Reading Turkish: Bab-ı Esrar - Ahmet Ümit

QuestionAnswer
'Father are there fishes in this lake?' I had asked.
'Baba bu gölde balık var mı?' diye sormuştum.
'Maybe they are luckier than we.' she would say.
'Belki de onlar bizden şanslı' derdi.
''Maybe they are luckier than we.' she would say. 'Yes, they are selfish but luckier, because they have a goal for the sake of which they could abandon even the people they love a lot.
'Belki de onlar bizden şanslı' derdi. 'Evet, benciller ama daha şanslılar, çünkü uğrunda çok sevdikleri insanlardan bile vazgeçebilecekleri bir amaçları var.'
By complaining: "I didn't see another man whom sadness befitted that much," she would kiss him from her lips.
'Kederin bu kadar yakıştığı başka bir adam görmedim.' diye söylenerek dudaklarından öperdi onu.
When will we arrive, father?
'Ne zaman varacağız, baba?'
"Count up till twelve," he had said.
'on ikiye kadar say,' demişti.
I am just a person (i) from this land (t. pl.), my daughter.
'Sadece bu toprakların bir insanıyım, kızım.'
No my daughter, there is no life (h) in this lake, but there is a thing very essential for life: salt.
'Yok kızım, bu gölde hayat yok, ama hayat için çok gerekli bir şey var: Tuz...'
"Count inside your head up till twelve," he had said.
'İçinden on ikiye kadar say,' demişti.
by complaining.... she would kiss him from her lips.
.... diye söylenerek dudaklarından öperdi onu.
by saying....
.... diye söyleyerek
I wonder(ed)
acaba
pain
acı
man (a)
adam
the men walked to the wooden door, where their victim was.
Adamlar kurbanının bulunduğu tahta kapıya yürüdü
mind (a) /Verstand
akıl
my mind
aklım
to mind / bother about
aldırmak
she didn't mind
aldırmazdı
front (part of the face) /Stirn
alın
to take
almak
onto my front
alnıma
He placed a kiss on my fronthead.
Alnıma bir öpücük kondurmuştu.
six
altı
six months earlier
altı ay önce
the Rio I went to six months earlier
altı ay önce gittiğim Rio
the Rio trip I went six months earlier
altı ay önce gittiğim Rio gezisi
from the Rio trip I went six months earlier
altı ay önce gittiğim Rio gezisinden
From the trip to Rio I went to six months earlier what was the difference?!? !
Altı ay önce gittiğim Rio gezisinden ne farkı vardı ki?
under
altında
but
ama
But she also didn't mind that my father called me Kimya.
Ama babamın beni 'Kimya' diye çağırmasına da aldırmazdı.
but to my father's face
ama babamın yüzüne
But I was not to going to chat with her.
Ama ben onunla sohbet edecek hâlde değildim.
but even this
ama bu bile
but even this didn't appease the restlessness inside me
ama bu bile gidermiyordu içimdeki huzursuzluğu
But I couldn't find.
Ama bulamadım.
But at least I was not that much a stranger to this country.
Ama en azından bu ülkenin çok da yabancısı değildim.
But there is a very essential thing for life.
ama hayat için çok gerekli bir şey var
but the girl's fresh body didn't move
ama kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu
but the girl's fresh body didn't move anymore
ama kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu artık
But when had I slept!
Ama ne zaman uyumuştum ki?
but his thin, pale face
ama onun ince solgun yüzü
But I could never forget his thin pale face and the sadness in his dark eyes.
Ama onun ince solgun yüzünü ve kara gözlerindeki kederi hiçbir zaman unutamadım.
But I never forgot his thin pale face and the sadness in his dark eyes.
Ama onun ince solgun yüzünü ve kara gözlerindeki kederi hiçbir zaman unutmadım.
but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me
ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce
but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me, I was annoyed.
ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce, canım sıkıldı.
But the girl's fresh body, that was under the ground, didn't move anymore.
Ama yerin altındaki kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu artık.
But the time passed and the pain of the heart soothed down, she had begun to talk less bad.
Ama zaman geçip yürek acısı durulunca daha az kötü konuşmaya başlamıştı.
But the time passed and...
Ama zaman geçip...
goal /purpose
amaç
memory /souvenir
anı
We had landed in Ankara.
Ankara'ya inmiştik.
We had landed in Ankara. Then four hour long bus trip...
Ankara'ya inmiştik. Sonra dört saatlik bir otobüs yolculuğu...
I tried to understand
Anlamaya çalıştım.
in moments
anlarda
I could not understand
anlayamadım
mother
anne
My mother was fond of this sadness.
Annem bayıldı bu kedere.
My mother was illdisposed to the name Kimya.
Annem Kimya ismine sıcak bakmamıştı.
My mother forgave him.
Annem onu bağışladı.
Even if my mother forgave him
Annem onu bağışlamış olsa bile
Even if my mother forgave him, I couldn't forgive my father.
Annem onu bağışlamış olsa bile, ben babamı bağışlayamadım.
Even if my mother forgave him, I couldn't forgive my father because of this.
Annem onu bağışlamış olsa bile, ben işte bu yüzden babamı bağışlayamadım.
my mother was not there
annem yoktu
My mother was not with us, only my father and I.
Annem yoktu yanımızda, sadece babam ile ben.
My mother was not with us.
Annem yoktu yanımızda.
My mother would call (d) him 'Yellow eyed devil' in moments when she got very angry.
Annem çok öfkelendiği anlarda 'Sarı gözlü şeytan' derdi ona.
My mother would call (d) him... in moments when she got very angry.
Annem çok öfkelendiği anlarda.... derdi ona.
suddenly /all of a sudden
ansızın
All of a sudden I met with the curious eyes of the middle aged woman next to me.
Ansızın yanımdaki orta yaşlı kadının meraklı gözleriyle karşılaştım.
all of a sudden / out of the blue (ap..)
apansız
between
arasında
from between
arasından
back /rear /hind
arka
friend
arkadaş
that were behind me
arkamdaki
the two seats behind me
arkamdaki iki koltuk
the two seats behind me were empty
arkamdaki iki koltuk boştu
not anymore /no longer
artık
to increase / math: to add
artmak
actually /in fact / really
aslında
the moon
ay
month /moon
ay
monthly /... months old (baby)
aylık
the same voice
aynı ses
I felt like I heard the same voice again.
Aynı sesi yeniden duyar gibi oldum.
clear /open
açık
light (colour)
açık
light brown
açık kahverengi
He had light brown almost yellow coloured eyes.
Açık kahverengi neredeyse sarı renkli gözleri vardı.
manifestly /openly /clearly
açık olarak
I heard it clearly
açık olarak işittim
explanation /comment /statement
açıklama
tree
ağaç
The trees were floating
ağaçlar yüzüyordu
treeless
ağaçsız
A treeless, riverless, dead-smooth, huge soil.
Ağaçsız, ırmaksız, dümdüz, kocaman bir toprak.
slowly (a)
ağır ağır
to cry
ağlamak
down
aşağıda
down thousands of meters below a dark brown piece of ground stretched out
aşağıda binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu.
Down, a dark brown piece of land stretched thousands of meters below a thinned cloud cluster.
aşağıda incelmiş bir bulut kümesinin binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu.
arabic for door (used in religious context)
bab
The door of mystery
Bab-ı Esrar
Father, are there fishes in this lake?
Baba bu gölde balık var mı?
After my father had abandoned us and left...
Babam bizi terk edip gittikten sonra...
When my father withdrew his hands from before my eyes.
Babam ellerini gözlerimin önünden çektiğinde
Like my father, I also tried to forget this name.
Babam gibi, bu ismi de unutmaya çalıştım.
My father had smiled, covered my eyes with his right hand.
Babam gülümsemiş, sağ eliyle gözlerimi kapatmıştı.
My father had smiled.
Babam gülümsemişti.
my father used to be embarrassed
babam utanırdı
My father used to be embarrassed, I think, in fact I didn't remember exactly.
Babam utanırdı galiba, aslında tam hatırlamıyordum.
my father had walked out of our lives
babam çıkıp gitmişti yaşamımızdan
Looking admiringly at my father I had murmured :
Babama hayran hayran bakarak mırıldanmıştım:
What I heard from my father
Babamdan duyduklarım
What I heard from my father, what I read in mystic books that he gave to me, fairytales, one more colourful than the other, examples, prayers, of which I had forgotten most...
Babamdan duyduklarım, bana verdiği mistik kitaplardan okuduklarım, birbirinden renkli masallar, misaller, çoğunu unuttuğum dualar...
apart from that he snatched my father from us and took him away.
babamı bizden koparıp götürmesi dışında.
When I remembered my father
Babamı hatırlayınca
When I remembered my father the unease inside me quite increased.
Babamı hatırlayınca içimdeki huzursuzluk iyice arttı.
I tried to understand my father and his yellow eyed Sheikh.
Babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım.
My father's friend
Babamın arkadaşı
My father's friend, friend of heart, the man who tore him from us and took him away.
Babamın arkadaşı, gönül dostu, onu bizden koparıp götüren adam.
She didn't mind that my father called (ç) me.
Babamın beni çağırmasına aldırmazdı.
it used to add a strange beauty to my father's face
Babamın yüzüne tuhaf bir güzellik katardı
with my father
babamla
memories about my father
babamla ilgili anılar
In order to dismiss the memories about my father
Babamla ilgili anıları kovmak için
In order to dismiss the memories about my father, I took my gaze of the window,again I turned to my front, but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me, I was annoyed.
Babamla ilgili anıları kovmak için bakışlarımı pencereden aldım, yeniden önüme döndüm, ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce, canım sıkıldı.
in her happy days with my father
Babamla mutlu günlerinde
When she was in her happy days with my father
Babamla mutlu günlerindeyken
When she was in her happy days with my father, she didn't call me even once Kimya.
Babamla mutlu günlerindeyken, bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti.
When she was in her happy days with my father, while the admiration she felt for the eastern culture lasted, she didn't call me even once Kimya.
Babamla mutlu günlerindeyken, Doğu kültürüne duyduğu hayranlık sürerken bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti.
garden
bahçe
garden
bahçe
in the garden
bahçede
In the garden was the smell of the ground.
Bahçede toprak kokusu vardı.
An eerie coolness in the garden.
Bahçede ürkütücü bir serinlik.
the silence of the garden
bahçenin sessizliği
(by) splitting the silence of the garden into seven pieces
bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek
into the garden (dat)
bahçeye
to enter the garden
bahçeye girmek
copper
bakır
grey playing into copper /grey ressembling copper
bakıra çalan kırçıl
look /glance /view /(eye)
bakış
I turned my eyes (looks) to my computer.
Bakışlarımı bilgisayarıma çevirdim.
I turned my eyes (looks) to the figures on my computer screen.
Bakışlarımı bilgisayarımın ekranındaki sayılara çevirdim.
I took my gaze(pl) of the window
Bakışlarımı pencereden aldım
I turned my eyes (looks) to the figures on the screen of my computer which was on top of my knees.
Bakışlarımı, dizlerimin üstünde duran bilgisayarımın ekranındaki sayılara çevirdim.
to look
bakmak
after looking
baktıktan sonra
fish
balık
she didn't call me Kimya.
bana 'Kimya' diye seslenmemişti.
to call me
bana seslenmek
that he gave to me
bana verdiği
what I read in mystic books that he gave to me
bana verdiği mistik kitaplardan okuduklarım
to sink /go down (sun)
batmak
the sinking sun
batmakta olan güneş
a bright red sinking sun
batmakta olan kıpkırmızı bir güneş
to faint /to pass out / swoon /fall for /be fond of
bayılmak
to pardon / forgive
bağışlamak
I turned my head (b) and...
başımı çevirip...
from/since the beginning
başından beri
I didn't see another man
Başka bir adam görmedim
with another man (e)
başka bir erkekle
Start!
Başla!
I started
başladım
I started; I looked at the amount of the policy, I tried to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire, but after the second operation I lost my attention.
Başladım; poliçe tutarına baktım, Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamaya çalıştım ama ikinci işlemden sonra dikkatim dağıldı.
baby
bebek
did I harm the baby, I wondered
Bebeğe zarar mı veriyordum, acaba.
did I harm the baby?
bebeğe zarar mı veriyordum?
to harm the baby
bebeğe zarar vermek
body (b)
beden
body (b)
beden
my body
bedenim
To give the order of nothingness to my body, my mind and my heart (y)
Bedenimi, aklımı ve yüreğimi hiçliğin emrine vermek...
maybe even more
belki daha da fazla
or even younger
belki daha küçük
memory /recollection(b)
bellek
in my memory (b)
belleğimde
his face never becoming indistinct in my mind
belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen
my father whose face never became indistinct in my mind
belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babam
I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind.
Belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı anlamaya çalıştım.
I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind and his yellow eyed Sheikh.
Belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım.
snow white
bembeyaz
a white lake
bembeyaz bir göl
I couldn't forgive my father.
Ben babamı bağışlayamadım.
selfish
bencil
they are selfish
benciller
my father who loved me like crazy
beni deliler gibi seven babam
A justifiable reason that my father who loved me madly needed one day out of the blue to walk off.
Beni deliler gibi seven babamın bir gün apansız çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden.
A justifiable reason that my father who loved me madly needed to walk off
beni deliler gibi seven babamın çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden
my father who loved me
Beni seven babam
she was interested in me
benimle ilgileniyordu
to ressemble
benzemek
five
beş
even once
bile bir kez olsun
She didn't call me even once Kimya.
Bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti.
Computer
bilgisayar
I closed the computer.
Bilgisayarı kapattım.
the screen of my computer
bilgisayarımın ekranı
the figures on my computer screen
bilgisayarımın ekranındaki sayılar
I would know
bilirdim
to know (something)
bilmek
thousand
bin
thousands
binlerce
thousands of meters below
binlerce metre altında
to ride /board /get on
binmek
a baby was crying
bir bebek ağlıyordu
Somewhere in the distance a baby was crying, a baby was stirring in one of the houses.
Bir bebek ağlıyordu uzaklarda bir yerlerde, bir bebek kıpırdanıyordu evlerden birinde.
Somewhere in the distance a baby was crying
Bir bebek ağlıyordu uzaklarda bir yerlerde.
A baby was stirring in one of the houses.
Bir bebek kıpırdanıyordu evlerden birinde.
also /in addition /moreover(b)
bir de
Also(b) , if there were not that anxiety inside of me...
Bir de içimdeki şu endişe olmasa...
Also(b) Shah Nesim...
Bir de Şah Nesim...
one time (d)
bir defa
about /concerning a religion
bir dinle ilgili
a male voice...
bir erkek sesi...
a smile (g)
bir gülümseme
a smile spread
bir gülümseme yayıldı
a smile spread over her face
bir gülümseme yayıldı yüzüne
a smile (g) spread over her face, that even death could not abuse.
Bir gülümseme yayıldı ölümün bile örseleyemediği yüzüne.
one day out of the blue
bir gün apansız
a murmur
bir mırıltı
It ressembled a murmur, a sincere reproach, a rebuke full of love.
Bir mırıltıya benziyordu, içten bir serzeniş, sevgi yüklü bir sitem.
It ressembled a murmur.
bir mırıltıya benziyordu.
a reason
bir neden
I wanted to find a reason.
Bir neden bulmak istedim.
An 'oh' came out from the young girl's last breath remaining stuck in her throat
bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden
a bus trip
bir otobüs yolculuğu
for a while
bir süre
a piece of ground
bir toprak parçası
a kind of
bir tür
a kind of belief
bir tür inanç
somehow / in one way or another (t)
bir türlü
Somehow an endless steppe.
Bir türlü bitmek bilmeyen bozkır.
a city
bir şehir
a city popped out facing me
bir şehir çıkıvermişti karşıma
this pessimism would not leave me in peace
bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı
from each other
birbirinden
one more colourful than the other
birbirinden renkli
fairytales, one more colourful than the other
birbirinden renkli masallar
fairytales, one more colourful than the other, examples, prayers, of which I had forgotten most...
birbirinden renkli masallar, misaller, çoğunu unuttuğum dualar...
suddenly /all of a sudden/at once (b)
birden
I suddenly (b) remembered.
Birden hatırladım.
first
birinci
first chapter
birinci bölüm
to end
bitmek
endless
bitmek bilmeyen
from us
bizden
luckier than we
bizden şanslı
knife
bıçak
the seven knife stabbing people
bıçağı saplayan yedi kişi
Steppe (flat unforested grassland)
bozkır
from inside the steppe
bozkırın içinden
out of the steppe a city popped up before me
bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma
out of the steppe a city popped up before me...
bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma...
throat (b)
boğaz
to remain stuck in the throat
boğazında düğümlenip kalmak
free / empty
boş
Brazilians
Brezilyalılar
about Brazilians
Brezilyalılar hakkında
I knew nothing about Brazilians
Brezilyalılar hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
what this goal exactly was
Bu amacın ne olduğunu tam olarak
Though if I were not able to grasp what this goal exactly was
Bu amacın ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da
Though if I were not able to grasp what this goal exactly was, I would know that it was religion, a kind of belief.
Bu amacın ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da din olduğunu bilirdim, bir tür inanç.
And this was just a job.
Bu da sadece bir işti.
And this was just a job like the others.
Bu da ötekiler gibi sadece bir işti.
this time (b. d.)
bu defa
This time (d) instead of turning to the window
Bu defa pencereye dönmek yerine
This time (d) instead of turning to the window I closed my eyes.
Bu defa pencereye dönmek yerine gözlerimi kapadım.
there is no life (h) in this lake
Bu gölde hayat yok.
I tried to forget this name.
Bu ismi unutmaya çalıştım.
that much
bu kadar
to this city
bu kente
for this reason
bu yüzden
a stranger to this country
bu ülkenin yabancısı
I was not a stranger to this country
bu ülkenin yabancısı değildim
I was also not that much a stranger to this country
bu ülkenin çok da yabancısı değildim
today /the present
bugün
from the present
bugünden
to find
bulmak
where was situated (found)
bulunduğu
cloud
bulut
cumulus cloud
bulut kümesi
to the hereabouts /here
buralara
nose
burun
to divide /split
bölmek
chapter
bölüm
such /thus
böyle
inspite of (r) me thinking thus
Böyle düşünmeme rağmen
Inspite of thinking thus, I quickly straightened up with the worry I would hurt it.
Böyle düşünmeme rağmen, ona zarar veririm kaygısıyla hızla doğruldum.
by bending thus double
böyle iki büklüm eğilerek
Did I harm the baby by bending thus double, I wondered
Böyle iki büklüm eğilerek, bebeğe zarar mı veriyordum, acaba?
all these
bütün bunlar
magician
büyücü
to grow
büyümek
the growing baby
büyümekte olan bebek
to be dying to / to set one's heart on
can atmak
to be bored /to be annoyed /to feel blue /to get a fit
canı sıkılmak
I was annoyed
canım sıkıldı
alive
canlı
alive, dead, whatever creatures there were
canlı cansız ne kadar mahlukat varsa
Alive, dead, whatever creature there were, they all silenced, they all were trapped inside the blood on the stone....
Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsi susmuş, hepsi hapsolmuştu taştaki kanın içinde...
Alive, dead, whatever creature there were, they all silenced.
Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsi susmuştu.
Alive, dead, whatever creature there were. they remained silent, motionless
Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı.
lifeless /dead
cansız
murder
cinayet
the witness of the murder
cinayetin tanığı
The only witness of the murder was the fullmoon.
Cinayetin tek tanığı dolunaydı.
and /also(following noun, participle...)
da - de
less bad
daha az kötü
she had begun to talk less bad
daha az kötü konuşmaya başlamıştı
Rubbish! /Come on! /What next!
Daha neler...
Rubbish... not even two months old... one can't even call it baby.
Daha neler... İki aylık bile yok... Ona bebek bile denemez.
earlier / just now/a short while ago
daha önce
to be lost in thought /to engulf /to immerse oneself into something
dalıp gitmek
to dive /plunge /nip in /fall into
dalmak
narrow /tight
dar
his eybrows standing like two well-matched lines on his narrow fronthead
dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşları
the big grape-black eyes under his eybrows standing like two well-matched lines on his narrow fronthead
dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşlarının altında üzüm karası iri gözler
case /lawsuit /trial
dava
And the case was too important to be given to anybody. (He said)
Dava da herkese verilmeyecek kadar önemliymiş.
The case was important. (he said)
dava önemliymiş
to scatter /disperse /go to pieces / disrupt
dağılmak
crazy /mad
deli
madman
deli
like crazy (like madmen)
deliler gibi
time /moment (d)
dem
to say (d)
demek
one can't call /say (it can't be said)
denemez
to be called /to be said
denmek
as if to say / as if they were saying /as if he was saying
dercesine
deep
derin
just then /just at that moment
derken
Just then I heard it clearly not leaving any room for doubt.
Derken kuşkuya hiç yer bırakmayacak kadar açık olarak işittim.
I was not
değildim
to be distracted /to be sidetracked /to lose one's attention
dikkati dağılmak
I lost my attention
dikkatim dağıldı
to fix /set /plant /erect
dikmek
religion
din
I would know that it was religion
din olduğunu bilirdim
I would know that it was religion, a kind of belief.
din olduğunu bilirdim, bir tür inanç.
that / so /word to connect direct speech to the main sentence when the main sentence uses any verb other than demek
diye
knee
diz
on top of my knees
dizlerimin üstünde
the computer resting on my knees
dizlerimin üstünde duran bilgisayar
nine
dokuz
Was I nine years old at that time, or maybe even younger ?
Dokuz yaşında mıydım o sıralar, belki daha küçük?
Was I nine years old?
Dokuz yaşında mıydım?
fullmoon
dolunay
in the fullmoon (there was) a deep serenity (sü...)
dolunayda derin bir sükûnet
to straighten up (oneself)
doğrulmak
east
doğu
the eastern culture
Doğu kültürü
while the admiration she felt for the eastern culture lasted
Doğu kültürüne duyduğu hayranlık sürerken
prayer
dua
lip
dudak
she would kiss him 'from her lips'
dudaklarından öperdi onu
to stop / stay /rest (be located)
durmak
to soothe (down)
durulmak
like I'm hearing /I felt like hearing
duyar gibi oldum
the admiration she felt
duyduğu hayranlık
while the admiration she felt lasted
duyduğu hayranlık sürerken
to hear
duymak
I was hearing
duyuyordum
as soon as I return
döner dönmez
to return /go home
dönmek
four hour long
dört saatlik
a four hour long bus trip
dört saatlik bir otobüs yolculuğu
absolutely straight /dead-smooth / as the craw flies
dümdüz
the world
dünya
the end time of the World
dünyanın son vakti
plain (d)
düzlük
knot /tie
düğüm
to knot /to tie
düğümlemek
to think
düşünmek
to not think
düşünmemek
I tried not to think.
Düşünmemeye çalıştım.
screen
ekran
to lack /be missing
eksik olmak
maladroit
el işe yakışmaz
to capture /conquer /seize / take possession of
ele geçirmek
electronic signboard
elektronik tabela
to order /command
emrine vermek
at least
en azından
the deepest
en derin
the youngest
en genç
most peaceful
en huzurlu
the one being the oldest
en yaşlı olanı
The oldest one called the one inside.
En yaşlı olanı çağırmıştı içeridekini.
worry/concern /anxiety (e)
endişe
man /male
erkek
boyfriend
erkek arkadaş
unmanly
erkeğe yakışmaz
mystery /secrets,/marihuana /hashish
esrar
to impress s. o.
etkilemek
these words had impressed me
etkilemişti bu sözler beni
environment /surrounding (e)
etraf
around
etrafta
there was nobody around
etrafta kimse yoktu
house
ev
yes
evet
Yes, I should have given myself to my job now
Evet, artık kendimi işime vermeliydim.
Yes, they are selfish but luckier
Evet, benciller ama daha şanslılar
Yes, all these should be about a religion.
Evet, bütün bunlar bir dinle ilgili olmalıydı.
in one of the houses
evlerden birinde
to bend / bow /incline /double
eğilmek
fountain / jet /sprinkle
fişkiye
I think (g)
galiba
I think (g) I have dreamt.
Galiba rüya görmüştüm.
the future
gelecek
from the future
gelecekten
to come
gelmek
young / young person
genç
a young girl
genç bir kız
a young girl with her boyfriend
genç bir kız ile erkek arkadaşı
A young girl was sleeping far away, the body (b) of a young girl was slowly rotting under the ground.
Genç bir kız uyuyordu uzaklarda, genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu toprağın altında.
A young girl was sleeping far away.
Genç bir kız uyuyordu uzaklarda.
the body (b) of a young girl was slowly rotting
genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu
The body (b) of a young girl was slowly rotting under the ground
Genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu toprağın altında.
Like the young girl's body
Genç kızın bedeni gibi
Like the young girl's body, the above ground also was silent now.(ş)
Genç kızın bedeni gibi yerin üstü de sessizdi şimdi.
the fresh body of the young girl
genç kızın körpe bedeni
youth
gençlik
when I reached the age of youth /when I was a teenager
gençlik çağına gelince
When I became a teenager, I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind and his yellow eyed Sheikh.
Gençlik çağına gelince, belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım.
necessary /essential
gerekli
trip / travel
gezi
the past
geçmiş
from the past
geçmişten
I wanted to break off from the past, the present, the future.
Geçmişten, bugünden, gelecekten kopmak istedim.
to repair /resolve /dissolve /appease /smooth out
gidermek
to enter
girmek
that I was obliged to go
gitmek zorunda olduğum
he had gone
gitmişti
that I went to
gittiğim
the sky
gökyüzü
in the sky
gökyüzünde
In the sky there was the fullmoon.
Gökyüzünde dolunay vardı.
lake
göl
heart /soul (g)
gönül
friend of heart
gönül dostu
to take away
götürmek
eye
göz
his eyes used to look
gözleri bakardı
I closed my eyes
gözlerimi kapadım
when I had closed my eyes
gözlerimi kapadığımda
It meant I had dozed off when I had closed my eyes.
Gözlerimi kapadığımda dalıp gitmişim demek.
her eyes fixed on the electronic signboard
gözlerini elektronik tabelaya dikmiş
her eyes fixed on the electronic signboard, she tried to find out when we would be landing
gözlerini elektronik tabelaya dikmiş, yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu
her eyes fixed on the electronic signboard above
gözlerini yukarıdaki elektronik tabelaya dikmiş
rose
gül
I didn't even smile, I turned my head and looked outside the window.
Gülümsemedim bile, başımı çevirip pencereden dışarıya baktım.
I didn't even smile.
Gülümsemedim bile.
to smile
gülümsemek
sun
güneş
in the days
günlerde
rumble /roar / noise
gürültü
beauty
güzellik
come on / go ahead
hadi
as if they were saying 'Come on get started!'
hadi artık başla dercesine
Come on get going! /Come on start now. /Come on get started!
Hadi artık başla!
about /concerning
hakkında
right /rightful /legitimate
haklı
a legitimate reason
haklı bir neden
lady
hanım
Mrs /Miss
hanım
unladylike
hanıma yakışmaz
prison
hapis
to be trapped
hapsolmak
to remember
hatırlamak
to remember
hatırlamak
when I remembered
hatırlayınca
the weather /air
hava
the weather was clear
hava açıktı
life (h)
hayat
no
hayır
no
hayır
No this time I had only remembered it. "Kimya... Kimya Hanım."
Hayır bu kez sadece hatırlıyordum. 'Kimya... Kimya Hanım!'
No, it could not be, my head (k) was all in a mess, I was unable to work.
Hayır olmuyordu, kafam karmakarışıktı, çalışamıyordum.
no, she was not interested in me
hayır, benimle ilgilenmiyordu
No this time I was only remembering it. "Kimya... Kimya Hanım."
Hayır, bu kez sadece hatırlıyordum. 'Kimya... Kimya Hanım!'
No, I didn't want to remember him.
Hayır, onu hatırlamak istemiyordum.
to admire
hayran hayran bakmak
admiration
hayranlık
to feel admiration / to admire
hayranlık duymak
while the admiration persisted
hayranlık sürerken
in addition /besides / also /and what is more /and what is worse
hem de
and what was worse with another man
hem de başka bir erkekle
always
hep
all (h)
hepsi
all were trapped
hepsi hapsolmuştu
all were trapped inside the blood on the stone
hepsi hapsolmuştu taştaki kanın içinde
every moment
her an
every minute
her dakika
everyone
herkes
to be given to everybody (anybody)
herkese verilmek
too important to be given to anybody
herkese verilmeyecek kadar önemli
to calculate
hesaplamak
quickly
hızla
I quickly straightened up
hızla doğruldum
not /never
hiç
never lacking
hiç eksik olmayan
although I never wanted
hiç istemediğim hâlde
I never used
hiç kullanmadım
without being surprised (at all)
hiç şaşırmadan
Without being surprised, without shivering, without being afraid
Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan
He was looking without being surprised, without shivering, without being afraid from between the dead leaves of the tall poplar trees.
Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından.
He was looking without being surprised, without shivering, without being afraid.
Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu.
without making any explanation
hiçbir açıklama yapmadan
no bad souvenir
hiçbir kötü anı
there was no benefit(y) in
hiçbir yararı yoktu
never
hiçbir zaman
never becoming indistinct
hiçbir zaman silikleşmeyen
I could never forget
hiçbir zaman unutamadım
I never forgot
hiçbir zaman unutmadım
nothing
hiçbir şey
nothingness
hiçlik
restlessness /unease (h)
huzursuzluk
in the act of /going to
hâlde
still watching me
hâlâ beni izleyen
to bend double
iki büklüm eğilmek
like two lines
iki çizgi gibi
second (2.)
ikinci
after the second operation (math)
ikinci işlemden sonra
to be interested in
ile ilgilenmek
about /concerning /involving (i)
ilgili
the first (i)
ilk
the first time
ilk kez
faith /belief
inanç
thin /fine
ince
never lacking in his thin, long face
ince uzun yüzünden hiç eksik olmayan
to get thinner
incelmek
a thinned cumulus cloud
incelmiş bir bulut kümesi
in the place I landed
indiğim yerde
landing (noun)
iniş
to go down /to land /to start descending (lit. to pass to landing)
inişe geçmek
(there was) hatred in the hearts of men (i)
insanların yüreklerinde nefret
huge /big /large
iri
big eyes
iri gözler
to flinch /startle /be startled /take alarm /recoil (i)
irkilmek
river (ı)
ırmak
riverless
ırmaksız
name (i)
isim
to want
istemek
my wanting
istemem
inspite of my wanting
istememe rağmen
I didn't want
istemiyordum
thorougly /fully/completely /quite
iyice
it quite increased
iyice arttı
to watch (i)
izlemek
inside
içeride
the one inside
içerideki
he called the one inside
içeridekini çağırmıştı
from inside
içeriden
the one coming out from inside
içeriden çıkan
the concern inside of me
içimdeki endişe
the restlessness inside me
içimdeki huzursuzluk
the unease inside me
içimdeki huzursuzluk
the unease inside me quite increased
içimdeki huzursuzluk iyice arttı
for
için
in
içinde
from inside /here: inside your head
içinden
sincere /heartfelt/honest /from the bottom of the heart
içten
a sincere reproach
içten bir serzeniş
work /affair /business
pragmatism /meddlesomeness /effiency /Tüchtigkeit /Dienstfertigkeit
işgüzarlık
to accept a job
işi kabul etmek
to my work
işime
to hear (i)
işitmek
operation /process /processing /treatment
işlem
here it is / voici
işte
which is why /because of this
işte bu yüzden
jet engines /Flugzeugmotoren
jet motorları
the roar of the jet engines
jet motorlarının gürültüsü
I was hearing the noise of the jet engines.
jet motorlarının gürültüsünü duyuyordum
to agree /accept
kabul etmek
woman
kadın
the eyes of the woman
kadının gözleri
head (k)
kafa
my head (k) was all in a mess
kafam karmakarışıktı
brown
kahverengi
blood
kan
to close
kapamak
to close sthg
kapatmak
door
kapı
to knock /hammer /bang on the door
kapıya vurmak
dark /black
kara
dark eyes
kara gözler
the sadness in his dark eyes
kara gözlerindeki keder
With his black eyes
kara gözleriyle
after looking with his black eyes onto the snow white lake
kara gözleriyle bembeyaz göle baktıktan sonra
After looking with his black eyes onto the snow white lake he had answered.
Kara gözleriyle, bembeyaz göle baktıktan sonra yanıtlamıştı.
pessimism
karamsarlık
stomach /belly
karın
chaotic /all mixed up /in a mess
karmakarışık
in my belly
karnımda
against /opposite / before /towards /gegenüber
karşı
to meet /to experience /to run into/encounter (k)
karşılaşmak
facing me / opposite me (dat)
karşıma
it used to add /it would add
katardı
to add (k)
katmak
the multiplying (overlapping) winter roses
katmerlenen kış gülleri
imbrication (overlapping of leaves / tiles /scales) /Überlappen von Blättern /Schuppen /multiplying /increasing
katmerlenme
poplar /Pappel
kavak
to understand /grasp
kavramak
to be able to grasp/understand
kavrayabilmek
not to be able to grasp /understand
kavrayamamak
if I were not able to understand/grasp (but I am/ hypothetical statement) )
kavrayamasam
to be lost /to disappear
kaybolmak
worry
kaygı
with the worry
kaygısıyla
eyebrow
kaş
grief /sorrow /sadness
keder
to most people (i) sadness didn't fit
Keder çoğu insana yakışmaz
To most people (i) sadness didn't fit but to my father's face it would add a strange beauty.
Keder çoğu insana yakışmaz ama babamın yüzüne tuhaf bir güzellik katardı.
I didn't see another man whom sadness befitted that much.
Kederin bu kadar yakıştığı başka bir adam görmedim.
arched /gewölbt
kemerli
an arched pointed nose
kemerli, sivri bir burun
myself (akk)
kendimi
I should have given myself to my work
kendimi işime vermeliydim
himself (acc.)
kendini
Simon who fancied himself to be the world's (y) best manager
Kendini yeryüzünün en iyi yöneticisi sanan Simon
That was the effiency of Simon, who fancied himself to be the world's (y) best manager.
Kendini yeryüzünün en iyi yöneticisi sanan Simon'ın işgüzarlığı işte.
city (k)
kent
sharp /edged /piercing
keskin
I wished
keşke
I wished I never had accepted this job.
Keşke bu işi hiç kabul etmeseydim.
I wished I hadn't accepted this job.
Keşke bu işi kabul etmeseydim.
I wished I had never come to this city before
Keşke bu kente daha önce hiç gelmeseydim
I wished I had never come to this city (k)
Keşke bu kente hiç gelmeseydim
I wished I had not come
Keşke gelmeseydim
I wished I had never known the Turks, I wished I had never come to this city before.
Keşke hiç tanımasaydım Türkleri, keşke bu kente daha önce hiç gelmeseydim.
I wished I had never known the Turks...
Keşke hiç tanımasaydım Türkleri...
that (conj.)
ki
who
kim
identity /id card
kimlik
on my id card
kimliğimde
Even if it was written on my id card
Kimliğimde yazılı olsa da
Even if it was written on my id card, I tried to forget this name too, like my father.
Kimliğimde yazılı olsa da, babam gibi, bu ismi de unutmaya çalıştım.
Who am I?
Kimmişim?
the name Kimya
Kimya ismi
I didn't use the name Kimya.
Kimya ismini hiç kullanmadım.
Kimya... Kimya... Miss Kimya.
Kimya... Kimya... Kimya hanım.
the fresh body of the young girl stirred
kıpırdandı genç kızın körpe bedeni
the fresh body of the young girl rotting in the tomb stirred
kıpırdandı mezarda çürümekte olan genç kızın körpe bedeni
to wriggle /stir /move
kıpırdanmak
motionless (k)
kıpırtısız
bright red / knallrot
kıpkırmızı
red
kırmızı
a reddish purple
kırmızıya çalan mor
greying
kırçıl
the greying beard (pl)
kırçıl sakallar
short
kısa
Short auburne (darkblond) hair
Kısa, kumral saçlar
Short auburne (darkblond) hair, the big grape-black eyes under his like two well-matched lines on his narrow fronthead standing eybrows, the arched pointed nose and the copper ressembling, greyish beard surrounding his face...
Kısa, kumral saçlar, dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşlarının altında üzüm karası iri gözler, kemerli, sivri bir burun ve yüzünü çevreleyen bakıra çalan kırçıl sakallar...
what I read in books
kitaplardan okuduklarım
girl
kız
red /scarlet (e. g. for hair)
kızıl
my daughter
kızım
from the girl's last breath remaining stuck in her throat
kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden
winter
kış
winter roses
kış gülleri
It was the time for the multiplying of the winterroses, the moment (d) of the refreshing of the daffodils.
Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi.
It was the time for the multiplying of the winterroses.
Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi.
person (pl. people)
kişi
huge (k)
kocaman
smell /scent
koku
fragrant /scented
kokulu
seat /armchair
koltuk
under the seat (direction >dat.)
koltuğun altına
to imprint /put on /place on
kondurmak
to settle /perch /sit
konmak
to talk
konuşmak
there was no plane to Konya
Konya'ya uçak yoktu.
to tear off and take away
koparıp götürmek
to break off /rupture
kopmak
to tear off
kopmak
without being afraid
korkmadan
to be afraid /to fear
korkmak
to fire /dismiss /expel /chuck out
kovmak
to put
koymak
dark brown
koyu kahverengi
a dark brown piece of ground
koyu kahverengi bir toprak parçası
I pricked up my ears
kulak kesildim.
to be all ears /to prick up one's ears
kulak kesilmek
to use
kullanmak
auburne (lightest shade of brown hair) /dunkelblond
kumral
auburne hair
kumral saçlar
victim /sacrifice /offering
kurban
where their (his) victim was (situated)
kurbanının bulunduğu
I would get rid of it
kurtulacaktım ondan
to get rid of /dispose of
kurtulmak
doubt (k)
kuşku
to leave no room for doubt (k)
kuşkuya yer bırakmamak
leaving no room for doubt(k)
kuşkuya yer bırakmayacak kadar
fresh (k)
körpe
curse
lanet
cursed
lanetli
London
Londra
as soon as I return to London
Londra'ya döner dönmez
creature (m)
mahlukat
fairytale
masal
fairytales, examples, prayers
masallar, misaller, dualar
blue
mavi
a blueish purple
maviye çalan mor
curiously
merakla
curiously I turned backwards (a) ...
Merakla arkaya döndüm...
Curiously I turned backwards... The two seats behind me were empty. I looked to the front... a young girl was sitting with her boyfriend.
Merakla arkaya döndüm... Arkamdaki iki koltuk boştu. Ön tarafa baktım... Genç bir kız ile erkek arkadaşı oturuyordu.
curious (adj)
meraklı
tomb /grave
mezar
to rot in the grave
mezarda çürümek
the body rotting in the tomb (being in the middle of rotting... )
mezarda çürümekte olan beden
million
milyon
worth millions
milyonluk
to murmur /mutter /hum
mırıldanmak
example
misal
mystic
mistik
mystic books
mistik kitaplar
purple
mor
miracle
mucize
happy
mutlu
in her happy days
mutlu günlerinde
terrific /stunning /fabulous / smashing
müthiş
It was stunning.
Müthişti.
It was stunning. Admiringly looking at my father, I had murmured: "Are you (a) magician, father?"
Müthişti. Babama hayran hayran bakarak mırıldanmıştım: 'Sen büyücü müsün baba?'
chronic /obstinate
müzmin
the chronic sadness
müzmin keder
nor of my father
ne babamı
nor of his city, where I was obliged to go although I had never wanted.
ne de hiç istemediğim hâlde gitmek zorunda olduğum onun şehrini...
what it said
ne dediğini
what is the difference
ne farkı var
what was the difference!
ne farkı vardı ki
Neither of the baby growing in my belly every moment, every minute,
Ne her an, her dakika karnımda büyümekte olan bebeği
Neither of the baby growing in my belly every moment, every minute, nor of my father, nor of his city that I was obliged to go to although I had never wanted to...
Ne her an, her dakika karnımda büyümekte olan bebeği, ne babamı, ne de hiç istemediğim hâlde gitmek zorunda olduğum onun şehrini...
how much
ne kadar
how many creatures
ne kadar mahlukat
whatever creature there were
ne kadar mahlukat varsa
whatever creature there were, they remained silent, motionless (k)
ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı
as many as you got/ whatever
ne kadar varsa
when
ne zaman
neither... nor...
ne... ne de...
breath
nefes
hatred
nefret
(that is/are) captured by hatred
nefretin ele geçirdiği
seven minds conquered by hatred
nefretin ele geçirdiği yedi akıl
from where
nereden
Where am I coming from
nereden geliyormuşum
Where am I coming from, where am I going to, who am I?
Nereden geliyormuşum, nereye gidiyormuşum, kimmişim?
almost /nearly
neredeyse
almost yellow coloured eyes
neredeyse sarı renkli gözler
where to
nereye
Where am I going to
Nereye gidiyormuşum
daffodil
nergis
the refreshing of the daffodils
nergislerin tazelenme
the moment (d) of the refreshing of the daffodils
nergislerin tazelenme demi
At that moment I heard a voice...
O anda duydum sesi...
At that moment I heard a voice... A male voice... Gentle, warm, affectionate.
O anda duydum sesi... Bir erkek sesi... Yumuşak, sıcak, sevecen.
He, too used to say 'Miss Kimya' to me.
O da, 'Kimya Hanım' derdi bana.
at that time
o sıralar
those days /back then
o zamanlar
Back then there was no plane to Konya.
O zamanlar Konya'ya bir uçak yoktu.
At that time these words had very much impressed me, but later...
O zamanlar çok etkilemişti bu sözler beni ama sonra...
to huff /to breath a sigh /to grunt with vexation/ächzen /stöhnen /seufzen
oflamak
there was no benefit (y) in huffing and puffing
oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu
to huff and puff /grunt
oflayıp puflamak
(sigh of relief)
oh
to read
okumak
being
olan
the damage is done /what happened happened
olan olmuş
the damage was done /whatever had happened happened
olan olmuştu
it could not be
olmuyordu
twelve
on iki
Count up to twelve!
On ikiye kadar say!
one can't even call it baby
Ona bebek bile denemez
about /concerning him
ona dair
one can't call it (it can't be said to it)
ona denemez
I hurt it
ona zarar veririm
with the worry I will hurt it
ona zarar veririm kaygısıyla
I quickly straightened up with the worry I would hurt it.
Ona zarar veririm kaygısıyla hızla doğruldum.
the man who tore him from us and took him away
onu bizden koparıp götüren adam
the name Kimya which he had given to me
onun bana verdiği Kimya ismi
I didn't use the name Kimya which he had given to me.
onun bana verdiği Kimya ismini hiç kullanmadım
her name (i)
onun ismi
her name is Karen, not Kimya
onun ismi Karen, Kimya değil
For her I was always Karen.
Onun için hep Karen'dım ben.
of his city (acc.)
onun şehrini
middle sized /medium height
orta boylu
middleaged
orta yaşlı
in the middle of
ortasında
Hotel
otel
bus
otobüs
by bus
otobüsle
plain (o)
ova
of the plain (o)
ovadan
finger
parmak
piece
parça
to divide /split into pieces
parçalara bölmek
window
pencere
outside the window (direction >dative)
pencereden dışarıya
I looked outside the window.
Pencereden dışarıya baktım.
instead of turning to the window
pencereye dönmek yerine
car number plate
plaka
insurance policy
poliçe
the amount of the policy
poliçe tutarı
I looked at the amount of the policy
poliçe tutarına baktım
pound
pound
to puff
puflamak
İnspite of
rağmen
dream (r)
rüya
to dream (r)
rüya görmek
an hour
saat
of the for hours extending dead-smooth plain(o)
saatlerce uzanan dümdüz ovadan
hourly
saatlik
only (s)
sadece
only my father and I
sadece babam ile ben
Only my father had called (ç) me Kimya.
Sadece babam, 'Kimya' diye çağırdı beni...
Only one time (d) she warned Shah Nesim.
Sadece bir defa Şah Nesim'i uyarmıştı.
only half an hour remained
sadece yarım saat kalmıştı
beard
sakal
as if
sanki
as if it were the end time of the World
sanki dünyanın son vaktiymişçesine
As if it were the end time of the World, alive, dead, whatever creature there were they remained silent, motionless. (k)
Sanki dünyanın son vaktiymişçesine, canlı cansız ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı.
to think /fancy
sanmak
to stab /plunge /run through /thrust /drive in
saplamak
they stabbed their knives
saplamıştı bıçaklarını
they stabbed their knives into the one coming out from inside
saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana
when he stabbed
saplarken
yellow
sarı
yellow eyed devil
sarı gözlü şeytan
His yellow coloured eyes would always look with love.
Sarı renkli gözleri her zaman sevgiyle bakardı.
to be shocked /traumatized /shaken /convulsed
sarsılmak
Count!
Say!
number /figure
sayı
The numbers looked at me.
Sayılar bana bakıyordu.
The numbers looked at me, as if they were saying 'Come on get started!'
Sayılar, hadi artık başla dercesine bana bakıyordu.
I had counted.
Saymıştım.
I had counted; when my father withdrew his hands from in front of my eyes the way had ended, out of the steppe a city popped up before me...
Saymıştım; babam ellerini gözlerimin önünden çektiğinde yol bitmiş, bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma...
right (opposite of left)
sağ
with his right hand
sağ eliyle
He covered my eyes with his right hand.
Sağ eliyle gözlerimi kapatmıştı.
Are you (a) magician, father?
Sen büyücü müsün, baba?
coolness
serinlik
reproach (se)
serzeniş
voice /noise /sound
ses
to call /shout /yell
seslenmek
quiet /silent
sessiz
silence
sessizlik
compassionate /endearing /affectionate
sevecen
love /affection
sevgi
full of love (loaded with love)
sevgi yüklü
a rebuke (si) full of love
sevgi yüklü bir sitem
with love
sevgiyle
warm
sıcak
to lean towards sthg/ to open up to sthg
sıcak bakmak
to be illdisposed to sthg / to not take kindly to sthg
sıcak bakmamak
to be bored
sıkılmak
I had been bored
sıkılmıştım
I had been bored of the for hours extending dead-smooth plain (o)
Sıkılmıştım saatlerce uzanan dümdüz ovadan.
dismally /mit Unbehagen
sıkıntıyla
I sighed dismally
Sıkıntıyla ofladım
I sighed dismally, but there was no benefit (y) in huffing and puffing, the damage was done and this was just a job like the others.
Sıkıntıyla ofladım, ama oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu, olan olmuştu, bu da ötekiler gibi sadece bir işti.
I sighed dismally, but there was no benefit (y) in huffing and puffing
Sıkıntıyla ofladım, ama oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu.
to become indistinct /to become barely perceptible
silikleşmek
pitchblack
simsiyah
reproach /rebuke (si)
sitem
pointed /sharp /spitz
sivri
I was not going to chat
sohbet edecek hâlde değildim
going to chat
sohbet edecek hâlde olmak
to chat
sohbet etmek
pale
solgun
last
son
the last breath
son nefes
her last breath
son nefesi
from her last breath
son nefesinden
the last time (v)
son vakit
to ask
sormak
I had asked.
Sormuştum
silent (su..)
susmuş
to burn out/die away /extinguish /wane /eclipse/dim/erlöschen
sönmek
the waning fullmoon
sönmekte olan dolunay
to say (s)
söylemek
(by) complaining
söylenerek
to complain
söylenmek
was in question
söz konusuymuş
tranquility /serenity (sü..)
sükûnet
to persist /continue (s)
sürmek
plaque /plate / signboard
tabela
wood (material) /wooden
tahta
to the wooden door
tahta kapıya
full(y) /exact(ly) /complete(ly)
tam
exactly
tam olarak
witness / bystander /testifier
tanık
to know (someone)
tanımak
the refreshening daffodils
tazelenen nergisler
to refresh
tazelenmek
compensation /indemnity /restitution /recovery
tazminat
stone
taş
on the stone
taşta
There was blood on the stone, in the sky the fullmoon, in the garden the smell of earth.
Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu.
There was blood on the stone, hatred in the hearts of men (i), a deep serenity in the fullmoon.
Taşta kan vardı, insanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet.
There was blood on the stone, seven knives that opened seven wounds.
Taşta kan vardı, yedi bıçak yedi yara açmıştı.
There was blood on the stone.
Taşta kan vardı.
There was blood on the stone.
Taşta kan vardı.
There was blood on the stone.
Taşta kan vardı.
the blood on the stone
taştaki kan
inside the blood on the stone
taştaki kan içinde
the waning fullmoon inside the blood on the stone
taştaki kan içinde sönmekte olan dolunay
The waning fullmoon inside the blood on the stone was motionless.(k)
Taştaki kan içinde sönmekte olan dolunay kıpırtısızdı
The blood on the stone was motionless. (k)
Taştaki kan kıpırtısızdı.
the only /the one
tek
to walk away (to abandon and go)
terk edip gitmek
after (abandoning and) walking off
terk edip gittikten sonra
to abandon / leave /quit /forsake
terk etmek
earth /ground
toprak
the earth scented garden
toprak kokulu bahçe
the smell of the ground
toprak kokusu
under the ground
toprağın altında
strange (adj) (t)
tuhaf
a strange beauty
tuhaf bir güzellik
amount /sum /total (tu..)
tutar
salt
tuz
horizon
ufuk
on the horizon
ufukta
On the horizon was a bright red sinking sun.
Ufukta batmakta olan kıpkırmızı bir güneş
On the horizon was a bright red sinking sun, down, thousands of meters below a thinned cloud cluster extended a dark brown piece of land.
Ufukta batmakta olan kıpkırmızı bir güneş, aşağıda incelmiş bir bulut kümesinin binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu.
to forget
unutmak
inspite of my wanting to forget (another possible form) /though I wanted to forget
unutmak (unutmayı) istememe rağmen
prayers that I had forgotten
unuttuğum dualar
to be ashamed /embarrassed
utanmak
to warn
uyarmak
sleep
uyku
in the garden of sleep
uykunun bahçesinde
in that pitchblack, that deepest, that most peaceful garden of sleep
uykunun o simsiyah, o en derin, o en huzurlu bahçesinde
I wanted to disappear for a while in that pitchblack, that deepest, that most peaceful garden of sleep.
Uykunun o simsiyah, o en derin, o en huzurlu bahçesinde bir süre kaybolmak istedim...
to sleep
uyumak
harmonious/easy going /compatible /well-matched
uyumlu
in the distance
uzaklarda
somewhere far off / somewhere in the distance
uzaklarda bir yerlerde
to spread (out) / reach out / outspread / lie
uzanmak
tall
uzun boylu
the tall poplar trees
uzun boylu kavak ağaçları
the tall poplar trees
uzun boylu kavak ağaçları
The tall poplar trees, the multiplying (overlapping) winter roses, the refreshening daffodils, the earth scented garden...
Uzun boylu kavak ağaçları, katmerlenen kış gülleri, tazelenen nergisler, toprak kokulu bahçe...
the leaves of the tall poplar trees
uzun boylu kavak ağaçlarının yaprakları
the dead leaves of the tall poplar trees
uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yaprakları
He was looking from between the dead leaves of the tall poplar trees.
uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından bakıyordu.
Tall, with a long face
Uzun boylu, uzun yüzlü
He was a tall man with a long face, long fingers. (sg)
Uzun boylu, uzun yüzlü, uzun parmaklı bir adamdı.
with long fingers (sg)
uzun parmaklı
(air) plane
uçak
since we boarded the airplane
uçağa bindiğimizden beri
She was dying to talk since we boarded the airplane.
Uçağa bindiğimizden beri konuşmak için can atıyordu.
to board an airplane
uçağa binmek
for the airplane the starting to go down
uçağın inişe geçmesine
Only half an hour remained for the airplane starting to go down, but even this didn't appease the restlessness inside me.
Uçağın inişe geçmesine sadece yarım saat kalmıştı, ama bu bile gidermiyordu içimdeki huzursuzluğu.
only half an hour remained for the airplane starting to go down
Uçağın inişe geçmesine sadece yarım saat kalmıştı.
pointless
uçsuz
endless /vast /immense / as far as the eye can see (lit. pointless cornerless)
uçsuz bucaksız
in the middle of this vast brown plain
uçsuz bucaksız bu kahverengi düzlüğün ortasında
for the sake of
uğrunda
time (v)
vakit
it was time
vaktiydi
there was
vardı
to arrive (v)
varmak
that they could abandon
vazgeçebilecekleri
to give up /abandon
vazgeçmek
And that chronic sadness never lacking in his thin long face
Ve ince uzun yüzünden hiç eksik olmayan o müzmin keder
And in the middle of this vast brown plain a miracle, a snow white lake.
Ve uçsuz bucaksız bu kahverengi düzlüğün ortasında bir mucize; bembeyaz bir göl.
to be given
verilmek
to give
vermek
I should have given
vermeliydim
or
ya da
Or I remember it that way (such) .
Ya da ben öyle hatırlıyorum.
foreigner/stranger /foreign
yabancı
not to leave me in peace
yakamı bırakmamak
not to leave s. o. in peace
yakasını bırakmamak
to suit /befit
yakışmak
unworthy / offensive / unseemly /unbefitting
yakışmaz
ruby
yakut
the Yakut hotel
Yakut Otel
the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını
the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını için ödenecek tazminat
to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamak
I tried to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamaya çalıştım
to be paid for the Yakut hotel fire
Yakut Otel yangını için ödenmek
fire /wildfire
yangın
next to me
yanımda
the woman next to me
yanımdaki kadın
the woman next to me
yanımdaki kadın
the curious eyes of the woman next to me
yanımdaki kadının meraklı gözleri
the curious eyes of the woman next to me
yanımdaki kadının meraklı gözleri
when I saw the curious eyes of the woman next to me
yanımdaki kadının meraklı gözlerini görünce
the middle aged woman next to me
yanımdaki orta yaşlı kadın
with us /at our side
yanımızda
next to
yanında
to answer (y.)
yanıtlamak
He had answered.
Yanıtlamıştı.
without doing /before doing
yapmadan
to do /make
yapmak
leaf
yaprak
wound /injury
yara
to open a wound
yara açmak
benefit (y)
yarar
half
yarım
half an hour
yarım saat
to spread (out) /unfold /emanate / expand
yayılmak
written
yazılı
life (y)
yaşam
our life
yaşamımız
out of our life
yaşamımızdan
years old
yaşında
old (age)
yaşlı
old (age)
yaşlı
seven
yedi
seven knives opened seven wounds
yedi bıçak yedi yara açmıştı
seven sharp knives
yedi keskin bıçak
seven times the man convulsed
yedi kez sarsılmıştı adam
Seven times the man convulsed, seven times the seven (knife) stabbing people were shaken.
Yedi kez sarsılmıştı adam, yedi kez sarsılmıştı bıçağı saplayan yedi kişi.
seven times the seven (knife) stabbing people were shaken
yedi kez sarsılmıştı bıçağı saplayan yedi kişi
seven red fountains
yedi kızıl fişkiye
seven people
yedi kişi
Seven people had entered, into the garden.
Yedi kişi girmişti bahçeye...
the one who was the youngest of the seven people
yedi kişiden en genç olanı
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a)
Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama,
When the youngest of the seven people stabbed the knife into the man, an 'oh' came out from the young girl's last breath remaining stuck in her throat.
Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden.
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a) the fresh body of the young girl stirred.
Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, kıpırdandı genç kızın körpe bedeni.
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a), the fresh body of the young girl rotting in the tomb stirred.
Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, kıpırdandı mezarda çürümekte olan genç kızın körpe bedeni.
The youngest of the seven people banged on the door.
Yedi kişiden en genç olanı vurmuştu kapıya.
Seven of the seven people /All seven people
Yedi kişinin yedisi
All of the seven at once stabbed their knives into the one coming out from inside.
Yedi kişinin yedisi birden saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana.
seven cursed men
yedi lanetli adam
Seven cursed men walked, splitting the silence of the garden into seven pieces to the wooden door, where their victim was.
Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanının bulunduğu tahta kapıya.
Seven cursed men walked, splitting the silence of the garden into seven pieces.
Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü.
seven cursed men walked
yedi lanetli adam yürüdü
(by) splitting into seven pieces
yedi parçaya bölerek
seven angry hearts
yedi öfkeli yürek
Seven angry hearts, seven minds conquered by hatred, seven sharp knives.
Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak.
again/afresh (y)
yeniden
again I turned to my front
yeniden önüme döndüm
to leave no room for
yer bırakmamak
to land (on the ground)
yere inmek
when would we be landing (on the ground)
yere ne zaman ineceğimizi
she tried to find out when we would be landing
yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu
that was under the ground(y)
yerin altındaki
the above ground
yerin üstü
the above ground also was silent
yerin üstü de sessizdi
instead of
yerine
to place /position
yerleştirmek
earth /world /surface (y)
yeryüzü
the world's (y) best manager
yeryüzünün en iyi yöneticisi
again (y)
yine
Again for this reason I didn't use the name Kimya which he had given to me.
Yine bu yüzden onun bana verdiği Kimya ismini hiç kullanmadım.
twenty
yirmi
twenty-five
yirmi beş
Was it twenty-five years ago, maybe even more...
Yirmi beş yıl önce miydi , belki daha da fazla...
Was it twenty-five years ago?
Yirmi beş yıl önce miydi?
No my daughter, there is no life (h) in this lake.
Yok kızım, bu gölde hayat yok.
(He said) I knew the Turks. (and that is wrong)
Yok Türkleri tanıyormuşum.
(He said) I knew Turkish (and that is wrong)
Yok Türkçe biliyormuşum
(He said) I knew Turkish and I knew the Turks. (and all of it is wrong)
Yok Türkçe biliyormuşum da, yok Türkleri tanıyormuşum da...
as if I x / you said I x and it is wrong
yok x-mişim
you said I x and I x and all of these are wrong
yok x-mişim de, yok x-mişim de...
No there was nobody around calling me 'Kimya'.
Yok, etrafta bana 'Kimya' diye seslenecek kimse yoktu.
way
yol
the way had ended
yol bitmişti
travel /trip /journey
yolculuk
above
yukarıda
soft
yumuşak
manager
yönetici
loaded /laden /charged
yüklü
heart (y)
yürek
the pain of the heart /heart breaking
yürek acısı
when the pain of the heart soothed down
yürek acısı durulunca
my heart (y)
yüreğim
to walk
yürümek
face /visage
yüz
to swim /float
yüzmek
the beard surrounding his face
yüzünü çevreleyen sakal
to damage /harm
zarar vermek
My mother was anyway since the beginning illdisposed to the name Kimya.
Zaten annem başından beri 'Kimya' ismine sıcak bakmamıştı.
Anyway there is no bad souvenir in my memory about him;
Zaten belleğimde ona dair hiçbir kötü anı yok;
Anyway there is no bad souvenir in my memory about him; apart from that he snatched my father from us and took him away.
Zaten belleğimde ona dair hiçbir kötü anı yok; babamı bizden koparıp götürmesi dışında.
Anyway as soon as I return to London I would get rid of it.
Zaten Londra'ya döner dönmez kurtulacaktım ondan.
weak /slim
zayıf
He was a slim man.
Zayıf bir adamdı.
He was a slim, medium height man.
Zayıf, orta boylu bir adamdı.
I could not work /I was unable to work
çalışamıyordum
to try (again and again)
çalışmak
bag
çanta
I placed it back into my bag.
Çantama yerleştirdim.
In order to put the bag under the seat
Çantayı koltuğun altına koymak için
When I bent over in order to put the bag under the seat
Çantayı koltuğun altına koymak için eğilirken
When I bent over in order to put the bag under the seat I suddenly (b) remembered.
Çantayı koltuğun altına koymak için eğilirken birden hatırladım.
to call (to come/e. g. an ambulance)
çağırmak
to walk off /to go away /to split
çekip gitmek
a justifiable reason that requires him to go away
çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden
to withdraw
çekmek
to turn (ç)
çevirmek
to surround /encircle
çevrelemek
to go out /to walk out (c. g.)
çıkıp gitmek
to dart /pop out
çıkıvermek
to come out /go out /exit
çıkmak
line
çizgi
a lot /much /very
çok
a very essential thing
çok gerekli bir şey
I knew very well that also in the place where I landed this pessimism would not leave me in peace.
Çok iyi biliyordum ki indiğim yerde de bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı.
I knew very well that...
Çok iyi biliyordum ki...
that they love a lot
çok sevdikleri
(from) people that they love a lot
çok sevdikleri insanlardan
to abandon people they love a lot
çok sevdikleri insanlardan vazgeçmek
for a long time
çok uzun zamandır
For a long time nobody had called me such....
Çok uzun zamandır kimse bana böyle seslenmemişti...
In moments when she got very angry
çok öfkelendiği anlarda
to most people (i)
Çoğu insana
prayers, most of which I had forgotten
çoğunu unuttuğum dualar
because
çünkü
because they have a goal.
çünkü amaçları var.
because my father had gone without making any explanation
çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan gitmişti
because my father had without making any explanation walked out of our lives.
çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan çıkıp gitmişti yaşamımızdan.
Because my father had without making any explanation walked out of our lives and what was worse with another man.
çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan, hem de başka bir erkekle çıkıp gitmişti yaşamımızdan.
because they have a goal for which they could abandon
çünkü uğrunda vazgeçebilecekleri amaçları var.
because they have a goal for the sake of which they could abandon even the people they love a lot.
çünkü uğrunda çok sevdikleri insanlardan bile vazgeçebilecekleri bir amaçları var.
to rot /molder
çürümek
to pay
ödemek
to be paid
ödenmek
to get angry
öfkelenmek
angry
öfkeli
dead
ölü
death
ölüm
the face that even death could not abuse
ölümün bile örseleyemediği yüz
the front (side)
ön taraf
I looked to the front.
Ön tarafa baktım.
First I could not understand what it said
Önce ne dediğini anlayamadım
First I could not understand what it said, I pricked up my ears.
Önce ne dediğini anlayamadım, kulak kesildim.
First I looked at the woman next to me, no, she was not interested in me, her eyes fixed on the electronic signboard, she tried to find out when we would be landing.
Önce yanımdaki kadına baktım, hayır, benimle ilgilenmiyordu; gözlerini yukarıdaki elektronik tabelaya dikmiş, yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu.
First I looked at the woman next to me.
Önce yanımdaki kadına baktım.
important
önemli
to the front of me
önüme
she would kiss /she used to kiss
öperdi
to kiss
öpmek
kiss
öpücük
to abuse /crumple/to handle roughly /to knock about /to drain strength
örselemek
undisturbed / intact
örselenmemiş
like the others (ö)
ötekiler gibi
a job like the others
ötekiler gibi bir iş
she tried to learn (find out)
öğrenmeye çalışıyordu
land /country
ülke
scary /spooky /eerie
ürkütücü
in a eerie coolness
ürkütücü bir serinlik içinde
The trees were floating in an eerie coolness.
Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar.
without shivering
ürpermeden
to tremble /shiver /shudder (for one second)
ürpermek
moreover
üstelik
Moreover I knew nothing about Brazilians.
Üstelik Brezilyalılar hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
Even (ü) though I wanted very much to forget...
üstelik unutmayı çok istememe rağmen...
on top of / on (.. st..)
üstünde
grape
üzüm
grape black(k) (black as grapes)
üzüm karası
big eyes black as grapes
üzüm karası iri gözler
three
üç
worth three million pounds
üç milyon poundluk
an insurance policy worth three million pounds
üç milyon poundluk bir poliçe
An insurance policy worth three million pounds was in question.
Üç milyon poundluk bir poliçe söz konusuymuş.
not even two months old
İki aylık bile yok
The first time I had come here with my father.
İlk kez babamla gelmiştim buralara.
The first time I had passed these grounds by bus.
İlk kez otobüsle geçmiştim bu topraklardan.
also in the place I landed this pessimism would not leave me in peace
İndiğim yerde de bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı.
Startled I opened my eyes.
İrkilerek gözlerimi açtım.
shah
şah
lucky
şanslı
to be surprised
şaşırmak
devil /satan
şeytan
now
şimdi
Now I was only hearing the noise of the jet engines.
Şimdi sadece jet motorlarının gürültüsünü duyuyordum.