"But you are - forgive me - what they call a girl?" said the Faun. | 'Ama, sen - beni affet - bir kız dedikleri misin?' dedi Faun. |
'Good gracious me!' shouted the Faun in amazement | 'Aman aman', diye hayretle bağırdı Faun. |
'You speak like my mother.' said Edmund. 'And who are you to tell me to go to sleep. Go sleep yourself!' | 'Annem gibi konuşuyorsun' dedi Edmund. 'Ve sen kimsin ki bana yatmamı söylüyorsun. Git kendin yat!' |
'You speak like my mother.' said Edmund. 'And who are you to tell me to go to sleep.' | 'Annem gibi konuşuyorsun' dedi Edmund. 'Ve sen kimsin ki bana yatmamı söylüyorsun.' |
"You are in fact human?" | 'Aslında bir insansın, değil mi?' |
"Not for me," said Peter;"I will explore the house." | 'Bana göre değil,' dedi Peter. 'Ben evde araştırma yapacağım.' |
'(An) owl,'said Peter. | 'Baykuş,' dedi Peter. |
'Forgive me - I don't want to be inquisitive - but am I right to think that you are a daughter of Eve? " | 'Beni affet - meraklı olmak istemiyorum - ama eğer sen bir Havvakızı olduğunu düşünmekte haklı mıyım?' |
'My name is Lucy,' she(the girl) said not quite understanding him. | 'Benim adım Lucy.' dedi kız onu tam olarak anlamayarak. |
"My name is Lucy." said the girl. | 'Benim adım Lucy.' dedi kız. |
"My name is Tumnus." | 'Benim adım Tumnus.' |
"If there's a problem I can always go back, "thought Lucy. (... my going back is always possible...) | 'Bir sorun çıkarsa, her zaman geri dönmem mümkün' diye düşündü Lucy. |
'Stop complaining, Ed!' said Susan. | 'Bırak şikayet etmeyi, Ed!' dedi Susan. |
'And what is this noise?' said Lucy suddenly. | 'Bu ses de ne?' dedi Lucy aniden. |
"This must be a big cupboard." thought Lucy still advancing and pushing coats to the side. | 'Bu çok büyük bir dolap olmalı.' diye düşündü Lucy hâlâ ilerleyerek ve paltoları kenara iterek. |
"This must be a big cupboard." thought Lucy still advancing and pushing the soft folds of coats to the side about to open a way to herself. | 'Bu çok büyük bir dolap olmalı.' diye düşündü Lucy hâlâ ilerleyerek ve paltoların yumuşak büklümlerini kendine yol açmak üzere kenara iterek . |
"This must be a big cupboard." thought Lucy. | 'Bu çok büyük bir dolap olmalı.' diye düşündü Lucy. |
'This is very strange(g) .' | 'Bu çok garip.' |
'This is very strange(g) .' said she and advanced one, two more steps. | 'Bu çok garip.' dedi ve bir iki adım daha ilerledi. |
"There is nothing here!" said Peter and the whole group went outside again except for Lucy. | 'Burada bir şey yok!' dedi Peter ve Lucy dışında tüm takım yeniden dışarıya çıktı. |
"There is nothing here!" said Peter. | 'Burada bir şey yok!' dedi Peter. |
'Of course it would rain!' said Edmund. | 'Elbette yağmur yağacaktı!' dedi Edmund. |
"Of course, of course...", said the Faun. | 'Elbette, elbette,' dedi Faun. |
'Wouldn't it be good if we all go to bed?' said Lucy. | 'Hepimiz yatsak iyi olmaz mı?' dedi Lucy |
"Doubtless we landed on our feet," said Peter. | 'Kuşkusuz dört ayak üzerine düştük,' dedi Peter. |
"Doubtless we landed on our feet," said Peter. "Everything will be very wonderfull." | 'Kuşkusuz dört ayak üzerine düştük,' dedi Peter. 'Her şey çok harika olacak.' |
"Delighted, delighted..., " it went on. | 'Memnun oldum, çok memnun..., ' diye devam ediyordu. |
"How so?" said Susan. "Anyway, it's time for you to go to bed. " | 'Nasıl yani?' dedi Susan. 'Her neyse senin yatağa gitme zamanın.' |
'What are these, as if they were branches of a tree.' shouted Lucy in amazement. | 'Ne bunlar sanki bir ağacın dalları gibi!' diye hayretle bağırdı Lucy. |
'Badgers,' said Lucy. | 'Porsuklar,' dedi Lucy. |
'Only a bird, ninny.' said Edmund. | 'Sadece bir kuş, sersem.' dedi Edmund. |
"Give me a break!" he said. "Don't talk like this!" | 'Saçmalama' dedi.'Böyle konuşma.' |
'Of course I am human.' said Lucy still being a bit puzzled. | 'Tabii ki bir insanım,' dedi Lucy hâlâ biraz şaşkın olarak. |
'Of course I am human.' said Lucy. | 'Tabii ki bir insanım,' dedi Lucy. |
'Of course I am a girl.' said Lucy. | 'Tabii ki bir kızım,' dedi Lucy. |
"I am very pleased to meet you, Mr. Tumnus." said Lucy. | 'Tanıştığıma çok memnun oldum, Tumnus Bey,' dedi Lucy. |
'Foxes,' said Susan. | 'Tilkiler,' dedi Susan. |
'That is...,' it stopped talking | 'Yani...,' diye sustu |
'That is...,' it stopped talking, as if it was about to say a thing it didn't intend but had remembered just in time not to do so. | 'Yani...,' diye sustu niyet etmediği bir şeyi söylemek üzereymiş ama yapmamayı tam zamanında hatırlamış gibiydi. |
'That is...,' it stopped talking, as if it was about to say a thing it didn't intend. | 'Yani...,' diye sustu niyet etmediği bir şeyi söylemek üzereymiş gibiydi . |
'Snakes,' said Edmund. | 'Yılanlar, ' dedi Edmund. |
"A very cute old man," said Susan. | 'Çok sevimli bir ihtiyar,' dedi Susan. |
"Good evening, good evening," said the Faun. | 'İyi akşamlar, iyi akşamlar,' dedi Faun. |
'Good evening,' said Lucy. | 'İyi akşamlar,' dedi Lucy. |
they began to frighten her | (onlar) onu ürpertmeye başlamıştı |
(Of course she had left the door open because she knew it would be foolish for someone to lock himself inside the cupboard.) | (Tabii ki kapıyı açık bırakmıştı, çünkü birinin kendini dolaba kapatmasının ne kadar aptalca olduğunu biliyordu.) |
word ending to express a fact (d) | - dir - dır |
past tense suffix for adjectives | -(y) di |
to be afraid of | -dan - den korkmak |
... thought Lucy. | ... diye düşündü Lucy. |
It seemed to be... | ... gibi görünmekteydi |
I wonder | acaba |
name | ad |
man | adam |
a son of Adam | Adamoğlu |
How stupid of me | Ah aptal kafam |
evening | akşam |
front (part of the face) /Stirn | alın |
shopping | alışveriş |
to do shopping | alışveriş yapmak |
his front (face) /seine Stirn | alnı |
from both sides of his front | alnının her iki yanından |
low | alçak |
with the low ceiling | alçak tavanlı |
but | ama |
but at the same time | ama aynı zamanda |
but at the same time she was curious | ama aynı zamanda meraklıydı |
but not to show it /but to dissimulate | ama belli etmemek için |
but the light was far away | ama epeyce uzaktaydı ışık |
but (their) not having an excessive role in the story | ama hikâyede fazla rolleri olmayan |
but when he came the first evening to meet them at the door | ama ilk akşam onları kapıda karşılamaya geldiğinde |
but when he came the first evening to meet them at the door he looked so strange that Lucy (the youngest of them) had been afraid of him and Edmund (the second youngest of them) had wanted to laugh and had had to pretend cleaning his nose to conceal it. | Ama ilk akşam onları kapıda karşılamaya geldiğinde öyle tuhaf görünüyordu ki Lucy (en küçükleriydi) ondan korkmuş ve Edmund (ikinci küçükleriydi) gülmek istemişti ama belli etmemek için sümkürür gibi davranmak zorunda kalmıştı. |
Goodness gracious me! / Omg! / Help! /oh! | Aman aman |
only/but /however /yet (a) | ancak |
however /but /lediglich | ancak |
however (a) Lucy didn't notice this in the beginning | ancak Lucy bunu başlangıçta fark etmemişti |
suddenly | aniden |
to understand | anlamak |
mother | anne |
my mother | annem |
like my mother | annem gibi |
you talk like my mother | annem gibi konuşuyorsun |
stupid | aptal |
stupid /foolish (adv) | aptalca |
in between | arasında |
exploration /research | araştırma |
I will do research | araştırma yapacağım |
to explore | araştırmak |
to start exploring | araştırmaya başlamak |
successively | ardı sıra |
behind / beyond (... d...) | ardında |
hanging | asılı |
lion | aslan |
The lion and the witch | aslan ve cadı |
The lion, the witch and the wardrobe | Aslan, Cadı ve Dolap |
actually /in fact / really | aslında |
scarf | atkı |
foot /leg | ayak |
foot | ayak |
footsteps (sound of..) | ayak sesleri |
she heard the sound of footsteps | ayak sesleri duydu |
instead of feet | ayak yerine |
instead of feet he had hooves | ayak yerine toynakları vardı |
under her feet | ayaklarının altında |
under her feet | ayaklarının altında |
She noticed that under her feet was snow (pl). | Ayaklarının altında karlar olduğunu fark etti. |
some things crunching under her feet | ayaklarının altında çıtırdayan bir şeyler |
she felt some things crunching under her feet | ayaklarının altında çıtırdayan bir şeyler hissetti |
the snow (pl) which was under her feet | ayaklarının altındaki karlar |
with the crunch-crunch sounds coming from the snow which was under her feet | ayaklarının altındaki karlardan gelen kırt-kırt sesleriyle |
With the crunch-crunch sounds coming from the snow which was under her feet, she began to advance through the wood towards the other light. | Ayaklarının altındaki karlardan gelen kırt-kırt sesleriyle, ormanın içinde diğer ışığa doğru ilerlemeye başladı. |
brightness | aydınlık |
mirror /looking glass | ayna |
a cupboard having a mirror | ayna olan bir dolap |
the same | aynı |
to leave / to be set apart for(+dat) | ayrılmak |
a little later | az sonra |
a little later | az sonra |
Little later she walked towards the depth of the cupboard | Az sonra dolabın derinliğine doğru yürüdü |
A little later she walked towards the depth of the cupboard and noticed that behind the first row there was another second row of coats hanging. | Az sonra dolabın derinliğine doğru yürüdü ve ilk sıranın ardında ikinci bir sıra paltonun daha asılı olduğunu fark etti. |
to leave open | açık bırakmak |
to open (up) /be opened | açılmak |
to open to / to lead to | açmak |
branches of a tree | ağacın dalları |
tree | ağaç |
tree | ağaç |
among the tree trunks | ağaçların gövdelerin arasında |
down | aşağı |
leg | bacak |
his legs | bacakları |
his legs were like goat legs | bacakları keçi bacağı gibiydi |
I bet that... | bahse girerim ki... |
to bet | bahse girmek |
garden | bahçe |
which was in the garden | bahçedeki |
the creek which was in the garden | bahçedeki dere |
while looking | bakarken |
when looked (pass.) | bakıldığında |
when she looked | baktığında |
a balcony | balkon |
according to me | bana göre |
not for me / not according to me | bana göre değil |
to tell me to go to bed | bana yatmamı söylemek |
step /stair | basamak |
Mrs. Macready | Bayan Macready |
owl | baykuş |
some (of them) | bazıları |
some of them were bigger than the Bible in a church | bazıları kilisedeki İncil'den bile büyüktü. |
head | baş |
to happen to s.o. (lit. to come to one's head) | başına gelmek |
there was nothing else | başka bir şey yoktu |
they began | başladılar |
to begin | başlamak |
began | başlamış oldu |
beginning | başlangıç |
in the beginning | başlangıçta |
in the beginning | başlangıçta |
in the beginning it didn't answer | başlangıçta yanıt vermedi |
let's start | başlayalım |
to expect /to wait | beklemek |
waist | bel |
from his waist up /above his waist | belinden yukarısı |
Above the waist he was human (the above of his waist was in human shape) | belinden yukarısı insan şeklindeydi |
Above his waist he was human but his legs were like goat legs (they were covered with shiny black fur) | Belinden yukarısı insan şeklindeydi fakat bacakları keçi bacağı gibiydi (parlak siyah kıllarla kaplıydı) |
Above his waist he was human but his legs were like goat legs (they were covered with shiny black fur) and instead of feet he had goat hooves | Belinden yukarısı insan şeklindeydi fakat bacakları keçi bacağı gibiydi (parlak siyah kıllarla kaplıydı) ve ayak yerine keçi toynakları vardı. |
Above his waist he was human but his legs were like goat legs. | Belinden yukarısı insan şeklindeydi fakat bacakları keçi bacağı gibiydi. |
Maybe there are eagles (existing/fact), maybe deers. | Belki kartallar vardır, belki geyikler. |
Maybe there are eagles (existing/fact) | Belki kartallar vardır. |
to show (b. e.) | belli etmek |
to dissimulate (hide) | belli etmemek |
snow-white /extremely white | bembeyaz |
an umbrella covered with very white snow | bembeyaz karla kaplı bir şemsiye |
I | ben |
I will do research in the house. | Ben evde araştırma yapacağım. |
I will now go to sleep. | Ben şimdi yatmaya gideceğim. |
excuse me / forgive me | beni affet |
my name | benim adım |
Mr. (after the name) | Bey |
white | beyaz |
white | beyaz |
white hair | beyaz saçlar |
five | beş |
five stairs up | beş basamak yukarı |
even | bile |
one / a | bir |
a step | bir adım |
A moment later | Bir an sonra |
A moment later she noticed that the thing touching her hands and her face was no longer soft fur but something hard, rough and even thorny. | Bir an sonra ellerine ve yüzüne dokunan şeyin artık yumuşak kürk değil sert, kaba ve hatta dikenli bir şey olduğunu fark etti. |
like branches of a tree | bir ağacın dalları gibi |
also /in addition | bir de |
In addition he had a tail, however (a) Lucy didn't notice this in the beginning, because in order to keep it from trailing in the snow the Faun had placed his tail smoothly on his arm holding the umbrella. | Bir de kuyruğu vardı ancak Lucy bunu başlangıçta fark etmemişti, çünkü Faun, kuyruğunun karda sürünmesini engellemek için şemsiyeyi tutan kolunun üzerine düzgünce yerleştirmişti. |
In addition he had a tail, however (a) Lucy didn't notice this in the beginning | Bir de kuyruğu vardı, ancak Lucy bunu başlangıçta fark etmemişti. |
In addition he had a tail. | Bir de kuyruğu vardı. |
in a house | bir evde |
she advanced one, two more steps | bir iki adım daha ilerledi |
I am human | bir insanım |
you are human | bir insansın |
She saw a light. | Bir ışık gördü. |
a door occured /was seen | bir kapı görülüyordu |
what they call a girl | bir kız dedikleri |
I am a girl | bir kızım |
in a corner | bir köşede |
in its corner | bir köşesinde |
a room with a harp in one corner | bir köşesinde bir arpın bulunduğu bir oda |
there was (il se trouvait) a harp in one (of its) corner (s) | bir köşesinde bir arpın bulunuyordu |
in the middle of a wood | bir ormanın ortasında |
to stand in the middle of a forest | bir ormanın ortasında durmak |
There is a radio. | Bir radyo var. |
There is a radio and also lots of books. | Bir radyo ve sürüyle de kitap var. |
in an hour | bir saate kalmaz |
it will clear up in an hour | bir saate kalmaz hava açılır |
another row | bir sıra daha |
she noticed that there was another row of coats hanging | bir sıra paltonun daha asılı olduğunu fark etti |
there was another row of coats hanging | bir sıra paltonun daha asılıydı |
if there is a problem I can always go back (lit. if there is a problem my going back is always possible) | Bir sorun çıkarsa, her zaman geri dönmem mümkün |
after a while | bir süre sonra |
After a while she noticed that she was standing in the middle of a wood. | Bir süre sonra bir ormanın ortasında durduğunu fark etti. |
after a while she noticed | Bir süre sonra fark etti. |
After a while she noticed that she was standing in the darkness of the night in the middle of a wood. | Bir süre sonra gecenin karanlığında bir ormanın ortasında durduğunu fark etti. |
After a while she noticed that she was standing in the darkness of the night in the middle of a wood, that there was snow(pl) under her feet and that it was still snowing. | Bir süre sonra gecenin karanlığında bir ormanın ortasında durduğunu, ayaklarının altında karlar olduğunu ve halen kar yağmakta olduğunu fark etti. |
a lot of packages | bir sürü paket |
He was carrying a lot of packages. | Bir sürü paket taşıyordu. |
also a lot of books | bir sürüyle de kitap |
of a kind | bir türden |
in one direction | bir yöne |
once upon a time | bir zamanlar |
Once upon a time there were four children. | Bir zamanlar dört çocuk vardı. |
Once there were four children called Peter, Susan, Edmund and Lucy. | Bir zamanlar isimleri Peter, Susan, Edmund ve Lucy olan dört çocuk vardı. |
one child /a child | bir çocuk |
There is a child. | Bir çocuk var. |
leading (opening) to a upper floor and a balcony | bir üst koridor ve balkona açılan |
a door occured /was seen leading to an upper floor and balcony | bir üst koridor ve balkona açılan bir kapı görülüyordu |
something | bir şey |
a thing | bir şey |
about /concerning something (it's a fact) | bir şey hakkındadır |
Nothing will happen. | Bir şey olmaz. |
she touched something | bir şeye dokundu |
as if it was about to say a thing | bir şeyi söylemek üzereymiş gibiydi |
something(s) | bir şeyler |
one, two, three, four, five | bir, iki, üç, dört, beş |
Stop complaining! | Bırak şikayet etmeyi! |
leave /stop /give up /Drop it! /Chuck it! | bırak! |
a bit | biraz |
a little longer | biraz daha uzun |
to each other | birbirine |
opening into each other | birbirine açılan |
there were lots of rooms opening into one another | birbirine açılan sürüyle oda vardı |
ten to one | bire on |
I bet ten to one that in one hour it will clear up. | Bire on bahse girerim ki bir saate kalmaz hava açılır. |
I bet ten to one that ... | Bire on bahse girerim ki... |
for someone to lock himself inside the cupboard | birinin kendini dolaba kapatması |
she knew how foolish it was for someone to lock himself inside the cupboard | birinin kendini dolaba kapatmasının ne kadar aptalca olduğunu biliyordu |
a few | birkaç |
a few centimeters | birkaç santim |
in a few centimeters | birkaç santim uzakta |
at a few centimeters distance at the place where the back side of the cupboard should have been | birkaç santim uzakta dolabın arka yüzünün olması gereken yerde |
not at few centimeters distance at the place where the back side of the cupboard should have been | birkaç santim uzakta dolabın arka yüzünün olması gereken yerde değil |
together | birlikte |
a lot of | birçok |
there were many places | birçok yer vardı |
when he finished | bitirdiğinde |
When it had finished it bowed before her. | Bitirdiğinde onun önünde saygıyla eğildi. |
that you could not finish | bitiremediğiniz |
to finish /end something | bitirmek |
to finish /end something | bitirmek |
they had finished and were in the room | bitirmişler ve odadaydılar |
they had finished | bitirmişlerdi |
us | bizi |
they don't hear us | bizi duymazlar |
they don't hear us anyway | bizi duymazlar zaten |
size /height | boy |
his neck | boynu |
He had a scarf around his neck. | Boynunda bir atkı vardı. |
Around his neck he had a red woolen scarf and also his skin was quite red. | Boynunda kırmızı yünden bir atkı vardı ve teni de oldukça kırmızıydı. |
Around his neck he had a red woolen scarf (from red wool.) | Boynunda kırmızı yünden bir atkı vardı. |
horn | boynuz |
his horns appeared | boynuzları görünmekteydi |
neck | boyun |
empty | boş |
empty rooms | boş odalar |
doors leading/opening to empty rooms | boş odalara açılan kapılar |
doors leading row after row to empty rooms /rows of doors opening to empty rooms | boş odalara açılan sıra sıra kapılar |
the rows of doors opening to empty rooms had begun to frighten her | boş odalara açılan sıra sıra kapılar onu ürpertmeye başlamıştı |
this | bu |
by the way (b. a.) | bu arada |
Actually our situation is quite good. | Bu arada durumumuz oldukça iyi. |
This was a Faun. | Bu bir Faun'du. |
this was a lamp post | bu bir lamba direğiydi |
this story | bu hikâye |
this story is about something | bu hikâye bir şey hakkındadır |
This story is about something happening to them (fact) when they were sent far from London. | Bu hikâye Londra'dan uzağa gönderildiklerinde onların başına gelen bir şey hakkındadır |
this story is about something happening to them (fact) | bu hikâye onların başına gelen bir şey hakkındadır |
this story is about something happening to them (fact) during the war | bu hikâye savaş sırasında onların başına gelen bir şey hakkındadır |
This story is about something happening to them (fact) during the war when they were sent far from London because of the air raids. | Bu hikâye, savaş sırasında hava saldırıları yüzünden Londra'dan uzağa gönderildiklerinde, onların başına gelen bir şey hakkındadır. |
This story is about something happening to them when they were sent far from London during the war. | Bu hikâye, savaş sırasında Londra'dan uzağa gönderildiklerinde, onların başına gelen bir şey hakkındadır. |
This sound | Bu ses |
And what's this noise? | Bu ses de ne? |
What is this sound? | Bu ses ne? |
to come this way | bu tarafa gelmek |
This must be a big cupboard. | Bu çok büyük bir dolap olmalı. |
in this way /thus | bu şekilde |
/what she found (the things she found) /what they found | buldukları |
to find | bulmak |
it's possible to find | bulmak mümkün |
after this | bundan sonra |
After this there was a room with green curtains which had a harp in one corner. | Bundan sonra bir köşesinde bir arpın bulunduğu yeşil perdeli bir oda vardı. |
After this there was a room with green curtains. | Bundan sonra yeşil perdeli bir oda vardı. |
not to show this /to dissimulate this | bunu belli etmemek |
Edmund, who was trying to dissimulate this | bunu belli etmemeye çalışan Edmund |
to try to dissimulate this | bunu belli etmemeye çalışmak |
she saw that this was a lamp post | bunun bir lamba direği olduğunu gördü. |
Here | Burada |
here/in this place (locative) | burada |
if they hear that we talk here | Burada konuştuğumuzu duyarlarsa |
if they hear that we talk here, there will be a row. | Burada konuştuğumuzu duyarlarsa patırtı çıkar. |
There are so many hallways here | Burada o kadar çok koridor var |
There are so many hallways and staircases here, that... | Burada o kadar çok koridor ve merdiven var, ki |
There are so many hallways and staircases here, that even to go to the dining room takes ten minutes. | Burada o kadar çok koridor ve merdiven var, ki yemek odasına gitmek bile on dakika sürüyor. |
There are so. many staircases here, that... | Burada o kadar çok merdiven var, ki... |
here (nominative) /this place | burası |
This here was a house. | Burası bir evdi. |
This here was a big house. | Burası büyük bir evdi. |
This here was a bigger house. | Burası daha büyük bir evdi. |
This here was a house bigger than what she had seen. | Burası gördüklerinden daha büyük bir evdi. |
This here is a great place for birds. | Burası kuşlar için harika bir yer. |
It was almost completely dark here | burası neredeyse tamamen karanlıktı |
It was almost completely dark here and in order not to hit her face at the back of the cupboard she stretched out her arms towards the front. | Burası neredeyse tamamen karanlıktı ve yüzünü dolabın arkasına çarpmamak için kollarını öne uzatmıştı. |
This here is such a house, that whatever we do, nobody will say a thing. | Burası öyle bir ev, ki ne yaparsak yapalım kimse bir şey demez. |
This here is such a house, that... | Burası öyle bir ev, ki... |
This here was a house much bigger than what she had seen so far | Burası şimdiye kadar gördüklerinden çok daha büyük bir evdi. |
This here was a house bigger than what she had seen so far, the long hallways and the rows of doors opening to empty rooms had begun to frighten her. | Burası, şimdiye kadar gördüklerinden çok daha büyük bir evdi; uzun koridorlar ve boş odalara açılan sıra sıra kapılar onu ürpertmeye başlamıştı. |
to here (dative) | buraya |
come here | buraya gel |
while coming here | buraya gelirken |
Did you see those mountains while coming here? | Buraya gelirken o dağları gördünüz mü? |
to come here | buraya gelmek |
area /region | bölge |
so/such /like this | böyle |
in a place like this | böyle bir yerde |
In a place like this you can find anything. | Böyle bir yerde her şeyi bulmak mümkün. |
Don't talk like this! | Böyle konuşma! |
fold / Falte | büklüm |
all | bütün |
all (b) | bütün |
all his packages | bütün paketleri |
he dropped all his packages to the ground | bütün paketlerini yere düşürdü |
all his face | bütün yüzü |
covering (having covered) all of his face | bütün yüzünü kaplamış |
messy white hair covering (having covered) all of his face | bütün yüzünü kaplamış dağınık beyaz saçlar |
big /large | büyük |
witch | cadı |
and /also(following noun, participle...) | da - de |
bigger | daha büyük |
longer | daha uzun |
to like more | daha çok sevmek |
before /earlier | daha önce |
I have never seen a Son of Adam or a Daughter of Eve before. | Daha önce ne bir Adamoğlu ne de bir Havvakızı gördüm. |
branch | dal |
to plunge /dive | dalmak |
to behave /to act /to comport oneself | davranmak |
mountain | dağ |
messy | dağınık |
messy white hair | dağınık beyaz saçlar |
it was possible to see mountains and trees | dağları ve ağaçları görmek mümkündü |
what they call | dedikleri |
to say | demek |
to say /call | demek |
he doesn't say | demez |
to try/test (one time experiment) | denemek |
to be tried out | denenmek |
she had thought it would be worth to be tried /she thought it was worth trying | denenmeye değeceğini düşünmüştü |
(window) sill | denizlik |
little river /creek | dere |
it was not possible to see the creek | dereyi görmek mümkün değildi |
I say | derim |
the depth | derinlik |
He continued | Devam ediyordu |
to continue | devam etmek |
she had thought it would be worth | değeceğini düşünmüştü |
isn't it? /aren't you? /am I not? | değil mi? |
he was not | değildi |
to be worth | değmek |
thorny | dikenli |
pole /post /beam/mast | direk |
the other | diğer |
the other | diğer |
with the other hand | diğer eliyle |
with the other hand he was carrying a lot of packages | diğer eliyle bir sürü paket taşıyordu |
and with the other hand he was carrying a lot of packages wrapped in brown paper. | diğer eliyle de kahverengi kağıda sarılmış bir sürü paket taşıyordu |
She began to advance towards the other light | Diğer ışığa doğru ilerlemeye başladı. |
the other direction | diğer yöne |
outside /exterior | dışarı |
to go outside | dışarıya çıkmak |
except for (d) | dışında |
to touch (+dat) | dokunmak |
the back side of the cupboard | dolabın arka yüzü |
in the place where should have been the back side of the cupboard | dolabın arka yüzünün olması gereken yerde |
the back of the cupboard | dolabın arkası |
at the back of the cupboard | dolabın arkasına |
to advance expecting to touch the back of the cupboard | dolabın arkasına dokunacağını umarak ilerlemek |
expecting to touch the back of the cupboard she advanced one more step-then two or three - inside | dolabın arkasına dokunacağını umarak içeriye doğru bir - sonra iki ya da üç - adım daha ilerledi |
expecting to touch the back of the cupboard she advanced one more step inside | dolabın arkasına dokunacağını umarak içeriye doğru bir adım daha ilerledi |
to hope /expect to touch(fut) the back of the cupboard | dolabın arkasına dokunacağını ummak |
to touch the back of the cupboard | dolabın arkasına dokunmak |
the open door of the cupboard | dolabın açık kapısı |
She could see the open door of the cupboard | Dolabın açık kapısını görebiliyordu. |
the depth of the cupboard | dolabın derinliği |
when she looked inside the cupboard | dolabın içine baktığında |
when she looked inside the cupboard she saw a row of coats hanging (there), most of them being long fur coats. | Dolabın içine baktığında, çoğunluğu uzun kürk olan sürüyle paltonun asılı olduğunu gördü. |
to open the door of the wardrobe | dolabın kapısını açmak |
to open the door of the wardrobe to be worth to be tried out | dolabın kapısını açmanın denenmeye değeceği |
to try to open the door of the cupboard | dolabın kapısını açmayı denemek |
the smooth and hard surface of the cupboard floor | dolabın tabanının düzgün ve sert yüzeyi |
instead of the smooth and hard surface of the cupboard floor | dolabın tabanının düzgün ve sert yüzeyi yerine |
instead of the smooth and hard surface of the cupboard floor she touched something soft | Dolabın tabanının düzgün ve sert yüzeyi yerine yumuşak bir şeye dokundu. |
Instead of the smooth and hard surface of the cupboard floor she touched something soft, powdery and very cold. | Dolabın tabanının düzgün ve sert yüzeyi yerine yumuşak, toz halinde ve çok soğuk bir şeye dokundu. |
wardrobe /cupboard | dolap |
cupboard | dolap |
something other than a cupboard/closet | dolaptan başka bir şey |
full | dolu |
full | dolu |
to stand | durmak |
to stand | durmak |
situation (d) | durum |
our situation | durumumuz |
she stood and | durup |
While she stood and looked at it /standing and looking at it | durup ona bakarken |
While she stood and looked at it wondering why there was a lamp post in the middle of the wood and thought about what to do now | Durup ona bakarken ve neden ormanın ortasında bir lamba direği olduğunu merak edip şimdi ne yapacağını düşünürken |
While she stood and looked at it wondering why there was a lamp post in the middle of the wood and thought about what to do now she heard the sound of footsteps approaching herself. | Durup ona bakarken ve neden ormanın ortasında bir lamba direği olduğunu merak edip şimdi ne yapacağını düşünürken, kendine doğru yaklaşan ayak sesleri duydu. |
to stand and look at it | durup ona bakmak |
they hear | duyarlar |
if they hear | duyarlarsa |
she heard | duydu |
to hear | duymak |
they don't hear | duymazlar |
four | dört |
four feet | dört ayak |
to land on one's feet /to be in luck (lit. to fall on four legs) | dört ayak üzerine düşmek |
we were lucky (we fell on four legs) | dört ayak üzerine düştük |
four children | dört çocuk |
There are four children. | Dört çocuk var. |
smooth /straight /glatt | düzgün |
smooth and hard | düzgün ve sert |
the hard and smooth surface | düzgün ve sert yüzey |
smoothly | düzgünce |
to fall | düşmek |
it was /they were in the middle of falling | düşmekteydi |
to think | düşünmek |
am I right to think | düşünmekte haklı mıyım |
she had thought | düşünmüştü |
while thinking | düşünürken |
to drop /to cause to fall | düşürmek |
Edmund (the second youngest of them) had wanted to laugh | Edmund (ikinci küçükleriydi) gülmek istemişti. |
Edmund had had to act/behave | Edmund davranmak zorunda kalmıştı. |
Edmund had wanted to laugh | Edmund gülmek istemişti |
Edmund had wanted to laugh but not to show it he had to clean his nose. | Edmund gülmek istemişti, ama belli etmemek için sümkürür gibi davranmak zorunda kalmıştı. |
Edmund had wanted to | Edmund istemişti |
Edmund had to act/behave as if blowing his nose | Edmund sümkürür gibi davranmak zorunda kalmıştı. |
Edmund had been forced to /Edmund had had to... | Edmund zorunda kalmıştı. |
hand | el |
of course /naturally (e) | elbette |
of course /naturally (e) | elbette |
He had an umbrella in his hand. | Elinde bir şemsiye vardı. |
hands | eller |
one of his hands | ellerinden biri |
with one of his hands | ellerinden biriyle |
with one of his hands - as I said - he was holding the umbrella | ellerinden biriyle - söylediğim gibi - şemsiyeyi tutuyordu |
With one of his hands - as I said - he was holding the umbrella; and with the other hand he was carrying a lot of packages wrapped in brown paper. | Ellerinden biriyle - söylediğim gibi - şemsiyeyi tutuyordu; diğer eliyle de kahverengi kağıda sarılmış bir sürü paket taşıyordu. |
with one of his hands he was holding the umbrella | ellerinden biriyle şemsiyeyi tutuyordu |
the thing touching her hands and her face | ellerine ve yüzüne dokunan şey |
to touch her hands and her face | ellerine ve yüzüne dokunmak |
to touch with her hands | elleriyle dokunmak |
to be about to touch with her hands | elleriyle dokunmak üzere |
bending over about to touch it with her hands | Elleriyle dokunmak üzere eğilirken |
'Mothballs, I wonder.' she thought bending down about to touch it with her hands. | Elleriyle dokunmak üzere eğilirken, 'Naftalin topakları mı, acaba.' diye düşündü. |
while she was confident /sure | emin olduğu halde |
the smallest /the youngest | en küçük |
the smallest /youngest of them | en küçükleri |
She was the youngest of them. | en küçükleriydi |
the nearest | en yakın |
three kilometers away from the nearest post office | en yakın postaneden üç kilometre uzakta |
the nearest train station | en yakın tren istasyonu |
fifteen kilometers away from the nearest train station | en yakın tren istasyonundan on beş kilometre uzakta |
the house of an old professor, which was fifteen kilometers away from the nearest train station | en yakın tren istasyonundan on beş kilometre uzakta olan yaşlı bir profesörün evi |
to hinder /prevent from /keep from | engellemek |
in order to keep from | engellemek için |
quite /pretty | epeyce |
pretty old books | epeyce eski kitaplar |
far away | epeyce uzakta |
following | ertesi |
the following morning | ertesi sabah |
old /ancient | eski |
to look around | etrafı gözden geçirmek |
they began to look around | etrafı gözden geçirmeye başladılar |
house | ev |
married | evli |
bending over | eğilirken |
to bend / bow /incline /double | eğilmek |
but (f) | fakat |
but (f) | fakat |
But a little later they came to a very long room. | Fakat az sonra çok uzun bir odaya geldiler. |
But she couldn't touch a thing. | Fakat bir şeye dokunamadı. |
But a little later they came to a very long room full of paintings. | Fakat biraz sonra resimlerle dolu, çok uzun bir odaya geldiler. |
but the following morning | fakat ertesi sabah |
But the following morning it was raining | Fakat ertesi sabah yağmur yağıyordu. |
But the following morning it was raining heavily. | Fakat ertesi sabah yoğun bir yağmur yağıyordu |
But the following morning it was raining so heavily that looking out of the window you couldn't see the mountains or the trees or the creek which was in the garden. | Fakat ertesi sabah öyle yoğun bir yağmur yağıyordu ki pencereden dışarı bakıldığında ne dağları ne ağaçları ne de bahçedeki dereyi görmek mümkündü. |
to notice | fark etmek |
The faun was so busy gathering his packages | Faun paketlerini toplamakla o kadar meşguldü |
The faun was so busy gathering his packages, that it didn't answer in the beginning. | Faun paketlerini toplamakla o kadar meşguldü, ki başlangıçta yanıt vermedi. |
In order to prevent it from trailing in the snow, the Faun had placed his tail smoothly on his arm holding the umbrella. | Faun, kuyruğunun karda sürünmesini engellemek için şemsiyeyi tutan kolunun üzerine düzgünce yerleştirmişti. |
much /excessive | fazla |
(their) not having an excessive role | fazla rolleri olmayan |
strange /odd /weird (g) | garip |
strange (g) | garip |
He had a strange (g), but pleasant little face | Garip, ama hoş küçük bir yüzü vardı. |
night | gece |
night | gece |
in the darkness of the night | gecenin karanlığında |
they came | geldiler |
they came | geldiler |
when he came | geldiğinde |
to come | gelmek |
to go /turn back | geri dönmek |
I don't go back / my going back | geri dönmem |
back /in the back /behind (loc.) | geride |
backwards (g) | geriye |
when looking backwards | geriye bakınca |
to look backwards | geriye bakmak |
really | gerçekten |
there was really nothing else | gerçekten başka bir şey yoktu |
deer | geyik |
to travel | gezmek |
that you couldn't finish (with) visting /you couldn't finish travelling around | gezmekle bitiremediğiniz |
a kind of house that you couldn't finish travelling around | gezmekle bitiremediğiniz türden bir ev |
This (place) was a kind of house that you couldn't finish travelling around and it had many unexpected places | Gezmekle bitiremediğiniz türden bir evdi burası ve umulmadık birçok yeri vardı. |
This (place) was a kind of house that you couldn't finish travelling around | Gezmekle bitiremediğiniz türden bir evdi burası. |
to pass | geçmek |
like | gibi |
like | gibi |
I will go | gideceğim |
to enter | girmek |
Go sleep yourself! | Git kendin yat! |
go sleep! | git yat! |
go! | git! |
time to go | gitme zamanı |
when they were sent | gönderildiklerinde |
when he was sent | gönderildiğinde |
to be sent | gönderilmek |
they had been sent | gönderilmişlerdi |
to send | göndermek |
the ones she/they had seen / what she/they had seen | gördükleri |
than the ones /what she/they had seen | gördüklerinden |
bigger than what she had seen | gördüklerinden daha büyük |
much bigger than 'the ones' / what she had seen | gördüklerinden çok daha büyük |
they saw | gördüler |
you saw (pl) | gördünüz |
Did you see? | gördünüz mü? |
when he saw | gördüğü zaman |
she could see | görebiliyordu |
it was possible to see | görmek mümkündü |
to occur /to be seen | görülmek |
to seem /to appear /to look | görünmek |
he seemed /he looked | görünüyordu |
trunk /stem | gövde |
to laugh | gülmek |
day | gün |
the daylight | gün ışığı |
about /concerning | hakkında |
about /concerning (it's a fact) | hakkındadır |
right /correct | haklı |
am I right | haklı mıyım |
however /whereas (h) | halbuki |
however the door opened | halbuki kapı açıldı |
however the door opened easily | halbuki kapı kolayca açıldı |
however the door opened surprisingly easy | halbuki kapı sürpriz bir şekilde kolayca açıldı |
However the door opened surprisingly easy and two mothballs fell to the ground. | Halbuki kapı sürpriz bir şekilde kolayca açıldı ve iki naftalin topağı yere düştü. |
still | halen |
she noticed that it was still snowing. | Halen kar yağmakta olduğunu fark etti. |
it was still snowing | halen kar yağmaktaydı |
wonderful | harika |
a great place | harika bir yer |
to remember | hatırlamak |
as if it had remembered /it seemed to have remembered | hatırlamış gibiydi |
even | hatta |
even thorny | hatta dikenli |
she could even see the room passing through which she had come this way | hatta içinden geçerek bu tarafa geldiği odayı görebiliyordu |
air /weather | hava |
weather /air | hava |
it will clear up /the weather will clear up | hava açılır |
to clear up (weather) | hava açılmak |
air raids /air strikes | hava saldırıları |
because of the air raids | hava saldırıları yüzünden |
when they were sent far from London because of the air raids | hava saldırıları yüzünden Londra'dan uzağa gönderildiklerinde |
a daughter of Eve | Havvakızı |
to shout in amazement | hayretle bağırmak |
to shout in amazement | hayretle bağırmak |
immediately | hemen |
immediately /at once | hemen |
immediately she entered the wardrobe | hemen dolabın içine girdi |
İmmediately she entered the wardrobe, dived among the coats and wiped her face over the coats | hemen dolabın içine girdi, paltoların arasına daldı ve yüzünü paltolara sürdü. |
all | hep |
all of us | hepimiz |
if we all go to bed | hepimiz yatsak |
all (h) | hepsi |
all were full | hepsi doluydu |
from both sides | her iki yanından |
all that we want | her istediğimiz |
to do all that we want | her istediğimizi yapmak |
to allow that we do all we want | her istediğimizi yapmamıza izin vermek |
anyway | her neyse |
Anyway, they won't hear us anyway. | Her neyse, bizi duymazlar zaten. |
Anyway, it's time for you to go to bed. | Her neyse, senin yatağa gitme zamanın. |
I always can go back (lit. my going back is possible) | her zaman geri dönmem mümkün |
everything | her şey |
Everything will be very wonderfull. | Her şey çok harika olacak. |
it's possible to find anything | her şeyi bulmak mümkün |
everyone | herkes |
Everybody joined in this decision /Everybody agreed | Herkes bu karara katıldı |
excited | heyecanlı |
she was excited | heyecanlıydı |
story | hikâye |
in the story | hikâyede |
three servants not having an excessive role in the story | hikâyede fazla rolleri olmayan üç hizmetçi |
to feel | hissetmek |
housemaid /servant | hizmetçi |
there was nothing | hiçbir şey yoktu |
pleasant | hoş |
grumpy /cranky /moody | huysuz |
Edmund who grew bad-tempered | huysuzlaşan Edmund |
to grow bad-tempered /to become grumpy | huysuzlaşmak |
still | hâlâ |
still being a bit puzzled | hâlâ biraz şaşkın olarak |
still advancing | hâlâ ilerleyerek |
still advancing and pushing coats to the side | hâlâ ilerleyerek ve paltoları kenara iterek |
old man /old woman | ihtiyar |
the old man will allow | ihtiyar izin verecek |
two mothballs fell to the ground | iki naftalin topağı yere düştü |
two windows | iki pencere |
two windows which looked out in one direction | iki pencerenin bir yöne baktığı |
two of its windows looking out in one direction | iki penceresinin bir yöne baktığı |
two of its windows looking out in one direction and (d) two facing the other. | iki penceresinin bir yöne de iki penceresinin diğer yöne baktığı |
two of its windows looking out in the other direction | iki penceresinin diğer yöne baktığı |
from two sides | iki yanından |
second | ikinci |
(he was) the second youngest of them | ikinci küçükleriydi |
with | ile |
with | ile |
together with | ile birlikte |
ahead | ileride |
to advance | ilerlemek |
She began to advance | ilerlemeye başladı |
the first | ilk |
the first evening | ilk akşam |
the first few doors | ilk birkaç kapı |
the first few doors opened to /led to | ilk birkaç kapı açılıyordu |
the first few doors opened /led to guest bed rooms | ilk birkaç kapı misafir yatak odalarına açılıyordu |
The first few doors opened /led as the children had expected to guest bed rooms | ilk birkaç kapı, çocukların beklediği gibi, misafir yatak odalarına açılıyordu |
The first few doors opened /led as the children had expected to guest bed rooms, but a little later they came to a very long room full of paintings and there they saw an armour. | ilk birkaç kapı, çocukların beklediği gibi, misafir yatak odalarına açılıyordu, fakat az sonra resimlerle dolu, çok uzun bir odaya geldiler ve orada bir zırh gördüler. |
The first few doors opened /led as the children had expected to guest bed rooms, but a little later they came to a very long room full of paintings. | ilk birkaç kapı, çocukların beklediği gibi, misafir yatak odalarına açılıyordu, fakat az sonra resimlerle dolu, çok uzun bir odaya geldiler. |
the first night | ilk gece |
beyond the first row | ilk sıranın ardında |
she noticed that behind the first row there was a second row | ilk sıranın ardında ikinci bir sıra olduğunu fark etti |
she noticed that beyond the first row there was another second row of coats hanging | ilk sıranın ardında ikinci bir sıra paltonun daha asılı olduğunu fark etti |
beyond the first row there was a second row | ilk sıranın ardında ikinci bir sıra vardı |
l'évangile /gospel /New Testament /(commonly used for: Bible) | incil |
man /human | insan |
human | insan |
human | insan |
human form | insan şekli |
he was in human form | insan şeklindeydi |
it would be foolish for someone (a human) to lock himself inside a cupboard | insanın kendisini bir dolaba kapatması sersemlik olacaktı |
name (i) | isim |
names (i) | isimler |
their names | isimleri |
their names being / called | isimleri olan |
four children called Peter, Susan, Edmund and Lucy | isimleri Peter, Susan, Edmund ve Lucy olan dört çocuk |
three servants which were called Ivy, Margaret and Betty. | isimleri İvy, Margaret ve Betty olan üç hizmetçi |
Three servants whose names were İvy, Margaret and Betty, but they don't play an excessive role in the story. | isimleri İvy, Margaret ve Betty olan, ama hikâyede fazla rolleri olmayan üç hizmetçi |
station | istasyon |
that we want | istediğimiz |
to want to | istemek |
to push | itmek |
Good evening | iyi akşamlar |
good night | iyi geceler |
to say good night | iyi geceler demek |
to say good night and,,, | iyi geceler deyip... |
it wouldn't be good | iyi olmaz |
wouldn't it be good | iyi olmaz mı |
he will allow | izin verecek |
to allow | izin vermek |
she advanced one more step inside | içeriye doğru bir adım daha ilerledi |
the room passing through which she had come this way | içinden geçerek bu tarafa geldiği oda |
to pass through to come this way /to come this way by passing through | içinden geçerek bu tarafa gelmek |
to pass through | içinden geçmek |
light | ışık |
towards the light | ışığa doğru |
She began to advance towards the light. | ışığa doğru ilerlemeye başladı |
she reached the light | ışığa ulaştı |
into the bright light (into the brightness of the light) | ışığın aydınlığına |
coarse / rough /rude | kaba |
breakfast | kahvaltı |
their breakfast | kahvaltıları |
they had finished their breakfast | kahvaltılarını bitirmişlerdi |
they had finished breakfast | kahvaltıyı bitirmişlerdi |
brown | kahverengi |
wrapped in brown paper | kahverengi kağıda sarılmış |
a lot of packages wrapped in brown paper | kahverengi kağıda sarılmış bir sürü paket |
brown paper | kahverengi kağıt |
to stay /remain | kalmak |
to lock( in) /to close sthg | kapatmak |
door | kapı |
at the door | kapıda |
a big cupboard having a mirror in its door | kapısında ayna olan büyük bir dolap |
something other than a big cupboard/closet having a mirror in its door | kapısında ayna olan büyük bir dolaptan başka bir şey |
they saw a quite empty room, where was nothing but a big cupboard having a mirror in its door | kapısında ayna olan büyük bir dolaptan başka bir şey bulunmadığı oldukça boş bir oda gördüler. |
there was nothing but a big cupboard having a mirror in its door (something other than a big cupboard/closet having a mirror in its door was not found) | kapısında ayna olan büyük bir dolaptan başka bir şey bulunmuyordu |
to cover | kaplamak |
covering (having covered) (k) | kaplamış |
snow | kar |
to snow | kar yağmak |
because of the snow | kar yüzünden |
darkness | karanlık |
in the darkness | karanlıkta |
decision | karar |
in order to prevent from trailing in the snow | karda sürünmesini engellemek için |
covered with snow | karla kaplı |
a snow covered umbrella / an umbrella covered with snow | karla kaplı bir şemsiye |
the crunch-crunch sounds coming from the snow | karlardan gelen kırt-kırt sesleri |
eagle | kartal |
to meet | karşılamak |
floor /étage | kat |
to join /participate / chip in | katılmak |
paper | kağıt |
side (k) | kenar |
to the side | kenara |
to introduce myself | kendimi tanıtmak |
Allow me to introduce myself. | Kendimi tanıtmama izin ver. |
yourself | kendin |
for oneself | kendine |
towards her(self) | kendine doğru |
approaching herself | kendine doğru yaklaşan |
she heard the sound of footsteps approaching herself | kendine doğru yaklaşan ayak sesleri duydu |
to open a way for oneself | kendine yol açmak |
to be about to open a way for herself | kendine yol açmak üzere |
to lock oneself into a cupboard | kendisini bir dolaba kapatmak |
to lock oneself in | kendisini kapatmak |
goat | keçi |
goat leg | keçi bacağı |
that... | ki... |
animal hair /fur /poil | kıl |
church | kilise |
the bible in church (lit. the NT) | kilisedeki incil |
they were even bigger than the Bible in church | kilisedeki İncil'den bile büyüktü |
locked | kilitli |
while she was almost sure that it was locked | kilitli olduğuna neredeyse emin olduğu halde |
to be locked | kilitli olmak |
covered with hair (fur) | kıllarla kaplı |
who | kim |
nobody | kimse |
nobody will say a thing | kimse bir şey demez |
red | kırmızı |
from/of red wool | kırmızı yünden |
rural | kırsal |
in a rural area | kırsal bir bölgede |
a house in a rural area | kırsal bir bölgede olan bir ev |
the house of an elderly professor in a rural area | kırsal bir bölgede olan yaşlı bir profesörün evi |
crunch - crunch (sound) | kırt-kırt |
the crunch-crunch sounds | kırt-kırt sesleri |
short | kısa |
with his short, pointed beard | kısa, sivri sakalıyla |
book | kitap |
with books | kitaplarla |
curly | kıvırcık |
curly hair | kıvırcık saçlar |
With his curly hair and his short, pointed beard, he had a strange (g) but pleasant little face. | Kıvırcık saçları ve kısa, sivri sakalıyla garip ama hoş, küçük bir yüzü vardı. |
girl | kız |
the girl's room | kızların odası |
to the girls'room | kızların odasına |
smell | koku |
arm | kol |
easily | kolayca |
her arms | kolları |
She stretched out her arms towards the front | kollarını öne uzatmıştı |
Don't talk! | Konuşma! |
to talk | konuşmak |
that we talk | konuştuğumuz |
if they hear that we talk | konuştuğumuzu duyarlarsa |
you speak | konuşuyorsun |
hallway | koridor |
tail | kuyruk |
he had placed his tail smoothly on his arm holding the umbrella | kuyruğunu şemsiyeyi tutan kolunun üzerine düzgünce yerleştirmişti |
he had placed his tail on his arm holding the umbrella | kuyruğunu şemsiyeyi tutan kolunun üzerine yerleştirmişti |
bird | kuş |
doubtless | kuşkusuz |
Doubtless /no doubt | kuşkusuz |
No doubt she left the door open | Kuşkusuz kapıyı açık bırakmıştı |
No doubt she left the door open because she knew it would be foolish for someone (a human) to lock himself inside a cupboard | Kuşkusuz kapıyı açık bırakmıştı,çünkü insanın kendisini bir dolaba kapatmasının sersemlik olacağını biliyordu. |
for birds | kuşlar için |
a great place for birds | kuşlar için harika bir yer |
steward /butler /chamberlain (housekeeper) | kâhya |
his housekeeper | kâhyası |
together with his housekeeper Mrs Macready and three servants | kâhyası Bayan Macready ve üç hizmetçi ile birlikte |
He lived together with his housekeeper Mrs Macready and three servants in a very big house. | Kâhyası Bayan Macready ve üç hizmetçi ile birlikte çok büyük bir evde yaşıyordu. |
He lived together with his housekeeper and three servants. | Kâhyası ve üç hizmetçi ile birlikte yaşıyordu. |
corner | köşe |
fur /fur coat | kürk |
it was not fur but a hard, rough and thorny thing | kürk değil sert, kaba ve dikenli bir şeydi |
to touch fur | kürke dokunmak |
small /young | küçük |
He had a small face. | Küçük bir yüzü vardı. |
a little upper floor | küçük bir üst koridor |
lamp /light | lamba |
lamp post | lamba direği |
London | Londra |
far from London | Londra'dan uzak |
when they were sent far from London | Londra'dan uzağa gönderildiklerinde |
there was nothing that Lucy liked more | Lucy 'nin daha çok sevdiği hiçbir şey yoktu |
There nothing Lucy liked more than touching fur and its smell. | Lucy 'nin kürke dokunmaktan ve onun kokusundan daha çok sevdiği hiçbir şey yoktu. |
Lucy (the youngest of them) was afraid | Lucy (en küçükleriydi) korkmuştu. |
Lucy was a bit afraid, but at the same time she was also curious and excited. . | Lucy biraz korkmuştu, ama aynı zamanda meraklı ve heyecanlıydı da. |
Lucy was a bit afraid, but at the same time she was curious. | Lucy biraz korkmuştu, ama aynı zamanda meraklıydı. |
Lucy was a bit afraid. | Lucy biraz korkmuştu. |
except for Lucy | Lucy dışında |
the whole group except for Lucy | Lucy dışında tüm takım |
the whole group went outside again except for Lucy | Lucy dışında tüm takım dışarıya çıktı. |
Lucy had stayed behind, because while (o. h.) she was almost sure that it was locked she thought it was worth trying to open the door of the wardrobe. | Lucy geride kalmıştı, çünkü kilitli olduğuna neredeyse emin olduğu halde, dolabın kapısını açmanın denenmeye değeceğini düşünmüştü. |
Lucy had stayed behind | Lucy geride kalmıştı. |
When he saw Lucy | Lucy gördüğü zaman |
Lucy was scared of him and Edmund had wanted to laugh. | Lucy ondan korkmuş ve Edmund gülmek istemişti. |
He was a little taller than Lucy and had an umbrella covered with very white snow in his hand. | Lucy'den biraz daha uzun boyluydu ve elinde bembeyaz karla kaplı bir şemsiye vardı. |
He was a little taller than Lucy | Lucy'den biraz daha uzun boyluydu. |
what Lucy found /the things Lucy found | Lucy'nin buldukları |
What Lucy found in the cupboard | Lucy'nin dolapta buldukları |
There was nothing Lucy liked more than touching fur. | Lucy'nin kürke dokunmaktan daha çok sevdiği hiçbir şey yoktu. |
There was nothing Lucy liked more than its smell . | Lucy'nin onun kokusundan daha çok sevdiği hiçbir şey yoktu. |
When he saw Lucy, he was so surprised that | Lucy'yi gördüğü zaman öyle şaşırmıştı ki |
When he saw Lucy, he was so surprised that he dropped all his packages to the ground. | Lucy'yi gördüğü zaman öyle şaşırmıştı ki bütün paketlerini yere düşürdü. |
adventure | macera |
their adventures | maceraları |
she wondered and... | merak edip |
while she wondered and thought /while wondering and thinking | merak edip düşünürken |
to wonder | merak etmek |
curious | meraklı |
I don't want to be inquisitive (curious) | meraklı olmak istemiyorum |
she was curious and excited | meraklı ve heyecanlıydı |
she was curious | meraklıydı |
staircase | merdiven |
busy | meşgul |
he was busy | meşguldü |
guest | misafir |
guest room | misafir odası |
guest bed room | misafir yatak odası |
possible (m) | mümkün |
possible (m) | mümkün |
it was possible | mümkündü |
mothballs, I wonder | naftalin topakları mı, acaba |
mothballs? | naftalin topakları mı? |
mothballs | naftalin topağı |
how | nasıl |
How so? /How's that? / What do you mean? | Nasıl yani? |
I didn't see a son of Adam or a daughter of Eve | ne bir Adamoğlu ne de bir Havvakızı gördüm |
What are these | ne bunlar |
What are these, as if they were branches of a tree. /why, it is just like branches of trees. | Ne bunlar sanki bir ağacın dalları gibi. |
neither mountains nor trees | ne dağlar ne de ağaçlar |
It was not possible to see either the mountains or the trees or the creek in the garden. | Ne dağları ne ağaçları ne de bahçedeki dereyi görmek mümkündü. |
it was not possible to see either the mountains or the trees | Ne dağları ne de ağaçları görmek mümkündü |
she knew how foolish it was | ne kadar aptalca olduğunu biliyordu |
neither nor (+ pos verb) | ne ne de |
whatever we do | ne yaparsak yapalım |
neither... nor... | ne... ne de... |
why | neden |
She wondered why there was a lamp post in the middle of the wood and... | Neden ormanın ortasında bir lamba direği olduğunu merak edip |
While she wondered why there was a lamp post in the middle of the wood and thought about what to do now | Neden ormanın ortasında bir lamba direği olduğunu merak edip şimdi ne yapacağını düşünürken |
why is there a lamp post in the middle of the wood? | Neden ormanın ortasında bir lamba direği var? |
almost /nearly | neredeyse |
while she was almost sure | neredeyse emin olduğu halde |
a thing it did not intend | niyet etmediği bir şey |
as if it was about to say a thing it didn't intend | niyet etmediği bir şeyi söylemek üzereymiş gibiydi |
to intend | niyet etmek |
Christmas | Noel |
Christmas shopping | Noel alışverişi |
that /those | o |
those mountains | o dağlar |
Did you see those mountains? | O dağları gördünüz mü? |
he was so busy | o kadar meşguldü |
so many | o kadar çok |
so many hallways | o kadar çok koridor |
room | oda |
room | oda |
in the room | odada |
Except for the dead fly on the window sill there was really nothing else in the room. | Odada pencerenin denizliğindeki ölü sineği saymazsak; gerçekten başka bir şey yoktu. |
Except for the dead fly there was really nothing else in the room. | Odada ölü sineği saymazsak; gerçekten başka bir şey yoktu. |
he was in the room | odadaydı |
they were in the room | odadaydılar |
there could be / possibly /it may be /it's possible | olabilir |
will be | olacak |
being | olan |
they saw a quite empty room | oldukça boş bir oda gördüler |
quite good | oldukça iyi |
in the place where should have been | olması gereken yerde |
when he was | olunca |
shoulder | omuz |
her shoulder | omzu |
over her shoulder (ablative) | omzunun üzerinden |
when looking backwards over her shoulder | omzunun üzerinden geriye bakınca |
When looking backwards over her shoulder she could see the open door of the wardrobe. | Omzunun üzerinden geriye bakınca dolabın açık kapısını görebiliyordu. |
When looking backwards over her shoulder she could see there among the tree trunks the open door of the wardrobe. | Omzunun üzerinden geriye bakınca, orada, ağaçların gövdelerin arasında dolabın açık kapısını görebiliyordu. |
When looking backwards over her shoulder she could see there among the tree trunks the open door of the wardrobe and even the room which she had passed through to come this way. | Omzunun üzerinden geriye bakınca, orada, ağaçların gövdelerin arasında dolabın açık kapısını ve hatta içinden geçerek bu tarafa geldiği odayı görebiliyordu. |
ten | on |
fifteen | on beş |
fifteen kilometers | on beş kilometre |
fifteen kilometers away | on beş kilometre uzakta |
ten minutes | on dakika |
it takes ten minutes | on dakika sürüyor |
to look at it | ona bakmak |
to be afraid of him | ondan korkmak |
after that | ondan sonra |
After that there were a lot of rooms opening successively into each other | Ondan sonra ardı sıra birbirine açılan sürüyle oda vardı |
After that there were a lot of rooms opening successively into each other and all were full of books, most of them were quite old books | Ondan sonra ardı sıra birbirine açılan sürüyle oda vardı ve hepsi kitaplarla doluydu; çoğunluğu epeyce eski kitaplardı |
After that there were a lot of rooms opening successively into each other and all were full of books, most of them were quite old books and some of them were bigger than the Bible in a church. | Ondan sonra ardı sıra birbirine açılan sürüyle oda vardı ve hepsi kitaplarla doluydu; çoğunluğu epeyce eski kitaplardı ve bazıları kilisedeki İncil'den bile büyüktü. |
they | onlar |
to them (dat. pl.) | onlara |
the room being set apart for them | onlara ayrılan oda |
They were in the room being set apart for them. | Onlara ayrılan odadaydılar. |
to be set apart for them | onlara ayrılmak |
when he came to meet them at the door | onları kapıda karşılamaya geldiğinde |
when he came to meet them | onları karşılamaya geldiğinde |
their | onların |
their head | onların başı |
happening to them | onların başına gelen |
something happening to them | onların başına gelen bir şey |
to happen to them | onların başına gelmek |
they loved him (rep) | onu sevmişlerdi |
its smell | onun kokusu |
in front of her | onun önünde |
(in) there (locative) | orada |
there | orada |
there was still daylight (it seemed) | orada hâlâ gün ışığı varmış |
It seemed to be still daylight there. | Orada hâlâ gün ışığı varmış gibi görünmekteydi. |
wood /jungle | orman |
wood /jungle | orman |
in the wood | ormanın içinde |
She began to advance through the wood towards the other light. | Ormanın içinde diğer ışığa doğru ilerlemeye başladı. |
She advanced in/through the wood. | Ormanın içinde ilerledi. |
in the middle of | ortasında |
boy | oğlan |
the boys came | oğlanlar geldiler |
the boys came to the girls'room | oğlanlar kızların odasına geldiler |
The boys came to the girls'room and they began to look around together. | Oğlanlar kızların odasına geldiler ve birlikte etrafı gözden geçirmeye başladılar. |
boys and girls | oğlanlar ve kızlar |
a package | paket |
coat (winter coat) | palto |
the coat was hanging | palto asılıydı |
pushing coats to the side | paltoları kenara iterek |
she dived inbetween the coats | paltoların arasına daldı |
the soft folds of the coats | paltoların yumuşak büklümleri |
pushing the soft folds of the coats to the side | paltoların yumuşak büklümlerini kenara iterek |
she saw that the coat was hanging | paltonun asılı olduğunu gördü |
she saw the coat | paltoyu gördü |
bright / shiny | parlak |
they/it were covered with shiny black hair/fur | parlak siyah kıllarla kaplıydı |
finger | parmak |
with her fingers | parmaklarıyla |
Expecting to touch the back of the cupboard with her fingers she advanced one more step-then two or three - inside | Parmaklarıyla dolabın arkasına dokunacağını umarak içeriye doğru bir - sonra iki ya da üç - adım daha ilerledi |
a row will come out | patırtı çıkar |
to kick up a row | patırtı çıkarmak |
window | pencere |
window | pencere |
from the window | pencereden |
when looked (pass.) outside from the window | pencereden dışarı bakıldığında |
when looked (pass.) outside from the window it was not possible to see either the mountains or the trees or the creek which was in the garden. | pencereden dışarı bakıldığında ne dağları ne ağaçları ne de bahçedeki dereyi görmek mümkündü. |
the window sill | pencerenin denizliği |
which were on the window sill | pencerenin denizliğindeki |
the dead fly on the window sill | pencerenin denizliğindeki ölü sinek |
except for the dead fly on the window sill | pencerenin denizliğindeki ölü sineği saymazsak |
curtain | perde |
badger | porsuk |
post office | postane |
professor | profesör |
The professor was a man who had white hair. | Profesör beyaz saçları olan bir adamdı. |
The professor was a very old man who had white hair. | Profesör beyaz saçları olan çok yaşlı bir adamdı. |
The professor was a man. | Profesör bir adamdı. |
The professor was not married and lived together with his housekeeper Mrs Macready and three servants (whose names were İvy, Margaret and Betty but who didn't play an excessive role in the story) in a very big house. | Profesör evli değildi ve kâhyası Bayan Macready ve (isimleri İvy, Margaret ve Betty olan, ama hikâyede fazla rolleri olmayan) üç hizmetçi ile birlikte çok büyük bir evde yaşıyordu. |
The professor was not married and lived together with his housekeeper Mrs Macready and three servants in a very big house. | Profesör evli değildi ve kâhyası Bayan Macready ve üç hizmetçi ile birlikte çok büyük bir evde yaşıyordu. |
The professor was not married. | Profesör evli değildi. |
The professor was married. | Profesör evliydi. |
with the professor | profesör ile - profesör'le |
The professor was a very old man who had messy white hair covering almost all of his face. | Profesör neredeyse bütün yüzünü kaplamış dağınık beyaz saçları olan çok yaşlı bir adamdı |
The professor was a very old man who had messy white hair covering almost all of his face and the children loved him immediately. | Profesör neredeyse bütün yüzünü kaplamış dağınık beyaz saçları olan çok yaşlı bir adamdı ve çocuklar onu hemen sevmişlerdi. |
The professor was a very old man. | Profesör çok yaşlı bir adamdı. |
The professor looked so strange, that Edmund had wanted to laugh, but not to show it, he had to pretend cleaning his nose. | Profesör öyle tuhaf görünüyordu, ki Edmund gülmek istemişti, ama belli etmemek için sümkürür gibi davranmak zorunda kalmıştı. |
The professor looked so strange, that Edmund had wanted to laugh. | Profesör öyle tuhaf görünüyordu, ki Edmund gülmek istemişti. |
The professor looked so strange, that Lucy had been afraid of him and Edmund had wanted to laugh, but not to show it, he had to pretend cleaning his nose. | Profesör öyle tuhaf görünüyordu, ki Lucy ondan korkmuş ve Edmund gülmek istemişti ama belli etmemek için sümkürür gibi davranmak zorunda kalmıştı. |
to say good night to the professor | Profesör'e iyi geceler demek |
breakfast with the professor | profesör'le kahvaltı |
they had finished their breakfast with the professor | profesör'le kahvaltılarını bitirmişlerdi |
They had just finished their breakfast with the professor and they were in the long room with the low ceiling. | Profesör'le kahvaltılarını yeni bitirmişler ve uzun, alçak tavanlı odadaydılar. |
They had just finished their breakfast with the professor and they were in the room set apart for them on the top floor - the long room with the low ceiling. | Profesör'le kahvaltılarını yeni bitirmişler ve üst katta onlara ayrılan odada - uzun, alçak tavanlı odadaydılar. |
They had just finished their breakfast with the professor and they were in the room set apart for them on the top floor - the long room with the low ceiling, two windows which looked out in one direction and (d) two facing the other. | Profesör'le kahvaltılarını yeni bitirmişler ve üst katta onlara ayrılan odada - uzun, alçak tavanlı, iki penceresinin bir yöne de iki penceresinin diğer yöne baktığı odadaydılar. |
They had just finished their breakfast with the professor | Profesör'le kahvaltılarını yeni bitirmişlerdi |
the professor's house | profesörün evi |
to the professor's house | profesörün evine |
radio | radyo |
painting /picture /drawing | resim |
full of paintings | resimlerle dolu |
a room full of paintings | resimlerle dolu bir oda |
role | rol |
(their) having a role | rolleri olan |
(their) not having a role | rolleri olmayan |
morning | sabah |
only /just (s) | sadece |
only a bird | sadece bir kuş |
beard | sakal |
as if | sanki |
as if he had done Christmas shopping | sanki Noel alışverişi yapmış gibi |
He looked like as if he had done Christmas shopping. | sanki Noel alışverişi yapmış gibi görünüyordu |
to be wrapped | sarılmak |
to wrap | sarmak |
war | savaş |
during the war | savaş sırasında |
respectfully | saygıyla |
to bow (respectfully) | saygıyla eğilmek |
except /besides (lit. if we don't count) | saymazsak |
hair (pl) | saçlar |
among his hair | saçlarının arasında |
from out of his hair | saçlarının arasından |
coming out of his hair from both sides of his front | saçlarının arasından alnının her iki yanından çıkan |
Coming out of his hair, from(on) both sides of his front his horns appeared. | Saçlarının arasından alnının her iki yanından çıkan boynuzları görünmekteydi. |
coming out of his hair | saçlarının arasından çıkan |
Come off it! /Give me a break!/Cut the shit! | Saçmalama |
you (sg) | sen |
Am I right to think that you are a daughter of Eve? | Sen bir Havvakızı olduğunu düşünmekte haklı mıyım? |
Are you what they call a girl? | Sen bir kız dedikleri misin? |
Who are you, that you tell me to go to sleep? | Sen kimsin ki bana yatmamı söylüyorsun? |
Who are you, that you.... | Sen kimsin ki... |
Who are you? | Sen kimsin? |
time for you to go to bed | senin yatağa gitme zamanın |
goofy /scatterbrain /ninny | sersem |
to be foolish | sersemlik olmak |
hard /solid /firm | sert |
a hard, rough and thorny thing | sert, kaba ve dikenli bir şey |
sound /voice /noise | ses |
sound /voice /noise | ses |
cute /charming /amiable | sevimli |
to love /like | sevmek |
they loved (reported past) | sevmişlerdi |
fly (insect) | sinek |
except for the fly / if we don't count the fly | sineği saymazsak |
row /line | sıra |
row after row /in rows /row by row | sıra sıra |
during | sırasında |
pointed /sharp /spitz | sivri |
black | siyah |
they/it was covered with black hair/fur | siyah kıllarla kaplıydı |
Then she felt some things crunching under her feet. | Sonra ayaklarının altında çıtırdayan bir şeyler hissetti. |
then two or three | sonra iki ya da üç |
Then when you/one went down three stairs and five up there occured a door | Sonra üç basamak aşağı ve beş basamak yukarı çıkılınca bir kapı görülüyordu. |
Then when you/one went down three stairs and five up there occured a door leading to a little upper floor and a balcony. | Sonra üç basamak aşağı ve beş basamak yukarı çıkılınca küçük bir üst koridor ve balkona açılan bir kapı görülüyordu. |
problem | sorun |
if there is a problem | sorun çıkarsa |
a problem arise /problem come up | sorun çıkmak |
cold | soğuk |
to stop talking /to be quiet /to shut up | susmak |
as I said /as I was saying | söylediğim gibi |
to say / speak | söylemek |
you say | söylüyorsun |
to blow one's nose | sümkürmek |
like blowing his nose | sümkürür gibi |
to act as if blowing his nose | sümkürür gibi davranmak |
to wipe on /rub against | sürmek |
surprise | sürpriz |
surprisingly | sürpriz bir şekilde |
surprisingly easy | sürpriz bir şekilde kolayca |
flock / herd/swarm / crowd | sürü |
to drag /trail /crawl | sürünmek |
a lot of (s) | sürüyle |
she saw a row of (a lot of - s) coats hanging | sürüyle paltonun asılı olduğunu gördü |
it takes / pass (time) | sürüyor |
floor /base /Boden | taban |
of course (that) | tabii ki |
of course | tabii ki |
of course she had left the door open | tabii ki kapıyı açık bırakmıştı |
team /group | takım |
exactly | tam olarak |
she understood exactly | tam olarak anladı |
she didn't exactly understand | tam olarak anlamadı |
not exactly understanding | tam olarak anlamayarak |
just in time | tam zamanında |
as if it had remembered just in time | tam zamanında hatırlamış gibiydi |
to know (someone) | tanımak |
to introduce s. o. | tanıtmak |
side (t) | taraf |
ceiling | tavan |
to carry | taşımak |
skin (t) | ten |
his skin(t) also was quite red | teni de oldukça kırmızıydı |
fox | tilki |
pellet (ball) | topak |
to gather | toplamak |
busy with gathering | toplamakla meşgul |
hoof | toynak |
powder/ dust | toz |
powdery /pulverulent | toz halinde |
train | tren |
train station | tren istasyonu |
from the train station | tren istasyonundan |
strange (t) | tuhaf |
someone strange | tuhaf birisi |
Someone strange came out from among the trees into the bright light. | Tuhaf birisi ağaçların arasından ışığın aydınlığına çıktı. |
Someone strange came out from among the trees. | Tuhaf birisi ağaçların arasından çıktı. |
he looked strange | tuhaf görünüyordu |
Mr. Tumnus | Tumnus Bey |
to hold | tutmak |
all of | tüm |
because of all of these packages and the snow | tüm bu paketler ve kar yüzünden |
Because of all of these packages and the snow he looked like he had done Christmas shopping. | Tüm bu paketler ve kar yüzünden sanki Noel alışverişi yapmış gibi görünüyordu. |
because of all of these packages | tüm bu paketler yüzünden |
all of these | tüm bunlar |
very close to all of these | tüm bunların çok yakınında |
Very close to all of these, they saw a quite empty room, where was nothing but a big cupboard having a mirror in its door | Tüm bunların çok yakınında, kapısında ayna olan büyük bir dolaptan başka bir şeyin bulunmadığı oldukça boş bir oda gördüler. |
the whole group | tüm takım |
the whole group went outside again | tüm takım yeniden dışarıya çıktı |
kind | tür |
kind of house | türden bir ev |
to reach | ulaşmak |
to hope /expect | ummak |
unexpected /unimagined /unforeseen | umulmadık |
there were many places that were unexpected | umulmadık birçok yer vardı |
it had many unexpected places | umulmadık birçok yeri vardı |
far /away /remote | uzak |
distant | uzak |
in the distance | uzakta |
to extend /stretch | uzatmak |
long | uzun |
long /tall | uzun |
tall | uzun boylu |
He was tall | uzun boyluydu |
long hallways | uzun koridorlar |
the long hallways and the rows of doors opening to empty rooms had begun to frighten her | uzun koridorlar ve boş odalara açılan sıra sıra kapılar onu ürpertmeye başlamıştı. |
they were in the long room | uzun odadaydılar |
they were in the long room with the low ceiling | uzun, alçak tavanlı odadaydılar |
there is /there are | var |
there was /there were | vardı |
and | ve |
and | ve |
and they began to look around together | ve birlikte etrafı gözden geçirmeye başladılar |
And in this way their adventures began. | Ve bu şekilde maceraları başlamış oldu. |
and all were full of books | ve hepsi kitaplarla doluydu |
and after a short while | ve kısa bir süre sonra |
And after a short while someone strange came out from among the trees into the bright light. | Ve kısa bir süre sonra tuhaf birisi ağaçların arasından ışığın aydınlığına çıktı. |
and there they saw an armour. | ve orada bir zırh gördüler. |
And the woods? | Ve ormanları? |
And then she saw a light ahead. | Ve sonra ileride bir ışık gördü. |
And then she saw a light ahead, not at few centimeters distance at the place where the back side of the cupboard should have been | Ve sonra ileride bir ışık gördü; birkaç santim uzakta dolabın arka yüzünün olması gereken yerde değil |
And then she saw a light ahead, not at few centimeters distance at the place where the back side of the cupboard should have been, but the light was far away. | Ve sonra ileride bir ışık gördü; birkaç santim uzakta dolabın arka yüzünün olması gereken yerde değil, ama epeyce uzaktaydı ışık. |
and the children loved him almost immediately | ve çocuklar onu hemen sevmişlerdi |
when he x'ed | x- diğinde |
when they x'ed | x-diklerinde |
near | yakın |
approaching | yaklaşan |
about / circa / rough / approximative | yaklaşık |
about ten minutes | yaklaşık on dakika |
in/at about ten minutes | yaklaşık on dakikada |
in about ten minutes she reached the light | yaklaşık on dakikada ışığa ulaştı |
In about ten minutes she reached the light and saw that this was a lamp post. | Yaklaşık on dakikada ışığa ulaştı ve bunun bir lamba direği olduğunu gördü. |
side (y) | yan |
so / namely | yani |
he didn't answer | yanıt vermedi |
to answer (y. e.) | yanıt vermek |
I will do | yapacağım |
let us do | yapalım |
if we do | yaparsak |
to do | yapmak |
not to do | yapmamak |
to remember not to do | yapmamayı hatırlamak |
as if it had remembered just in time not to do so | yapmamayı tam zamanında hatırlamış gibiydi |
to allow that we do | yapmamıza izin vermek |
tomorrow | yarın |
Let's start exploring tomorrow. | Yarın araştırmaya başlayalım |
I say let's start exploring tomorrow. | Yarın araştırmaya başlayalım, derim. |
sleep! | yat! |
bed | yatak |
bed room | yatak odası |
time to go to bed | yatağa gitme zamanı |
to go to bed | yatağa gitmek |
to go to bed /to go to sleep | yatmak |
I will go to sleep | yatmaya gideceğim |
if we go to bed | yatsak |
to fall /drop (rain/snow) | yağmak |
rain | yağmur |
it would rain | yağmur yağacaktı |
it was raining | yağmur yağıyordu |
to live | yaşamak |
he lived | yaşıyordu |
an old professor | yaşlı bir profesör |
food | yemek |
dining room | yemek odası |
to go to the dining room | yemek odasına gitmek |
even to go to the dining room | yemek odasına gitmek bile |
even to go to the dining room it takes ten minutes | yemek odasına gitmek bile on dakika sürüyor |
to go to the dining room it takes ten minutes | yemek odasına gitmek on dakika sürüyor |
new /recent(ly) / only just | yeni |
again /de nouveau /afresh | yeniden |
place | yer |
in the place | yerde |
to fall on the ground | yere düşmek |
to drop to the ground | yere düşürmek |
instead of | yerine |
to place /position | yerleştirmek |
green | yeşil |
green curtains | yeşil perdeler |
snake | yılan |
to open a way | yol açmak |
tired | yorgun |
being tired | yorgun olan |
Edmund who was tired (being tired) | yorgun olan Edmund |
Edmund who was tired and who grew bad-tempered when he was tired | yorgun olan yorgun olunca da huysuzlaşan Edmund |
Edmund, who was tired and getting distempered when he was tired, but (a) trying to dissimulate this, said:'Give me a break! Don't talk like this!" | Yorgun olan yorgun olunca da huysuzlaşan, ancak bunu belli etmemeye çalışan Edmund 'Saçmalama' dedi. 'Böyle konuşma!' |
Edmund who was tired, but (a) trying to dissimulate this | yorgun olan, ancak bunu belli etmemeye çalışan Edmund |
Edmund, who was tired and getting distempered when he was tired, but (a) trying to dissimulate this | Yorgun olan, yorgun olunca da huysuzlaşan, ancak bunu belli etmemeye çalışan Edmund |
when he was tired | yorgun olunca |
and when he was tired | yorgun olunca da |
and Edmund who grew bad-tempered when he was tired | Yorgun olunca da huysuzlaşan Edmund |
heavy / dense /busy | yoğun |
it was raining heavily | yoğun bir yağmur yağıyordu |
up | yukarı |
upstairs / upper floor | yukarı kat |
to go (ç) upstairs | yukarı kata çıkmak |
after going upstairs | yukarı kata çıktıktan sonra |
when you went up(lit. when gone up) | yukarı çıkılınca |
to ascend | yukarı çıkmak |
soft | yumuşak |
she touched something soft | yumuşak bir şeye dokundu |
soft and cold things | yumuşak ve soğuk şeyler |
soft and cold things were in the middle of falling | yumuşak ve soğuk şeyler düşmekteydi |
Soft and cold things were in the middle of falling on her. | Yumuşak ve soğuk şeyler üzerine düşmekteydi. |
she touched something soft and powdery | yumuşak ve toz halinde bir şeye dokundu |
direction | yön |
wool | yün |
to walk | yürümek |
face | yüz |
face | yüz |
surface | yüzey |
his face | yüzü |
because of | yüzünden |
because of | yüzünden |
in order not to hit her face at the back of the cupboard | yüzünü dolabın arkasına çarpmamak için |
in order not to hit her face at the back of the cupboard she stretched out her arms to the front | yüzünü dolabın arkasına çarpmamak için kollarını öne uzatmıştı. |
she wiped her face over the coats | yüzünü paltolara sürdü |
in order not to hit her face | yüzünü çarpmamak için |
time | zaman |
time | zaman |
anyway /in first place /besides | zaten |
armour | zırh |
to be obliged to /to be forced to/to have to | zorunda kalmak |
to hit | çarpmak |
to exit | çıkmak |
to crunch /scrunch / crackle (branches / snow when crushed) | çıtırdamak |
some things crunching | çıtırdayan bir şeyler |
child | çocuk |
children | çocuklar |
the children had been sent | çocuklar gönderilmişlerdi |
The children were sent to the house of an elderly professor in a rural area. | Çocuklar kırsal bir bölgede olan yaşlı bir profesörün evine gönderilmişlerdi. |
There are children. | Çocuklar var. |
The children had been sent to the house of an old professor. | Çocuklar yaşlı bir profesörün evine gönderilmişlerdi. |
The children were sent to the house of an elderly professor in a rural area fifteen kilometers away from the nearest train station and three kilometers from the post office. | Çocuklar, kırsal bir bölgede en yakın tren istasyonundan on beş kilometre ve en yakın postaneden üç kilometre uzakta olan yaşlı bir profesörün evine gönderilmişlerdi. |
as the children expected | çocukların beklediği gibi |
very | çok |
very big | çok büyük |
in a very big house | çok büyük bir evde |
He lived in a very big house. | Çok büyük bir evde yaşıyordu. |
much bigger | çok daha büyük |
I am delighted | çok memnun oldum |
a very cute old man | çok sevimli bir ihtiyar |
very cold | çok soğuk |
They came to a very long room. | Çok uzun bir odaya geldiler. |
the majority /most of them | çoğunluğu |
most of them were quite old books | çoğunluğu epeyce eski kitaplardı |
most of them being long fur coats | çoğunluğu uzun kürk olan |
because | çünkü |
because she knew | çünkü biliyordu |
because she thought to open the door of the wardrobe was worth to be tried. (worth trying) | çünkü dolabın kapısını açmanın denenmeye değeceğini düşünmüştü. |
because the Faun in order to keep his tail from trailing in the snow | çünkü Faun kuyruğunun karda sürünmesini engellemek için |
because she knew it would be foolish for someone (a human) to lock himself inside a cupboard | çünkü insanın kendisini bir dolaba kapatmasının sersemlik olacağını biliyordu. |
because while she was almost sure that it was locked she thought it was worth trying to open the door of the wardrobe. | çünkü kilitli olduğuna neredeyse emin olduğu halde, dolabın kapısını açmanın denenmeye değeceğini düşünmüştü. |
dead | ölü |
the dead fly | ölü sinek |
except for the dead fly | ölü sineği saymazsak |
except for the dead fly there was really nothing else | ölü sineği saymazsak, gerçekten başka bir şey yoktu |
to the front | öne |
in front of | önünde |
so /such | öyle |
so /such | öyle |
such a house | öyle bir ev |
he looked so strange | öyle tuhaf görünüyordu |
he looked so strange, that Lucy had been afraid of him | öyle tuhaf görünüyordu, ki Lucy ondan korkmuştu |
he looked so strange, that... | öyle tuhaf görünüyordu, ki... |
it was raining so heavlily that.. | öyle yoğun bir yağmur yağıyordu ki... |
he was so surprised that | öyle şaşırmıştı ki |
to frighten s. o. (increasingly/slowly... usually for a situation /an environment /an atmosphere) | ürpertmek |
top floor/upstairs (ü. k.) | üst kat |
on the top floor | üst katta |
They were in the room on the top floor, set apart for them - the long room with the low ceiling. | Üst katta onlara ayrılan odada - uzun, alçak tavanlı odadaydılar. |
They were in the room being set apart for them on the top floor. . | üst katta onlara ayrılan odadaydılar |
they were in the long room with the low ceiling, set apart for them on the top floor. | Üst katta onlara ayrılan uzun, alçak tavanlı odadaydılar |
to be about /on the brink of / on the verge of | üzere |
as if it was about to | üzereymiş gibiydi |
on top of /onto (direction) | üzerine |
on top of her (direction/dative) | üzerine |
three | üç |
three stairs down | üç basamak aşağı |
three kilometers away | üç kilometre uzakta |
The old man will allow that we do all we want. | İhtiyar her istediğimizi yapmamıza izin verecek. |
The first night, after (they)had said good night to the professor and gone upstairs | İlk gece, Profesör'e iyi geceler deyip yukarı kata çıktıktan sonra |
The first night, after (they)had said good night to the professor and gone upstairs, the boys came to the girls'room and they began to look around together. | İlk gece, Profesör'e iyi geceler deyip yukarı kata çıktıktan sonra oğlanlar kızların odasına geldiler ve birlikte etrafı gözden geçirmeye başladılar. |
The first night, (when they) said good night to the professor and... | İlk gece, Profesör'e iyi geceler deyip... |
hawk | şahin |
possibly hawks, too | şahinler de olabilir |
surprized /puzzled | şaşkın |
umbrella | şemsiye |
his arm holding the umbrella | şemsiyeyi tutan kolu |
he was holding the umbrella | şemsiyeyi tutuyordu |
thing | şey |
the thing was not any longer soft fur but a hard, rough and thorny thing | şey artık yumuşak kürk değil, sert, kaba ve dikenli bir şeydi |
she noticed that the thing was not any longer soft fur but a hard, rough and thorny thing | şeyin artık yumuşak kürk değil, sert, kaba ve dikenli bir şey olduğunu fark etti |
She noticed that the thing was no longer soft fur but something hard, rough and even thorny. | şeyin artık yumuşak kürk değil, sert, kaba ve hatta dikenli bir şey olduğunu fark etti |
the thing being something thorny | şeyin dikenli bir şey olduğu |
She noticed that the thing was something thorny. | şeyin dikenli bir şey olduğunu fark etti |
to complain | şikayet etmek |
what she will do now | şimdi ne yapacak |
while she was thinking what to do now | şimdi ne yapacağını düşünürken |
up till now /until now /so far | şimdiye kadar |