted.
Saymıştım.
I had counted; when my father withdrew his hands from in front of my eyes the way had ended, out of the steppe a city popped up before me...
Saymıştım; babam ellerini gözlerimin önünden çektiğinde yol bitmiş, bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma...
I heard it clearly
açık olarak işittim
I hurt it
ona zarar veririm
I knew nothing about Brazilians
Brezilyalılar hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
I knew very well that also in the place where I landed this pessimism would not leave me in peace.
Çok iyi biliyordum ki indiğim yerde de bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı.
I knew very well that...
Çok iyi biliyordum ki...
I looked at the amount of the policy
poliçe tutarına baktım
I looked outside the window.
Pencereden dışarıya baktım.
I looked to the front.
Ön tarafa baktım.
I lost my attention
dikkatim dağıldı
I never forgot
hiçbir zaman unutmadım
I never used
hiç kullanmadım
I placed it back into my bag.
Çantama yerleştirdim.
I pricked up my ears
kulak kesildim.
I quickly straightened up
hızla doğruldum
I quickly straightened up with the worry I would hurt it.
Ona zarar veririm kaygısıyla hızla doğruldum.
I should have given
vermeliydim
I should have given myself to my work
kendimi işime vermeliydim
I sighed dismally
Sıkıntıyla ofladım
I sighed dismally, but there was no benefit (y) in huffing and puffing
Sıkıntıyla ofladım, ama oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu.
I sighed dismally, but there was no benefit (y) in huffing and puffing, the damage was done and this was just a job like the others.
Sıkıntıyla ofladım, ama oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu, olan olmuştu, bu da ötekiler gibi sadece bir işti.
I started
başladım
I started; I looked at the amount of the policy, I tried to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire, but after the second operation I lost my attention.
Başladım; poliçe tutarına baktım, Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamaya çalıştım ama ikinci işlemden sonra dikkatim dağıldı.
I suddenly (b) remembered.
Birden hatırladım.
I think (g)
galiba
I think (g) I have dreamt.
Galiba rüya görmüştüm.
I took my gaze(pl) of the window
Bakışlarımı pencereden aldım
I tried not to think.
Düşünmemeye çalıştım.
I tried to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamaya çalıştım
I tried to forget this name.
Bu ismi unutmaya çalıştım.
I tried to understand
Anlamaya çalıştım.
I tried to understand my father and his yellow eyed Sheikh.
Babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım.
I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind and his yellow eyed Sheikh.
Belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım.
I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind.
Belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı anlamaya çalıştım.
I turned my eyes (looks) to my computer.
Bakışlarımı bilgisayarıma çevirdim.
I turned my eyes (looks) to the figures on my computer screen.
Bakışlarımı bilgisayarımın ekranındaki sayılara çevirdim.
I turned my eyes (looks) to the figures on the screen of my computer which was on top of my knees.
Bakışlarımı, dizlerimin üstünde duran bilgisayarımın ekranındaki sayılara çevirdim.
I turned my head (b) and...
başımı çevirip...
I wanted to break off from the past, the present, the future.
Geçmişten, bugünden, gelecekten kopmak istedim.
I wanted to disappear for a while in that pitchblack, that deepest, that most peaceful garden of sleep.
Uykunun o simsiyah, o en derin, o en huzurlu bahçesinde bir süre kaybolmak istedim...
I wanted to find a reason.
Bir neden bulmak istedim.
I was also not that much a stranger to this country
bu ülkenin çok da yabancısı değildim
I was annoyed
canım sıkıldı
I was hearing
duyuyordum
I was hearing the noise of the jet engines.
jet motorlarının gürültüsünü duyuyordum
I was not
değildim
I was not a stranger to this country
bu ülkenin yabancısı değildim
I was not going to chat
sohbet edecek hâlde değildim
I wished
keşke
I wished I had never come to this city (k)
Keşke bu kente hiç gelmeseydim
I wished I had never come to this city before
Keşke bu kente daha önce hiç gelmeseydim
I wished I had never known the Turks, I wished I had never come to this city before.
Keşke hiç tanımasaydım Türkleri, keşke bu kente daha önce hiç gelmeseydim.
I wished I had never known the Turks...
Keşke hiç tanımasaydım Türkleri...
I wished I had not come
Keşke gelmeseydim
I wished I hadn't accepted this job.
Keşke bu işi kabul etmeseydim.
I wished I never had accepted this job.
Keşke bu işi hiç kabul etmeseydim.
I wonder(ed)
acaba
I would get rid of it
kurtulacaktım ondan
I would know
bilirdim
I would know that it was religion
din olduğunu bilirdim
I would know that it was religion, a kind of belief.
din olduğunu bilirdim, bir tür inanç.
identity /id card
kimlik
if I were not able to understand/grasp (but I am/ hypothetical statement) )
kavrayamasam
imbrication (overlapping of leaves / tiles /scales) /Überlappen von Blättern /Schuppen /multiplying /increasing
katmerlenme
important
önemli
in
içinde
in a eerie coolness
ürkütücü bir serinlik içinde
in addition /besides / also /and what is more /and what is worse
hem de
in her happy days
mutlu günlerinde
in her happy days with my father
Babamla mutlu günlerinde
in moments
anlarda
In moments when she got very angry
çok öfkelendiği anlarda
in my belly
karnımda
in my memory (b)
belleğimde
in one of the houses
evlerden birinde
In order to dismiss the memories about my father
Babamla ilgili anıları kovmak için
In order to dismiss the memories about my father, I took my gaze of the window,again I turned to my front, but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me, I was annoyed.
Babamla ilgili anıları kovmak için bakışlarımı pencereden aldım, yeniden önüme döndüm, ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce, canım sıkıldı.
In order to put the bag under the seat
Çantayı koltuğun altına koymak için
in that pitchblack, that deepest, that most peaceful garden of sleep
uykunun o simsiyah, o en derin, o en huzurlu bahçesinde
in the act of /going to
hâlde
in the days
günlerde
in the distance
uzaklarda
in the fullmoon (there was) a deep serenity (sü...)
dolunayda derin bir sükûnet
in the garden
bahçede
in the garden of sleep
uykunun bahçesinde
In the garden was the smell of the ground.
Bahçede toprak kokusu vardı.
in the middle of
ortasında
in the middle of this vast brown plain
uçsuz bucaksız bu kahverengi düzlüğün ortasında
in the place I landed
indiğim yerde
in the sky
gökyüzünde
In the sky there was the fullmoon.
Gökyüzünde dolunay vardı.
inside
içeride
inside the blood on the stone
taştaki kan içinde
inspite of (r) me thinking thus
Böyle düşünmeme rağmen
inspite of my wanting
istememe rağmen
inspite of my wanting to forget (another possible form) /though I wanted to forget
unutmak (unutmayı) istememe rağmen
Inspite of thinking thus, I quickly straightened up with the worry I would hurt it.
Böyle düşünmeme rağmen, ona zarar veririm kaygısıyla hızla doğruldum.
instead of
yerine
instead of turning to the window
pencereye dönmek yerine
insurance policy
poliçe
into the garden (dat)
bahçeye
it could not be
olmuyordu
It meant I had dozed off when I had closed my eyes.
Gözlerimi kapadığımda dalıp gitmişim demek.
it quite increased
iyice arttı
It ressembled a murmur, a sincere reproach, a rebuke full of love.
Bir mırıltıya benziyordu, içten bir serzeniş, sevgi yüklü bir sitem.
It ressembled a murmur.
bir mırıltıya benziyordu.
it used to add /it would add
katardı
it used to add a strange beauty to my father's face
Babamın yüzüne tuhaf bir güzellik katardı
It was stunning.
Müthişti.
It was stunning. Admiringly looking at my father, I had murmured: "Are you (a) magician, father?"
Müthişti. Babama hayran hayran bakarak mırıldanmıştım: 'Sen büyücü müsün baba?'
It was the time for the multiplying of the winterroses, the moment (d) of the refreshing of the daffodils.
Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi.
It was the time for the multiplying of the winterroses.
Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi.
it was time
vaktiydi
jet engines /Flugzeugmotoren
jet motorları
just then /just at that moment
derken
Just then I heard it clearly not leaving any room for doubt.
Derken kuşkuya hiç yer bırakmayacak kadar açık olarak işittim.
Kimya... Kimya... Miss Kimya.
Kimya... Kimya... Kimya hanım.
kiss
öpücük
knee
diz
knife
bıçak
knot /tie
düğüm
lady
hanım
lake
göl
land /country
ülke
landing (noun)
iniş
last
son
leaf
yaprak
leaving no room for doubt(k)
kuşkuya yer bırakmayacak kadar
less bad
daha az kötü
life (h)
hayat
life (y)
yaşam
lifeless /dead
cansız
light (colour)
açık
light brown
açık kahverengi
like crazy (like madmen)
deliler gibi
like I'm hearing /I felt like hearing
duyar gibi oldum
Like my father, I also tried to forget this name.
Babam gibi, bu ismi de unutmaya çalıştım.
like the others (ö)
ötekiler gibi
Like the young girl's body
Genç kızın bedeni gibi
Like the young girl's body, the above ground also was silent now.(ş)
Genç kızın bedeni gibi yerin üstü de sessizdi şimdi.
like two lines
iki çizgi gibi
line
çizgi
lip
dudak
loaded /laden /charged
yüklü
London
Londra
look /glance /view /(eye)
bakış
Looking admiringly at my father I had murmured :
Babama hayran hayran bakarak mırıldanmıştım:
love /affection
sevgi
luckier than we
bizden şanslı
lucky
şanslı
madman
deli
magician
büyücü
maladroit
el işe yakışmaz
man (a)
adam
man /male
erkek
manager
yönetici
manifestly /openly /clearly
açık olarak
maybe even more
belki daha da fazla
memories about my father
babamla ilgili anılar
memory /recollection(b)
bellek
memory /souvenir
anı
middle sized /medium height
orta boylu
middleaged
orta yaşlı
million
milyon
mind (a) /Verstand
akıl
miracle
mucize
month /moon
ay
monthly /... months old (baby)
aylık
moreover
üstelik
Moreover I knew nothing about Brazilians.
Üstelik Brezilyalılar hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
most peaceful
en huzurlu
mother
anne
motionless (k)
kıpırtısız
Mrs /Miss
hanım
murder
cinayet
my body
bedenim
my daughter
kızım
My father had smiled, covered my eyes with his right hand.
Babam gülümsemiş, sağ eliyle gözlerimi kapatmıştı.
My father had smiled.
Babam gülümsemişti.
my father had walked out of our lives
babam çıkıp gitmişti yaşamımızdan
my father used to be embarrassed
babam utanırdı
My father used to be embarrassed, I think, in fact I didn't remember exactly.
Babam utanırdı galiba, aslında tam hatırlamıyordum.
my father who loved me
Beni seven babam
my father who loved me like crazy
beni deliler gibi seven babam
my father whose face never became indistinct in my mind
belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babam
My father's friend
Babamın arkadaşı
My father's friend, friend of heart, the man who tore him from us and took him away.
Babamın arkadaşı, gönül dostu, onu bizden koparıp götüren adam.
my head (k) was all in a mess
kafam karmakarışıktı
my heart (y)
yüreğim
my mind
aklım
My mother forgave him.
Annem onu bağışladı.
My mother was anyway since the beginning illdisposed to the name Kimya.
Zaten annem başından beri 'Kimya' ismine sıcak bakmamıştı.
My mother was fond of this sadness.
Annem bayıldı bu kedere.
My mother was illdisposed to the name Kimya.
Annem Kimya ismine sıcak bakmamıştı.
my mother was not there
annem yoktu
My mother was not with us, only my father and I.
Annem yoktu yanımızda, sadece babam ile ben.
My mother was not with us.
Annem yoktu yanımızda.
My mother would call (d) him 'Yellow eyed devil' in moments when she got very angry.
Annem çok öfkelendiği anlarda 'Sarı gözlü şeytan' derdi ona.
My mother would call (d) him... in moments when she got very angry.
Annem çok öfkelendiği anlarda.... derdi ona.
my wanting
istemem
myself (akk)
kendimi
mystery /secrets,/marihuana /hashish
esrar
mystic
mistik
mystic books
mistik kitaplar
name (i)
isim
narrow /tight
dar
necessary /essential
gerekli
Neither of the baby growing in my belly every moment, every minute,
Ne her an, her dakika karnımda büyümekte olan bebeği
Neither of the baby growing in my belly every moment, every minute, nor of my father, nor of his city that I was obliged to go to although I had never wanted to...
Ne her an, her dakika karnımda büyümekte olan bebeği, ne babamı, ne de hiç istemediğim hâlde gitmek zorunda olduğum onun şehrini...
neither... nor...
ne... ne de...
never
hiçbir zaman
never becoming indistinct
hiçbir zaman silikleşmeyen
never lacking
hiç eksik olmayan
never lacking in his thin, long face
ince uzun yüzünden hiç eksik olmayan
next to
yanında
next to me
yanımda
nine
dokuz
no
hayır
no
hayır
no bad souvenir
hiçbir kötü anı
No my daughter, there is no life (h) in this lake, but there is a thing very essential for life: salt.
'Yok kızım, bu gölde hayat yok, ama hayat için çok gerekli bir şey var: Tuz...'
No my daughter, there is no life (h) in this lake.
Yok kızım, bu gölde hayat yok.
No there was nobody around calling me 'Kimya'.
Yok, etrafta bana 'Kimya' diye seslenecek kimse yoktu.
No this time I had only remembered it. "Kimya... Kimya Hanım."
Hayır bu kez sadece hatırlıyordum. 'Kimya... Kimya Hanım!'
No this time I was only remembering it. "Kimya... Kimya Hanım."
Hayır, bu kez sadece hatırlıyordum. 'Kimya... Kimya Hanım!'
No, I didn't want to remember him.
Hayır, onu hatırlamak istemiyordum.
No, it could not be, my head (k) was all in a mess, I was unable to work.
Hayır olmuyordu, kafam karmakarışıktı, çalışamıyordum.
no, she was not interested in me
hayır, benimle ilgilenmiyordu
nor of his city, where I was obliged to go although I had never wanted.
ne de hiç istemediğim hâlde gitmek zorunda olduğum onun şehrini...
nor of my father
ne babamı
nose
burun
not /never
hiç
not anymore /no longer
artık
not even two months old
İki aylık bile yok
not to be able to grasp /understand
kavrayamamak
not to leave me in peace
yakamı bırakmamak
not to leave s. o. in peace
yakasını bırakmamak
nothing
hiçbir şey
nothingness
hiçlik
now
şimdi
Now I was only hearing the noise of the jet engines.
Şimdi sadece jet motorlarının gürültüsünü duyuyordum.
number /figure
sayı
of his city (acc.)
onun şehrini
of the for hours extending dead-smooth plain(o)
saatlerce uzanan dümdüz ovadan
of the plain (o)
ovadan
old (age)
yaşlı
old (age)
yaşlı
on my id card
kimliğimde
on the horizon
ufukta
On the horizon was a bright red sinking sun, down, thousands of meters below a thinned cloud cluster extended a dark brown piece of land.
Ufukta batmakta olan kıpkırmızı bir güneş, aşağıda incelmiş bir bulut kümesinin binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu.
On the horizon was a bright red sinking sun.
Ufukta batmakta olan kıpkırmızı bir güneş
on the stone
taşta
on top of / on (.. st..)
üstünde
on top of my knees
dizlerimin üstünde
one can't call /say (it can't be said)
denemez
one can't call it (it can't be said to it)
ona denemez
one can't even call it baby
Ona bebek bile denemez
one day out of the blue
bir gün apansız
one more colourful than the other
birbirinden renkli
one time (d)
bir defa
only (s)
sadece
only half an hour remained
sadece yarım saat kalmıştı
only half an hour remained for the airplane starting to go down
Uçağın inişe geçmesine sadece yarım saat kalmıştı.
Only half an hour remained for the airplane starting to go down, but even this didn't appease the restlessness inside me.
Uçağın inişe geçmesine sadece yarım saat kalmıştı, ama bu bile gidermiyordu içimdeki huzursuzluğu.
only my father and I
sadece babam ile ben
Only my father had called (ç) me Kimya.
Sadece babam, 'Kimya' diye çağırdı beni...
Only one time (d) she warned Shah Nesim.
Sadece bir defa Şah Nesim'i uyarmıştı.
onto my front
alnıma
operation /process /processing /treatment
işlem
or
ya da
or even younger
belki daha küçük
Or I remember it that way (such) .
Ya da ben öyle hatırlıyorum.
our life
yaşamımız
out of our life
yaşamımızdan
out of the steppe a city popped up before me
bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma
out of the steppe a city popped up before me...
bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma...
outside the window (direction >dative)
pencereden dışarıya
pain
acı
pale
solgun
person (pl. people)
kişi
pessimism
karamsarlık
piece
parça
pitchblack
simsiyah
plain (d)
düzlük
plain (o)
ova
plaque /plate / signboard
tabela
pointed /sharp /spitz
sivri
pointless
uçsuz
poplar /Pappel
kavak
pound
pound
pragmatism /meddlesomeness /effiency /Tüchtigkeit /Dienstfertigkeit
işgüzarlık
prayer
dua
prayers that I had forgotten
unuttuğum dualar
prayers, most of which I had forgotten
çoğunu unuttuğum dualar
prison
hapis
purple
mor
quickly
hızla
quiet /silent
sessiz
red
kırmızı
red /scarlet (e. g. for hair)
kızıl
religion
din
reproach (se)
serzeniş
reproach /rebuke (si)
sitem
restlessness /unease (h)
huzursuzluk
right (opposite of left)
sağ
right /rightful /legitimate
haklı
river (ı)
ırmak
riverless
ırmaksız
rose
gül
Rubbish! /Come on! /What next!
Daha neler...
Rubbish... not even two months old... one can't even call it baby.
Daha neler... İki aylık bile yok... Ona bebek bile denemez.
ruby
yakut
rumble /roar / noise
gürültü
salt
tuz
scary /spooky /eerie
ürkütücü
screen
ekran
seat /armchair
koltuk
second (2.)
ikinci
selfish
bencil
seven
yedi
seven angry hearts
yedi öfkeli yürek
Seven angry hearts, seven minds conquered by hatred, seven sharp knives.
Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak.
seven cursed men
yedi lanetli adam
seven cursed men walked
yedi lanetli adam yürüdü
Seven cursed men walked, splitting the silence of the garden into seven pieces to the wooden door, where their victim was.
Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanının bulunduğu tahta kapıya.
Seven cursed men walked, splitting the silence of the garden into seven pieces.
Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü.
seven knives opened seven wounds
yedi bıçak yedi yara açmıştı
seven minds conquered by hatred
nefretin ele geçirdiği yedi akıl
Seven of the seven people /All seven people
Yedi kişinin yedisi
seven people
yedi kişi
Seven people had entered, into the garden.
Yedi kişi girmişti bahçeye...
seven red fountains
yedi kızıl fişkiye
seven sharp knives
yedi keskin bıçak
seven times the man convulsed
yedi kez sarsılmıştı adam
Seven times the man convulsed, seven times the seven (knife) stabbing people were shaken.
Yedi kez sarsılmıştı adam, yedi kez sarsılmıştı bıçağı saplayan yedi kişi.
seven times the seven (knife) stabbing people were shaken
yedi kez sarsılmıştı bıçağı saplayan yedi kişi
shah
şah
sharp /edged /piercing
keskin
She didn't call me even once Kimya.
Bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti.
she didn't call me Kimya.
bana 'Kimya' diye seslenmemişti.
she didn't mind
aldırmazdı
She didn't mind that my father called (ç) me.
Babamın beni çağırmasına aldırmazdı.
she had begun to talk less bad
daha az kötü konuşmaya başlamıştı
she tried to find out when we would be landing
yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu
she tried to learn (find out)
öğrenmeye çalışıyordu
She was dying to talk since we boarded the airplane.
Uçağa bindiğimizden beri konuşmak için can atıyordu.
she was interested in me
benimle ilgileniyordu
she would kiss /she used to kiss
öperdi
she would kiss him 'from her lips'
dudaklarından öperdi onu
short
kısa
Short auburne (darkblond) hair
Kısa, kumral saçlar
Short auburne (darkblond) hair, the big grape-black eyes under his like two well-matched lines on his narrow fronthead standing eybrows, the arched pointed nose and the copper ressembling, greyish beard surrounding his face...
Kısa, kumral saçlar, dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşlarının altında üzüm karası iri gözler, kemerli, sivri bir burun ve yüzünü çevreleyen bakıra çalan kırçıl sakallar...
silence
sessizlik
silent (su..)
susmuş
Simon who fancied himself to be the world's (y) best manager
Kendini yeryüzünün en iyi yöneticisi sanan Simon
since we boarded the airplane
uçağa bindiğimizden beri
sincere /heartfelt/honest /from the bottom of the heart
içten
six
altı
six months earlier
altı ay önce
sleep
uyku
slowly (a)
ağır ağır
smell /scent
koku
snow white
bembeyaz
soft
yumuşak
somehow / in one way or another (t)
bir türlü
Somehow an endless steppe.
Bir türlü bitmek bilmeyen bozkır.
somewhere far off / somewhere in the distance
uzaklarda bir yerlerde
Somewhere in the distance a baby was crying
Bir bebek ağlıyordu uzaklarda bir yerlerde.
Somewhere in the distance a baby was crying, a baby was stirring in one of the houses.
Bir bebek ağlıyordu uzaklarda bir yerlerde, bir bebek kıpırdanıyordu evlerden birinde.
Start!
Başla!
Startled I opened my eyes.
İrkilerek gözlerimi açtım.
Steppe (flat unforested grassland)
bozkır
still watching me
hâlâ beni izleyen
stomach /belly
karın
stone
taş
strange (adj) (t)
tuhaf
such /thus
böyle
suddenly /all of a sudden
ansızın
suddenly /all of a sudden/at once (b)
birden
sun
güneş
tall
uzun boylu
Tall, with a long face
Uzun boylu, uzun yüzlü
terrific /stunning /fabulous / smashing
müthiş
that (conj.)
ki
that / so /word to connect direct speech to the main sentence when the main sentence uses any verb other than demek
diye
that he gave to me
bana verdiği
that I was obliged to go
gitmek zorunda olduğum
that I went to
gittiğim
that much
bu kadar
that they could abandon
vazgeçebilecekleri
that they love a lot
çok sevdikleri
That was the effiency of Simon, who fancied himself to be the world's (y) best manager.
Kendini yeryüzünün en iyi yöneticisi sanan Simon'ın işgüzarlığı işte.
that was under the ground(y)
yerin altındaki
that were behind me
arkamdaki
the above ground
yerin üstü
the above ground also was silent
yerin üstü de sessizdi
the admiration she felt
duyduğu hayranlık
the amount of the policy
poliçe tutarı
the beard surrounding his face
yüzünü çevreleyen sakal
the big grape-black eyes under his eybrows standing like two well-matched lines on his narrow fronthead
dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşlarının altında üzüm karası iri gözler
the blood on the stone
taştaki kan
The blood on the stone was motionless. (k)
Taştaki kan kıpırtısızdı.
the body (b) of a young girl was slowly rotting
genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu
The body (b) of a young girl was slowly rotting under the ground
Genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu toprağın altında.
the body rotting in the tomb (being in the middle of rotting... )
mezarda çürümekte olan beden
The case was important. (he said)
dava önemliymiş
the chronic sadness
müzmin keder
the computer resting on my knees
dizlerimin üstünde duran bilgisayar
the concern inside of me
içimdeki endişe
the curious eyes of the woman next to me
yanımdaki kadının meraklı gözleri
the curious eyes of the woman next to me
yanımdaki kadının meraklı gözleri
the damage is done /what happened happened
olan olmuş
the damage was done /whatever had happened happened
olan olmuştu
the dead leaves of the tall poplar trees
uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yaprakları
the deepest
en derin
The door of mystery
Bab-ı Esrar
the earth scented garden
toprak kokulu bahçe
the eastern culture
Doğu kültürü
the end time of the World
dünyanın son vakti
the eyes of the woman
kadının gözleri
the face that even death could not abuse
ölümün bile örseleyemediği yüz
the figures on my computer screen
bilgisayarımın ekranındaki sayılar
the first (i)
ilk
the first time
ilk kez
The first time I had come here with my father.
İlk kez babamla gelmiştim buralara.
The first time I had passed these grounds by bus.
İlk kez otobüsle geçmiştim bu topraklardan.
the fresh body of the young girl
genç kızın körpe bedeni
the fresh body of the young girl rotting in the tomb stirred
kıpırdandı mezarda çürümekte olan genç kızın körpe bedeni
the fresh body of the young girl stirred
kıpırdandı genç kızın körpe bedeni
the front (side)
ön taraf
the future
gelecek
the greying beard (pl)
kırçıl sakallar
the growing baby
büyümekte olan bebek
the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını için ödenecek tazminat
the last breath
son nefes
the last time (v)
son vakit
the leaves of the tall poplar trees
uzun boylu kavak ağaçlarının yaprakları
the man who tore him from us and took him away
onu bizden koparıp götüren adam
the men walked to the wooden door, where their victim was.
Adamlar kurbanının bulunduğu tahta kapıya yürüdü
the middle aged woman next to me
yanımdaki orta yaşlı kadın
the moment (d) of the refreshing of the daffodils
nergislerin tazelenme demi
the moon
ay
the multiplying (overlapping) winter roses
katmerlenen kış gülleri
the name Kimya
Kimya ismi
the name Kimya which he had given to me
onun bana verdiği Kimya ismi
The numbers looked at me, as if they were saying 'Come on get started!'
Sayılar, hadi artık başla dercesine bana bakıyordu.
The numbers looked at me.
Sayılar bana bakıyordu.
The oldest one called the one inside.
En yaşlı olanı çağırmıştı içeridekini.
the one being the oldest
en yaşlı olanı
the one coming out from inside
içeriden çıkan
the one inside
içerideki
the one who was the youngest of the seven people
yedi kişiden en genç olanı
the only /the one
tek
The only witness of the murder was the fullmoon.
Cinayetin tek tanığı dolunaydı.
the pain of the heart /heart breaking
yürek acısı
the past
geçmiş
the refreshening daffodils
tazelenen nergisler
the refreshing of the daffodils
nergislerin tazelenme
the restlessness inside me
içimdeki huzursuzluk
the Rio I went to six months earlier
altı ay önce gittiğim Rio
the Rio trip I went six months earlier
altı ay önce gittiğim Rio gezisi
the roar of the jet engines
jet motorlarının gürültüsü
the sadness in his dark eyes
kara gözlerindeki keder
the same voice
aynı ses
the screen of my computer
bilgisayarımın ekranı
the seven knife stabbing people
bıçağı saplayan yedi kişi
the silence of the garden
bahçenin sessizliği
the sinking sun
batmakta olan güneş
the sky
gökyüzü
the smell of the ground
toprak kokusu
the tall poplar trees
uzun boylu kavak ağaçları
the tall poplar trees
uzun boylu kavak ağaçları
The tall poplar trees, the multiplying (overlapping) winter roses, the refreshening daffodils, the earth scented garden...
Uzun boylu kavak ağaçları, katmerlenen kış gülleri, tazelenen nergisler, toprak kokulu bahçe...
The trees were floating
ağaçlar yüzüyordu
The trees were floating in an eerie coolness.
Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar.
the two seats behind me
arkamdaki iki koltuk
the two seats behind me were empty
arkamdaki iki koltuk boştu
the unease inside me
içimdeki huzursuzluk
the unease inside me quite increased
içimdeki huzursuzluk iyice arttı
the waning fullmoon
sönmekte olan dolunay
the waning fullmoon inside the blood on the stone
taştaki kan içinde sönmekte olan dolunay
The waning fullmoon inside the blood on the stone was motionless.(k)
Taştaki kan içinde sönmekte olan dolunay kıpırtısızdı
the way had ended
yol bitmişti
the weather /air
hava
the weather was clear
hava açıktı
the witness of the murder
cinayetin tanığı
the woman next to me
yanımdaki kadın
the woman next to me
yanımdaki kadın
the world
dünya
the world's (y) best manager
yeryüzünün en iyi yöneticisi
the Yakut hotel
Yakut Otel
the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını
the youngest
en genç
The youngest of the seven people banged on the door.
Yedi kişiden en genç olanı vurmuştu kapıya.
there is no life (h) in this lake
Bu gölde hayat yok.
there was
vardı
There was blood on the stone, hatred in the hearts of men (i), a deep serenity in the fullmoon.
Taşta kan vardı, insanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet.
There was blood on the stone, in the sky the fullmoon, in the garden the smell of earth.
Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu.
There was blood on the stone, seven knives that opened seven wounds.
Taşta kan vardı, yedi bıçak yedi yara açmıştı.
There was blood on the stone.
Taşta kan vardı.
There was blood on the stone.
Taşta kan vardı.
There was blood on the stone.
Taşta kan vardı.
there was no benefit (y) in huffing and puffing
oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu
there was no benefit(y) in
hiçbir yararı yoktu
there was no plane to Konya
Konya'ya uçak yoktu.
there was nobody around
etrafta kimse yoktu
these words had impressed me
etkilemişti bu sözler beni
they are selfish
benciller
they stabbed their knives
saplamıştı bıçaklarını
they stabbed their knives into the one coming out from inside
saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana
thin /fine
ince
this pessimism would not leave me in peace
bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı
this time (b. d.)
bu defa
This time (d) instead of turning to the window
Bu defa pencereye dönmek yerine
This time (d) instead of turning to the window I closed my eyes.
Bu defa pencereye dönmek yerine gözlerimi kapadım.
thorougly /fully/completely /quite
iyice
those days /back then
o zamanlar
Though if I were not able to grasp what this goal exactly was
Bu amacın ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da
Though if I were not able to grasp what this goal exactly was, I would know that it was religion, a kind of belief.
Bu amacın ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da din olduğunu bilirdim, bir tür inanç.
thousand
bin
thousands
binlerce
thousands of meters below
binlerce metre altında
three
üç
throat (b)
boğaz
time (v)
vakit
time /moment (d)
dem
to the hereabouts /here
buralara
to abandon / leave /quit /forsake
terk etmek
to abandon people they love a lot
çok sevdikleri insanlardan vazgeçmek
to abuse /crumple/to handle roughly /to knock about /to drain strength
örselemek
to accept a job
işi kabul etmek
to add (k)
katmak
to admire
hayran hayran bakmak
to agree /accept
kabul etmek
to answer (y.)
yanıtlamak
to arrive (v)
varmak
to ask
sormak
to be able to grasp/understand
kavrayabilmek
to be afraid /to fear
korkmak
to be all ears /to prick up one's ears
kulak kesilmek
to be ashamed /embarrassed
utanmak
to be bored
sıkılmak
to be bored /to be annoyed /to feel blue /to get a fit
canı sıkılmak
to be called /to be said
denmek
to be distracted /to be sidetracked /to lose one's attention
dikkati dağılmak
to be dying to / to set one's heart on
can atmak
to be given
verilmek
to be given to everybody (anybody)
herkese verilmek
to be illdisposed to sthg / to not take kindly to sthg
sıcak bakmamak
to be interested in
ile ilgilenmek
to be lost /to disappear
kaybolmak
to be lost in thought /to engulf /to immerse oneself into something
dalıp gitmek
to be paid
ödenmek
to be paid for the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını için ödenmek
to be shocked /traumatized /shaken /convulsed
sarsılmak
to be surprised
şaşırmak
to be trapped
hapsolmak
to become indistinct /to become barely perceptible
silikleşmek
to bend / bow /incline /double
eğilmek
to bend double
iki büklüm eğilmek
to board an airplane
uçağa binmek
to break off /rupture
kopmak
to burn out/die away /extinguish /wane /eclipse/dim/erlöschen
sönmek
to calculate
hesaplamak
to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamak
to call (to come/e. g. an ambulance)
çağırmak
to call /shout /yell
seslenmek
to call me
bana seslenmek
to capture /conquer /seize / take possession of
ele geçirmek
to chat
sohbet etmek
to close
kapamak
to close sthg
kapatmak
to come
gelmek
to come out /go out /exit
çıkmak
to complain
söylenmek
to cry
ağlamak
to damage /harm
zarar vermek
to dart /pop out
çıkıvermek
to dive /plunge /nip in /fall into
dalmak
to divide /split
bölmek
to divide /split into pieces
parçalara bölmek
to do /make
yapmak
to dream (r)
rüya görmek
to end
bitmek
to enter
girmek
to enter the garden
bahçeye girmek
to faint /to pass out / swoon /fall for /be fond of
bayılmak
to feel admiration / to admire
hayranlık duymak
to find
bulmak
to fire /dismiss /expel /chuck out
kovmak
to fix /set /plant /erect
dikmek
to flinch /startle /be startled /take alarm /recoil (i)
irkilmek
to forget
unutmak
to get angry
öfkelenmek
to get rid of /dispose of
kurtulmak
to get thinner
incelmek
to give
vermek
To give the order of nothingness to my body, my mind and my heart (y)
Bedenimi, aklımı ve yüreğimi hiçliğin emrine vermek...
to give up /abandon
vazgeçmek
to go down /to land /to start descending (lit. to pass to landing)
inişe geçmek
to go out /to walk out (c. g.)
çıkıp gitmek
to grow
büyümek
to harm the baby
bebeğe zarar vermek
to hear
duymak
to hear (i)
işitmek
to huff /to breath a sigh /to grunt with vexation/ächzen /stöhnen /seufzen
oflamak
to huff and puff /grunt
oflayıp puflamak
to impress s. o.
etkilemek
to imprint /put on /place on
kondurmak
to increase / math: to add
artmak
to kiss
öpmek
to knock /hammer /bang on the door
kapıya vurmak
to knot /to tie
düğümlemek
to know (someone)
tanımak
to know (something)
bilmek
to lack /be missing
eksik olmak
to land (on the ground)
yere inmek
to lean towards sthg/ to open up to sthg
sıcak bakmak
to leave no room for
yer bırakmamak
to leave no room for doubt (k)
kuşkuya yer bırakmamak
to look
bakmak
to meet /to experience /to run into/encounter (k)
karşılaşmak
to mind / bother about
aldırmak
to most people (i)
Çoğu insana
to most people (i) sadness didn't fit
Keder çoğu insana yakışmaz
To most people (i) sadness didn't fit but to my father's face it would add a strange beauty.
Keder çoğu insana yakışmaz ama babamın yüzüne tuhaf bir güzellik katardı.
to murmur /mutter /hum
mırıldanmak
to my work
işime
to not think
düşünmemek
to open a wound
yara açmak
to order /command
emrine vermek
to pardon / forgive
bağışlamak
to pay
ödemek
to persist /continue (s)
sürmek
to place /position
yerleştirmek
to puff
puflamak
to put
koymak
to read
okumak
to refresh
tazelenmek
to remain stuck in the throat
boğazında düğümlenip kalmak
to remember
hatırlamak
to remember
hatırlamak
to repair /resolve /dissolve /appease /smooth out
gidermek
to ressemble
benzemek
to return /go home
dönmek
to ride /board /get on
binmek
to rot /molder
çürümek
to rot in the grave
mezarda çürümek
to say (d)
demek
to say (s)
söylemek
to scatter /disperse /go to pieces / disrupt
dağılmak
to settle /perch /sit
konmak
to sink /go down (sun)
batmak
to sleep
uyumak
to smile
gülümsemek
to soothe (down)
durulmak
to spread (out) / reach out / outspread / lie
uzanmak
to spread (out) /unfold /emanate / expand
yayılmak
to stab /plunge /run through /thrust /drive in
saplamak
to stop / stay /rest (be located)
durmak
to straighten up (oneself)
doğrulmak
to suit /befit
yakışmak
to surround /encircle
çevrelemek
to swim /float
yüzmek
to take
almak
to take away
götürmek
to talk
konuşmak
to tear off
kopmak
to tear off and take away
koparıp götürmek
to the front of me
önüme
to the wooden door
tahta kapıya
to think
düşünmek
to think /fancy
sanmak
to this city
bu kente
to tremble /shiver /shudder (for one second)
ürpermek
to try (again and again)
çalışmak
to turn (ç)
çevirmek
to understand /grasp
kavramak
to use
kullanmak
to walk
yürümek
to walk away (to abandon and go)
terk edip gitmek
to walk off /to go away /to split
çekip gitmek
to want
istemek
to warn
uyarmak
to watch (i)
izlemek
to withdraw
çekmek
to wriggle /stir /move
kıpırdanmak
today /the present
bugün
tomb /grave
mezar
too important to be given to anybody
herkese verilmeyecek kadar önemli
tranquility /serenity (sü..)
sükûnet
travel /trip /journey
yolculuk
tree
ağaç
treeless
ağaçsız
trip / travel
gezi
twelve
on iki
twenty
yirmi
twenty-five
yirmi beş
under
altında
under the ground
toprağın altında
under the seat (direction >dat.)
koltuğun altına
undisturbed / intact
örselenmemiş
unladylike
hanıma yakışmaz
unmanly
erkeğe yakışmaz
unworthy / offensive / unseemly /unbefitting
yakışmaz
victim /sacrifice /offering
kurban
voice /noise /sound
ses
warm
sıcak
Was I nine years old at that time, or maybe even younger ?
Dokuz yaşında mıydım o sıralar, belki daha küçük?
Was I nine years old?
Dokuz yaşında mıydım?
was in question
söz konusuymuş
Was it twenty-five years ago, maybe even more...
Yirmi beş yıl önce miydi , belki daha da fazla...
Was it twenty-five years ago?
Yirmi beş yıl önce miydi?
way
yol
We had landed in Ankara.
Ankara'ya inmiştik.
We had landed in Ankara. Then four hour long bus trip...
Ankara'ya inmiştik. Sonra dört saatlik bir otobüs yolculuğu...
weak /slim
zayıf
What I heard from my father
Babamdan duyduklarım
What I heard from my father, what I read in mystic books that he gave to me, fairytales, one more colourful than the other, examples, prayers, of which I had forgotten most...
Babamdan duyduklarım, bana verdiği mistik kitaplardan okuduklarım, birbirinden renkli masallar, misaller, çoğunu unuttuğum dualar...
what I read in books
kitaplardan okuduklarım
what I read in mystic books that he gave to me
bana verdiği mistik kitaplardan okuduklarım
what is the difference
ne farkı var
what it said
ne dediğini
what this goal exactly was
Bu amacın ne olduğunu tam olarak
what was the difference!
ne farkı vardı ki
whatever creature there were
ne kadar mahlukat varsa
whatever creature there were, they remained silent, motionless (k)
ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı
when
ne zaman
when he stabbed
saplarken
When I became a teenager, I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind and his yellow eyed Sheikh.
Gençlik çağına gelince, belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım.
When I bent over in order to put the bag under the seat
Çantayı koltuğun altına koymak için eğilirken
When I bent over in order to put the bag under the seat I suddenly (b) remembered.
Çantayı koltuğun altına koymak için eğilirken birden hatırladım.
when I had closed my eyes
gözlerimi kapadığımda
when I reached the age of youth /when I was a teenager
gençlik çağına gelince
when I remembered
hatırlayınca
When I remembered my father
Babamı hatırlayınca
When I remembered my father the unease inside me quite increased.
Babamı hatırlayınca içimdeki huzursuzluk iyice arttı.
when I saw the curious eyes of the woman next to me
yanımdaki kadının meraklı gözlerini görünce
When my father withdrew his hands from before my eyes.
Babam ellerini gözlerimin önünden çektiğinde
When she was in her happy days with my father
Babamla mutlu günlerindeyken
When she was in her happy days with my father, she didn't call me even once Kimya.
Babamla mutlu günlerindeyken, bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti.
When she was in her happy days with my father, while the admiration she felt for the eastern culture lasted, she didn't call me even once Kimya.
Babamla mutlu günlerindeyken, Doğu kültürüne duyduğu hayranlık sürerken bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti.
when the pain of the heart soothed down
yürek acısı durulunca
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a)
Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama,
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a) the fresh body of the young girl stirred.
Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, kıpırdandı genç kızın körpe bedeni.
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a), the fresh body of the young girl rotting in the tomb stirred.
Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, kıpırdandı mezarda çürümekte olan genç kızın körpe bedeni.
When the youngest of the seven people stabbed the knife into the man, an 'oh' came out from the young girl's last breath remaining stuck in her throat.
Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden.
When will we arrive, father?
'Ne zaman varacağız, baba?'
when would we be landing (on the ground)
yere ne zaman ineceğimizi
Where am I coming from
nereden geliyormuşum
Where am I coming from, where am I going to, who am I?
Nereden geliyormuşum, nereye gidiyormuşum, kimmişim?
Where am I going to
Nereye gidiyormuşum
where their (his) victim was (situated)
kurbanının bulunduğu
where to
nereye
where was situated (found)
bulunduğu
which is why /because of this
işte bu yüzden
while the admiration persisted
hayranlık sürerken
while the admiration she felt for the eastern culture lasted
Doğu kültürüne duyduğu hayranlık sürerken
while the admiration she felt lasted
duyduğu hayranlık sürerken
who
kim
Who am I?
Kimmişim?
window
pencere
winter
kış
winter roses
kış gülleri
with another man (e)
başka bir erkekle
With his black eyes
kara gözleriyle
with his right hand
sağ eliyle
with long fingers (sg)
uzun parmaklı
with love
sevgiyle
with my father
babamla
with the worry
kaygısıyla
with the worry I will hurt it
ona zarar veririm kaygısıyla
with us /at our side
yanımızda
without being afraid
korkmadan
without being surprised (at all)
hiç şaşırmadan
Without being surprised, without shivering, without being afraid
Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan
without doing /before doing
yapmadan
without making any explanation
hiçbir açıklama yapmadan
without shivering
ürpermeden
witness / bystander /testifier
tanık
woman
kadın
wood (material) /wooden
tahta
work /affair /business
worry
kaygı
worry/concern /anxiety (e)
endişe
worth millions
milyonluk
worth three million pounds
üç milyon poundluk
wound /injury
yara
written
yazılı
years old
yaşında
yellow
sarı
yellow eyed devil
sarı gözlü şeytan
yes
evet
Yes, all these should be about a religion.
Evet, bütün bunlar bir dinle ilgili olmalıydı.
Yes, I should have given myself to my job now
Evet, artık kendimi işime vermeliydim.
Yes, they are selfish but luckier
Evet, benciller ama daha şanslılar
you said I x and I x and all of these are wrong
yok x-mişim de, yok x-mişim de...
young / young person
genç
youth
gençlik
İnspite of
rağmen