Reading Turkish: The Wheel of Time Vol. 1- The Eye of the World - Dünyanın Gözü

QuestionAnswer
a head taller than
-den bir baş uzun
abandon oneself to fall prey to/be taken by /be overcome by /o
-e kapılmak
man
adam
stable
ahır
the stable walls
ahır duvarları
axle
aks
the creaking of the axle
aksın gıcırtısı
the soft creaking of the axle
aksın yumuşak gıcırtısı
The soft creaking of the axle sounded loud.
Aksın yumuşak gıcırtısı yüksek geliyordu.
attention /care
aldırış
without paying attention
aldırış etmeden
to pay attention /to care
aldırış etmek
below / beneath
altında
but
ama
But it was a beginning
Ama bir başlangıçtı.
But concerning the brandy and the wine he had given his word, still he had waited for the delivery until one day before the festival.
Ama brendi ve şarap konusunda söz vermişti, yine de teslimat için festivalden bir gün öncesine kadar beklemişti.
But concerning the brandy and the wine he had given his word.
Ama brendi ve şarap konusunda söz vermişti.
but it was that kind of day
ama bu o tür bir gündü
But the feeling continued, got stronger.
Ama duygu devam etti, güçlendi.
But the feeling continued.
Ama duygu devam etti.
but inside
ama içinde
but inside there was a solidness
ama içinde bir sağlamlık vardı.
but inside there was a solidness, that even if he were overcome by flood his feet would not be uprooted.
ama içinde, sanki sele kapılsa bile ayaklarını yerden kesilmeyecekmiş gibi bir sağlamlık vardı.
but its light was darkness as if mixed with shadow
ama ışığı karanlıktı sanki gölgeyle karışmış gibi
memories
anılar
memories
anılar
it / they leave memories
anılar bırakır
the memories fade
anılar solar
The memories are forgotten.
Anılar unutulur.
monument
anıt
mother
anne
his mother
annesi
His mother was a foreigner and apart from her smiling face he didn't remember many things; still he continued to put flowers on her grave every Spring at Bel Tine and every Summer on Sundays.
Annesi bir yabancı idi ve gülümseyen yüzü dışında pek bir şey hatırlamıyordu, yine de her bahar Bel Tine'da ve her yaz, pazarları mezarına çiçek koymaya devam ediyordu.
His mother was a foreigner and apart from her smiling face he didn't remember many things.
Annesi bir yabancı idi ve gülümseyen yüzü dışında pek bir şey hatırlamıyordu.
His mother was a foreigner
Annesi bir yabancı idi.
from his mother
annesinden
it came from his mother
annesinden geldi
like a fool / foolish
aptal gibi
wagon / car / cart
araba
a horse with a wagen
araba ile bir at
behind
arkasında
it was no longer safe
artık güvenli değildi
it was no longer safe to be outside after dark
Artık hava karardıktan sonra dışarıda olmak güvenli değildi.
after dark it was no longer safe
artık hava karardıktan sonra güvenli değildi
stick
asa
to hang (on) / to be suspended
asılmak
horse
at
horse
at
to reach the horses
atlara ulaşmak için
prey
av
in the position of prey
av konumunda
foot
ayak
His feet wouldn't be cut of the ground /his feet wouldn't be uprooted
Ayaklarını yerden kesilmeyecekmiş gibi
bright / brightness
aydınlık
bear
ayı
bear
ayı
a bear had not come down
ayı inmemişti
bears also were after the sheep
ayılar da koyunların peşindeydi
Bears also were after the sheep whereas for years a bear had not come down there.
Ayılar da koyunların peşindeydi, halbuki yıllardır oralara ayı inmemişti.
net
tree
ağaç
groups of trees
ağaç toplulukları
trees
ağaçlar
under the trees
ağaçların altına
upon the stones scattered under the trees
ağaçların altına saçılmış taşların üzerine
among the trees
ağaçların arasında
Among the trees nothing was moving, nothing made a sound but the wind. .
Ağaçların arasında rüzgârdan başka hiçbir şey kıpırdamıyor, ses çıkarmıyordu.
Among the trees nothing was moving but the wind.
Ağaçların arasında rüzgârdan başka hiçbir şey kıpırdamıyordu.
(sheep) fold/pen /Gehege /Koppel
ağıl
heavy / weighty / grave / severe
ağır
a heavy silence
ağır bir sessizlik
downwards
aşağıya
downwards into the Two Rivers
aşağıya İki Nehir'e doğru
Downwards it flailed into the Two Rivers, into the entangled wood called the Westwood and beat two men walking with a horse and a wagon down the rock-strewn track called the Quarry Road.
Aşağıya İki Nehir'e doğru Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru çırpındı ve Taşocağı Yolu denilen taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü.
Downwards it flailed into the Two Rivers, into the entangled wood called the Westwood.
Aşağıya İki Nehir'e doğru Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru çırpındı.
Father
baba
his father
babası
He was a head taller than his father.
Babasından bir baş uzundu.
He was a head taller than his father and than everyone in that region and in his appearance were very (ç) few things of Tam, maybe nothing apart from the width of his shoulders.
Babasından ve o bölgedeki herkesten bir baş uzundu ve görünüşünde Tam'dan çok az şey vardı, belki omuzların genişliği dışında hiçbir şey.
leg
bacak
legs
bacaklar
his legs
bacakları
to/ against his legs
bacaklarına
(ancient word for) wine
bade
the Winespring Inn
Badeçay Hanı
Spring (b)
Bahar
spring
bahar
The arrival (coming) of Spring (b)
Baharın gelmesi
its being a month past upon the arrival of Spring
Baharın gelmesinin üzerinden bir ay geçmiş olması
Although its being (dative) a month past upon the arrival of Spring
Baharın gelmesinin üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen
Although its being a month past upon the arrival of Spring the wind was carrying an icy cold (quasi) as if it would have preferred to bring snow.
Baharın gelmesinin üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen rüzgar sanki kar getirmeyi tercih edermişçesine buz gibi bir soğuk taşıyordu.
judged by /looked at + dat.
bakılırsa
to look
bakmak
west
Batı
The Westwood
Batıormanı
The entangled wood called the Westwood
Batıormanı denilen dolaşık orman
towards / into the entangled wood called the Westwood
Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru
westwards
batıya
to sink /go down (sun)
batmak
flag
bayrak
like a flag
bayrak gibi
beginning
başlangıç
beginnings
başlangıçlar
there are beginnings
başlangıçlar vardır
there are beginnings and endings
başlangıçlar ve bitişler vardır
baby
bebek
to wait (for) / to expect / to hope for + Acc
beklemek
to wait
beklemek
he had waited
beklemişti
to be made waiting > to settle /ripen
bekletilmek
to make s. o. wait
bekletmek
in order to be used at Bel Tine
Bel Tine'da kullanılmak üzere
the arrival of Bel Tine
Bel Tine'ın gelmesi
as happy as he was about the arrival of Bel Tine
Bel Tine'ın gelmesinden olduğu kadar memnun
at the other/far side of Bela
Bela'nın öbür yanında
maybe nothing apart from the width of his shoulders
belki omuzların genişliği dışında hiçbir şey
white
beyaz
Accumulations of white snow were still covering the ground.
Beyaz kar birikintileri hâlâ toprağı örtüyordu.
even
bile
even (b)
bile
a memory
bir anı
a fool
bir aptal
a horse and a wagon
bir at ve araba
with a horse and a wagon
bir at ve araba ile
two men with a horse and a wagon
bir at ve araba ile iki adam
two men walking with a horse and a wagon
bir at ve araba ile yürüyen iki adam
a month
bir ay
a month past
bir ay geçmiş
it was a month past / being a month past
bir ay geçmiş olması
Like the rock in the middle of a dream.
Bir düşün ortasındaki kaya gibi.
a monument of reality
bir gerçeklik anıtı
a shirt
bir gömlek
a day
bir gün
a feeling
bir his
a mare
bir kısrak
According to some a wind rose in the Misty Mountains.
Bir rüzgar kimilerine göre Puslu Dağlar'da yükseldi.
a wind rose
bir rüzgar yükseldi
It was a morning.
Bir sabahtı.
a silence was suspended
bir sessizlik asılıydı
for a while
bir süre
For a while he tried to throw it off.
Bir süre bunu üstünden atmaya çalıştı.
a kind
bir tür
a bow
bir yay
an age /epoche /era
bir çağ
an age
bir çağ
In an age, according to some (in) the Third Age
Bir Çağ'da, kimilerine göre Üçüncü Çağ'da
In an age, according to some (in) the Third Age, in an age yet to come, (in an age) already passed (and) gone, a wind rose in the Misty Mountains.
Bir Çağ'da, kimilerine göre Üçüncü Çağ'da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ'da Puslu Dağlar'da bir rüzgar yükseldi.
in an age
bir çağda
A spider was weaving its net in the tree.
Bir örümcek ağaçta ağını örüyordu.
it / they leave
bırakır
to leave
bırakmak
a little bit
biraz
a bit stiffened
biraz sertleşmiş
a little bit of green
biraz yeşillik
deposit / accumulation
birikinti
the first
birinci
the First Age
Birinci Çağ
ending
bitiş
endings
bitişler
there are endings
bitişler vardır
plant
bitki
plants / vegetation
bitkiler
over / along / round
boyunca
free, empty
boş
an empty road
boş bir yol
An Empty Road
Boş Bir Yol
concerning the brandy and the wine
brendi ve şarap konusunda
This spring he did not expect them anyway / in first place
Bu bahar bunları zaten beklemiyordu.
He had announced that it would take more than wolves and a cold wind to prevent him from making his delivery this spring. .
Bu bahar teslimatını yapmasını engellemek için kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlasının gerekeceğini ilan etmişti.
this was a day
bu bir gündü
It was that kind of day.
Bu o tür bir gündü.
these days
bugünlerde
cloud
bulut
clouds
bulutlar
with clouds
bulutlarla
covered with clouds : cloud covered
bulutlarla kaplı
cloud-covered summits
bulutlarla kaplı zirveler
beneath the cloud-covered peaks
bulutlarla kaplı zirvelerin altında
these
bunlar
He did not expect them
Bunları beklemiyordu
He is expecting them (these) / he is waiting for them
Bunları bekliyor
He was expecting them (these) / he was waiting for them
Bunları bekliyordu
He really did not expect them.
Bunları gerçekten beklemiyordu
He really was expecting them.
Bunları gerçekten bekliyordu.
the same as these
bunların aynısı
to throw it off
bunu üstünden atmak
He tried to throw it off
Bunu üstünden atmaya çalıştı.
apart from this / other than this / for the rest
bunun dışında
apart from this there was silence
bunun dışında bir sessizlik vardı
ice
buz
icy (ice like)
buz gibi
an icy cold
buz gibi bir soğuk
region
bölge
flank /side
böğür
blackberry / Brombeere
böğürtlen
blackberries
böğürtlenler
blackberry branches
böğürtlenlerin dalları
The blackberry branches were spreading brown nets.
Böğürtlenlerin dalları kahverengi ağlar yayıyordu.
on blackberry branches
böğürtlenlerin dalları üzerinde
on the blackberry branches
böğürtlenlerin dallarının üzerinde
the shores of a great ocean
büyük bir okyanusun kıyıları
coat
ceket
his coat
ceketi
more
daha
more than
daha fazla
thicker
daha kalın
harder
daha zorlu
always
daima
the always cloud-capped peaks
daima bulutlarla kaplı zirveler
below the always/ever cloud-capped peaks
daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında
the wind born under the always cloud-capped peaks
daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar
the wind born under the always cloud-capped peaks
daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar
The wind born under the always cloud-capped peaks blew over the mountains.
Daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar dağlar boyunca esti.
branch
dal
to make sth flap /to cause (water) to break into waves/to cause (sth) to undulate; to cause (sth) to wave/sway (as in a wind)/ripple
dalgalandırmak
to flap / ripple / undulate/ flattern / wogen / schlingern (Boot)
dalgalanmak
branches
dallar
branches
dallar
in the branches
dallarda
There where squirrels in the branches.
Dallarda sincaplar vardı.
There were no squirrels in the branches.
Dallarda sincaplar yoktu.
There were no squirrels crackling in the branches.
Dallarda çıtırdayan sincaplar yoktu.
There were birds singing in the branches.
Dallarda öten kuşlar vardı.
The birds in the branches were singing.
Dallardaki kuşlar ötüyordu.
mountain
dağ
mountain
dağ
mountains
dağlar
the wind who gave its name to the mountains
dağlara ismini veren rüzgar
the wind who gave his name to the mountains
dağlara ismini veren rüzgar
The wind born under the always cloud-capped peaks, who gave his name to the mountains
Dağlara ismini veren, daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar,
The wind born under the always cloud-capped peaks, who gave his name to the mountains blew eastwards, along the Sand Hills, over the place who was the shore(s) of a great ocean before the Breaking of the World.
Dağlara ismini veren, daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar, doğuya, Kum Tepeleri boyunca, Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer boyunca esti.
in the mountains
dağlarda
in the mountains
dağlarda
it must have passed harder in the mountains
dağlarda daha sert geçmiş olmalıydı
his trying / that he tried
denediği
the times he tried
denediği zamanlar
half of the times he tried
denediği zamanların yarısında
to try (one time experiment)
denemek
called (Present Participle)
denilen
skin(d)
deri
deep
derin
a deep shadow
derin bir gölge
His skin was prickling as if he was being tickled from inside.
Derisi içinden gıdıklanıyormuş gibi iğnelendi.
his skin was tickling from inside
derisini içinden gıdıklanıyordu
to continue /to keep on
devam etmek
He was reminding to continue.
devam etmesini hatırlatıyordu.
(it) is not
değil
(it) was not
değildi
to stand on edge /to have goosebumps
diken diken olmak
thorny
dikenli
things to watch out for
dikkat etmesi gereken şeyler
careful
dikkatli
careless / listless / heedless
dikkatsiz
a careless boot
dikkatsiz bir çizme
upon careless boots
dikkatsiz çizmelerin üzerinde
he said /they said (with pl subject)
diyordu
said his manners
diyordu tavırları
the other
diğer
the other hand
diğer el
in the other hand
diğer elde
in his other hand
diğer elinde
In the/his other hand he had a bow.
Diğer elinde bir yay vardı.
In his other hand there was/he had a bow whose arrow was nocked, ready to be drawn.
Diğer elinde oku takılmış çekilmeye hazır bir yay vardı.
In his other hand he had a bow ready for pulling, whose arrow was nocked.
Diğer elinde, oku takılmış olan, çekilmiş hazır bir yay vardı.
tooth
diş
outside /exterior
dışarıda
to be outside
dışarıda olmak
it was not safe to be outside
dışarıda olmak güvenli değildi
except (that) / outside (of) / apart from
dışında
with their teeth
dişleriyle
to touch
dokunmak
to touch (+dat)
dokunmak
entangled
dolaşık
an entangled wood
dolaşık bir orman
(who is/was) born (Present Participle)
doğan
to be/get born
doğmak
towards
doğru
east
doğu
(which were ) in the east
doğudaki
the trees (which were) in the east
doğudaki ağaçlar
on top of the trees in the east
doğudaki ağaçların üzerine
who gives birth / who gave birth (Present participle)
doğuran
who gives birth / who gave birth (Present participle)
doğuran
to give birth
doğurmak
to give birth
doğurmak
eastwards
doğuya
eastwards
doğuya
wall
duvar
the feeling
duygu
losing (needles)
döken
to lose (leaves/needles) / to pour /dump /effuse /diffuse
dökmek
while turning / while it turns (-ken Gerund)
dönerken
to turn
dönmek
to beat (up) (repeated beating)
dövmek
world
dünya
the eye of the world
dünyanın gözü
The Eye of the World
Dünyanın Gözü
The Breaking of the World
Dünyanın Kırılışı
before the Breaking of the World
Dünyanın Kırılışı'ndan önce
the place who was the shore(s) of a great ocean before the Breaking of the World
Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer
dream
düş
in the middle of a dream
düşün ortasında
thought
düşünce
without thinking
düşünmeden
to think
düşünmek
to drop / to throw
düşürmek
legend
efsane
legend
efsane
legends
efsaneler
legends become myth
efsaneler mit olur
legends become myth
efsaneler mit olur
Legends become myth and even the myths are forgotten.
Efsaneler mit olur ve mitler bile unutulur.
Legends become myth and when the age who gave birth to them comes again, even the myths are forgotten.
Efsaneler mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde, mitler bile unutulur.
legends fade to myth ( legends when fading become myth )
efsaneler solarak mit olur
Legends legends fade to myth ( legends when fading become myth ) and when the age who gave birth to them comes again, even the myths are forgotten.
Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde, mitler bile unutulur.
Legends fade to myth ( legends when fading become myth ) and when the age who gave birth to them comes again, even the myths are forgotten.
Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde, mitler bile unutulur.
The legends are forgotten.
Efsaneler unutulur.
which become legendary / becoming legendary Present Participle
efsaneleşen
which become legendary / becoming legendary Present Participle
efsaneleşen
memories which become legendary
efsaneleşen anılar
it leaves/ they leave memories which become legendary
efsaneleşen anılar bırakır
to become legendary
efsaneleşmek
hand
el
off his hand
elinden
with the hand
elle
apple
elma
apple brandy
elma brendi
apple cider
elma şarabı
sure / certain / confident /positive / secure / reliable
emin
I am not sure
Emin değilim
I couldn't make sure
Emin olamadım
I made sure / I assured myself
Emin oldum
to be sure / make sure
emin olmak
He wanted to be sure / He wanted to check
Emin olmak istedi
He always had wanted to make sure (now it's too late)/ He would have wanted to make sure (had there been an opportunity)
Emin olmak isterdi
I want to be sure
Emin olmak istiyorum
I am sure
Eminim
Emond's Field
Emond Meydanı
the oldest people
en yaşlı kişiler
tougher than what the oldest people remember
en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu
they'd better don't try to hinder
engellemeye çalışmasalar iyi olurdu
breeze
esinti
When a breeze snatched his cloak off his hand
Esinti pelerinini elinden kopardığında
When a breeze snatched his cloak off his hand he looked at his father.
Esinti pelerinini elinden kopardığında babasına baktı.
breezes
esintiler
The breezes glued his cloak to his back.
Esintiler pelerinini sırtına yapıştırdı.
The breezes glued Rand al Thor's cloak to his back, slapped the earth coloured woolen cloth against his legs, then fanned it out behind (him).
Esintiler Rand al Thor'un pelerinini sırtına yapıştırdı, toprak rengi yün kumaşı bacaklarına çarptı, sonra arkasında havalandırdı.
The breezes glued Rand al Thor's cloak to his back, slapped the woolen cloth against his legs, then fanned it out behind (him).
Esintiler Rand al Thor'un pelerinini sırtına yapıştırdı, yün kumaşı bacaklarına çarptı, sonra arkasında havalandırdı.
The breezes glued Rand al Thor's cloak to his back, (and) slapped the woolen cloth against his legs.
Esintiler Rand al Thor'un pelerinini sırtına yapıştırdı, yün kumaşı bacaklarına çarptı.
The breezes glued Rand al Thor's cloak to his back.
Esintiler Rand al Thor'un pelerinini sırtına yapıştırdı.
old and dirty boots
eski ve pis çizmeler
to blow
esmek
crushing (Present Participle)
ezen
to crush / squeeze / crunch
ezmek
benefit / profit / advantage / usefulness
fayda
much
fazla
extra / additional
fazladan
an extra shirt
fazladan bir gömlek
until one day before the festival
festivalden bir gün öncesine kadar
He had waited until one day before the festival.
Festivalden bir gün öncesine kadar beklemişti.
barrel /Faß
fıçı
haftalardır
for weeks
When it comes (Participle + locative)
geldiğinde
to come
gelmek
to come
gelmek
who has not come/ not come (miş Past Participle neg.) / (it is said that) he did not come (reported past neg)
gelmemiş
who came / who has come / come (miş Past Participle) / (it is said that) he came (reported past)
gelmiş
wide /broad /breit
geniş
With his broad chest and face
geniş göğsü ve yüzüyle
With his broad chest and face he was that morning like a monument of reality.
Geniş göğsü ve yüzüyle o sabah bir gerçeklik anıtı gibiydi.
with his broad chest
geniş göğsüyle
the width
genişlik
it didn't need to /it didn't have to
gerekmiyordu
reality
gerçeklik
really / truly / indeed
gerçekten
though /although (g)
gerçi
He did not expect them, though
Gerçi bunları beklemiyordu
Though he was not expecting them, indeed
Gerçi bunları beklemiyordu, gerçekten
Though he was not really expecting them, this spring he did not expect them anyway .
Gerçi bunları beklemiyordu, gerçekten, bu bahar bunları zaten beklemiyordu.
to fetch / to bring
getirmek
the fetching (+ Acc.)
getirmeyi
last / passed
geçen
last year (s)
geçen sene
last year's entwined blackberry branches
geçen senenin böğürtlenlerinin dolaşık dalları
Last year's entangled blackberry branches were spreading brown nets over the stones spread under the trees..
Geçen senenin böğürtlenlerinin dolaşık dalları ağaçların altına saçılmış taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu.
Last year's entangled blackberry branches were spreading brown nets over the stones.
Geçen senenin böğürtlenlerinin dolaşık dalları taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu.
pass(ed) and (- ip Gerund)
geçip
passed (and) gone
geçip gitmiş
to pass
geçmek
to pass
geçmek
to creak
gıcırdamak
the creaking
gıcırtı
the creaking sounded loud
gıcırtı yüksek geliyordu
to go
gitmek
they didn't go /they were not going
gitmiyorlardı
who went / who has gone/ gone (miş Past Participle) / (it is said that) he went (reported past)
gitmiş
to wear
giymek
grey
gri
his grey eyes
gri gözleri
shadow
gölge
with shadow
gölgeyle
mixed with shadow
gölgeyle karışmış
view
gör
task
görev
to see
görmek
seen (Passive Present Participle)
görülen
the few herbs seen
görülen pek az otlar
Most of the few seen herbs were nettles.
Görülen pek az otun çoğunluğu ısırgandı.
Most of the few seen herbs were nettles; the rest (k) were either sharp and thorny vegetation or stinkweed leaving a foul smell on the careless boots who crushed them.
Görülen pek az otun çoğunluğu ısırgandı; kalanı ya sivri ve dikenli bitkiler ya da onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bırakan kokuşmuşotları idi.
appearance
görünüş
in his appearance
görünüşünde
In his appearance were very (ç) few things of Tam, maybe nothing apart from the width of his shoulders.
Görünüşünde Tam'dan çok az şey vardı, belki omuzların genişliği dışında hiçbir şey.
In his appearance were very (ç) few things of Tam.
Görünüşünde Tam'dan çok az şey vardı.
eye
göz
eye
göz
to spy /pry /peek /observe /watch
gözetlemek
as he was watching
gözetlerken
to observe /to spy
gözlemek
He began to observe.
gözlemeye başladı.
his chest
göğsü
chest (body) /Brust (e. g. des Mannes)
göğüs
to smile
gülümsemek
her smiling face
gülümseyen yüzü
Apart from her smiling face he didn't remember many (p) things.
Gülümseyen yüzü dışında pek bir şey hatırlamıyordu.
He remembered her smiling face.
Gülümseyen yüzünü hatırlıyordu.
sun
güneş
The sun was giving a bright light.
Güneş aydınlık bir ışık veriyordu.
the sun had gone down
güneş batmıştı
The sun was giving no warmth.
Güneş hiç ısı vermiyordu.
The sun is giving light and warmth.
Güneş ışık ve ısı veriyor.
The sun is giving its light and warmth and brightness.
Güneş ışığını, ısısını ve aydınlığını veriyor.
The sun was giving neither brightness nor warmth.
Güneş ne aydınlık ne ısı veriyordu
The brightness of the sun
Güneşin aydınlığı
The brightness and warmth of the sun
Güneşin aydınlığı ve ısısı
the sun didn't have to go down
güneşin batmış olması gerekmiyordu
The warmth of the sun
Güneşin ısısı
The light of the sun
Güneşin ışığı
His cheeks roughened from (with) the sun could be lined.
Güneşle kabalaşmış yanakları çizgili olabilirdi
His cheeks roughened from (with) the sun could be lined, there could be only a sprinkling of black remaining in the grey of his hair, but in the inside there was a solidness.
Güneşle kabalaşmış yanakları çizgili, saçının grisinde yalnızca bir tutam siyah kalmış olabilirdi ama içinde bir sağlamlık vardı.
His cheeks roughened from (with) the sun could be lined, there could be only a sprinkling of black remaining in the grey of his hair, but in the inside there was a solidness, that even if he were overtaken by flood his feet would not be uprooted.
Güneşle kabalaşmış yanakları çizgili, saçının grisinde yalnızca bir tutam siyah kalmış olabilirdi ama içinde sanki sele kapılsa bile ayaklarını yerden kesilmeyecekmiş gibi bir sağlamlık vardı.
safe
güvenli
it was not safe
güvenli değildi
it was safe
güvenliydi
to smell nice
güzel kokmak
to get stronger
güçlenmek
powerful / strong
güçlü
light (not heavy)
hafif
a gentle (light) breeze
hafif bir esinti
a light wind rose
hafif bir rüzgar yükseldi
slightly
hafifçe
week
hafta
weeks
haftalar
whereas / while / however
halbuki
whereas for years a bear had not come down there
halbuki yıllardır oralara ayı inmemişti
inn
han
movement
hareket
to remember
hatırlamak
to remember
hatırlamak
to remind s. o.
hatırlatmak
even /though (h)
hattâ
Though they were not going for years
Hattâ haftalardır gitmiyorlardı
Though were not even going to the village for weeks.
Hattâ, haftalardır köye bile gitmiyorlardı.
air /weather
hava
after dark /after getting dark
hava karardıktan sonra
to get dark
hava kararmak
to aerate/ ventilate / fan (out)
havalandırmak
ready
hazır
a ready bow
hazır bir yay
still / yet
henüz
it did not come yet / it is yet to come
henüz gelmemiş
an age yet to come
henüz gelmemiş bir çağ
an age yet to come, (an age) already passed (and) gone
henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir çağ
every man
her adam
things to watch out for every man
her adamın dikkat etmesi gereken şeyler
Every spring at 'Bel Tine'
her bahar Bel Tine'da
every spring and every summer
her bahar ve her yaz
Every summer he continued to put flowers on her grave on Sundays.
Her yaz, pazarları mezarına çiçek koymaya devam ediyordu.
always
her zaman
everybody
herkes
to feel (t=d)
hissetmek
it's no problem
hiç sorun değil
nothing was moving, nothing made a sound
hiçbir şey kıpırdamıyor, ses çıkarmıyordu.
pleasant / agreable / fine
hoş
welcome
hoş geldin
unpleasant
hoş olmayan
unpleasant thoughts
hoş olmayan düşünceler
creating unpleasant thoughts
hoş olmayan düşünceler yaratan
It was an uneasy morning creating unpleasant thoughts.
Hoş olmayan düşünceler yaratan sıkıntılı bir sabahtı.
still / yet / until now (.â)
hâlâ
was / were ( defect Verbform)
idi
two
iki
two men
iki adam
with two small barrels
iki küçük fıçı ile
the second
ikinci
with
ile
coming down /descending
inen
to come down /to descend
inmek
humans too were in the position of prey
insanlar da av konumundaydı
humans too as much as sheep
insanlar da koyunlar kadar
humans too as much as sheep were in the position of prey
insanlar da koyunlar kadar av konumundaydı
warmth
ısı
name (i)
isim
nettle
ısırgan
his (its) name (i)
ismi
to wish / want
istemek
it would be better / they'd better don't (with pl subject) /with if - verbform
iyi olurdu
as if (he was) being watched
izleniyormuş gibi
a feeling of being watched
izleniyormuş gibi bir his
to be watched
izlenmek
inside him
içinde
a feeling arose inside of him
içinde bir his doğdu
a feeling of being watched grew inside him
içinde izleniyormuş gibi bir his doğdu
from inside
içinden
needle
iğne
to feel a prickling /to be pinned
iğnelenmek
trees that lose their needles
iğnelerini döken ağaçlar
trees that keep (do not lose) their needles
iğnelerini dökmeyen ağaçlar
light (brightness)
ışık
light and warmth
ışık ve ısı
Its light was darkness.
ışığı karanlıktı
In the places which were not reached by its light
Işığının ulaşmadığı yerlerde
In the places which were not reached by its light, the sun was giving neither brightness nor warmth.
Işığının ulaşmadığı yerlerde, güneş ne aydınlık ne ısı veriyordu.
The places reached by its light
Işığının ulaştığı yerler
to coarsen /to become rude /to babarize /to become vulgar
kabalaşmak
roughened
kabalaşmış
woman
kadın
the woman gives birth to a baby
kadın bir bebek doğurur
the woman gives birth
kadın doğurur
brown
kahverengi
brown
kahverengi
brown nets
kahverengi ağlar
a brown mare
kahverengi bir kısrak
the remainder / rest
kalan
thick
kalın
hip
kalça
his hip
kalçası
on / at his hip
kalçasında
the quiver swinging at his hip
kalçasında sallanan sadak
covered
kaplı
snow
Kar
snow
kar
accumulations / patches of snow
kar birikintileri
Accumulations of snow were covering the ground.
Kar birikintileri toprağı örtüyordu.
darkness
karanlık
(it) was darkness
karanlıktı
to darken
kararmak
snow-capped
karla kaplı
snow-capped peaks
karla kaplı zirveler
rock
kaya
his side (lit. the side that fell on him)
kendine düşen taraf
himself (acc.)
kendini
to be cut / to stop
kesilmek
to cut /to stop sthg
kesmek
some (k)
kimi
according to some
kimilerine göre
to move /stirr
kıpırdamak
to break
kırmak
the mare's flank
kısrağın böğrü
He touched the mare's flank.
Kısrağın böğrüne dokundu.
shore / coast
kıyı
shores
kıyılar
red /scarlet (e. g. for hair)
kızıl
ruddiness (the red) /die Röte
kızıllık
winter
kış
over winter
kış boyunca
trees that keep their leaves and needles over winter
kış boyunca yapraklarını ve iğnelerini dökmeyen ağaçlar
Winter had passed tough enough on the farms, tougher than what the oldest people remember
Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti, en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu
Winter had passed tough enough on the farms, tougher than what the oldest people remembered, but judged by the number of wolves coming down into Two Rivers it must have passed harder in the mountains.
Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti, en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu, ama İki Nehir'e inen kurtların sayısına bakılırsa, dağlarda daha sert geçmiş olmalıydı.
Winter had passed tough enough on the farms.
Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti.
people(k)
kişiler
in winter
kışın
from settling (ripening) during the winter
kışın bekletilmekten
a bit stiffened from settling (ripening) over the winter
kışın bekletilmekten biraz sertleşmiş
eight big barrels of apple cider, a bit stiffened from settling (ripening) over the winter, stood wobbeling in the cart
kışın bekletilmekten biraz sertleşmiş sekiz büyük fıçı elma şarabı yalpalayan arabada duruyordu
trees that lose their leaves in winter
kışın yapraklarını döken ağaçlar
smell
koku
to rot / to go bad
kokuşmak
rotten / foul / fetid / rancid
kokuşmuş
Stinkweed (lit. rotten herbs)
kokuşmuşotları
The stinkweed (s) left a foul smell on the careless boots crushing them.
Kokuşmuşotları onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bıraktı.
The stinkweed (s) left a foul smell.
Kokuşmuşotları pis bir koku bıraktı.
The stinkweed (s) left a foul smell on the boots.
Kokuşmuşotları çizmelerin üzerinde pis bir koku bıraktı.
arm
kol
the hair on his arms
kollarındaki tüyler
the hair on his arms stood on edge /he had goosebumps
kollarındaki tüyler diken diken oldu
The hair on his arms stood on edge, his skin prickled as if he was being tickled from inside.
Kollarındaki tüyler diken diken oldu, derisi içinden gıdıklanıyormuş gibi iğnelendi.
position /situation /status /location
konum
about /concerning
konusunda
When it snatched (Participle + locative)
kopardığında
to snatch
koparmak
to put
koymak
sheep
koyun
sheep folds
koyun ağılları
the sheep were in the position of prey
koyunlar av konumundaydı
every man who has sheep
koyunları olan her adam
things to watch out for every man who has sheep
koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler
by using
kullanarak
to be used
kullanılmak
about to be used /as to be used /for the purpose of being used
kullanılmak üzere
to use
kullanmak
to use
kullanmak
sand
kum
the Sand Hills
Kum Tepeleri
The Sand Hills, the place who was the shore(s ) of a great ocean before the Breaking of the World
Kum Tepeleri, Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer
fabric / cloth
kumaş
the wolf
kurt
wolf
kurt
The wolf was howling
Kurt uluyordu.
the wolves had torn the stable walls into pieces with their teeth
Kurtlar ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı.
the wolves had torn the stable walls into pieces
Kurtlar ahır duvarlarını parçalamıştı.
The wolves had attacked the sheep folds and torn the stable walls into pieces with their teeth.
Kurtlar koyun ağıllarına saldırmış ve ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı.
The wolves had attacked the sheep folds and torn the stable walls into pieces with their teeth to reach the cattle and the horses.
Kurtlar koyun ağıllarına saldırmış, sığır ve atlara ulaşmak için ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı.
The wolves had attacked the sheep folds.
Kurtlar koyun ağıllarına saldırmıştı.
wolves and bears
kurtlar ve ayılar
wolves and bears are no problem
kurtlar ve ayılar hiç sorun değil
Wolves and bears, things to watch out for every man who has sheep, are no problem
Kurtlar ve ayılar, koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler, hiç sorun değil
Wolves and bears, things to watch out for every man who has sheep, were no problem said his manners, but they'd better don't try to hinder Tam al Thor to reach Emond's Field.
Kurtlar ve ayılar, koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler, hiç sorun değil diyordu tavırları ama Tam al'Thor'un Emond Meydanı'na ulaşmasını engellemeye çalışmasalar iyi olurdu.
Wolves and bears, things to watch out for every man who has sheep, are no problem, said his manners.
Kurtlar ve ayılar, koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler, hiç sorun değil diyordu tavırları.
more than wolves and a cold wind
kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlası
it needed more than wolves and a cold wind
kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlasını gerekiyordu
more than wolves
kurtlardan daha fazlası
He had announced that it would take more than wolves
kurtlardan fazlasının gerekeceğini ilan etmişti
the number of wolves
kurtların sayısı
bird
kuş
birds
kuşlar
The birds were singing in the forest.
Kuşlar ormanda ötüyordu.
The birds are singing.
Kuşlar ötüyor.
village
köy
to the village
köye
glad /happy /satisfied
memnun
I am glad.
Memnun oldum.
grave
mezar
to put flowers on her grave
mezarına çiçek koymak
He continued to put flowers on her grave.
Mezarına çiçek koymaya devam ediyordu.
myth
mit
myths
mitler
even the myths are forgotten
mitler bile unutulur
even the myths are forgotten
mitler bile unutulur
spear /lance / javelot
mızrak
by using his spear
mızrağını kullanarak
by using his spear as (being) a walking stick
mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak
there are neither beginnings nor ends
ne başlangıçlar ne de bitişler vardır
neither nor
ne ne de
river
nehir
almost /nearly
neredeyse
he felt like a fool/foolish
O aptal gibi hissediyordu
He looked at his father.
O babasına baktı.
He was a head taller than his father and than everyone in that region.
O babasından ve o bölgedeki herkesten bir baş uzundu.
he looked
o baktı
He wished that he had worn a shirt.
o bir gömlek giymiş olmayı isterdi.
He felt a bit foolish.
O biraz aptal gibi hissediyordu.
who /that was in that region
o bölgedeki
everybody in that region
o bölgedeki herkes
He was a head taller than everyone in that region.
O bölgedeki herkesten bir baş uzundu.
He snatched the coat off his hand.
O ceketi elinden kopardı.
He wished his coat to be thicker / He wished his coat were thicker
O ceketinin daha kalın olmasını isterdi.
He wished his coat to be thick / He wished his coat were thick
O ceketinin kalın olmasını isterdi.
He wished his coat to be... / He wished his coat were...
O ceketinin olmasını isterdi.
He wished that he had worn a thicker coat.
O daha kalın bir ceket giymiş olmayı isterdi.
she gives birth
o doğurur
it turns
o döner
it beat
o dövdü
he blew
o esti
He wished that he had worn an extra shirt.
O fazladan bir gömlek giymiş olmayı isterdi.
he comes
o gelir
he goes
o gider
he wished that he had worn
o giymiş olmayı isterdi
it fanned out
o havalandırdı
He was ready.
O hazırdı.
he feels (is feeling)
o hissediyor
he felt
o hissediyordu
He gave his name. (i)
O ismini verdi.
he would wish / he used to wish / he would have liked ( Aorist Narrative)
o isterdi
He felt a bit foolish himself, but it was that kind of day.
O kendini biraz aptal gibi hissediyordu, ama bu o tür bir gündü.
He felt a bit foolish himself
O kendini biraz aptal gibi hissediyordu.
He looked over the mare at his father.
O kısrağın üzerinden babasına baktı.
it snatched
o kopardı
he/ she /it is / becomes
o olur
it had sat (reported Past narrative)
o oturmuştu
He held the cloak one-handed.
O pelerini tek elle tuttu.
He held the cloak.
O pelerini tuttu.
that morning
o sabah
That morning he was like a monument of reality.
O sabah bir gerçeklik anıtı gibiydi.
he/ she /it fades
o solar
it was hooking
o takılıyordu
He wanted to be sure / He wanted to check that Tam was still there.
O Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istedi.
he is carrying
o taşıyor
he was carrying
o taşıyordu
he held
o tuttu
that kind
o tür
he is forgotten
o unutulur
he forgets
o unutur
He looked at the shaggy, brown mare.
O uzun tüylü kahverengi kısrağa baktı.
He looked over the shaggy brown mare at his father.
O uzun tüylü kahverengi kısrağın üzerinden babasına baktı.
he gives
o verir
it glued
o yapıştırdı
He is coming again.
O yeniden geliyor.
He forgets the way.
O yolu unutur.
it slapped
o çarptı
it flailed / fluttered/ struggled /whipped (up)
o çırpındı
He gave his name (i) to the mountains.
O, dağlara ismini verdi.
He gave his name (i) to the beach.
O, kumsala ismini verdi.
He forgets the myth.
O, miti unutur.
arrow
ok
arrow
ok
(a) bow and arrow (lit. arrow and bow)
ok ve yay
The arrow was ready to be pulled
Ok çekilmeye hazırdı.
a bow whose arrow is nocked
oku takılmış bir yay
a bow whose arrow was nocked, ready to be drawn
oku takılmış çekilmeye hazır bir yay
whose arrow was ready to be pulled
oku çekilmeye hazırdı.
He was ready to draw the arrow
Oku çekmeye hazırdı
ocean
okyanus
who is / who was / who has been ( Present Participle)
olan
of his being (Ablative) / that he is/was
olduğundan
to be / to become
olmak
it must have
olmalıydı
the width of his shoulders
omuzların genişliği
the age who gave birth to them (present participle)
onları doğuran çağ
when the age who gave birth to them (present participle) comes again (participle + locative)
onları doğuran çağ yeniden geldiğinde
careless boots crushing them
onları ezen dikkatsiz çizmeler
upon careless boots crushing them
onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde
its being thicker / it to be thicker (acc. case)
onun daha kalın olmasını
there
orada
out there /over there /thereabouts
oralar
to thereabouts /over there
oralara
wood, forest
orman
There were birds singing in the forest.
Ormanda öten kuşlar vardı.
There were no birds singing in the forest.
Ormanda öten kuşlar yoktu.
There were no birds singing in the forest, no squirrels crackling in the branches.
Ormanda öten kuşlar, dallarda çıtırdayan sincaplar yoktu.
The birds singing in the forest sounded loud.
Ormanda öten kuşların sesi yüksek geliyordu.
in the middle of
ortasında
grass / herb
ot
the rest of the herbs
otun kalanı
The rest (k) of the herbs were stinkweed leaving a foul smell on the careless boots who crushed them.
Otun kalanı onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bırakan kokuşmuşotları idi.
The rest of the herbs were sharp and thorny vegetation.
Otun kalanı sivri ve dikenli bitkiler idi.
The rest of the herbs were sharp and thorny vegetation or stinkweed.
Otun kalanı ya sivri ve dikenli bitkiler ya da kokuşmuşotları idi.
The rest (k) of the herbs were either sharp and thorny vegetation or stinkweed leaving a foul smell on the careless boots who crushed them.
Otun kalanı ya sivri ve dikenli bitkiler ya da onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bırakan kokuşmuşotları idi.
most of the grass
otun çoğunluğu
Most of the herbs were nettles.
Otun çoğunluğu ısırgandı.
to sit
oturmak
to tear into pieces
parçalamak
Sunday
pazar
on Sundays
pazarları
so / much / ever so / very (p)
pek
little / few
pek az
Most of the few herbs were nettles.
Pek az otun çoğunluğu ısırgandı.
He didn't remember many (p) things.
Pek bir şey hatırlamıyordu.
cloak
pelerin
his cloak
pelerini
His cloak was hooking to his quiver.
Pelerini sadağına takılıyordu.
There was no use to try to hold the cloak one-handed.
Pelerini tek elle tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu.
There was no use to try to hold the cloak one-handed; in his other hand he had a bow whose arrow was knocked, ready to be drawn.
Pelerini tek elle tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu; diğer elinde oku takılmış çekilmeye hazır bir yay vardı.
There was no use to try to hold the cloak.
Pelerini tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu
His cloak instead was hooking to his quiver.
Pelerini yerine sadağına takılıyordu.
His cloak slapped against his legs.
Pelerini, bacaklarına çarptı.
Half of the times instead, his cloak was hooking to the quiver swinging at his hip.
Pelerini, yerine zamanların yarısında kalçasında sallanan sadağa takılıyordu.
Half of the times instead, his cloak was hooking to the quiver.
Pelerini, yerine zamanların yarısında sadağa takılıyordu.
His cloak, half of the times he tried to tug it, was hooking to the quiver swinging at his hips instead.
Pelerini, yerine çekiştirmeyi denediği zamanların yarısında kalçasında sallanan sadağa takılıyordu.
His cloak, half of the times he tried to tug it, was hooking to the quiver instead.
Pelerini, yerine, çekiştirmeyi denediği zamanların yarısında sadağa takılıyordu.
Half of the times his cloak was hooking to the quiver.
Pelerini, zamanların yarısında sadağa takılıyordu.
the wind that caused his cloak to sway like a flag
pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgar
after /behind (p)
peşinde
dirty
pis
a bad smell
pis bir koku
it left a nasty / foul smell
pis bir koku bıraktı
to stink
pis kokmak
fogg (p)
pus
foggy / misty
puslu
the Misty Mountains
Puslu Dağlar
In the Misty Mountains a wind rose.
Puslu Dağlar'da bir rüzgar yükseldi.
Without thinking Rand touched his arrow ready as Tam had taught him to draw (it) in a single movement all the way to his cheek.
Rand düşünmeden okuna dokundu Tam'ın ona öğretmiş olduğu gibi tek harekette yanağına kadar çekmeye hazırdı.
Without thinking Rand touched his arrow.
Rand düşünmeden okuna dokundu.
As for Rand, he was glad.
Rand ise, memnundu.
As for Rand, he was glad, that he got away from the farm, almost as happy as he was about the arrival of Bel Tine.
Rand ise, çiftliklerden uzaklaştığı memnundu, neredeyse Bel Tine'ın gelmesinden olduğu kadar memnun.
As for Rand, he was glad, that he got away from the farm.
Rand ise, çiftliklerden uzaklaştığı memnundu.
Rand is glad.
Rand memnun oldu.
Rand was glad.
Rand memnundu.
Rand touched his arrow.
Rand okuna dokundu.
As Rand was watching his side of the way, a feeling grew inside of him.
Rand yolun kendi tarafını gözetlerken içinde bir his doğdu.
As Rand was watching his side of the way, a feeling of being watched grew inside of him.
Rand yolun kendi tarafını gözetlerken içinde izleniyormuş gibi bir his doğdu.
Rand wished that his coat were thicker.
Rand, ceketinin daha kalın olmasını isterdi.
Rand wished that his coat were thicker or that he had worn an extra shirt.
Rand, ceketinin daha kalın olmasını ya da fazladan bir gömlek giymiş olmayı isterdi.
although (r)
rağmen
colour
renk
wind
rüzgar
The wind arose.
Rüzgar yükseldi.
The wind flailed into the entangled wood called the Westwood.
Rüzgar Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru çırpındı.
The wind was not the beginning.
Rüzgar başlangıç değildi.
The wind beat two men /walking / who walked with a horse and a wagon.
Rüzgar bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü.
The wind was carrying an icy cold.
Rüzgar buz gibi bir soğuk taşıyordu.
The wind snatched the coat off his hand.
Rüzgar ceketi elinden kopardı.
The wind rose in the mountains and blew over the place.
Rüzgar dağlarda yükseldi ve yer boyunca esti.
The wind rose in the mountains.
Rüzgar dağlarda yükseldi.
The wind rose in the mountains and blew over the place. (-ip Gerund)
Rüzgar dağlarda yükselip yer boyunca esti.
The wind blew eastwards.
Rüzgar doğuya esti.
The wind blew eastwards over the place
Rüzgar doğuya yer boyunca esti.
The wind blew eastwards, along the Sand Hills, over the place who was the shore(s) of a great ocean before the Breaking of the World.
Rüzgar doğuya, Kum Tepeleri boyunca, Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer boyunca esti.
The wind blew.
Rüzgar esti.
The wind is gone.
Rüzgar gitmiş.
The wind beat two men.
Rüzgar iki adamı dövdü.
The wind preferred to bring snow.
Rüzgar kar getirmeyi tercih etti.
The wind was carrying snow.
Rüzgar kar taşıyordu.
The wind gave its name (i) to the snow-capped peaks.
Rüzgar karla kaplı zirvelere ismini verdi.
The wind blew over the Sand Hills.
Rüzgar Kum Tepeleri boyunca esti.
The wind blew over the Sand Hills, who were (over the place which was) the shores of a great ocean before the Breaking of the World.
Rüzgar Kum Tepeleri boyunca, Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer boyunca esti.
The wind blew over the ocean.
Rüzgar okyanus boyunca esti.
The wind carried an icy cold (quasi) as if it would have preferred to bring snow.
Rüzgar sanki kar getirmeyi tercih edermişçesine buz gibi bir soğuk taşıyordu.
The wind beat two men walking with a horse and a wagon on the rock-strewn track
Rüzgar taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü.
The wind beat two men /walking / who walked with a horse and a wagon on the rock-strewn track called the Quarry Road.
Rüzgar Taşocağı Yolu denilen taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü.
The wind was howling
Rüzgar uluyordu.
The wind blew over the place.
Rüzgar yer boyunca esti.
when the wind arose
Rüzgar yükselirken
The wind was howling when it arose, but other than this a heavy silence was laying over the land.
Rüzgar yükselirken uluyordu ama bunun dışında toprağın üzerinde ağır bir sessizlik asılıydı.
The wind was howling when it arose.
Rüzgar yükselirken uluyordu.
The wind beat two men /walking / who walked.
Rüzgar yürüyen iki adamı dövdü.
The wind rose in the Third Age.
Rüzgar Üçüncü Çağ'da yükseldi.
without paying attention to the wind
rüzgara aldırış etmeden
nothing else than the wind
rüzgârdan başka hiçbir şey
morning
sabah
quiver
sadak
calmly /leisurely/at ease
sakin sakin
calmness /tranquility /composure
sakinlik
to attack /assault +dat
saldırmak
who swings / swinging (Present Participle)
sallanan
the quiver who swung / the swinging quiver
sallanan sadak
to swing / to rock / to shake
sallanmak
as if /quasi /like
sanki
as if mixed with shadow
sanki gölgeyle karışmış
(quasi) as if it would have preferred to bring snow
sanki kar getirmeyi tercih edermişçesine
as even if he were overtaken by flood
sanki sele kapılsa bile
number
sayı
hair
saç
to be scattered
saçılmak
scattered stones
saçılmış taşlar
upon scattered stones
saçılmış taşların üzerine
the grey of his hair
saçının grisi
in the grey of his hair
saçının grisinde
It could be that there was only a sprinkling of black remaining in the grey of his hair
saçının grisinde yalnızca bir tutam siyah kalmış olabilirdi
the red of his hair
saçlarının kızıllığı
to scatter
saçmak
sturdyness /robustness /soundness /firmness /solidness
sağlamlık
eight
sekiz
eight big barrels of apple cider
sekiz büyük fıçı elma şarabı
eight big barrels of apple cider stood in the cart
sekiz büyük fıçı elma şarabı arabada duruyordu
eight big barrels of apple cider stood wobbeling in the cart
sekiz büyük fıçı elma şarabı yalpalayan arabada duruyordu
flood
sel
to be overcome by flood
sele kapılmak
year (s)
sene
tough/solid / hard/ rigid/ stiff /firm- for an object opposed to soft - hart (German)
sert
to stiffen /harden
sertleşmek
voice
ses
to make noise
ses çıkarmak
voiceless / silent
sessiz
silence / quiet
sessizlik
tight /narrow /short
sıkı
tight groups of trees
sıkı ağaç toplulukları
tight groups of trees dropped a deep shadow on the places
sıkı ağaç toplulukları yerlere derin bir gölge düşürdü
On places where tight groups of trees dropped a deep shadow
Sıkı ağaç topluluklarının derin bir gölge düşürdüğü yerlerde
On places where tight groups of trees dropped a deep shadow, accumulations of white snow were still covering the ground.
Sıkı ağaç topluluklarının derin bir gölge düşürdüğü yerlerde, beyaz kar birikintileri hâlâ toprağı örtüyordu.
boredom / annoyance / nuisance
sıkıntı
depressing / uneasy / distressed
sıkıntılı
a troublesome thought
sıkıntılı bir düşünce
It was a depressing / troublesome morning
Sıkıntılı bir sabahtı.
squirrel
sincap
squirrels
sincaplar
(the) back
sırt
his back
sırtı
to his back
sırtına
sharp / pointed
sivri
sharp and thorny vegetation
sivri ve dikenli bitkiler
black
siyah
cattle
sığır
to reach the cattle and the horses
sığır ve atlara ulaşmak için
to reach the cattle
sığırlara ulaşmak için
by fading /when fading (erek- Gerund)
solarak
pale
solgun
Pale(ly) it had sat on top of the trees in the east
Solgun solgun doğudaki ağaçların üzerine oturmuştu
Pale(ly) it had sat on top of the trees in the east, but its light was darkness as if mixed with shadow.
Solgun solgun doğudaki ağaçların üzerine oturmuştu ama ışığı karanlıktı sanki gölgeyle karışmış gibi.
to fade
solmak
after / later / then
sonra
then it fanned it out behind (him).
sonra arkasında havalandırdı.
problem
sorun
cold
soğuk
more than a cold wind
soğuk bir rüzgârdan daha fazlası
guiltily
suçlu suçlu
He guiltily began to observe his side of the way.
Suçlu suçlu yolun kendine düşen tarafını gözlemeye başladı.
he said (s)
söylüyordu
to promise /give one's word
söz vermek
to keep one's word
sözünü tutmak
to hang out / to stick around / to jam in / to hook / to fit / to attach / to install / to insert
takılmak
they'd better don't try to hinder Tam al Thor to reach Emond's Field
Tam al'Thor'un Emond Meydanı'na ulaşmasını engellemeye çalışmasalar iyi olurdu.
they'd better don't try to hinder Tam al'Thor to reach
Tam al'Thor'un ulaşmasını engellemeye çalışmasalar iyi olurdu.
Tam said it came from his mother
Tam annesinden geldiğini söylüyordu.
Not even Tam (+ neg. verb)
Tam bile
Not even Tam traveled much these days.
Tam bile bugünlerde fazla yolculuk yapmıyordu.
Not even Tam traveled these days.
Tam bile bugünlerde yolculuk yapmıyordu.
Not even Tam traveled.
Tam bile yolculuk yapmıyordu.
Tam used to deliver every year the same as these to the Winespring Inn for the use on Bel Tine and he had announced that it would take more than wolves and a cold wind to prevent him from making his delivery this spring.
Tam her yıl Bel Tine'da kullanılmak üzere Badeçay Hanı'na bunların aynısını teslim ederdi ve bu bahar teslimatını yapmasını engellemek için kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlasının gerekeceğini ilan etmişti.
Tam used to deliver every year the same as these to the Winespring Inn for the use on Bel Tine.
Tam her yıl Bel Tine'da kullanılmak üzere Badeçay Hanı'na bunların aynısını teslim ederdi.
Tam used to deliver every year the same as these
Tam her yıl bunların aynısını teslim ederdi.
Tam used to deliver every year
Tam her yıl teslim ederdi.
Tam was still there.
Tam hâlâ oradaydı.
It was important for Tam to keep his word.
Tam için sözünü tutmak önemliydi.
It was important for Tam.
Tam için önemliydi.
Tam walked without hurry /unagitated without paying attention to the wind that caused his brown cloak to sway like a flag, using his spear as a walking stick.
Tam mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak kahverengi pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden telaşsızça yürüyordu.
Tam walked without hurry /unagitated using his spear as a walking stick.
Tam mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak telaşsızça yürüyordu.
Tam was there.
Tam oradaydı.
Tam walked without hurry /unagitated without paying attention to the wind.
Tam rüzgara aldırış etmeden, telaşsızça yürüyordu.
Tam walked without hurry /unagitated
Tam telaşsızça yürüyordu.
Tam's apple brandy
Tam'ın elma brendisi
with two little barrels of Tam's apple brandy
Tam'ın elma brendisinden iki küçük fıçı ile
With two little barrels of Tam's apple brandy, stood eight big barrels of apple cider, a bit stiffened from settling (ripening) over the winter, wobbeling in the cart.
Tam'ın elma brendisinden iki küçük fıçı ile, kışın bekletilmekten biraz sertleşmiş sekiz büyük fıçı elma şarabı yalpalayan arabada duruyordu.
that Tam was still there
Tam'ın hâlâ orada olduğundan
For wanting to check that Tam was still there
Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için
He felt a bit foolish himself for wanting to check that Tam was still there
Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için kendini biraz aptal gibi hissediyordu
He felt a bit foolish himself for wanting to check that Tam was still there, but it was that kind of day.
Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için kendini biraz aptal gibi hissediyordu ama bu o tür bir gündü.
of Tam's being (Ablative) /that Tam is /was
Tam'ın olduğundan
As Tam had taught him
Tam'ın ona öğretmiş olduğu gibi
Tam's calmness
Tam'ın sakinliği
Tam's calmness reminded Rand off his task and he guiltily began to observe his side of the way.
Tam'ın sakinliği Rand'a görevini hatırlattı ve suçlu suçlu yolun kendine düşen tarafını gözlemeye başladı.
Tam's calmness reminded Rand off his task.
Tam'ın sakinliği Rand'a görevini hatırlattı.
Tam's calmness reminded Rand.
Tam'ın sakinliği Rand'a hatırlattı.
As Tam had taught
Tam'ın öğretmiş olduğu gibi
Tam walked at the other side of Bela, without hurry /unagitated without paying attention to the wind that caused his brown cloak to sway like a flag, using his spear as a walking stick.
Tam, Bela'nın öbür yanında mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak kahverengi pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden telaşsızça yürüyordu.
Tam walked at the other/far side of Bela.
Tam, Bela'nın öbür yanında yürüyordu.
Tam said that his grey eyes and the red of his hair came from his mother.
Tam, gri gözleri ile saçlarının kızıllığının annesinden geldiğini söylüyordu.
Tam said that his grey eyes came from his mother.
Tam, gri gözlerinin annesinden geldiğini söylüyordu.
Tam walked without hurry /unagitated without paying attention to the wind that caused his brown cloak to sway like a flag,
Tam, kahverengi pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden telaşsızça yürüyordu.
Tam walked without hurry /unagitated without paying attention to the wind that caused his cloak to sway like a flag.
Tam, pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden telaşsızça yürüyordu.
Tam said that the red of his hair came from his mother.
Tam, saçlarının kızıllığının annesinden geldiğini söylüyordu.
side(t)
taraf
side (t)
taraf
attitude /manner /behaviour
tavır
stone
taş
to carry
taşımak
stones
taşlar
upon the stones
taşların üzerine
stony / rocky
taşlık
a rocky /rock strewn track (way)
taşlık bir yol
on the rock-strewn track
taşlık yolda
two men walking with a horse and a wagon on the rock-strewn track
taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adam
two men walking on the rock-strewn track
taşlık yolda yürüyen iki adam
the Quarry Road
Taşocağı Yolu
on the rock-strewn track called the Quarry Road
Taşocağı Yolu denilen taşlık yolda
on the Quarry Road
Taşocağı Yolu'nda
two men walking on the Quarry Road
Taşocağı Yolu'nda yürüyen iki adam
single / exclusive / only / solitary / unique / one
tek
single / exclusive / only / solitary / unique / one
tek
with one hand only / with a single hand
tek elle
in a single movement
tek harekette
He was ready to draw the arrow in a single movement
Tek harekette oku çekmeye hazırdı.
He was ready to draw the arrow in a single movement all the way up to his cheek.
Tek harekette yanağına kadar oku çekmeye hazırdı.
unhurriedly
telaşsızça
hill
tepe
hills
tepeler
as if it would have preferred
tercih edermişçesine
to prefer
tercih etmek
to deliver
teslim etmek
delivery
teslimat
to make his delivery
teslimatını yapmak
to prevent him from making his delivery
teslimatını yapmasını engellemek için
it needed more than wolves and a cold wind to prevent him from making his delivery
teslimatını yapmasını engellemek için kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlasını gerekiyordu.
gıdıklanmak
to tickle
group
topluluk
ground / soil
toprak
earth coloured
toprak rengi
the earth coloured woolen cloth
toprak rengi yün kumaş
over the ground
toprağın üzerinde
a heavy silence was suspended over the ground / lay on the land
toprağın üzerinde ağır bir sessizlik asılıydı
a silence was suspended over the ground
toprağın üzerinde bir sessizlik asılıydı
handful /sprinkle/soupçon /ein Hauch von /Büschel /Prise
tutam
to hold
tutmak
There was no use to try to hold.
tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu
hair / feather
tüy
hair /feather (t)
tüy
hairy / feathered
tüylü
to reach
ulaşmak
to reach +dat
ulaşmak
to howl
ulumak
to forget
unutmak
long
uzun
long
uzun
long haired / shaggy
uzun tüylü
a shaggy mare
uzun tüylü bir kısrak
a shaggy, brown mare
uzun tüylü kahverengi bir kısrak
there was
vardı
there are
vardır
and the sun did not always have to go down
ve her zaman güneşin batmış olması gerekmiyordu
and he looked guiltily on the road.
ve suçlu suçlu yola baktı.
who gives / who gave ( Present participle)
veren
or (y)
ya da
foreigner
yabancı
only / just / nothing but (y)
yalnızca
There was nothing but trees. / There were only trees.
Yalnızca ağaçlar vardı.
Only on the trees were some leaves.
Yalnızca ağaçlarda biraz yaprak vardı.
Only on the trees was a little bit of green.
Yalnızca ağaçlarda biraz yeşillik vardı.
only (y) a sprinkle of black
yalnızca bir tutam siyah
There used to be some wind only on the sea,( and not elsewhere.) (It's not the case now. Now there's wind everywhere.) Nur an der See kam Wind vor.
Yalnızca denizde biraz rüzgar olurdu.
Only at the sea there was a little bit of wind. (At that moment, there was some wind only on the sea, and not elsewhere.)
Yalnızca denizde biraz rüzgar vardı.
Only on trees that keep their leaves and needles over winter there was a little bit of green.
Yalnızca kış boyunca yapraklarını ve iğnelerini dökmeyen ağaçlarda biraz yeşillik vardı.
Only in winter there is snow. !it If it ever snows, it happens only in winter. (There may be winters when it doesn't snow at all, but it only snows in winter.) Nur im Winter kommt Schnee vor.
Yalnızca kışın kar olur.
In winter there is only snow. (!it It always snows in winter. There's no way it's winter and it's not snowy)
Yalnızca kışın kar var.
to wobble /swing /stagger /switch
yalpalamak
cheek
yanak
cheek /Wange
yanak
his cheeks
yanakları
his cheeks could be lined
yanakları çizgili olabilirdi
all the way to his cheek
yanağına kadar
to glue / to fix / to stick / to paste
yapıştırmak
leaf
yaprak
leaves
yapraklar
trees that lose their leaves
yapraklarını döken ağaçlar
creating
yaratan
to create / to call into being
yaratmak
half of
yarısında
The bow's arrow was nocked.
Yayın oku takılmış.
summer
yaz
old people
yaşlı kişiler
the old people remember
yaşlı kişiler hatırlıyor
again
yeniden
over the place
yer boyunca
instead (off)
yerine
enough
yeterince
green
yeşil
foliage / verdure / green
yeşillik
year (y)
yıl
for years
yıllardır
even so /still /nonetheless
yine de
Still he continued to put flowers on her grave every Spring at Bel Tine and every Summer on Sundays.
Yine de her bahar Bel Tine'da ve her yaz, pazarları mezarına çiçek koymaya devam ediyordu.
Still he continued every spring and every summer
Yine de her bahar ve her yaz devam ediyordu
Still he had waited for the delivery until one day before the festival.
Yine de teslimat için festivalden bir gün öncesine kadar beklemişti.
road
yol
(the) road
yol
the road gets (becomes) empty
yol boş olur
The road is empty /free
yol boştur
to travel
yolculuk yapmak
he didn't travel
yolculuk yapmıyordu
his own side(t) of the way
yolun kendi tarafı
as he was watching his own side of the way
yolun kendi tarafını gözetlerken
the side(t) of the way
yolun tarafı
soft /nice /gentle
yumuşak
a gentle voice
yumuşak bir ses
soft or loud
yumuşak veya yüksek
high / loud
yüksek
a loud voice
yüksek bir ses
to rise / to increase
yükselmek
To rise / arise / develop / increase
yükselmek
wool / woolen
yün
woolen cloth
yün kumaş
The woolen cloth slapped against his legs.
Yün kumaş bacaklarına çarptı.
to walk
yürümek
He was reminding to continue to walk.
Yürümeye devam etmesini hatırlatıyordu.
who walks / who walked / walking (Present Participle)
yürüyen
a walking stick
yürüyüş asası
face /visage (y)
yüz
with his face
yüzüyle
time
zaman
time
zaman
When the time comes (particple +locative) the woman gives birth
Zaman geldiğinde kadın doğurur
from time to time /every now and then
zaman zaman
Every now and then he by slightly touched the mare's flank he was reminding (her) to keep walking.
Zaman zaman kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak, yürümeye devam etmesini hatırlatıyordu.
Every now and then he slightly touched the mare's flank.
Zaman zaman kısrağın böğrüne hafifçe dokundu.
the wheel of time
zaman çarkı
the wheel of time
zaman çarkı
the wheel of time turns
zaman çarkı döner
the wheel of time turns
zaman çarkı döner
the wheel of time turns, ages come and pass
zaman çarkı döner, çağlar gelir ve geçer
The wheel of time turns, ages come and pass (and) leave memories which become legendary.
Zaman çarkı döner, çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır.
The wheel of time turns, ages come and pass (and) leave memories which become legendary.
Zaman çarkı döner, çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır.
While the wheel of time turns
zaman çarkı dönerken
While the wheel of time turns there are neither beginnings nor endings.
Zaman çarkı dönerken ne başlangıçlar ne de bitişler vardır.
While the wheel of time turns there are neither beginnings nor endings.
Zaman çarkı dönerken ne başlangıçlar ne de bitişler vardır.
times
zamanlar
half of the times
zamanların yarısında
anyway / already /as a matter of fact / in first place
zaten
summit / peak
zirve
summits / peaks
zirveler
beneath the summits/ peaks
zirvelerin altında
hard /tough (adv)
zorlu
to pass tough
zorlu geçmek
the study / work / the trying
çalışma
to work / to study / to try
çalışmak
The benefit of working / studying / trying
çalışmanın faydası
There was no use to try
çalışmanın bir faydası yoktu
No use to work / study / try
çalışmanın bir faydası yoktur
they'd better don't try
çalışmasalar iyi olurdu
wheel
çark
the wheel
çark
to bang / to slam / to hit / to knock / to bump /to strike/ to crash (transitive and intransitive)
çarpmak
creek /water course /brook /small stream
çay
When the age comes (particple +locative)
çağ geldiğinde
the age is coming
çağ geliyor
the age gives birth to myths
çağ mit doğurur
When the age comes again (particple +locative)
Çağ yeniden geldiğinde
The age is coming again.
Çağ yeniden geliyor.
ages /epoches /eras
çağlar
ages leave memories
çağlar anılar bırakır
ages leave memories
çağlar anılar bırakır
ages leave memories which become legendary
çağlar efsaneleşen anılar bırakır
ages come
çağlar gelir
ages come and pass
çağlar gelir ve geçer
ages come and pass
çağlar gelir ve geçer
ages come and pass and leave memories
çağlar gelir ve geçer ve anılar bırakır
ages come and pass (and) leave memories which become legendary
çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır
ages pass
çağlar geçer
to be pulled / to quit / to withdraw
çekilmek
to pull (at both hands)/ to tug / ( to backbite /criticize maliciously)
çekiştirmek
the pulling (+ acc)
çekiştirmeyi
the times he tried to tug
çekiştirmeyi denediği zamanlar
half of the times he tried to tug
çekiştirmeyi denediği zamanların yarısında
farm
çiftlik
on/in the farms
çiftliklerde
to get away from the farm
çiftliklerden uzaklaşmak
(for) that he got away from the farm
çiftliklerden uzaklaştığı için
farmer
çiftçi
to crackle
çıtırdamak
who crackles / crackling (Present Participle)
çıtırdayan
striped /lined
çizgili
boots
çizmeler
flower
çiçek
already
çoktan
already passed (and) gone
çoktan geçip gitmiş
an age already passed (and) gone
çoktan geçip gitmiş bir çağ
an age already passed (and) gone
Çoktan geçip gitmiş bir çağ
In an age already passed (and) gone a wind rose.
Çoktan geçip gitmiş bir çağ'da bir rüzgar yükseldi.
most of / majority
çoğunluk
the other / the far
öbür
at the other side /at the far side
öbür yanda
before / prior to
önce
important
önemli
it was important
önemliydi
to weave
örmek
to cover / envelope / wrap
örtmek
spider
örümcek
The spider is weaving a net.
Örümcek ağ örüyor.
cobweb / spidernet
örümcek ağı
cobwebs / spidernets
örümcek ağları
Spiders were weaving their nets in the trees.
Örümcekler ağaçlarda ağlarını örüyordu.
who sings / who sang / singing (Present Participle)
öten
the birds singing / who sang
öten kuşlar
to sing / whistle / craw
ötmek
Especially / particularly
özellikle
an especially icy cold
özellikle buz gibi bir soğuk
a particularly entangled wood
özellikle dolaşık bir orman
an especially beautiful cloak
özellikle güzel bir pelerin
an especially strong man
özellikle güçlü bir adam
a particularly strong breeze
özellikle güçlü bir esinti
When a particularly strong breeze snatched the cloak off his hand he looked at his father.
Özellikle güçlü bir esinti pelerini elinden kopardığında babasına baktı.
When a particularly strong breeze snatched the cloak off his hand he looked over the shaggy brown mare at his father.
Özellikle güçlü bir esinti pelerini elinden kopardığında, uzun tüylü kahverengi kısrağın üzerinden babasına baktı.
a particularly cold winter
özellikle soğuk bir kış
to teach
öğretmek
on / over / upon / above
üzerinde
(from) over /upon
üzerinden
on top of / upon /onto (dat)
üzerine
the third
üçüncü
The Third Age has not yet come / is still to come
Üçüncü Çağ henüz gelmemiş
in the Third Age
Üçüncü Çağ'da
In the Third Age a wind rose.
Üçüncü Çağ'da bir rüzgar yükseldi.
The Two Rivers
İki Nehir
Two Rivers (place name)
İki Nehir
into/ towards the Two Rivers
İki Nehir'e doğru
the wolves coming down into Two Rivers
İki Nehir'e inen kurtlar
the number of wolves coming down into Two Rivers
İki Nehir'e inen kurtların sayısı
judged by the number of wolves coming down into Two Rivers
İki Nehir'e inen kurtların sayısına bakılırsa
judged by the number of wolves coming down into Two Rivers it must have passed harder in the mountains
İki Nehir'e inen kurtların sayısına bakılırsa, dağlarda daha sert geçmiş olmalıydı.
The Second Age passed (and) gone, the Third Age still to come
İkinci Çağ geçip gitmiş, Üçüncü Çağ henüz gelmemiş
in the Second Age
İkinci Çağ'da
Humans too as much as sheep were in the position of prey and the sun did not always have to go down.
İnsanlar da koyunlar kadar av konumundaydı ve her zaman güneşin batmış olması gerekmiyordu.
Now he was walking calmly along the way.
Şimdi yol boyunca sakin sakin yürüyordu.