'Father are there fishes in this lake?' I had asked. | 'Baba bu gölde balık var mı?' diye sormuştum. |
'Maybe they are luckier than we.' she would say. | 'Belki de onlar bizden şanslı' derdi. |
''Maybe they are luckier than we.' she would say. 'Yes, they are selfish but luckier, because they have a goal for the sake of which they could abandon even the people they love a lot. | 'Belki de onlar bizden şanslı' derdi. 'Evet, benciller ama daha şanslılar, çünkü uğrunda çok sevdikleri insanlardan bile vazgeçebilecekleri bir amaçları var.' |
By complaining: "I didn't see another man whom sadness befitted that much," she would kiss him from her lips. | 'Kederin bu kadar yakıştığı başka bir adam görmedim.' diye söylenerek dudaklarından öperdi onu. |
When will we arrive, father? | 'Ne zaman varacağız, baba?' |
"Count up till twelve," he had said. | 'on ikiye kadar say,' demişti. |
I am just a person (i) from this land (t. pl.), my daughter. | 'Sadece bu toprakların bir insanıyım, kızım.' |
No my daughter, there is no life (h) in this lake, but there is a thing very essential for life: salt. | 'Yok kızım, bu gölde hayat yok, ama hayat için çok gerekli bir şey var: Tuz...' |
"Count inside your head up till twelve," he had said. | 'İçinden on ikiye kadar say,' demişti. |
by complaining.... she would kiss him from her lips. | .... diye söylenerek dudaklarından öperdi onu. |
by saying.... | .... diye söyleyerek |
I wonder(ed) | acaba |
pain | acı |
man (a) | adam |
the men walked to the wooden door, where their victim was. | Adamlar kurbanının bulunduğu tahta kapıya yürüdü |
mind (a) /Verstand | akıl |
my mind | aklım |
to mind / bother about | aldırmak |
she didn't mind | aldırmazdı |
front (part of the face) /Stirn | alın |
to take | almak |
onto my front | alnıma |
He placed a kiss on my fronthead. | Alnıma bir öpücük kondurmuştu. |
six | altı |
six months earlier | altı ay önce |
the Rio I went to six months earlier | altı ay önce gittiğim Rio |
the Rio trip I went six months earlier | altı ay önce gittiğim Rio gezisi |
from the Rio trip I went six months earlier | altı ay önce gittiğim Rio gezisinden |
From the trip to Rio I went to six months earlier what was the difference?!? ! | Altı ay önce gittiğim Rio gezisinden ne farkı vardı ki? |
under | altında |
but | ama |
But she also didn't mind that my father called me Kimya. | Ama babamın beni 'Kimya' diye çağırmasına da aldırmazdı. |
but to my father's face | ama babamın yüzüne |
But I was not to going to chat with her. | Ama ben onunla sohbet edecek hâlde değildim. |
but even this | ama bu bile |
but even this didn't appease the restlessness inside me | ama bu bile gidermiyordu içimdeki huzursuzluğu |
But I couldn't find. | Ama bulamadım. |
But at least I was not that much a stranger to this country. | Ama en azından bu ülkenin çok da yabancısı değildim. |
But there is a very essential thing for life. | ama hayat için çok gerekli bir şey var |
but the girl's fresh body didn't move | ama kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu |
but the girl's fresh body didn't move anymore | ama kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu artık |
But when had I slept! | Ama ne zaman uyumuştum ki? |
but his thin, pale face | ama onun ince solgun yüzü |
But I could never forget his thin pale face and the sadness in his dark eyes. | Ama onun ince solgun yüzünü ve kara gözlerindeki kederi hiçbir zaman unutamadım. |
But I never forgot his thin pale face and the sadness in his dark eyes. | Ama onun ince solgun yüzünü ve kara gözlerindeki kederi hiçbir zaman unutmadım. |
but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me | ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce |
but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me, I was annoyed. | ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce, canım sıkıldı. |
But the girl's fresh body, that was under the ground, didn't move anymore. | Ama yerin altındaki kızın körpe bedeni kıpırdamıyordu artık. |
But the time passed and the pain of the heart soothed down, she had begun to talk less bad. | Ama zaman geçip yürek acısı durulunca daha az kötü konuşmaya başlamıştı. |
But the time passed and... | Ama zaman geçip... |
goal /purpose | amaç |
memory /souvenir | anı |
We had landed in Ankara. | Ankara'ya inmiştik. |
We had landed in Ankara. Then four hour long bus trip... | Ankara'ya inmiştik. Sonra dört saatlik bir otobüs yolculuğu... |
I tried to understand | Anlamaya çalıştım. |
in moments | anlarda |
I could not understand | anlayamadım |
mother | anne |
My mother was fond of this sadness. | Annem bayıldı bu kedere. |
My mother was illdisposed to the name Kimya. | Annem Kimya ismine sıcak bakmamıştı. |
My mother forgave him. | Annem onu bağışladı. |
Even if my mother forgave him | Annem onu bağışlamış olsa bile |
Even if my mother forgave him, I couldn't forgive my father. | Annem onu bağışlamış olsa bile, ben babamı bağışlayamadım. |
Even if my mother forgave him, I couldn't forgive my father because of this. | Annem onu bağışlamış olsa bile, ben işte bu yüzden babamı bağışlayamadım. |
my mother was not there | annem yoktu |
My mother was not with us, only my father and I. | Annem yoktu yanımızda, sadece babam ile ben. |
My mother was not with us. | Annem yoktu yanımızda. |
My mother would call (d) him 'Yellow eyed devil' in moments when she got very angry. | Annem çok öfkelendiği anlarda 'Sarı gözlü şeytan' derdi ona. |
My mother would call (d) him... in moments when she got very angry. | Annem çok öfkelendiği anlarda.... derdi ona. |
suddenly /all of a sudden | ansızın |
All of a sudden I met with the curious eyes of the middle aged woman next to me. | Ansızın yanımdaki orta yaşlı kadının meraklı gözleriyle karşılaştım. |
all of a sudden / out of the blue (ap..) | apansız |
between | arasında |
from between | arasından |
back /rear /hind | arka |
friend | arkadaş |
that were behind me | arkamdaki |
the two seats behind me | arkamdaki iki koltuk |
the two seats behind me were empty | arkamdaki iki koltuk boştu |
not anymore /no longer | artık |
to increase / math: to add | artmak |
actually /in fact / really | aslında |
the moon | ay |
month /moon | ay |
monthly /... months old (baby) | aylık |
the same voice | aynı ses |
I felt like I heard the same voice again. | Aynı sesi yeniden duyar gibi oldum. |
clear /open | açık |
light (colour) | açık |
light brown | açık kahverengi |
He had light brown almost yellow coloured eyes. | Açık kahverengi neredeyse sarı renkli gözleri vardı. |
manifestly /openly /clearly | açık olarak |
I heard it clearly | açık olarak işittim |
explanation /comment /statement | açıklama |
tree | ağaç |
The trees were floating | ağaçlar yüzüyordu |
treeless | ağaçsız |
A treeless, riverless, dead-smooth, huge soil. | Ağaçsız, ırmaksız, dümdüz, kocaman bir toprak. |
slowly (a) | ağır ağır |
to cry | ağlamak |
down | aşağıda |
down thousands of meters below a dark brown piece of ground stretched out | aşağıda binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu. |
Down, a dark brown piece of land stretched thousands of meters below a thinned cloud cluster. | aşağıda incelmiş bir bulut kümesinin binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu. |
arabic for door (used in religious context) | bab |
The door of mystery | Bab-ı Esrar |
Father, are there fishes in this lake? | Baba bu gölde balık var mı? |
After my father had abandoned us and left... | Babam bizi terk edip gittikten sonra... |
When my father withdrew his hands from before my eyes. | Babam ellerini gözlerimin önünden çektiğinde |
Like my father, I also tried to forget this name. | Babam gibi, bu ismi de unutmaya çalıştım. |
My father had smiled, covered my eyes with his right hand. | Babam gülümsemiş, sağ eliyle gözlerimi kapatmıştı. |
My father had smiled. | Babam gülümsemişti. |
my father used to be embarrassed | babam utanırdı |
My father used to be embarrassed, I think, in fact I didn't remember exactly. | Babam utanırdı galiba, aslında tam hatırlamıyordum. |
my father had walked out of our lives | babam çıkıp gitmişti yaşamımızdan |
Looking admiringly at my father I had murmured : | Babama hayran hayran bakarak mırıldanmıştım: |
What I heard from my father | Babamdan duyduklarım |
What I heard from my father, what I read in mystic books that he gave to me, fairytales, one more colourful than the other, examples, prayers, of which I had forgotten most... | Babamdan duyduklarım, bana verdiği mistik kitaplardan okuduklarım, birbirinden renkli masallar, misaller, çoğunu unuttuğum dualar... |
apart from that he snatched my father from us and took him away. | babamı bizden koparıp götürmesi dışında. |
When I remembered my father | Babamı hatırlayınca |
When I remembered my father the unease inside me quite increased. | Babamı hatırlayınca içimdeki huzursuzluk iyice arttı. |
I tried to understand my father and his yellow eyed Sheikh. | Babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım. |
My father's friend | Babamın arkadaşı |
My father's friend, friend of heart, the man who tore him from us and took him away. | Babamın arkadaşı, gönül dostu, onu bizden koparıp götüren adam. |
She didn't mind that my father called (ç) me. | Babamın beni çağırmasına aldırmazdı. |
it used to add a strange beauty to my father's face | Babamın yüzüne tuhaf bir güzellik katardı |
with my father | babamla |
memories about my father | babamla ilgili anılar |
In order to dismiss the memories about my father | Babamla ilgili anıları kovmak için |
In order to dismiss the memories about my father, I took my gaze of the window,again I turned to my front, but when I saw the curious eyes of the woman next to me still watching me, I was annoyed. | Babamla ilgili anıları kovmak için bakışlarımı pencereden aldım, yeniden önüme döndüm, ama yanımdaki kadının hâlâ beni izleyen meraklı gözlerini görünce, canım sıkıldı. |
in her happy days with my father | Babamla mutlu günlerinde |
When she was in her happy days with my father | Babamla mutlu günlerindeyken |
When she was in her happy days with my father, she didn't call me even once Kimya. | Babamla mutlu günlerindeyken, bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti. |
When she was in her happy days with my father, while the admiration she felt for the eastern culture lasted, she didn't call me even once Kimya. | Babamla mutlu günlerindeyken, Doğu kültürüne duyduğu hayranlık sürerken bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti. |
garden | bahçe |
garden | bahçe |
in the garden | bahçede |
In the garden was the smell of the ground. | Bahçede toprak kokusu vardı. |
An eerie coolness in the garden. | Bahçede ürkütücü bir serinlik. |
the silence of the garden | bahçenin sessizliği |
(by) splitting the silence of the garden into seven pieces | bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek |
into the garden (dat) | bahçeye |
to enter the garden | bahçeye girmek |
copper | bakır |
grey playing into copper /grey ressembling copper | bakıra çalan kırçıl |
look /glance /view /(eye) | bakış |
I turned my eyes (looks) to my computer. | Bakışlarımı bilgisayarıma çevirdim. |
I turned my eyes (looks) to the figures on my computer screen. | Bakışlarımı bilgisayarımın ekranındaki sayılara çevirdim. |
I took my gaze(pl) of the window | Bakışlarımı pencereden aldım |
I turned my eyes (looks) to the figures on the screen of my computer which was on top of my knees. | Bakışlarımı, dizlerimin üstünde duran bilgisayarımın ekranındaki sayılara çevirdim. |
to look | bakmak |
after looking | baktıktan sonra |
fish | balık |
she didn't call me Kimya. | bana 'Kimya' diye seslenmemişti. |
to call me | bana seslenmek |
that he gave to me | bana verdiği |
what I read in mystic books that he gave to me | bana verdiği mistik kitaplardan okuduklarım |
to sink /go down (sun) | batmak |
the sinking sun | batmakta olan güneş |
a bright red sinking sun | batmakta olan kıpkırmızı bir güneş |
to faint /to pass out / swoon /fall for /be fond of | bayılmak |
to pardon / forgive | bağışlamak |
I turned my head (b) and... | başımı çevirip... |
from/since the beginning | başından beri |
I didn't see another man | Başka bir adam görmedim |
with another man (e) | başka bir erkekle |
Start! | Başla! |
I started | başladım |
I started; I looked at the amount of the policy, I tried to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire, but after the second operation I lost my attention. | Başladım; poliçe tutarına baktım, Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamaya çalıştım ama ikinci işlemden sonra dikkatim dağıldı. |
baby | bebek |
did I harm the baby, I wondered | Bebeğe zarar mı veriyordum, acaba. |
did I harm the baby? | bebeğe zarar mı veriyordum? |
to harm the baby | bebeğe zarar vermek |
body (b) | beden |
body (b) | beden |
my body | bedenim |
To give the order of nothingness to my body, my mind and my heart (y) | Bedenimi, aklımı ve yüreğimi hiçliğin emrine vermek... |
maybe even more | belki daha da fazla |
or even younger | belki daha küçük |
memory /recollection(b) | bellek |
in my memory (b) | belleğimde |
his face never becoming indistinct in my mind | belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen |
my father whose face never became indistinct in my mind | belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babam |
I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind. | Belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı anlamaya çalıştım. |
I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind and his yellow eyed Sheikh. | Belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım. |
snow white | bembeyaz |
a white lake | bembeyaz bir göl |
I couldn't forgive my father. | Ben babamı bağışlayamadım. |
selfish | bencil |
they are selfish | benciller |
my father who loved me like crazy | beni deliler gibi seven babam |
A justifiable reason that my father who loved me madly needed one day out of the blue to walk off. | Beni deliler gibi seven babamın bir gün apansız çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden. |
A justifiable reason that my father who loved me madly needed to walk off | beni deliler gibi seven babamın çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden |
my father who loved me | Beni seven babam |
she was interested in me | benimle ilgileniyordu |
to ressemble | benzemek |
five | beş |
even once | bile bir kez olsun |
She didn't call me even once Kimya. | Bile bir kez olsun bana 'Kimya' diye seslenmemişti. |
Computer | bilgisayar |
I closed the computer. | Bilgisayarı kapattım. |
the screen of my computer | bilgisayarımın ekranı |
the figures on my computer screen | bilgisayarımın ekranındaki sayılar |
I would know | bilirdim |
to know (something) | bilmek |
thousand | bin |
thousands | binlerce |
thousands of meters below | binlerce metre altında |
to ride /board /get on | binmek |
a baby was crying | bir bebek ağlıyordu |
Somewhere in the distance a baby was crying, a baby was stirring in one of the houses. | Bir bebek ağlıyordu uzaklarda bir yerlerde, bir bebek kıpırdanıyordu evlerden birinde. |
Somewhere in the distance a baby was crying | Bir bebek ağlıyordu uzaklarda bir yerlerde. |
A baby was stirring in one of the houses. | Bir bebek kıpırdanıyordu evlerden birinde. |
also /in addition /moreover(b) | bir de |
Also(b) , if there were not that anxiety inside of me... | Bir de içimdeki şu endişe olmasa... |
Also(b) Shah Nesim... | Bir de Şah Nesim... |
one time (d) | bir defa |
about /concerning a religion | bir dinle ilgili |
a male voice... | bir erkek sesi... |
a smile (g) | bir gülümseme |
a smile spread | bir gülümseme yayıldı |
a smile spread over her face | bir gülümseme yayıldı yüzüne |
a smile (g) spread over her face, that even death could not abuse. | Bir gülümseme yayıldı ölümün bile örseleyemediği yüzüne. |
one day out of the blue | bir gün apansız |
a murmur | bir mırıltı |
It ressembled a murmur, a sincere reproach, a rebuke full of love. | Bir mırıltıya benziyordu, içten bir serzeniş, sevgi yüklü bir sitem. |
It ressembled a murmur. | bir mırıltıya benziyordu. |
a reason | bir neden |
I wanted to find a reason. | Bir neden bulmak istedim. |
An 'oh' came out from the young girl's last breath remaining stuck in her throat | bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden |
a bus trip | bir otobüs yolculuğu |
for a while | bir süre |
a piece of ground | bir toprak parçası |
a kind of | bir tür |
a kind of belief | bir tür inanç |
somehow / in one way or another (t) | bir türlü |
Somehow an endless steppe. | Bir türlü bitmek bilmeyen bozkır. |
a city | bir şehir |
a city popped out facing me | bir şehir çıkıvermişti karşıma |
this pessimism would not leave me in peace | bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı |
from each other | birbirinden |
one more colourful than the other | birbirinden renkli |
fairytales, one more colourful than the other | birbirinden renkli masallar |
fairytales, one more colourful than the other, examples, prayers, of which I had forgotten most... | birbirinden renkli masallar, misaller, çoğunu unuttuğum dualar... |
suddenly /all of a sudden/at once (b) | birden |
I suddenly (b) remembered. | Birden hatırladım. |
first | birinci |
first chapter | birinci bölüm |
to end | bitmek |
endless | bitmek bilmeyen |
from us | bizden |
luckier than we | bizden şanslı |
knife | bıçak |
the seven knife stabbing people | bıçağı saplayan yedi kişi |
Steppe (flat unforested grassland) | bozkır |
from inside the steppe | bozkırın içinden |
out of the steppe a city popped up before me | bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma |
out of the steppe a city popped up before me... | bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma... |
throat (b) | boğaz |
to remain stuck in the throat | boğazında düğümlenip kalmak |
free / empty | boş |
Brazilians | Brezilyalılar |
about Brazilians | Brezilyalılar hakkında |
I knew nothing about Brazilians | Brezilyalılar hakkında hiçbir şey bilmiyordum. |
what this goal exactly was | Bu amacın ne olduğunu tam olarak |
Though if I were not able to grasp what this goal exactly was | Bu amacın ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da |
Though if I were not able to grasp what this goal exactly was, I would know that it was religion, a kind of belief. | Bu amacın ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da din olduğunu bilirdim, bir tür inanç. |
And this was just a job. | Bu da sadece bir işti. |
And this was just a job like the others. | Bu da ötekiler gibi sadece bir işti. |
this time (b. d.) | bu defa |
This time (d) instead of turning to the window | Bu defa pencereye dönmek yerine |
This time (d) instead of turning to the window I closed my eyes. | Bu defa pencereye dönmek yerine gözlerimi kapadım. |
there is no life (h) in this lake | Bu gölde hayat yok. |
I tried to forget this name. | Bu ismi unutmaya çalıştım. |
that much | bu kadar |
to this city | bu kente |
for this reason | bu yüzden |
a stranger to this country | bu ülkenin yabancısı |
I was not a stranger to this country | bu ülkenin yabancısı değildim |
I was also not that much a stranger to this country | bu ülkenin çok da yabancısı değildim |
today /the present | bugün |
from the present | bugünden |
to find | bulmak |
where was situated (found) | bulunduğu |
cloud | bulut |
cumulus cloud | bulut kümesi |
to the hereabouts /here | buralara |
nose | burun |
to divide /split | bölmek |
chapter | bölüm |
such /thus | böyle |
inspite of (r) me thinking thus | Böyle düşünmeme rağmen |
Inspite of thinking thus, I quickly straightened up with the worry I would hurt it. | Böyle düşünmeme rağmen, ona zarar veririm kaygısıyla hızla doğruldum. |
by bending thus double | böyle iki büklüm eğilerek |
Did I harm the baby by bending thus double, I wondered | Böyle iki büklüm eğilerek, bebeğe zarar mı veriyordum, acaba? |
all these | bütün bunlar |
magician | büyücü |
to grow | büyümek |
the growing baby | büyümekte olan bebek |
to be dying to / to set one's heart on | can atmak |
to be bored /to be annoyed /to feel blue /to get a fit | canı sıkılmak |
I was annoyed | canım sıkıldı |
alive | canlı |
alive, dead, whatever creatures there were | canlı cansız ne kadar mahlukat varsa |
Alive, dead, whatever creature there were, they all silenced, they all were trapped inside the blood on the stone.... | Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsi susmuş, hepsi hapsolmuştu taştaki kanın içinde... |
Alive, dead, whatever creature there were, they all silenced. | Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa hepsi susmuştu. |
Alive, dead, whatever creature there were. they remained silent, motionless | Canlı cansız ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı. |
lifeless /dead | cansız |
murder | cinayet |
the witness of the murder | cinayetin tanığı |
The only witness of the murder was the fullmoon. | Cinayetin tek tanığı dolunaydı. |
and /also(following noun, participle...) | da - de |
less bad | daha az kötü |
she had begun to talk less bad | daha az kötü konuşmaya başlamıştı |
Rubbish! /Come on! /What next! | Daha neler... |
Rubbish... not even two months old... one can't even call it baby. | Daha neler... İki aylık bile yok... Ona bebek bile denemez. |
earlier / just now/a short while ago | daha önce |
to be lost in thought /to engulf /to immerse oneself into something | dalıp gitmek |
to dive /plunge /nip in /fall into | dalmak |
narrow /tight | dar |
his eybrows standing like two well-matched lines on his narrow fronthead | dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşları |
the big grape-black eyes under his eybrows standing like two well-matched lines on his narrow fronthead | dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşlarının altında üzüm karası iri gözler |
case /lawsuit /trial | dava |
And the case was too important to be given to anybody. (He said) | Dava da herkese verilmeyecek kadar önemliymiş. |
The case was important. (he said) | dava önemliymiş |
to scatter /disperse /go to pieces / disrupt | dağılmak |
crazy /mad | deli |
madman | deli |
like crazy (like madmen) | deliler gibi |
time /moment (d) | dem |
to say (d) | demek |
one can't call /say (it can't be said) | denemez |
to be called /to be said | denmek |
as if to say / as if they were saying /as if he was saying | dercesine |
deep | derin |
just then /just at that moment | derken |
Just then I heard it clearly not leaving any room for doubt. | Derken kuşkuya hiç yer bırakmayacak kadar açık olarak işittim. |
I was not | değildim |
to be distracted /to be sidetracked /to lose one's attention | dikkati dağılmak |
I lost my attention | dikkatim dağıldı |
to fix /set /plant /erect | dikmek |
religion | din |
I would know that it was religion | din olduğunu bilirdim |
I would know that it was religion, a kind of belief. | din olduğunu bilirdim, bir tür inanç. |
that / so /word to connect direct speech to the main sentence when the main sentence uses any verb other than demek | diye |
knee | diz |
on top of my knees | dizlerimin üstünde |
the computer resting on my knees | dizlerimin üstünde duran bilgisayar |
nine | dokuz |
Was I nine years old at that time, or maybe even younger ? | Dokuz yaşında mıydım o sıralar, belki daha küçük? |
Was I nine years old? | Dokuz yaşında mıydım? |
fullmoon | dolunay |
in the fullmoon (there was) a deep serenity (sü...) | dolunayda derin bir sükûnet |
to straighten up (oneself) | doğrulmak |
east | doğu |
the eastern culture | Doğu kültürü |
while the admiration she felt for the eastern culture lasted | Doğu kültürüne duyduğu hayranlık sürerken |
prayer | dua |
lip | dudak |
she would kiss him 'from her lips' | dudaklarından öperdi onu |
to stop / stay /rest (be located) | durmak |
to soothe (down) | durulmak |
like I'm hearing /I felt like hearing | duyar gibi oldum |
the admiration she felt | duyduğu hayranlık |
while the admiration she felt lasted | duyduğu hayranlık sürerken |
to hear | duymak |
I was hearing | duyuyordum |
as soon as I return | döner dönmez |
to return /go home | dönmek |
four hour long | dört saatlik |
a four hour long bus trip | dört saatlik bir otobüs yolculuğu |
absolutely straight /dead-smooth / as the craw flies | dümdüz |
the world | dünya |
the end time of the World | dünyanın son vakti |
plain (d) | düzlük |
knot /tie | düğüm |
to knot /to tie | düğümlemek |
to think | düşünmek |
to not think | düşünmemek |
I tried not to think. | Düşünmemeye çalıştım. |
screen | ekran |
to lack /be missing | eksik olmak |
maladroit | el işe yakışmaz |
to capture /conquer /seize / take possession of | ele geçirmek |
electronic signboard | elektronik tabela |
to order /command | emrine vermek |
at least | en azından |
the deepest | en derin |
the youngest | en genç |
most peaceful | en huzurlu |
the one being the oldest | en yaşlı olanı |
The oldest one called the one inside. | En yaşlı olanı çağırmıştı içeridekini. |
worry/concern /anxiety (e) | endişe |
man /male | erkek |
boyfriend | erkek arkadaş |
unmanly | erkeğe yakışmaz |
mystery /secrets,/marihuana /hashish | esrar |
to impress s. o. | etkilemek |
these words had impressed me | etkilemişti bu sözler beni |
environment /surrounding (e) | etraf |
around | etrafta |
there was nobody around | etrafta kimse yoktu |
house | ev |
yes | evet |
Yes, I should have given myself to my job now | Evet, artık kendimi işime vermeliydim. |
Yes, they are selfish but luckier | Evet, benciller ama daha şanslılar |
Yes, all these should be about a religion. | Evet, bütün bunlar bir dinle ilgili olmalıydı. |
in one of the houses | evlerden birinde |
to bend / bow /incline /double | eğilmek |
fountain / jet /sprinkle | fişkiye |
I think (g) | galiba |
I think (g) I have dreamt. | Galiba rüya görmüştüm. |
the future | gelecek |
from the future | gelecekten |
to come | gelmek |
young / young person | genç |
a young girl | genç bir kız |
a young girl with her boyfriend | genç bir kız ile erkek arkadaşı |
A young girl was sleeping far away, the body (b) of a young girl was slowly rotting under the ground. | Genç bir kız uyuyordu uzaklarda, genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu toprağın altında. |
A young girl was sleeping far away. | Genç bir kız uyuyordu uzaklarda. |
the body (b) of a young girl was slowly rotting | genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu |
The body (b) of a young girl was slowly rotting under the ground | Genç bir kızın bedeni ağır ağır çürüyordu toprağın altında. |
Like the young girl's body | Genç kızın bedeni gibi |
Like the young girl's body, the above ground also was silent now.(ş) | Genç kızın bedeni gibi yerin üstü de sessizdi şimdi. |
the fresh body of the young girl | genç kızın körpe bedeni |
youth | gençlik |
when I reached the age of youth /when I was a teenager | gençlik çağına gelince |
When I became a teenager, I tried to understand my father whose face never became indistinct in my mind and his yellow eyed Sheikh. | Gençlik çağına gelince, belleğimde yüzü hiçbir zaman silikleşmeyen babamı ve sarı gözlü şeyhini anlamaya çalıştım. |
necessary /essential | gerekli |
trip / travel | gezi |
the past | geçmiş |
from the past | geçmişten |
I wanted to break off from the past, the present, the future. | Geçmişten, bugünden, gelecekten kopmak istedim. |
to repair /resolve /dissolve /appease /smooth out | gidermek |
to enter | girmek |
that I was obliged to go | gitmek zorunda olduğum |
he had gone | gitmişti |
that I went to | gittiğim |
the sky | gökyüzü |
in the sky | gökyüzünde |
In the sky there was the fullmoon. | Gökyüzünde dolunay vardı. |
lake | göl |
heart /soul (g) | gönül |
friend of heart | gönül dostu |
to take away | götürmek |
eye | göz |
his eyes used to look | gözleri bakardı |
I closed my eyes | gözlerimi kapadım |
when I had closed my eyes | gözlerimi kapadığımda |
It meant I had dozed off when I had closed my eyes. | Gözlerimi kapadığımda dalıp gitmişim demek. |
her eyes fixed on the electronic signboard | gözlerini elektronik tabelaya dikmiş |
her eyes fixed on the electronic signboard, she tried to find out when we would be landing | gözlerini elektronik tabelaya dikmiş, yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu |
her eyes fixed on the electronic signboard above | gözlerini yukarıdaki elektronik tabelaya dikmiş |
rose | gül |
I didn't even smile, I turned my head and looked outside the window. | Gülümsemedim bile, başımı çevirip pencereden dışarıya baktım. |
I didn't even smile. | Gülümsemedim bile. |
to smile | gülümsemek |
sun | güneş |
in the days | günlerde |
rumble /roar / noise | gürültü |
beauty | güzellik |
come on / go ahead | hadi |
as if they were saying 'Come on get started!' | hadi artık başla dercesine |
Come on get going! /Come on start now. /Come on get started! | Hadi artık başla! |
about /concerning | hakkında |
right /rightful /legitimate | haklı |
a legitimate reason | haklı bir neden |
lady | hanım |
Mrs /Miss | hanım |
unladylike | hanıma yakışmaz |
prison | hapis |
to be trapped | hapsolmak |
to remember | hatırlamak |
to remember | hatırlamak |
when I remembered | hatırlayınca |
the weather /air | hava |
the weather was clear | hava açıktı |
life (h) | hayat |
no | hayır |
no | hayır |
No this time I had only remembered it. "Kimya... Kimya Hanım." | Hayır bu kez sadece hatırlıyordum. 'Kimya... Kimya Hanım!' |
No, it could not be, my head (k) was all in a mess, I was unable to work. | Hayır olmuyordu, kafam karmakarışıktı, çalışamıyordum. |
no, she was not interested in me | hayır, benimle ilgilenmiyordu |
No this time I was only remembering it. "Kimya... Kimya Hanım." | Hayır, bu kez sadece hatırlıyordum. 'Kimya... Kimya Hanım!' |
No, I didn't want to remember him. | Hayır, onu hatırlamak istemiyordum. |
to admire | hayran hayran bakmak |
admiration | hayranlık |
to feel admiration / to admire | hayranlık duymak |
while the admiration persisted | hayranlık sürerken |
in addition /besides / also /and what is more /and what is worse | hem de |
and what was worse with another man | hem de başka bir erkekle |
always | hep |
all (h) | hepsi |
all were trapped | hepsi hapsolmuştu |
all were trapped inside the blood on the stone | hepsi hapsolmuştu taştaki kanın içinde |
every moment | her an |
every minute | her dakika |
everyone | herkes |
to be given to everybody (anybody) | herkese verilmek |
too important to be given to anybody | herkese verilmeyecek kadar önemli |
to calculate | hesaplamak |
quickly | hızla |
I quickly straightened up | hızla doğruldum |
not /never | hiç |
never lacking | hiç eksik olmayan |
although I never wanted | hiç istemediğim hâlde |
I never used | hiç kullanmadım |
without being surprised (at all) | hiç şaşırmadan |
Without being surprised, without shivering, without being afraid | Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan |
He was looking without being surprised, without shivering, without being afraid from between the dead leaves of the tall poplar trees. | Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından. |
He was looking without being surprised, without shivering, without being afraid. | Hiç şaşırmadan, ürpermeden, korkmadan bakıyordu. |
without making any explanation | hiçbir açıklama yapmadan |
no bad souvenir | hiçbir kötü anı |
there was no benefit(y) in | hiçbir yararı yoktu |
never | hiçbir zaman |
never becoming indistinct | hiçbir zaman silikleşmeyen |
I could never forget | hiçbir zaman unutamadım |
I never forgot | hiçbir zaman unutmadım |
nothing | hiçbir şey |
nothingness | hiçlik |
restlessness /unease (h) | huzursuzluk |
in the act of /going to | hâlde |
still watching me | hâlâ beni izleyen |
to bend double | iki büklüm eğilmek |
like two lines | iki çizgi gibi |
second (2.) | ikinci |
after the second operation (math) | ikinci işlemden sonra |
to be interested in | ile ilgilenmek |
about /concerning /involving (i) | ilgili |
the first (i) | ilk |
the first time | ilk kez |
faith /belief | inanç |
thin /fine | ince |
never lacking in his thin, long face | ince uzun yüzünden hiç eksik olmayan |
to get thinner | incelmek |
a thinned cumulus cloud | incelmiş bir bulut kümesi |
in the place I landed | indiğim yerde |
landing (noun) | iniş |
to go down /to land /to start descending (lit. to pass to landing) | inişe geçmek |
(there was) hatred in the hearts of men (i) | insanların yüreklerinde nefret |
huge /big /large | iri |
big eyes | iri gözler |
to flinch /startle /be startled /take alarm /recoil (i) | irkilmek |
river (ı) | ırmak |
riverless | ırmaksız |
name (i) | isim |
to want | istemek |
my wanting | istemem |
inspite of my wanting | istememe rağmen |
I didn't want | istemiyordum |
thorougly /fully/completely /quite | iyice |
it quite increased | iyice arttı |
to watch (i) | izlemek |
inside | içeride |
the one inside | içerideki |
he called the one inside | içeridekini çağırmıştı |
from inside | içeriden |
the one coming out from inside | içeriden çıkan |
the concern inside of me | içimdeki endişe |
the restlessness inside me | içimdeki huzursuzluk |
the unease inside me | içimdeki huzursuzluk |
the unease inside me quite increased | içimdeki huzursuzluk iyice arttı |
for | için |
in | içinde |
from inside /here: inside your head | içinden |
sincere /heartfelt/honest /from the bottom of the heart | içten |
a sincere reproach | içten bir serzeniş |
work /affair /business | iş |
pragmatism /meddlesomeness /effiency /Tüchtigkeit /Dienstfertigkeit | işgüzarlık |
to accept a job | işi kabul etmek |
to my work | işime |
to hear (i) | işitmek |
operation /process /processing /treatment | işlem |
here it is / voici | işte |
which is why /because of this | işte bu yüzden |
jet engines /Flugzeugmotoren | jet motorları |
the roar of the jet engines | jet motorlarının gürültüsü |
I was hearing the noise of the jet engines. | jet motorlarının gürültüsünü duyuyordum |
to agree /accept | kabul etmek |
woman | kadın |
the eyes of the woman | kadının gözleri |
head (k) | kafa |
my head (k) was all in a mess | kafam karmakarışıktı |
brown | kahverengi |
blood | kan |
to close | kapamak |
to close sthg | kapatmak |
door | kapı |
to knock /hammer /bang on the door | kapıya vurmak |
dark /black | kara |
dark eyes | kara gözler |
the sadness in his dark eyes | kara gözlerindeki keder |
With his black eyes | kara gözleriyle |
after looking with his black eyes onto the snow white lake | kara gözleriyle bembeyaz göle baktıktan sonra |
After looking with his black eyes onto the snow white lake he had answered. | Kara gözleriyle, bembeyaz göle baktıktan sonra yanıtlamıştı. |
pessimism | karamsarlık |
stomach /belly | karın |
chaotic /all mixed up /in a mess | karmakarışık |
in my belly | karnımda |
against /opposite / before /towards /gegenüber | karşı |
to meet /to experience /to run into/encounter (k) | karşılaşmak |
facing me / opposite me (dat) | karşıma |
it used to add /it would add | katardı |
to add (k) | katmak |
the multiplying (overlapping) winter roses | katmerlenen kış gülleri |
imbrication (overlapping of leaves / tiles /scales) /Überlappen von Blättern /Schuppen /multiplying /increasing | katmerlenme |
poplar /Pappel | kavak |
to understand /grasp | kavramak |
to be able to grasp/understand | kavrayabilmek |
not to be able to grasp /understand | kavrayamamak |
if I were not able to understand/grasp (but I am/ hypothetical statement) ) | kavrayamasam |
to be lost /to disappear | kaybolmak |
worry | kaygı |
with the worry | kaygısıyla |
eyebrow | kaş |
grief /sorrow /sadness | keder |
to most people (i) sadness didn't fit | Keder çoğu insana yakışmaz |
To most people (i) sadness didn't fit but to my father's face it would add a strange beauty. | Keder çoğu insana yakışmaz ama babamın yüzüne tuhaf bir güzellik katardı. |
I didn't see another man whom sadness befitted that much. | Kederin bu kadar yakıştığı başka bir adam görmedim. |
arched /gewölbt | kemerli |
an arched pointed nose | kemerli, sivri bir burun |
myself (akk) | kendimi |
I should have given myself to my work | kendimi işime vermeliydim |
himself (acc.) | kendini |
Simon who fancied himself to be the world's (y) best manager | Kendini yeryüzünün en iyi yöneticisi sanan Simon |
That was the effiency of Simon, who fancied himself to be the world's (y) best manager. | Kendini yeryüzünün en iyi yöneticisi sanan Simon'ın işgüzarlığı işte. |
city (k) | kent |
sharp /edged /piercing | keskin |
I wished | keşke |
I wished I never had accepted this job. | Keşke bu işi hiç kabul etmeseydim. |
I wished I hadn't accepted this job. | Keşke bu işi kabul etmeseydim. |
I wished I had never come to this city before | Keşke bu kente daha önce hiç gelmeseydim |
I wished I had never come to this city (k) | Keşke bu kente hiç gelmeseydim |
I wished I had not come | Keşke gelmeseydim |
I wished I had never known the Turks, I wished I had never come to this city before. | Keşke hiç tanımasaydım Türkleri, keşke bu kente daha önce hiç gelmeseydim. |
I wished I had never known the Turks... | Keşke hiç tanımasaydım Türkleri... |
that (conj.) | ki |
who | kim |
identity /id card | kimlik |
on my id card | kimliğimde |
Even if it was written on my id card | Kimliğimde yazılı olsa da |
Even if it was written on my id card, I tried to forget this name too, like my father. | Kimliğimde yazılı olsa da, babam gibi, bu ismi de unutmaya çalıştım. |
Who am I? | Kimmişim? |
the name Kimya | Kimya ismi |
I didn't use the name Kimya. | Kimya ismini hiç kullanmadım. |
Kimya... Kimya... Miss Kimya. | Kimya... Kimya... Kimya hanım. |
the fresh body of the young girl stirred | kıpırdandı genç kızın körpe bedeni |
the fresh body of the young girl rotting in the tomb stirred | kıpırdandı mezarda çürümekte olan genç kızın körpe bedeni |
to wriggle /stir /move | kıpırdanmak |
motionless (k) | kıpırtısız |
bright red / knallrot | kıpkırmızı |
red | kırmızı |
a reddish purple | kırmızıya çalan mor |
greying | kırçıl |
the greying beard (pl) | kırçıl sakallar |
short | kısa |
Short auburne (darkblond) hair | Kısa, kumral saçlar |
Short auburne (darkblond) hair, the big grape-black eyes under his like two well-matched lines on his narrow fronthead standing eybrows, the arched pointed nose and the copper ressembling, greyish beard surrounding his face... | Kısa, kumral saçlar, dar alnında uyumlu iki çizgi gibi duran kaşlarının altında üzüm karası iri gözler, kemerli, sivri bir burun ve yüzünü çevreleyen bakıra çalan kırçıl sakallar... |
what I read in books | kitaplardan okuduklarım |
girl | kız |
red /scarlet (e. g. for hair) | kızıl |
my daughter | kızım |
from the girl's last breath remaining stuck in her throat | kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden |
winter | kış |
winter roses | kış gülleri |
It was the time for the multiplying of the winterroses, the moment (d) of the refreshing of the daffodils. | Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi, nergislerin tazelenme demi. |
It was the time for the multiplying of the winterroses. | Kış güllerinin katmerlenme vaktiydi. |
person (pl. people) | kişi |
huge (k) | kocaman |
smell /scent | koku |
fragrant /scented | kokulu |
seat /armchair | koltuk |
under the seat (direction >dat.) | koltuğun altına |
to imprint /put on /place on | kondurmak |
to settle /perch /sit | konmak |
to talk | konuşmak |
there was no plane to Konya | Konya'ya uçak yoktu. |
to tear off and take away | koparıp götürmek |
to break off /rupture | kopmak |
to tear off | kopmak |
without being afraid | korkmadan |
to be afraid /to fear | korkmak |
to fire /dismiss /expel /chuck out | kovmak |
to put | koymak |
dark brown | koyu kahverengi |
a dark brown piece of ground | koyu kahverengi bir toprak parçası |
I pricked up my ears | kulak kesildim. |
to be all ears /to prick up one's ears | kulak kesilmek |
to use | kullanmak |
auburne (lightest shade of brown hair) /dunkelblond | kumral |
auburne hair | kumral saçlar |
victim /sacrifice /offering | kurban |
where their (his) victim was (situated) | kurbanının bulunduğu |
I would get rid of it | kurtulacaktım ondan |
to get rid of /dispose of | kurtulmak |
doubt (k) | kuşku |
to leave no room for doubt (k) | kuşkuya yer bırakmamak |
leaving no room for doubt(k) | kuşkuya yer bırakmayacak kadar |
fresh (k) | körpe |
curse | lanet |
cursed | lanetli |
London | Londra |
as soon as I return to London | Londra'ya döner dönmez |
creature (m) | mahlukat |
fairytale | masal |
fairytales, examples, prayers | masallar, misaller, dualar |
blue | mavi |
a blueish purple | maviye çalan mor |
curiously | merakla |
curiously I turned backwards (a) ... | Merakla arkaya döndüm... |
Curiously I turned backwards... The two seats behind me were empty. I looked to the front... a young girl was sitting with her boyfriend. | Merakla arkaya döndüm... Arkamdaki iki koltuk boştu. Ön tarafa baktım... Genç bir kız ile erkek arkadaşı oturuyordu. |
curious (adj) | meraklı |
tomb /grave | mezar |
to rot in the grave | mezarda çürümek |
the body rotting in the tomb (being in the middle of rotting... ) | mezarda çürümekte olan beden |
million | milyon |
worth millions | milyonluk |
to murmur /mutter /hum | mırıldanmak |
example | misal |
mystic | mistik |
mystic books | mistik kitaplar |
purple | mor |
miracle | mucize |
happy | mutlu |
in her happy days | mutlu günlerinde |
terrific /stunning /fabulous / smashing | müthiş |
It was stunning. | Müthişti. |
It was stunning. Admiringly looking at my father, I had murmured: "Are you (a) magician, father?" | Müthişti. Babama hayran hayran bakarak mırıldanmıştım: 'Sen büyücü müsün baba?' |
chronic /obstinate | müzmin |
the chronic sadness | müzmin keder |
nor of my father | ne babamı |
nor of his city, where I was obliged to go although I had never wanted. | ne de hiç istemediğim hâlde gitmek zorunda olduğum onun şehrini... |
what it said | ne dediğini |
what is the difference | ne farkı var |
what was the difference! | ne farkı vardı ki |
Neither of the baby growing in my belly every moment, every minute, | Ne her an, her dakika karnımda büyümekte olan bebeği |
Neither of the baby growing in my belly every moment, every minute, nor of my father, nor of his city that I was obliged to go to although I had never wanted to... | Ne her an, her dakika karnımda büyümekte olan bebeği, ne babamı, ne de hiç istemediğim hâlde gitmek zorunda olduğum onun şehrini... |
how much | ne kadar |
how many creatures | ne kadar mahlukat |
whatever creature there were | ne kadar mahlukat varsa |
whatever creature there were, they remained silent, motionless (k) | ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı |
as many as you got/ whatever | ne kadar varsa |
when | ne zaman |
neither... nor... | ne... ne de... |
breath | nefes |
hatred | nefret |
(that is/are) captured by hatred | nefretin ele geçirdiği |
seven minds conquered by hatred | nefretin ele geçirdiği yedi akıl |
from where | nereden |
Where am I coming from | nereden geliyormuşum |
Where am I coming from, where am I going to, who am I? | Nereden geliyormuşum, nereye gidiyormuşum, kimmişim? |
almost /nearly | neredeyse |
almost yellow coloured eyes | neredeyse sarı renkli gözler |
where to | nereye |
Where am I going to | Nereye gidiyormuşum |
daffodil | nergis |
the refreshing of the daffodils | nergislerin tazelenme |
the moment (d) of the refreshing of the daffodils | nergislerin tazelenme demi |
At that moment I heard a voice... | O anda duydum sesi... |
At that moment I heard a voice... A male voice... Gentle, warm, affectionate. | O anda duydum sesi... Bir erkek sesi... Yumuşak, sıcak, sevecen. |
He, too used to say 'Miss Kimya' to me. | O da, 'Kimya Hanım' derdi bana. |
at that time | o sıralar |
those days /back then | o zamanlar |
Back then there was no plane to Konya. | O zamanlar Konya'ya bir uçak yoktu. |
At that time these words had very much impressed me, but later... | O zamanlar çok etkilemişti bu sözler beni ama sonra... |
to huff /to breath a sigh /to grunt with vexation/ächzen /stöhnen /seufzen | oflamak |
there was no benefit (y) in huffing and puffing | oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu |
to huff and puff /grunt | oflayıp puflamak |
(sigh of relief) | oh |
to read | okumak |
being | olan |
the damage is done /what happened happened | olan olmuş |
the damage was done /whatever had happened happened | olan olmuştu |
it could not be | olmuyordu |
twelve | on iki |
Count up to twelve! | On ikiye kadar say! |
one can't even call it baby | Ona bebek bile denemez |
about /concerning him | ona dair |
one can't call it (it can't be said to it) | ona denemez |
I hurt it | ona zarar veririm |
with the worry I will hurt it | ona zarar veririm kaygısıyla |
I quickly straightened up with the worry I would hurt it. | Ona zarar veririm kaygısıyla hızla doğruldum. |
the man who tore him from us and took him away | onu bizden koparıp götüren adam |
the name Kimya which he had given to me | onun bana verdiği Kimya ismi |
I didn't use the name Kimya which he had given to me. | onun bana verdiği Kimya ismini hiç kullanmadım |
her name (i) | onun ismi |
her name is Karen, not Kimya | onun ismi Karen, Kimya değil |
For her I was always Karen. | Onun için hep Karen'dım ben. |
of his city (acc.) | onun şehrini |
middle sized /medium height | orta boylu |
middleaged | orta yaşlı |
in the middle of | ortasında |
Hotel | otel |
bus | otobüs |
by bus | otobüsle |
plain (o) | ova |
of the plain (o) | ovadan |
finger | parmak |
piece | parça |
to divide /split into pieces | parçalara bölmek |
window | pencere |
outside the window (direction >dative) | pencereden dışarıya |
I looked outside the window. | Pencereden dışarıya baktım. |
instead of turning to the window | pencereye dönmek yerine |
car number plate | plaka |
insurance policy | poliçe |
the amount of the policy | poliçe tutarı |
I looked at the amount of the policy | poliçe tutarına baktım |
pound | pound |
to puff | puflamak |
İnspite of | rağmen |
dream (r) | rüya |
to dream (r) | rüya görmek |
an hour | saat |
of the for hours extending dead-smooth plain(o) | saatlerce uzanan dümdüz ovadan |
hourly | saatlik |
only (s) | sadece |
only my father and I | sadece babam ile ben |
Only my father had called (ç) me Kimya. | Sadece babam, 'Kimya' diye çağırdı beni... |
Only one time (d) she warned Shah Nesim. | Sadece bir defa Şah Nesim'i uyarmıştı. |
only half an hour remained | sadece yarım saat kalmıştı |
beard | sakal |
as if | sanki |
as if it were the end time of the World | sanki dünyanın son vaktiymişçesine |
As if it were the end time of the World, alive, dead, whatever creature there were they remained silent, motionless. (k) | Sanki dünyanın son vaktiymişçesine, canlı cansız ne kadar mahlukat varsa susmuş, kıpırtısız kalmıştı. |
to think /fancy | sanmak |
to stab /plunge /run through /thrust /drive in | saplamak |
they stabbed their knives | saplamıştı bıçaklarını |
they stabbed their knives into the one coming out from inside | saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana |
when he stabbed | saplarken |
yellow | sarı |
yellow eyed devil | sarı gözlü şeytan |
His yellow coloured eyes would always look with love. | Sarı renkli gözleri her zaman sevgiyle bakardı. |
to be shocked /traumatized /shaken /convulsed | sarsılmak |
Count! | Say! |
number /figure | sayı |
The numbers looked at me. | Sayılar bana bakıyordu. |
The numbers looked at me, as if they were saying 'Come on get started!' | Sayılar, hadi artık başla dercesine bana bakıyordu. |
I had counted. | Saymıştım. |
I had counted; when my father withdrew his hands from in front of my eyes the way had ended, out of the steppe a city popped up before me... | Saymıştım; babam ellerini gözlerimin önünden çektiğinde yol bitmiş, bozkırın içinden bir şehir çıkıvermişti karşıma... |
right (opposite of left) | sağ |
with his right hand | sağ eliyle |
He covered my eyes with his right hand. | Sağ eliyle gözlerimi kapatmıştı. |
Are you (a) magician, father? | Sen büyücü müsün, baba? |
coolness | serinlik |
reproach (se) | serzeniş |
voice /noise /sound | ses |
to call /shout /yell | seslenmek |
quiet /silent | sessiz |
silence | sessizlik |
compassionate /endearing /affectionate | sevecen |
love /affection | sevgi |
full of love (loaded with love) | sevgi yüklü |
a rebuke (si) full of love | sevgi yüklü bir sitem |
with love | sevgiyle |
warm | sıcak |
to lean towards sthg/ to open up to sthg | sıcak bakmak |
to be illdisposed to sthg / to not take kindly to sthg | sıcak bakmamak |
to be bored | sıkılmak |
I had been bored | sıkılmıştım |
I had been bored of the for hours extending dead-smooth plain (o) | Sıkılmıştım saatlerce uzanan dümdüz ovadan. |
dismally /mit Unbehagen | sıkıntıyla |
I sighed dismally | Sıkıntıyla ofladım |
I sighed dismally, but there was no benefit (y) in huffing and puffing, the damage was done and this was just a job like the others. | Sıkıntıyla ofladım, ama oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu, olan olmuştu, bu da ötekiler gibi sadece bir işti. |
I sighed dismally, but there was no benefit (y) in huffing and puffing | Sıkıntıyla ofladım, ama oflamanın puflamanın hiçbir yararı yoktu. |
to become indistinct /to become barely perceptible | silikleşmek |
pitchblack | simsiyah |
reproach /rebuke (si) | sitem |
pointed /sharp /spitz | sivri |
I was not going to chat | sohbet edecek hâlde değildim |
going to chat | sohbet edecek hâlde olmak |
to chat | sohbet etmek |
pale | solgun |
last | son |
the last breath | son nefes |
her last breath | son nefesi |
from her last breath | son nefesinden |
the last time (v) | son vakit |
to ask | sormak |
I had asked. | Sormuştum |
silent (su..) | susmuş |
to burn out/die away /extinguish /wane /eclipse/dim/erlöschen | sönmek |
the waning fullmoon | sönmekte olan dolunay |
to say (s) | söylemek |
(by) complaining | söylenerek |
to complain | söylenmek |
was in question | söz konusuymuş |
tranquility /serenity (sü..) | sükûnet |
to persist /continue (s) | sürmek |
plaque /plate / signboard | tabela |
wood (material) /wooden | tahta |
to the wooden door | tahta kapıya |
full(y) /exact(ly) /complete(ly) | tam |
exactly | tam olarak |
witness / bystander /testifier | tanık |
to know (someone) | tanımak |
the refreshening daffodils | tazelenen nergisler |
to refresh | tazelenmek |
compensation /indemnity /restitution /recovery | tazminat |
stone | taş |
on the stone | taşta |
There was blood on the stone, in the sky the fullmoon, in the garden the smell of earth. | Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak kokusu. |
There was blood on the stone, hatred in the hearts of men (i), a deep serenity in the fullmoon. | Taşta kan vardı, insanların yüreklerinde nefret, dolunayda derin bir sükûnet. |
There was blood on the stone, seven knives that opened seven wounds. | Taşta kan vardı, yedi bıçak yedi yara açmıştı. |
There was blood on the stone. | Taşta kan vardı. |
There was blood on the stone. | Taşta kan vardı. |
There was blood on the stone. | Taşta kan vardı. |
the blood on the stone | taştaki kan |
inside the blood on the stone | taştaki kan içinde |
the waning fullmoon inside the blood on the stone | taştaki kan içinde sönmekte olan dolunay |
The waning fullmoon inside the blood on the stone was motionless.(k) | Taştaki kan içinde sönmekte olan dolunay kıpırtısızdı |
The blood on the stone was motionless. (k) | Taştaki kan kıpırtısızdı. |
the only /the one | tek |
to walk away (to abandon and go) | terk edip gitmek |
after (abandoning and) walking off | terk edip gittikten sonra |
to abandon / leave /quit /forsake | terk etmek |
earth /ground | toprak |
the earth scented garden | toprak kokulu bahçe |
the smell of the ground | toprak kokusu |
under the ground | toprağın altında |
strange (adj) (t) | tuhaf |
a strange beauty | tuhaf bir güzellik |
amount /sum /total (tu..) | tutar |
salt | tuz |
horizon | ufuk |
on the horizon | ufukta |
On the horizon was a bright red sinking sun. | Ufukta batmakta olan kıpkırmızı bir güneş |
On the horizon was a bright red sinking sun, down, thousands of meters below a thinned cloud cluster extended a dark brown piece of land. | Ufukta batmakta olan kıpkırmızı bir güneş, aşağıda incelmiş bir bulut kümesinin binlerce metre altında koyu kahverengi bir toprak parçası uzanıyordu. |
to forget | unutmak |
inspite of my wanting to forget (another possible form) /though I wanted to forget | unutmak (unutmayı) istememe rağmen |
prayers that I had forgotten | unuttuğum dualar |
to be ashamed /embarrassed | utanmak |
to warn | uyarmak |
sleep | uyku |
in the garden of sleep | uykunun bahçesinde |
in that pitchblack, that deepest, that most peaceful garden of sleep | uykunun o simsiyah, o en derin, o en huzurlu bahçesinde |
I wanted to disappear for a while in that pitchblack, that deepest, that most peaceful garden of sleep. | Uykunun o simsiyah, o en derin, o en huzurlu bahçesinde bir süre kaybolmak istedim... |
to sleep | uyumak |
harmonious/easy going /compatible /well-matched | uyumlu |
in the distance | uzaklarda |
somewhere far off / somewhere in the distance | uzaklarda bir yerlerde |
to spread (out) / reach out / outspread / lie | uzanmak |
tall | uzun boylu |
the tall poplar trees | uzun boylu kavak ağaçları |
the tall poplar trees | uzun boylu kavak ağaçları |
The tall poplar trees, the multiplying (overlapping) winter roses, the refreshening daffodils, the earth scented garden... | Uzun boylu kavak ağaçları, katmerlenen kış gülleri, tazelenen nergisler, toprak kokulu bahçe... |
the leaves of the tall poplar trees | uzun boylu kavak ağaçlarının yaprakları |
the dead leaves of the tall poplar trees | uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yaprakları |
He was looking from between the dead leaves of the tall poplar trees. | uzun boylu kavak ağaçlarının ölü yapraklarının arasından bakıyordu. |
Tall, with a long face | Uzun boylu, uzun yüzlü |
He was a tall man with a long face, long fingers. (sg) | Uzun boylu, uzun yüzlü, uzun parmaklı bir adamdı. |
with long fingers (sg) | uzun parmaklı |
(air) plane | uçak |
since we boarded the airplane | uçağa bindiğimizden beri |
She was dying to talk since we boarded the airplane. | Uçağa bindiğimizden beri konuşmak için can atıyordu. |
to board an airplane | uçağa binmek |
for the airplane the starting to go down | uçağın inişe geçmesine |
Only half an hour remained for the airplane starting to go down, but even this didn't appease the restlessness inside me. | Uçağın inişe geçmesine sadece yarım saat kalmıştı, ama bu bile gidermiyordu içimdeki huzursuzluğu. |
only half an hour remained for the airplane starting to go down | Uçağın inişe geçmesine sadece yarım saat kalmıştı. |
pointless | uçsuz |
endless /vast /immense / as far as the eye can see (lit. pointless cornerless) | uçsuz bucaksız |
in the middle of this vast brown plain | uçsuz bucaksız bu kahverengi düzlüğün ortasında |
for the sake of | uğrunda |
time (v) | vakit |
it was time | vaktiydi |
there was | vardı |
to arrive (v) | varmak |
that they could abandon | vazgeçebilecekleri |
to give up /abandon | vazgeçmek |
And that chronic sadness never lacking in his thin long face | Ve ince uzun yüzünden hiç eksik olmayan o müzmin keder |
And in the middle of this vast brown plain a miracle, a snow white lake. | Ve uçsuz bucaksız bu kahverengi düzlüğün ortasında bir mucize; bembeyaz bir göl. |
to be given | verilmek |
to give | vermek |
I should have given | vermeliydim |
or | ya da |
Or I remember it that way (such) . | Ya da ben öyle hatırlıyorum. |
foreigner/stranger /foreign | yabancı |
not to leave me in peace | yakamı bırakmamak |
not to leave s. o. in peace | yakasını bırakmamak |
to suit /befit | yakışmak |
unworthy / offensive / unseemly /unbefitting | yakışmaz |
ruby | yakut |
the Yakut hotel | Yakut Otel |
the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını |
the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını için ödenecek tazminat |
to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamak |
I tried to calculate the indemnity to be paid for the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını için ödenecek tazminatı hesaplamaya çalıştım |
to be paid for the Yakut hotel fire | Yakut Otel yangını için ödenmek |
fire /wildfire | yangın |
next to me | yanımda |
the woman next to me | yanımdaki kadın |
the woman next to me | yanımdaki kadın |
the curious eyes of the woman next to me | yanımdaki kadının meraklı gözleri |
the curious eyes of the woman next to me | yanımdaki kadının meraklı gözleri |
when I saw the curious eyes of the woman next to me | yanımdaki kadının meraklı gözlerini görünce |
the middle aged woman next to me | yanımdaki orta yaşlı kadın |
with us /at our side | yanımızda |
next to | yanında |
to answer (y.) | yanıtlamak |
He had answered. | Yanıtlamıştı. |
without doing /before doing | yapmadan |
to do /make | yapmak |
leaf | yaprak |
wound /injury | yara |
to open a wound | yara açmak |
benefit (y) | yarar |
half | yarım |
half an hour | yarım saat |
to spread (out) /unfold /emanate / expand | yayılmak |
written | yazılı |
life (y) | yaşam |
our life | yaşamımız |
out of our life | yaşamımızdan |
years old | yaşında |
old (age) | yaşlı |
old (age) | yaşlı |
seven | yedi |
seven knives opened seven wounds | yedi bıçak yedi yara açmıştı |
seven sharp knives | yedi keskin bıçak |
seven times the man convulsed | yedi kez sarsılmıştı adam |
Seven times the man convulsed, seven times the seven (knife) stabbing people were shaken. | Yedi kez sarsılmıştı adam, yedi kez sarsılmıştı bıçağı saplayan yedi kişi. |
seven times the seven (knife) stabbing people were shaken | yedi kez sarsılmıştı bıçağı saplayan yedi kişi |
seven red fountains | yedi kızıl fişkiye |
seven people | yedi kişi |
Seven people had entered, into the garden. | Yedi kişi girmişti bahçeye... |
the one who was the youngest of the seven people | yedi kişiden en genç olanı |
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a) | Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, |
When the youngest of the seven people stabbed the knife into the man, an 'oh' came out from the young girl's last breath remaining stuck in her throat. | Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden. |
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a) the fresh body of the young girl stirred. | Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, kıpırdandı genç kızın körpe bedeni. |
When the youngest of the seven (people) stabbed the knife into the man (a), the fresh body of the young girl rotting in the tomb stirred. | Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı adama, kıpırdandı mezarda çürümekte olan genç kızın körpe bedeni. |
The youngest of the seven people banged on the door. | Yedi kişiden en genç olanı vurmuştu kapıya. |
Seven of the seven people /All seven people | Yedi kişinin yedisi |
All of the seven at once stabbed their knives into the one coming out from inside. | Yedi kişinin yedisi birden saplamıştı bıçaklarını içeriden çıkana. |
seven cursed men | yedi lanetli adam |
Seven cursed men walked, splitting the silence of the garden into seven pieces to the wooden door, where their victim was. | Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü kurbanının bulunduğu tahta kapıya. |
Seven cursed men walked, splitting the silence of the garden into seven pieces. | Yedi lanetli adam bahçenin sessizliğini yedi parçaya bölerek yürüdü. |
seven cursed men walked | yedi lanetli adam yürüdü |
(by) splitting into seven pieces | yedi parçaya bölerek |
seven angry hearts | yedi öfkeli yürek |
Seven angry hearts, seven minds conquered by hatred, seven sharp knives. | Yedi öfkeli yürek, nefretin ele geçirdiği yedi akıl, yedi keskin bıçak. |
again/afresh (y) | yeniden |
again I turned to my front | yeniden önüme döndüm |
to leave no room for | yer bırakmamak |
to land (on the ground) | yere inmek |
when would we be landing (on the ground) | yere ne zaman ineceğimizi |
she tried to find out when we would be landing | yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu |
that was under the ground(y) | yerin altındaki |
the above ground | yerin üstü |
the above ground also was silent | yerin üstü de sessizdi |
instead of | yerine |
to place /position | yerleştirmek |
earth /world /surface (y) | yeryüzü |
the world's (y) best manager | yeryüzünün en iyi yöneticisi |
again (y) | yine |
Again for this reason I didn't use the name Kimya which he had given to me. | Yine bu yüzden onun bana verdiği Kimya ismini hiç kullanmadım. |
twenty | yirmi |
twenty-five | yirmi beş |
Was it twenty-five years ago, maybe even more... | Yirmi beş yıl önce miydi , belki daha da fazla... |
Was it twenty-five years ago? | Yirmi beş yıl önce miydi? |
No my daughter, there is no life (h) in this lake. | Yok kızım, bu gölde hayat yok. |
(He said) I knew the Turks. (and that is wrong) | Yok Türkleri tanıyormuşum. |
(He said) I knew Turkish (and that is wrong) | Yok Türkçe biliyormuşum |
(He said) I knew Turkish and I knew the Turks. (and all of it is wrong) | Yok Türkçe biliyormuşum da, yok Türkleri tanıyormuşum da... |
as if I x / you said I x and it is wrong | yok x-mişim |
you said I x and I x and all of these are wrong | yok x-mişim de, yok x-mişim de... |
No there was nobody around calling me 'Kimya'. | Yok, etrafta bana 'Kimya' diye seslenecek kimse yoktu. |
way | yol |
the way had ended | yol bitmişti |
travel /trip /journey | yolculuk |
above | yukarıda |
soft | yumuşak |
manager | yönetici |
loaded /laden /charged | yüklü |
heart (y) | yürek |
the pain of the heart /heart breaking | yürek acısı |
when the pain of the heart soothed down | yürek acısı durulunca |
my heart (y) | yüreğim |
to walk | yürümek |
face /visage | yüz |
to swim /float | yüzmek |
the beard surrounding his face | yüzünü çevreleyen sakal |
to damage /harm | zarar vermek |
My mother was anyway since the beginning illdisposed to the name Kimya. | Zaten annem başından beri 'Kimya' ismine sıcak bakmamıştı. |
Anyway there is no bad souvenir in my memory about him; | Zaten belleğimde ona dair hiçbir kötü anı yok; |
Anyway there is no bad souvenir in my memory about him; apart from that he snatched my father from us and took him away. | Zaten belleğimde ona dair hiçbir kötü anı yok; babamı bizden koparıp götürmesi dışında. |
Anyway as soon as I return to London I would get rid of it. | Zaten Londra'ya döner dönmez kurtulacaktım ondan. |
weak /slim | zayıf |
He was a slim man. | Zayıf bir adamdı. |
He was a slim, medium height man. | Zayıf, orta boylu bir adamdı. |
I could not work /I was unable to work | çalışamıyordum |
to try (again and again) | çalışmak |
bag | çanta |
I placed it back into my bag. | Çantama yerleştirdim. |
In order to put the bag under the seat | Çantayı koltuğun altına koymak için |
When I bent over in order to put the bag under the seat | Çantayı koltuğun altına koymak için eğilirken |
When I bent over in order to put the bag under the seat I suddenly (b) remembered. | Çantayı koltuğun altına koymak için eğilirken birden hatırladım. |
to call (to come/e. g. an ambulance) | çağırmak |
to walk off /to go away /to split | çekip gitmek |
a justifiable reason that requires him to go away | çekip gitmesini gerektirecek haklı bir neden |
to withdraw | çekmek |
to turn (ç) | çevirmek |
to surround /encircle | çevrelemek |
to go out /to walk out (c. g.) | çıkıp gitmek |
to dart /pop out | çıkıvermek |
to come out /go out /exit | çıkmak |
line | çizgi |
a lot /much /very | çok |
a very essential thing | çok gerekli bir şey |
I knew very well that also in the place where I landed this pessimism would not leave me in peace. | Çok iyi biliyordum ki indiğim yerde de bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı. |
I knew very well that... | Çok iyi biliyordum ki... |
that they love a lot | çok sevdikleri |
(from) people that they love a lot | çok sevdikleri insanlardan |
to abandon people they love a lot | çok sevdikleri insanlardan vazgeçmek |
for a long time | çok uzun zamandır |
For a long time nobody had called me such.... | Çok uzun zamandır kimse bana böyle seslenmemişti... |
In moments when she got very angry | çok öfkelendiği anlarda |
to most people (i) | Çoğu insana |
prayers, most of which I had forgotten | çoğunu unuttuğum dualar |
because | çünkü |
because they have a goal. | çünkü amaçları var. |
because my father had gone without making any explanation | çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan gitmişti |
because my father had without making any explanation walked out of our lives. | çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan çıkıp gitmişti yaşamımızdan. |
Because my father had without making any explanation walked out of our lives and what was worse with another man. | çünkü babam hiçbir açıklama yapmadan, hem de başka bir erkekle çıkıp gitmişti yaşamımızdan. |
because they have a goal for which they could abandon | çünkü uğrunda vazgeçebilecekleri amaçları var. |
because they have a goal for the sake of which they could abandon even the people they love a lot. | çünkü uğrunda çok sevdikleri insanlardan bile vazgeçebilecekleri bir amaçları var. |
to rot /molder | çürümek |
to pay | ödemek |
to be paid | ödenmek |
to get angry | öfkelenmek |
angry | öfkeli |
dead | ölü |
death | ölüm |
the face that even death could not abuse | ölümün bile örseleyemediği yüz |
the front (side) | ön taraf |
I looked to the front. | Ön tarafa baktım. |
First I could not understand what it said | Önce ne dediğini anlayamadım |
First I could not understand what it said, I pricked up my ears. | Önce ne dediğini anlayamadım, kulak kesildim. |
First I looked at the woman next to me, no, she was not interested in me, her eyes fixed on the electronic signboard, she tried to find out when we would be landing. | Önce yanımdaki kadına baktım, hayır, benimle ilgilenmiyordu; gözlerini yukarıdaki elektronik tabelaya dikmiş, yere ne zaman ineceğimizi öğrenmeye çalışıyordu. |
First I looked at the woman next to me. | Önce yanımdaki kadına baktım. |
important | önemli |
to the front of me | önüme |
she would kiss /she used to kiss | öperdi |
to kiss | öpmek |
kiss | öpücük |
to abuse /crumple/to handle roughly /to knock about /to drain strength | örselemek |
undisturbed / intact | örselenmemiş |
like the others (ö) | ötekiler gibi |
a job like the others | ötekiler gibi bir iş |
she tried to learn (find out) | öğrenmeye çalışıyordu |
land /country | ülke |
scary /spooky /eerie | ürkütücü |
in a eerie coolness | ürkütücü bir serinlik içinde |
The trees were floating in an eerie coolness. | Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar. |
without shivering | ürpermeden |
to tremble /shiver /shudder (for one second) | ürpermek |
moreover | üstelik |
Moreover I knew nothing about Brazilians. | Üstelik Brezilyalılar hakkında hiçbir şey bilmiyordum. |
Even (ü) though I wanted very much to forget... | üstelik unutmayı çok istememe rağmen... |
on top of / on (.. st..) | üstünde |
grape | üzüm |
grape black(k) (black as grapes) | üzüm karası |
big eyes black as grapes | üzüm karası iri gözler |
three | üç |
worth three million pounds | üç milyon poundluk |
an insurance policy worth three million pounds | üç milyon poundluk bir poliçe |
An insurance policy worth three million pounds was in question. | Üç milyon poundluk bir poliçe söz konusuymuş. |
not even two months old | İki aylık bile yok |
The first time I had come here with my father. | İlk kez babamla gelmiştim buralara. |
The first time I had passed these grounds by bus. | İlk kez otobüsle geçmiştim bu topraklardan. |
also in the place I landed this pessimism would not leave me in peace | İndiğim yerde de bırakmayacaktı bu karamsarlık yakamı. |
Startled I opened my eyes. | İrkilerek gözlerimi açtım. |
shah | şah |
lucky | şanslı |
to be surprised | şaşırmak |
devil /satan | şeytan |
now | şimdi |
Now I was only hearing the noise of the jet engines. | Şimdi sadece jet motorlarının gürültüsünü duyuyordum. |