a head taller than | -den bir baş uzun |
abandon oneself to fall prey to/be taken by /be overcome by /o | -e kapılmak |
man | adam |
stable | ahır |
the stable walls | ahır duvarları |
axle | aks |
the creaking of the axle | aksın gıcırtısı |
the soft creaking of the axle | aksın yumuşak gıcırtısı |
The soft creaking of the axle sounded loud. | Aksın yumuşak gıcırtısı yüksek geliyordu. |
attention /care | aldırış |
without paying attention | aldırış etmeden |
to pay attention /to care | aldırış etmek |
below / beneath | altında |
but | ama |
But it was a beginning | Ama bir başlangıçtı. |
But concerning the brandy and the wine he had given his word, still he had waited for the delivery until one day before the festival. | Ama brendi ve şarap konusunda söz vermişti, yine de teslimat için festivalden bir gün öncesine kadar beklemişti. |
But concerning the brandy and the wine he had given his word. | Ama brendi ve şarap konusunda söz vermişti. |
but it was that kind of day | ama bu o tür bir gündü |
But the feeling continued, got stronger. | Ama duygu devam etti, güçlendi. |
But the feeling continued. | Ama duygu devam etti. |
but inside | ama içinde |
but inside there was a solidness | ama içinde bir sağlamlık vardı. |
but inside there was a solidness, that even if he were overcome by flood his feet would not be uprooted. | ama içinde, sanki sele kapılsa bile ayaklarını yerden kesilmeyecekmiş gibi bir sağlamlık vardı. |
but its light was darkness as if mixed with shadow | ama ışığı karanlıktı sanki gölgeyle karışmış gibi |
memories | anılar |
memories | anılar |
it / they leave memories | anılar bırakır |
the memories fade | anılar solar |
The memories are forgotten. | Anılar unutulur. |
monument | anıt |
mother | anne |
his mother | annesi |
His mother was a foreigner and apart from her smiling face he didn't remember many things; still he continued to put flowers on her grave every Spring at Bel Tine and every Summer on Sundays. | Annesi bir yabancı idi ve gülümseyen yüzü dışında pek bir şey hatırlamıyordu, yine de her bahar Bel Tine'da ve her yaz, pazarları mezarına çiçek koymaya devam ediyordu. |
His mother was a foreigner and apart from her smiling face he didn't remember many things. | Annesi bir yabancı idi ve gülümseyen yüzü dışında pek bir şey hatırlamıyordu. |
His mother was a foreigner | Annesi bir yabancı idi. |
from his mother | annesinden |
it came from his mother | annesinden geldi |
like a fool / foolish | aptal gibi |
wagon / car / cart | araba |
a horse with a wagen | araba ile bir at |
behind | arkasında |
it was no longer safe | artık güvenli değildi |
it was no longer safe to be outside after dark | Artık hava karardıktan sonra dışarıda olmak güvenli değildi. |
after dark it was no longer safe | artık hava karardıktan sonra güvenli değildi |
stick | asa |
to hang (on) / to be suspended | asılmak |
horse | at |
horse | at |
to reach the horses | atlara ulaşmak için |
prey | av |
in the position of prey | av konumunda |
foot | ayak |
His feet wouldn't be cut of the ground /his feet wouldn't be uprooted | Ayaklarını yerden kesilmeyecekmiş gibi |
bright / brightness | aydınlık |
bear | ayı |
bear | ayı |
a bear had not come down | ayı inmemişti |
bears also were after the sheep | ayılar da koyunların peşindeydi |
Bears also were after the sheep whereas for years a bear had not come down there. | Ayılar da koyunların peşindeydi, halbuki yıllardır oralara ayı inmemişti. |
net | ağ |
tree | ağaç |
groups of trees | ağaç toplulukları |
trees | ağaçlar |
under the trees | ağaçların altına |
upon the stones scattered under the trees | ağaçların altına saçılmış taşların üzerine |
among the trees | ağaçların arasında |
Among the trees nothing was moving, nothing made a sound but the wind. . | Ağaçların arasında rüzgârdan başka hiçbir şey kıpırdamıyor, ses çıkarmıyordu. |
Among the trees nothing was moving but the wind. | Ağaçların arasında rüzgârdan başka hiçbir şey kıpırdamıyordu. |
(sheep) fold/pen /Gehege /Koppel | ağıl |
heavy / weighty / grave / severe | ağır |
a heavy silence | ağır bir sessizlik |
downwards | aşağıya |
downwards into the Two Rivers | aşağıya İki Nehir'e doğru |
Downwards it flailed into the Two Rivers, into the entangled wood called the Westwood and beat two men walking with a horse and a wagon down the rock-strewn track called the Quarry Road. | Aşağıya İki Nehir'e doğru Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru çırpındı ve Taşocağı Yolu denilen taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü. |
Downwards it flailed into the Two Rivers, into the entangled wood called the Westwood. | Aşağıya İki Nehir'e doğru Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru çırpındı. |
Father | baba |
his father | babası |
He was a head taller than his father. | Babasından bir baş uzundu. |
He was a head taller than his father and than everyone in that region and in his appearance were very (ç) few things of Tam, maybe nothing apart from the width of his shoulders. | Babasından ve o bölgedeki herkesten bir baş uzundu ve görünüşünde Tam'dan çok az şey vardı, belki omuzların genişliği dışında hiçbir şey. |
leg | bacak |
legs | bacaklar |
his legs | bacakları |
to/ against his legs | bacaklarına |
(ancient word for) wine | bade |
the Winespring Inn | Badeçay Hanı |
Spring (b) | Bahar |
spring | bahar |
The arrival (coming) of Spring (b) | Baharın gelmesi |
its being a month past upon the arrival of Spring | Baharın gelmesinin üzerinden bir ay geçmiş olması |
Although its being (dative) a month past upon the arrival of Spring | Baharın gelmesinin üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen |
Although its being a month past upon the arrival of Spring the wind was carrying an icy cold (quasi) as if it would have preferred to bring snow. | Baharın gelmesinin üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen rüzgar sanki kar getirmeyi tercih edermişçesine buz gibi bir soğuk taşıyordu. |
judged by /looked at + dat. | bakılırsa |
to look | bakmak |
west | Batı |
The Westwood | Batıormanı |
The entangled wood called the Westwood | Batıormanı denilen dolaşık orman |
towards / into the entangled wood called the Westwood | Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru |
westwards | batıya |
to sink /go down (sun) | batmak |
flag | bayrak |
like a flag | bayrak gibi |
beginning | başlangıç |
beginnings | başlangıçlar |
there are beginnings | başlangıçlar vardır |
there are beginnings and endings | başlangıçlar ve bitişler vardır |
baby | bebek |
to wait (for) / to expect / to hope for + Acc | beklemek |
to wait | beklemek |
he had waited | beklemişti |
to be made waiting > to settle /ripen | bekletilmek |
to make s. o. wait | bekletmek |
in order to be used at Bel Tine | Bel Tine'da kullanılmak üzere |
the arrival of Bel Tine | Bel Tine'ın gelmesi |
as happy as he was about the arrival of Bel Tine | Bel Tine'ın gelmesinden olduğu kadar memnun |
at the other/far side of Bela | Bela'nın öbür yanında |
maybe nothing apart from the width of his shoulders | belki omuzların genişliği dışında hiçbir şey |
white | beyaz |
Accumulations of white snow were still covering the ground. | Beyaz kar birikintileri hâlâ toprağı örtüyordu. |
even | bile |
even (b) | bile |
a memory | bir anı |
a fool | bir aptal |
a horse and a wagon | bir at ve araba |
with a horse and a wagon | bir at ve araba ile |
two men with a horse and a wagon | bir at ve araba ile iki adam |
two men walking with a horse and a wagon | bir at ve araba ile yürüyen iki adam |
a month | bir ay |
a month past | bir ay geçmiş |
it was a month past / being a month past | bir ay geçmiş olması |
Like the rock in the middle of a dream. | Bir düşün ortasındaki kaya gibi. |
a monument of reality | bir gerçeklik anıtı |
a shirt | bir gömlek |
a day | bir gün |
a feeling | bir his |
a mare | bir kısrak |
According to some a wind rose in the Misty Mountains. | Bir rüzgar kimilerine göre Puslu Dağlar'da yükseldi. |
a wind rose | bir rüzgar yükseldi |
It was a morning. | Bir sabahtı. |
a silence was suspended | bir sessizlik asılıydı |
for a while | bir süre |
For a while he tried to throw it off. | Bir süre bunu üstünden atmaya çalıştı. |
a kind | bir tür |
a bow | bir yay |
an age /epoche /era | bir çağ |
an age | bir çağ |
In an age, according to some (in) the Third Age | Bir Çağ'da, kimilerine göre Üçüncü Çağ'da |
In an age, according to some (in) the Third Age, in an age yet to come, (in an age) already passed (and) gone, a wind rose in the Misty Mountains. | Bir Çağ'da, kimilerine göre Üçüncü Çağ'da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ'da Puslu Dağlar'da bir rüzgar yükseldi. |
in an age | bir çağda |
A spider was weaving its net in the tree. | Bir örümcek ağaçta ağını örüyordu. |
it / they leave | bırakır |
to leave | bırakmak |
a little bit | biraz |
a bit stiffened | biraz sertleşmiş |
a little bit of green | biraz yeşillik |
deposit / accumulation | birikinti |
the first | birinci |
the First Age | Birinci Çağ |
ending | bitiş |
endings | bitişler |
there are endings | bitişler vardır |
plant | bitki |
plants / vegetation | bitkiler |
over / along / round | boyunca |
free, empty | boş |
an empty road | boş bir yol |
An Empty Road | Boş Bir Yol |
concerning the brandy and the wine | brendi ve şarap konusunda |
This spring he did not expect them anyway / in first place | Bu bahar bunları zaten beklemiyordu. |
He had announced that it would take more than wolves and a cold wind to prevent him from making his delivery this spring. . | Bu bahar teslimatını yapmasını engellemek için kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlasının gerekeceğini ilan etmişti. |
this was a day | bu bir gündü |
It was that kind of day. | Bu o tür bir gündü. |
these days | bugünlerde |
cloud | bulut |
clouds | bulutlar |
with clouds | bulutlarla |
covered with clouds : cloud covered | bulutlarla kaplı |
cloud-covered summits | bulutlarla kaplı zirveler |
beneath the cloud-covered peaks | bulutlarla kaplı zirvelerin altında |
these | bunlar |
He did not expect them | Bunları beklemiyordu |
He is expecting them (these) / he is waiting for them | Bunları bekliyor |
He was expecting them (these) / he was waiting for them | Bunları bekliyordu |
He really did not expect them. | Bunları gerçekten beklemiyordu |
He really was expecting them. | Bunları gerçekten bekliyordu. |
the same as these | bunların aynısı |
to throw it off | bunu üstünden atmak |
He tried to throw it off | Bunu üstünden atmaya çalıştı. |
apart from this / other than this / for the rest | bunun dışında |
apart from this there was silence | bunun dışında bir sessizlik vardı |
ice | buz |
icy (ice like) | buz gibi |
an icy cold | buz gibi bir soğuk |
region | bölge |
flank /side | böğür |
blackberry / Brombeere | böğürtlen |
blackberries | böğürtlenler |
blackberry branches | böğürtlenlerin dalları |
The blackberry branches were spreading brown nets. | Böğürtlenlerin dalları kahverengi ağlar yayıyordu. |
on blackberry branches | böğürtlenlerin dalları üzerinde |
on the blackberry branches | böğürtlenlerin dallarının üzerinde |
the shores of a great ocean | büyük bir okyanusun kıyıları |
coat | ceket |
his coat | ceketi |
more | daha |
more than | daha fazla |
thicker | daha kalın |
harder | daha zorlu |
always | daima |
the always cloud-capped peaks | daima bulutlarla kaplı zirveler |
below the always/ever cloud-capped peaks | daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında |
the wind born under the always cloud-capped peaks | daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar |
the wind born under the always cloud-capped peaks | daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar |
The wind born under the always cloud-capped peaks blew over the mountains. | Daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar dağlar boyunca esti. |
branch | dal |
to make sth flap /to cause (water) to break into waves/to cause (sth) to undulate; to cause (sth) to wave/sway (as in a wind)/ripple | dalgalandırmak |
to flap / ripple / undulate/ flattern / wogen / schlingern (Boot) | dalgalanmak |
branches | dallar |
branches | dallar |
in the branches | dallarda |
There where squirrels in the branches. | Dallarda sincaplar vardı. |
There were no squirrels in the branches. | Dallarda sincaplar yoktu. |
There were no squirrels crackling in the branches. | Dallarda çıtırdayan sincaplar yoktu. |
There were birds singing in the branches. | Dallarda öten kuşlar vardı. |
The birds in the branches were singing. | Dallardaki kuşlar ötüyordu. |
mountain | dağ |
mountain | dağ |
mountains | dağlar |
the wind who gave its name to the mountains | dağlara ismini veren rüzgar |
the wind who gave his name to the mountains | dağlara ismini veren rüzgar |
The wind born under the always cloud-capped peaks, who gave his name to the mountains | Dağlara ismini veren, daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar, |
The wind born under the always cloud-capped peaks, who gave his name to the mountains blew eastwards, along the Sand Hills, over the place who was the shore(s) of a great ocean before the Breaking of the World. | Dağlara ismini veren, daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar, doğuya, Kum Tepeleri boyunca, Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer boyunca esti. |
in the mountains | dağlarda |
in the mountains | dağlarda |
it must have passed harder in the mountains | dağlarda daha sert geçmiş olmalıydı |
his trying / that he tried | denediği |
the times he tried | denediği zamanlar |
half of the times he tried | denediği zamanların yarısında |
to try (one time experiment) | denemek |
called (Present Participle) | denilen |
skin(d) | deri |
deep | derin |
a deep shadow | derin bir gölge |
His skin was prickling as if he was being tickled from inside. | Derisi içinden gıdıklanıyormuş gibi iğnelendi. |
his skin was tickling from inside | derisini içinden gıdıklanıyordu |
to continue /to keep on | devam etmek |
He was reminding to continue. | devam etmesini hatırlatıyordu. |
(it) is not | değil |
(it) was not | değildi |
to stand on edge /to have goosebumps | diken diken olmak |
thorny | dikenli |
things to watch out for | dikkat etmesi gereken şeyler |
careful | dikkatli |
careless / listless / heedless | dikkatsiz |
a careless boot | dikkatsiz bir çizme |
upon careless boots | dikkatsiz çizmelerin üzerinde |
he said /they said (with pl subject) | diyordu |
said his manners | diyordu tavırları |
the other | diğer |
the other hand | diğer el |
in the other hand | diğer elde |
in his other hand | diğer elinde |
In the/his other hand he had a bow. | Diğer elinde bir yay vardı. |
In his other hand there was/he had a bow whose arrow was nocked, ready to be drawn. | Diğer elinde oku takılmış çekilmeye hazır bir yay vardı. |
In his other hand he had a bow ready for pulling, whose arrow was nocked. | Diğer elinde, oku takılmış olan, çekilmiş hazır bir yay vardı. |
tooth | diş |
outside /exterior | dışarıda |
to be outside | dışarıda olmak |
it was not safe to be outside | dışarıda olmak güvenli değildi |
except (that) / outside (of) / apart from | dışında |
with their teeth | dişleriyle |
to touch | dokunmak |
to touch (+dat) | dokunmak |
entangled | dolaşık |
an entangled wood | dolaşık bir orman |
(who is/was) born (Present Participle) | doğan |
to be/get born | doğmak |
towards | doğru |
east | doğu |
(which were ) in the east | doğudaki |
the trees (which were) in the east | doğudaki ağaçlar |
on top of the trees in the east | doğudaki ağaçların üzerine |
who gives birth / who gave birth (Present participle) | doğuran |
who gives birth / who gave birth (Present participle) | doğuran |
to give birth | doğurmak |
to give birth | doğurmak |
eastwards | doğuya |
eastwards | doğuya |
wall | duvar |
the feeling | duygu |
losing (needles) | döken |
to lose (leaves/needles) / to pour /dump /effuse /diffuse | dökmek |
while turning / while it turns (-ken Gerund) | dönerken |
to turn | dönmek |
to beat (up) (repeated beating) | dövmek |
world | dünya |
the eye of the world | dünyanın gözü |
The Eye of the World | Dünyanın Gözü |
The Breaking of the World | Dünyanın Kırılışı |
before the Breaking of the World | Dünyanın Kırılışı'ndan önce |
the place who was the shore(s) of a great ocean before the Breaking of the World | Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer |
dream | düş |
in the middle of a dream | düşün ortasında |
thought | düşünce |
without thinking | düşünmeden |
to think | düşünmek |
to drop / to throw | düşürmek |
legend | efsane |
legend | efsane |
legends | efsaneler |
legends become myth | efsaneler mit olur |
legends become myth | efsaneler mit olur |
Legends become myth and even the myths are forgotten. | Efsaneler mit olur ve mitler bile unutulur. |
Legends become myth and when the age who gave birth to them comes again, even the myths are forgotten. | Efsaneler mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde, mitler bile unutulur. |
legends fade to myth ( legends when fading become myth ) | efsaneler solarak mit olur |
Legends legends fade to myth ( legends when fading become myth ) and when the age who gave birth to them comes again, even the myths are forgotten. | Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde, mitler bile unutulur. |
Legends fade to myth ( legends when fading become myth ) and when the age who gave birth to them comes again, even the myths are forgotten. | Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde, mitler bile unutulur. |
The legends are forgotten. | Efsaneler unutulur. |
which become legendary / becoming legendary Present Participle | efsaneleşen |
which become legendary / becoming legendary Present Participle | efsaneleşen |
memories which become legendary | efsaneleşen anılar |
it leaves/ they leave memories which become legendary | efsaneleşen anılar bırakır |
to become legendary | efsaneleşmek |
hand | el |
off his hand | elinden |
with the hand | elle |
apple | elma |
apple brandy | elma brendi |
apple cider | elma şarabı |
sure / certain / confident /positive / secure / reliable | emin |
I am not sure | Emin değilim |
I couldn't make sure | Emin olamadım |
I made sure / I assured myself | Emin oldum |
to be sure / make sure | emin olmak |
He wanted to be sure / He wanted to check | Emin olmak istedi |
He always had wanted to make sure (now it's too late)/ He would have wanted to make sure (had there been an opportunity) | Emin olmak isterdi |
I want to be sure | Emin olmak istiyorum |
I am sure | Eminim |
Emond's Field | Emond Meydanı |
the oldest people | en yaşlı kişiler |
tougher than what the oldest people remember | en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu |
they'd better don't try to hinder | engellemeye çalışmasalar iyi olurdu |
breeze | esinti |
When a breeze snatched his cloak off his hand | Esinti pelerinini elinden kopardığında |
When a breeze snatched his cloak off his hand he looked at his father. | Esinti pelerinini elinden kopardığında babasına baktı. |
breezes | esintiler |
The breezes glued his cloak to his back. | Esintiler pelerinini sırtına yapıştırdı. |
The breezes glued Rand al Thor's cloak to his back, slapped the earth coloured woolen cloth against his legs, then fanned it out behind (him). | Esintiler Rand al Thor'un pelerinini sırtına yapıştırdı, toprak rengi yün kumaşı bacaklarına çarptı, sonra arkasında havalandırdı. |
The breezes glued Rand al Thor's cloak to his back, slapped the woolen cloth against his legs, then fanned it out behind (him). | Esintiler Rand al Thor'un pelerinini sırtına yapıştırdı, yün kumaşı bacaklarına çarptı, sonra arkasında havalandırdı. |
The breezes glued Rand al Thor's cloak to his back, (and) slapped the woolen cloth against his legs. | Esintiler Rand al Thor'un pelerinini sırtına yapıştırdı, yün kumaşı bacaklarına çarptı. |
The breezes glued Rand al Thor's cloak to his back. | Esintiler Rand al Thor'un pelerinini sırtına yapıştırdı. |
old and dirty boots | eski ve pis çizmeler |
to blow | esmek |
crushing (Present Participle) | ezen |
to crush / squeeze / crunch | ezmek |
benefit / profit / advantage / usefulness | fayda |
much | fazla |
extra / additional | fazladan |
an extra shirt | fazladan bir gömlek |
until one day before the festival | festivalden bir gün öncesine kadar |
He had waited until one day before the festival. | Festivalden bir gün öncesine kadar beklemişti. |
barrel /Faß | fıçı |
haftalardır | for weeks |
When it comes (Participle + locative) | geldiğinde |
to come | gelmek |
to come | gelmek |
who has not come/ not come (miş Past Participle neg.) / (it is said that) he did not come (reported past neg) | gelmemiş |
who came / who has come / come (miş Past Participle) / (it is said that) he came (reported past) | gelmiş |
wide /broad /breit | geniş |
With his broad chest and face | geniş göğsü ve yüzüyle |
With his broad chest and face he was that morning like a monument of reality. | Geniş göğsü ve yüzüyle o sabah bir gerçeklik anıtı gibiydi. |
with his broad chest | geniş göğsüyle |
the width | genişlik |
it didn't need to /it didn't have to | gerekmiyordu |
reality | gerçeklik |
really / truly / indeed | gerçekten |
though /although (g) | gerçi |
He did not expect them, though | Gerçi bunları beklemiyordu |
Though he was not expecting them, indeed | Gerçi bunları beklemiyordu, gerçekten |
Though he was not really expecting them, this spring he did not expect them anyway . | Gerçi bunları beklemiyordu, gerçekten, bu bahar bunları zaten beklemiyordu. |
to fetch / to bring | getirmek |
the fetching (+ Acc.) | getirmeyi |
last / passed | geçen |
last year (s) | geçen sene |
last year's entwined blackberry branches | geçen senenin böğürtlenlerinin dolaşık dalları |
Last year's entangled blackberry branches were spreading brown nets over the stones spread under the trees.. | Geçen senenin böğürtlenlerinin dolaşık dalları ağaçların altına saçılmış taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu. |
Last year's entangled blackberry branches were spreading brown nets over the stones. | Geçen senenin böğürtlenlerinin dolaşık dalları taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu. |
pass(ed) and (- ip Gerund) | geçip |
passed (and) gone | geçip gitmiş |
to pass | geçmek |
to pass | geçmek |
to creak | gıcırdamak |
the creaking | gıcırtı |
the creaking sounded loud | gıcırtı yüksek geliyordu |
to go | gitmek |
they didn't go /they were not going | gitmiyorlardı |
who went / who has gone/ gone (miş Past Participle) / (it is said that) he went (reported past) | gitmiş |
to wear | giymek |
grey | gri |
his grey eyes | gri gözleri |
shadow | gölge |
with shadow | gölgeyle |
mixed with shadow | gölgeyle karışmış |
view | gör |
task | görev |
to see | görmek |
seen (Passive Present Participle) | görülen |
the few herbs seen | görülen pek az otlar |
Most of the few seen herbs were nettles. | Görülen pek az otun çoğunluğu ısırgandı. |
Most of the few seen herbs were nettles; the rest (k) were either sharp and thorny vegetation or stinkweed leaving a foul smell on the careless boots who crushed them. | Görülen pek az otun çoğunluğu ısırgandı; kalanı ya sivri ve dikenli bitkiler ya da onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bırakan kokuşmuşotları idi. |
appearance | görünüş |
in his appearance | görünüşünde |
In his appearance were very (ç) few things of Tam, maybe nothing apart from the width of his shoulders. | Görünüşünde Tam'dan çok az şey vardı, belki omuzların genişliği dışında hiçbir şey. |
In his appearance were very (ç) few things of Tam. | Görünüşünde Tam'dan çok az şey vardı. |
eye | göz |
eye | göz |
to spy /pry /peek /observe /watch | gözetlemek |
as he was watching | gözetlerken |
to observe /to spy | gözlemek |
He began to observe. | gözlemeye başladı. |
his chest | göğsü |
chest (body) /Brust (e. g. des Mannes) | göğüs |
to smile | gülümsemek |
her smiling face | gülümseyen yüzü |
Apart from her smiling face he didn't remember many (p) things. | Gülümseyen yüzü dışında pek bir şey hatırlamıyordu. |
He remembered her smiling face. | Gülümseyen yüzünü hatırlıyordu. |
sun | güneş |
The sun was giving a bright light. | Güneş aydınlık bir ışık veriyordu. |
the sun had gone down | güneş batmıştı |
The sun was giving no warmth. | Güneş hiç ısı vermiyordu. |
The sun is giving light and warmth. | Güneş ışık ve ısı veriyor. |
The sun is giving its light and warmth and brightness. | Güneş ışığını, ısısını ve aydınlığını veriyor. |
The sun was giving neither brightness nor warmth. | Güneş ne aydınlık ne ısı veriyordu |
The brightness of the sun | Güneşin aydınlığı |
The brightness and warmth of the sun | Güneşin aydınlığı ve ısısı |
the sun didn't have to go down | güneşin batmış olması gerekmiyordu |
The warmth of the sun | Güneşin ısısı |
The light of the sun | Güneşin ışığı |
His cheeks roughened from (with) the sun could be lined. | Güneşle kabalaşmış yanakları çizgili olabilirdi |
His cheeks roughened from (with) the sun could be lined, there could be only a sprinkling of black remaining in the grey of his hair, but in the inside there was a solidness. | Güneşle kabalaşmış yanakları çizgili, saçının grisinde yalnızca bir tutam siyah kalmış olabilirdi ama içinde bir sağlamlık vardı. |
His cheeks roughened from (with) the sun could be lined, there could be only a sprinkling of black remaining in the grey of his hair, but in the inside there was a solidness, that even if he were overtaken by flood his feet would not be uprooted. | Güneşle kabalaşmış yanakları çizgili, saçının grisinde yalnızca bir tutam siyah kalmış olabilirdi ama içinde sanki sele kapılsa bile ayaklarını yerden kesilmeyecekmiş gibi bir sağlamlık vardı. |
safe | güvenli |
it was not safe | güvenli değildi |
it was safe | güvenliydi |
to smell nice | güzel kokmak |
to get stronger | güçlenmek |
powerful / strong | güçlü |
light (not heavy) | hafif |
a gentle (light) breeze | hafif bir esinti |
a light wind rose | hafif bir rüzgar yükseldi |
slightly | hafifçe |
week | hafta |
weeks | haftalar |
whereas / while / however | halbuki |
whereas for years a bear had not come down there | halbuki yıllardır oralara ayı inmemişti |
inn | han |
movement | hareket |
to remember | hatırlamak |
to remember | hatırlamak |
to remind s. o. | hatırlatmak |
even /though (h) | hattâ |
Though they were not going for years | Hattâ haftalardır gitmiyorlardı |
Though were not even going to the village for weeks. | Hattâ, haftalardır köye bile gitmiyorlardı. |
air /weather | hava |
after dark /after getting dark | hava karardıktan sonra |
to get dark | hava kararmak |
to aerate/ ventilate / fan (out) | havalandırmak |
ready | hazır |
a ready bow | hazır bir yay |
still / yet | henüz |
it did not come yet / it is yet to come | henüz gelmemiş |
an age yet to come | henüz gelmemiş bir çağ |
an age yet to come, (an age) already passed (and) gone | henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir çağ |
every man | her adam |
things to watch out for every man | her adamın dikkat etmesi gereken şeyler |
Every spring at 'Bel Tine' | her bahar Bel Tine'da |
every spring and every summer | her bahar ve her yaz |
Every summer he continued to put flowers on her grave on Sundays. | Her yaz, pazarları mezarına çiçek koymaya devam ediyordu. |
always | her zaman |
everybody | herkes |
to feel (t=d) | hissetmek |
it's no problem | hiç sorun değil |
nothing was moving, nothing made a sound | hiçbir şey kıpırdamıyor, ses çıkarmıyordu. |
pleasant / agreable / fine | hoş |
welcome | hoş geldin |
unpleasant | hoş olmayan |
unpleasant thoughts | hoş olmayan düşünceler |
creating unpleasant thoughts | hoş olmayan düşünceler yaratan |
It was an uneasy morning creating unpleasant thoughts. | Hoş olmayan düşünceler yaratan sıkıntılı bir sabahtı. |
still / yet / until now (.â) | hâlâ |
was / were ( defect Verbform) | idi |
two | iki |
two men | iki adam |
with two small barrels | iki küçük fıçı ile |
the second | ikinci |
with | ile |
coming down /descending | inen |
to come down /to descend | inmek |
humans too were in the position of prey | insanlar da av konumundaydı |
humans too as much as sheep | insanlar da koyunlar kadar |
humans too as much as sheep were in the position of prey | insanlar da koyunlar kadar av konumundaydı |
warmth | ısı |
name (i) | isim |
nettle | ısırgan |
his (its) name (i) | ismi |
to wish / want | istemek |
it would be better / they'd better don't (with pl subject) /with if - verbform | iyi olurdu |
as if (he was) being watched | izleniyormuş gibi |
a feeling of being watched | izleniyormuş gibi bir his |
to be watched | izlenmek |
inside him | içinde |
a feeling arose inside of him | içinde bir his doğdu |
a feeling of being watched grew inside him | içinde izleniyormuş gibi bir his doğdu |
from inside | içinden |
needle | iğne |
to feel a prickling /to be pinned | iğnelenmek |
trees that lose their needles | iğnelerini döken ağaçlar |
trees that keep (do not lose) their needles | iğnelerini dökmeyen ağaçlar |
light (brightness) | ışık |
light and warmth | ışık ve ısı |
Its light was darkness. | ışığı karanlıktı |
In the places which were not reached by its light | Işığının ulaşmadığı yerlerde |
In the places which were not reached by its light, the sun was giving neither brightness nor warmth. | Işığının ulaşmadığı yerlerde, güneş ne aydınlık ne ısı veriyordu. |
The places reached by its light | Işığının ulaştığı yerler |
to coarsen /to become rude /to babarize /to become vulgar | kabalaşmak |
roughened | kabalaşmış |
woman | kadın |
the woman gives birth to a baby | kadın bir bebek doğurur |
the woman gives birth | kadın doğurur |
brown | kahverengi |
brown | kahverengi |
brown nets | kahverengi ağlar |
a brown mare | kahverengi bir kısrak |
the remainder / rest | kalan |
thick | kalın |
hip | kalça |
his hip | kalçası |
on / at his hip | kalçasında |
the quiver swinging at his hip | kalçasında sallanan sadak |
covered | kaplı |
snow | Kar |
snow | kar |
accumulations / patches of snow | kar birikintileri |
Accumulations of snow were covering the ground. | Kar birikintileri toprağı örtüyordu. |
darkness | karanlık |
(it) was darkness | karanlıktı |
to darken | kararmak |
snow-capped | karla kaplı |
snow-capped peaks | karla kaplı zirveler |
rock | kaya |
his side (lit. the side that fell on him) | kendine düşen taraf |
himself (acc.) | kendini |
to be cut / to stop | kesilmek |
to cut /to stop sthg | kesmek |
some (k) | kimi |
according to some | kimilerine göre |
to move /stirr | kıpırdamak |
to break | kırmak |
the mare's flank | kısrağın böğrü |
He touched the mare's flank. | Kısrağın böğrüne dokundu. |
shore / coast | kıyı |
shores | kıyılar |
red /scarlet (e. g. for hair) | kızıl |
ruddiness (the red) /die Röte | kızıllık |
winter | kış |
over winter | kış boyunca |
trees that keep their leaves and needles over winter | kış boyunca yapraklarını ve iğnelerini dökmeyen ağaçlar |
Winter had passed tough enough on the farms, tougher than what the oldest people remember | Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti, en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu |
Winter had passed tough enough on the farms, tougher than what the oldest people remembered, but judged by the number of wolves coming down into Two Rivers it must have passed harder in the mountains. | Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti, en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu, ama İki Nehir'e inen kurtların sayısına bakılırsa, dağlarda daha sert geçmiş olmalıydı. |
Winter had passed tough enough on the farms. | Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti. |
people(k) | kişiler |
in winter | kışın |
from settling (ripening) during the winter | kışın bekletilmekten |
a bit stiffened from settling (ripening) over the winter | kışın bekletilmekten biraz sertleşmiş |
eight big barrels of apple cider, a bit stiffened from settling (ripening) over the winter, stood wobbeling in the cart | kışın bekletilmekten biraz sertleşmiş sekiz büyük fıçı elma şarabı yalpalayan arabada duruyordu |
trees that lose their leaves in winter | kışın yapraklarını döken ağaçlar |
smell | koku |
to rot / to go bad | kokuşmak |
rotten / foul / fetid / rancid | kokuşmuş |
Stinkweed (lit. rotten herbs) | kokuşmuşotları |
The stinkweed (s) left a foul smell on the careless boots crushing them. | Kokuşmuşotları onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bıraktı. |
The stinkweed (s) left a foul smell. | Kokuşmuşotları pis bir koku bıraktı. |
The stinkweed (s) left a foul smell on the boots. | Kokuşmuşotları çizmelerin üzerinde pis bir koku bıraktı. |
arm | kol |
the hair on his arms | kollarındaki tüyler |
the hair on his arms stood on edge /he had goosebumps | kollarındaki tüyler diken diken oldu |
The hair on his arms stood on edge, his skin prickled as if he was being tickled from inside. | Kollarındaki tüyler diken diken oldu, derisi içinden gıdıklanıyormuş gibi iğnelendi. |
position /situation /status /location | konum |
about /concerning | konusunda |
When it snatched (Participle + locative) | kopardığında |
to snatch | koparmak |
to put | koymak |
sheep | koyun |
sheep folds | koyun ağılları |
the sheep were in the position of prey | koyunlar av konumundaydı |
every man who has sheep | koyunları olan her adam |
things to watch out for every man who has sheep | koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler |
by using | kullanarak |
to be used | kullanılmak |
about to be used /as to be used /for the purpose of being used | kullanılmak üzere |
to use | kullanmak |
to use | kullanmak |
sand | kum |
the Sand Hills | Kum Tepeleri |
The Sand Hills, the place who was the shore(s ) of a great ocean before the Breaking of the World | Kum Tepeleri, Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer |
fabric / cloth | kumaş |
the wolf | kurt |
wolf | kurt |
The wolf was howling | Kurt uluyordu. |
the wolves had torn the stable walls into pieces with their teeth | Kurtlar ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı. |
the wolves had torn the stable walls into pieces | Kurtlar ahır duvarlarını parçalamıştı. |
The wolves had attacked the sheep folds and torn the stable walls into pieces with their teeth. | Kurtlar koyun ağıllarına saldırmış ve ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı. |
The wolves had attacked the sheep folds and torn the stable walls into pieces with their teeth to reach the cattle and the horses. | Kurtlar koyun ağıllarına saldırmış, sığır ve atlara ulaşmak için ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı. |
The wolves had attacked the sheep folds. | Kurtlar koyun ağıllarına saldırmıştı. |
wolves and bears | kurtlar ve ayılar |
wolves and bears are no problem | kurtlar ve ayılar hiç sorun değil |
Wolves and bears, things to watch out for every man who has sheep, are no problem | Kurtlar ve ayılar, koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler, hiç sorun değil |
Wolves and bears, things to watch out for every man who has sheep, were no problem said his manners, but they'd better don't try to hinder Tam al Thor to reach Emond's Field. | Kurtlar ve ayılar, koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler, hiç sorun değil diyordu tavırları ama Tam al'Thor'un Emond Meydanı'na ulaşmasını engellemeye çalışmasalar iyi olurdu. |
Wolves and bears, things to watch out for every man who has sheep, are no problem, said his manners. | Kurtlar ve ayılar, koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler, hiç sorun değil diyordu tavırları. |
more than wolves and a cold wind | kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlası |
it needed more than wolves and a cold wind | kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlasını gerekiyordu |
more than wolves | kurtlardan daha fazlası |
He had announced that it would take more than wolves | kurtlardan fazlasının gerekeceğini ilan etmişti |
the number of wolves | kurtların sayısı |
bird | kuş |
birds | kuşlar |
The birds were singing in the forest. | Kuşlar ormanda ötüyordu. |
The birds are singing. | Kuşlar ötüyor. |
village | köy |
to the village | köye |
glad /happy /satisfied | memnun |
I am glad. | Memnun oldum. |
grave | mezar |
to put flowers on her grave | mezarına çiçek koymak |
He continued to put flowers on her grave. | Mezarına çiçek koymaya devam ediyordu. |
myth | mit |
myths | mitler |
even the myths are forgotten | mitler bile unutulur |
even the myths are forgotten | mitler bile unutulur |
spear /lance / javelot | mızrak |
by using his spear | mızrağını kullanarak |
by using his spear as (being) a walking stick | mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak |
there are neither beginnings nor ends | ne başlangıçlar ne de bitişler vardır |
neither nor | ne ne de |
river | nehir |
almost /nearly | neredeyse |
he felt like a fool/foolish | O aptal gibi hissediyordu |
He looked at his father. | O babasına baktı. |
He was a head taller than his father and than everyone in that region. | O babasından ve o bölgedeki herkesten bir baş uzundu. |
he looked | o baktı |
He wished that he had worn a shirt. | o bir gömlek giymiş olmayı isterdi. |
He felt a bit foolish. | O biraz aptal gibi hissediyordu. |
who /that was in that region | o bölgedeki |
everybody in that region | o bölgedeki herkes |
He was a head taller than everyone in that region. | O bölgedeki herkesten bir baş uzundu. |
He snatched the coat off his hand. | O ceketi elinden kopardı. |
He wished his coat to be thicker / He wished his coat were thicker | O ceketinin daha kalın olmasını isterdi. |
He wished his coat to be thick / He wished his coat were thick | O ceketinin kalın olmasını isterdi. |
He wished his coat to be... / He wished his coat were... | O ceketinin olmasını isterdi. |
He wished that he had worn a thicker coat. | O daha kalın bir ceket giymiş olmayı isterdi. |
she gives birth | o doğurur |
it turns | o döner |
it beat | o dövdü |
he blew | o esti |
He wished that he had worn an extra shirt. | O fazladan bir gömlek giymiş olmayı isterdi. |
he comes | o gelir |
he goes | o gider |
he wished that he had worn | o giymiş olmayı isterdi |
it fanned out | o havalandırdı |
He was ready. | O hazırdı. |
he feels (is feeling) | o hissediyor |
he felt | o hissediyordu |
He gave his name. (i) | O ismini verdi. |
he would wish / he used to wish / he would have liked ( Aorist Narrative) | o isterdi |
He felt a bit foolish himself, but it was that kind of day. | O kendini biraz aptal gibi hissediyordu, ama bu o tür bir gündü. |
He felt a bit foolish himself | O kendini biraz aptal gibi hissediyordu. |
He looked over the mare at his father. | O kısrağın üzerinden babasına baktı. |
it snatched | o kopardı |
he/ she /it is / becomes | o olur |
it had sat (reported Past narrative) | o oturmuştu |
He held the cloak one-handed. | O pelerini tek elle tuttu. |
He held the cloak. | O pelerini tuttu. |
that morning | o sabah |
That morning he was like a monument of reality. | O sabah bir gerçeklik anıtı gibiydi. |
he/ she /it fades | o solar |
it was hooking | o takılıyordu |
He wanted to be sure / He wanted to check that Tam was still there. | O Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istedi. |
he is carrying | o taşıyor |
he was carrying | o taşıyordu |
he held | o tuttu |
that kind | o tür |
he is forgotten | o unutulur |
he forgets | o unutur |
He looked at the shaggy, brown mare. | O uzun tüylü kahverengi kısrağa baktı. |
He looked over the shaggy brown mare at his father. | O uzun tüylü kahverengi kısrağın üzerinden babasına baktı. |
he gives | o verir |
it glued | o yapıştırdı |
He is coming again. | O yeniden geliyor. |
He forgets the way. | O yolu unutur. |
it slapped | o çarptı |
it flailed / fluttered/ struggled /whipped (up) | o çırpındı |
He gave his name (i) to the mountains. | O, dağlara ismini verdi. |
He gave his name (i) to the beach. | O, kumsala ismini verdi. |
He forgets the myth. | O, miti unutur. |
arrow | ok |
arrow | ok |
(a) bow and arrow (lit. arrow and bow) | ok ve yay |
The arrow was ready to be pulled | Ok çekilmeye hazırdı. |
a bow whose arrow is nocked | oku takılmış bir yay |
a bow whose arrow was nocked, ready to be drawn | oku takılmış çekilmeye hazır bir yay |
whose arrow was ready to be pulled | oku çekilmeye hazırdı. |
He was ready to draw the arrow | Oku çekmeye hazırdı |
ocean | okyanus |
who is / who was / who has been ( Present Participle) | olan |
of his being (Ablative) / that he is/was | olduğundan |
to be / to become | olmak |
it must have | olmalıydı |
the width of his shoulders | omuzların genişliği |
the age who gave birth to them (present participle) | onları doğuran çağ |
when the age who gave birth to them (present participle) comes again (participle + locative) | onları doğuran çağ yeniden geldiğinde |
careless boots crushing them | onları ezen dikkatsiz çizmeler |
upon careless boots crushing them | onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde |
its being thicker / it to be thicker (acc. case) | onun daha kalın olmasını |
there | orada |
out there /over there /thereabouts | oralar |
to thereabouts /over there | oralara |
wood, forest | orman |
There were birds singing in the forest. | Ormanda öten kuşlar vardı. |
There were no birds singing in the forest. | Ormanda öten kuşlar yoktu. |
There were no birds singing in the forest, no squirrels crackling in the branches. | Ormanda öten kuşlar, dallarda çıtırdayan sincaplar yoktu. |
The birds singing in the forest sounded loud. | Ormanda öten kuşların sesi yüksek geliyordu. |
in the middle of | ortasında |
grass / herb | ot |
the rest of the herbs | otun kalanı |
The rest (k) of the herbs were stinkweed leaving a foul smell on the careless boots who crushed them. | Otun kalanı onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bırakan kokuşmuşotları idi. |
The rest of the herbs were sharp and thorny vegetation. | Otun kalanı sivri ve dikenli bitkiler idi. |
The rest of the herbs were sharp and thorny vegetation or stinkweed. | Otun kalanı ya sivri ve dikenli bitkiler ya da kokuşmuşotları idi. |
The rest (k) of the herbs were either sharp and thorny vegetation or stinkweed leaving a foul smell on the careless boots who crushed them. | Otun kalanı ya sivri ve dikenli bitkiler ya da onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bırakan kokuşmuşotları idi. |
most of the grass | otun çoğunluğu |
Most of the herbs were nettles. | Otun çoğunluğu ısırgandı. |
to sit | oturmak |
to tear into pieces | parçalamak |
Sunday | pazar |
on Sundays | pazarları |
so / much / ever so / very (p) | pek |
little / few | pek az |
Most of the few herbs were nettles. | Pek az otun çoğunluğu ısırgandı. |
He didn't remember many (p) things. | Pek bir şey hatırlamıyordu. |
cloak | pelerin |
his cloak | pelerini |
His cloak was hooking to his quiver. | Pelerini sadağına takılıyordu. |
There was no use to try to hold the cloak one-handed. | Pelerini tek elle tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu. |
There was no use to try to hold the cloak one-handed; in his other hand he had a bow whose arrow was knocked, ready to be drawn. | Pelerini tek elle tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu; diğer elinde oku takılmış çekilmeye hazır bir yay vardı. |
There was no use to try to hold the cloak. | Pelerini tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu |
His cloak instead was hooking to his quiver. | Pelerini yerine sadağına takılıyordu. |
His cloak slapped against his legs. | Pelerini, bacaklarına çarptı. |
Half of the times instead, his cloak was hooking to the quiver swinging at his hip. | Pelerini, yerine zamanların yarısında kalçasında sallanan sadağa takılıyordu. |
Half of the times instead, his cloak was hooking to the quiver. | Pelerini, yerine zamanların yarısında sadağa takılıyordu. |
His cloak, half of the times he tried to tug it, was hooking to the quiver swinging at his hips instead. | Pelerini, yerine çekiştirmeyi denediği zamanların yarısında kalçasında sallanan sadağa takılıyordu. |
His cloak, half of the times he tried to tug it, was hooking to the quiver instead. | Pelerini, yerine, çekiştirmeyi denediği zamanların yarısında sadağa takılıyordu. |
Half of the times his cloak was hooking to the quiver. | Pelerini, zamanların yarısında sadağa takılıyordu. |
the wind that caused his cloak to sway like a flag | pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgar |
after /behind (p) | peşinde |
dirty | pis |
a bad smell | pis bir koku |
it left a nasty / foul smell | pis bir koku bıraktı |
to stink | pis kokmak |
fogg (p) | pus |
foggy / misty | puslu |
the Misty Mountains | Puslu Dağlar |
In the Misty Mountains a wind rose. | Puslu Dağlar'da bir rüzgar yükseldi. |
Without thinking Rand touched his arrow ready as Tam had taught him to draw (it) in a single movement all the way to his cheek. | Rand düşünmeden okuna dokundu Tam'ın ona öğretmiş olduğu gibi tek harekette yanağına kadar çekmeye hazırdı. |
Without thinking Rand touched his arrow. | Rand düşünmeden okuna dokundu. |
As for Rand, he was glad. | Rand ise, memnundu. |
As for Rand, he was glad, that he got away from the farm, almost as happy as he was about the arrival of Bel Tine. | Rand ise, çiftliklerden uzaklaştığı memnundu, neredeyse Bel Tine'ın gelmesinden olduğu kadar memnun. |
As for Rand, he was glad, that he got away from the farm. | Rand ise, çiftliklerden uzaklaştığı memnundu. |
Rand is glad. | Rand memnun oldu. |
Rand was glad. | Rand memnundu. |
Rand touched his arrow. | Rand okuna dokundu. |
As Rand was watching his side of the way, a feeling grew inside of him. | Rand yolun kendi tarafını gözetlerken içinde bir his doğdu. |
As Rand was watching his side of the way, a feeling of being watched grew inside of him. | Rand yolun kendi tarafını gözetlerken içinde izleniyormuş gibi bir his doğdu. |
Rand wished that his coat were thicker. | Rand, ceketinin daha kalın olmasını isterdi. |
Rand wished that his coat were thicker or that he had worn an extra shirt. | Rand, ceketinin daha kalın olmasını ya da fazladan bir gömlek giymiş olmayı isterdi. |
although (r) | rağmen |
colour | renk |
wind | rüzgar |
The wind arose. | Rüzgar yükseldi. |
The wind flailed into the entangled wood called the Westwood. | Rüzgar Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru çırpındı. |
The wind was not the beginning. | Rüzgar başlangıç değildi. |
The wind beat two men /walking / who walked with a horse and a wagon. | Rüzgar bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü. |
The wind was carrying an icy cold. | Rüzgar buz gibi bir soğuk taşıyordu. |
The wind snatched the coat off his hand. | Rüzgar ceketi elinden kopardı. |
The wind rose in the mountains and blew over the place. | Rüzgar dağlarda yükseldi ve yer boyunca esti. |
The wind rose in the mountains. | Rüzgar dağlarda yükseldi. |
The wind rose in the mountains and blew over the place. (-ip Gerund) | Rüzgar dağlarda yükselip yer boyunca esti. |
The wind blew eastwards. | Rüzgar doğuya esti. |
The wind blew eastwards over the place | Rüzgar doğuya yer boyunca esti. |
The wind blew eastwards, along the Sand Hills, over the place who was the shore(s) of a great ocean before the Breaking of the World. | Rüzgar doğuya, Kum Tepeleri boyunca, Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer boyunca esti. |
The wind blew. | Rüzgar esti. |
The wind is gone. | Rüzgar gitmiş. |
The wind beat two men. | Rüzgar iki adamı dövdü. |
The wind preferred to bring snow. | Rüzgar kar getirmeyi tercih etti. |
The wind was carrying snow. | Rüzgar kar taşıyordu. |
The wind gave its name (i) to the snow-capped peaks. | Rüzgar karla kaplı zirvelere ismini verdi. |
The wind blew over the Sand Hills. | Rüzgar Kum Tepeleri boyunca esti. |
The wind blew over the Sand Hills, who were (over the place which was) the shores of a great ocean before the Breaking of the World. | Rüzgar Kum Tepeleri boyunca, Dünyanın Kırılışı'ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer boyunca esti. |
The wind blew over the ocean. | Rüzgar okyanus boyunca esti. |
The wind carried an icy cold (quasi) as if it would have preferred to bring snow. | Rüzgar sanki kar getirmeyi tercih edermişçesine buz gibi bir soğuk taşıyordu. |
The wind beat two men walking with a horse and a wagon on the rock-strewn track | Rüzgar taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü. |
The wind beat two men /walking / who walked with a horse and a wagon on the rock-strewn track called the Quarry Road. | Rüzgar Taşocağı Yolu denilen taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü. |
The wind was howling | Rüzgar uluyordu. |
The wind blew over the place. | Rüzgar yer boyunca esti. |
when the wind arose | Rüzgar yükselirken |
The wind was howling when it arose, but other than this a heavy silence was laying over the land. | Rüzgar yükselirken uluyordu ama bunun dışında toprağın üzerinde ağır bir sessizlik asılıydı. |
The wind was howling when it arose. | Rüzgar yükselirken uluyordu. |
The wind beat two men /walking / who walked. | Rüzgar yürüyen iki adamı dövdü. |
The wind rose in the Third Age. | Rüzgar Üçüncü Çağ'da yükseldi. |
without paying attention to the wind | rüzgara aldırış etmeden |
nothing else than the wind | rüzgârdan başka hiçbir şey |
morning | sabah |
quiver | sadak |
calmly /leisurely/at ease | sakin sakin |
calmness /tranquility /composure | sakinlik |
to attack /assault +dat | saldırmak |
who swings / swinging (Present Participle) | sallanan |
the quiver who swung / the swinging quiver | sallanan sadak |
to swing / to rock / to shake | sallanmak |
as if /quasi /like | sanki |
as if mixed with shadow | sanki gölgeyle karışmış |
(quasi) as if it would have preferred to bring snow | sanki kar getirmeyi tercih edermişçesine |
as even if he were overtaken by flood | sanki sele kapılsa bile |
number | sayı |
hair | saç |
to be scattered | saçılmak |
scattered stones | saçılmış taşlar |
upon scattered stones | saçılmış taşların üzerine |
the grey of his hair | saçının grisi |
in the grey of his hair | saçının grisinde |
It could be that there was only a sprinkling of black remaining in the grey of his hair | saçının grisinde yalnızca bir tutam siyah kalmış olabilirdi |
the red of his hair | saçlarının kızıllığı |
to scatter | saçmak |
sturdyness /robustness /soundness /firmness /solidness | sağlamlık |
eight | sekiz |
eight big barrels of apple cider | sekiz büyük fıçı elma şarabı |
eight big barrels of apple cider stood in the cart | sekiz büyük fıçı elma şarabı arabada duruyordu |
eight big barrels of apple cider stood wobbeling in the cart | sekiz büyük fıçı elma şarabı yalpalayan arabada duruyordu |
flood | sel |
to be overcome by flood | sele kapılmak |
year (s) | sene |
tough/solid / hard/ rigid/ stiff /firm- for an object opposed to soft - hart (German) | sert |
to stiffen /harden | sertleşmek |
voice | ses |
to make noise | ses çıkarmak |
voiceless / silent | sessiz |
silence / quiet | sessizlik |
tight /narrow /short | sıkı |
tight groups of trees | sıkı ağaç toplulukları |
tight groups of trees dropped a deep shadow on the places | sıkı ağaç toplulukları yerlere derin bir gölge düşürdü |
On places where tight groups of trees dropped a deep shadow | Sıkı ağaç topluluklarının derin bir gölge düşürdüğü yerlerde |
On places where tight groups of trees dropped a deep shadow, accumulations of white snow were still covering the ground. | Sıkı ağaç topluluklarının derin bir gölge düşürdüğü yerlerde, beyaz kar birikintileri hâlâ toprağı örtüyordu. |
boredom / annoyance / nuisance | sıkıntı |
depressing / uneasy / distressed | sıkıntılı |
a troublesome thought | sıkıntılı bir düşünce |
It was a depressing / troublesome morning | Sıkıntılı bir sabahtı. |
squirrel | sincap |
squirrels | sincaplar |
(the) back | sırt |
his back | sırtı |
to his back | sırtına |
sharp / pointed | sivri |
sharp and thorny vegetation | sivri ve dikenli bitkiler |
black | siyah |
cattle | sığır |
to reach the cattle and the horses | sığır ve atlara ulaşmak için |
to reach the cattle | sığırlara ulaşmak için |
by fading /when fading (erek- Gerund) | solarak |
pale | solgun |
Pale(ly) it had sat on top of the trees in the east | Solgun solgun doğudaki ağaçların üzerine oturmuştu |
Pale(ly) it had sat on top of the trees in the east, but its light was darkness as if mixed with shadow. | Solgun solgun doğudaki ağaçların üzerine oturmuştu ama ışığı karanlıktı sanki gölgeyle karışmış gibi. |
to fade | solmak |
after / later / then | sonra |
then it fanned it out behind (him). | sonra arkasında havalandırdı. |
problem | sorun |
cold | soğuk |
more than a cold wind | soğuk bir rüzgârdan daha fazlası |
guiltily | suçlu suçlu |
He guiltily began to observe his side of the way. | Suçlu suçlu yolun kendine düşen tarafını gözlemeye başladı. |
he said (s) | söylüyordu |
to promise /give one's word | söz vermek |
to keep one's word | sözünü tutmak |
to hang out / to stick around / to jam in / to hook / to fit / to attach / to install / to insert | takılmak |
they'd better don't try to hinder Tam al Thor to reach Emond's Field | Tam al'Thor'un Emond Meydanı'na ulaşmasını engellemeye çalışmasalar iyi olurdu. |
they'd better don't try to hinder Tam al'Thor to reach | Tam al'Thor'un ulaşmasını engellemeye çalışmasalar iyi olurdu. |
Tam said it came from his mother | Tam annesinden geldiğini söylüyordu. |
Not even Tam (+ neg. verb) | Tam bile |
Not even Tam traveled much these days. | Tam bile bugünlerde fazla yolculuk yapmıyordu. |
Not even Tam traveled these days. | Tam bile bugünlerde yolculuk yapmıyordu. |
Not even Tam traveled. | Tam bile yolculuk yapmıyordu. |
Tam used to deliver every year the same as these to the Winespring Inn for the use on Bel Tine and he had announced that it would take more than wolves and a cold wind to prevent him from making his delivery this spring. | Tam her yıl Bel Tine'da kullanılmak üzere Badeçay Hanı'na bunların aynısını teslim ederdi ve bu bahar teslimatını yapmasını engellemek için kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlasının gerekeceğini ilan etmişti. |
Tam used to deliver every year the same as these to the Winespring Inn for the use on Bel Tine. | Tam her yıl Bel Tine'da kullanılmak üzere Badeçay Hanı'na bunların aynısını teslim ederdi. |
Tam used to deliver every year the same as these | Tam her yıl bunların aynısını teslim ederdi. |
Tam used to deliver every year | Tam her yıl teslim ederdi. |
Tam was still there. | Tam hâlâ oradaydı. |
It was important for Tam to keep his word. | Tam için sözünü tutmak önemliydi. |
It was important for Tam. | Tam için önemliydi. |
Tam walked without hurry /unagitated without paying attention to the wind that caused his brown cloak to sway like a flag, using his spear as a walking stick. | Tam mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak kahverengi pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden telaşsızça yürüyordu. |
Tam walked without hurry /unagitated using his spear as a walking stick. | Tam mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak telaşsızça yürüyordu. |
Tam was there. | Tam oradaydı. |
Tam walked without hurry /unagitated without paying attention to the wind. | Tam rüzgara aldırış etmeden, telaşsızça yürüyordu. |
Tam walked without hurry /unagitated | Tam telaşsızça yürüyordu. |
Tam's apple brandy | Tam'ın elma brendisi |
with two little barrels of Tam's apple brandy | Tam'ın elma brendisinden iki küçük fıçı ile |
With two little barrels of Tam's apple brandy, stood eight big barrels of apple cider, a bit stiffened from settling (ripening) over the winter, wobbeling in the cart. | Tam'ın elma brendisinden iki küçük fıçı ile, kışın bekletilmekten biraz sertleşmiş sekiz büyük fıçı elma şarabı yalpalayan arabada duruyordu. |
that Tam was still there | Tam'ın hâlâ orada olduğundan |
For wanting to check that Tam was still there | Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için |
He felt a bit foolish himself for wanting to check that Tam was still there | Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için kendini biraz aptal gibi hissediyordu |
He felt a bit foolish himself for wanting to check that Tam was still there, but it was that kind of day. | Tam'ın hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için kendini biraz aptal gibi hissediyordu ama bu o tür bir gündü. |
of Tam's being (Ablative) /that Tam is /was | Tam'ın olduğundan |
As Tam had taught him | Tam'ın ona öğretmiş olduğu gibi |
Tam's calmness | Tam'ın sakinliği |
Tam's calmness reminded Rand off his task and he guiltily began to observe his side of the way. | Tam'ın sakinliği Rand'a görevini hatırlattı ve suçlu suçlu yolun kendine düşen tarafını gözlemeye başladı. |
Tam's calmness reminded Rand off his task. | Tam'ın sakinliği Rand'a görevini hatırlattı. |
Tam's calmness reminded Rand. | Tam'ın sakinliği Rand'a hatırlattı. |
As Tam had taught | Tam'ın öğretmiş olduğu gibi |
Tam walked at the other side of Bela, without hurry /unagitated without paying attention to the wind that caused his brown cloak to sway like a flag, using his spear as a walking stick. | Tam, Bela'nın öbür yanında mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak kahverengi pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden telaşsızça yürüyordu. |
Tam walked at the other/far side of Bela. | Tam, Bela'nın öbür yanında yürüyordu. |
Tam said that his grey eyes and the red of his hair came from his mother. | Tam, gri gözleri ile saçlarının kızıllığının annesinden geldiğini söylüyordu. |
Tam said that his grey eyes came from his mother. | Tam, gri gözlerinin annesinden geldiğini söylüyordu. |
Tam walked without hurry /unagitated without paying attention to the wind that caused his brown cloak to sway like a flag, | Tam, kahverengi pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden telaşsızça yürüyordu. |
Tam walked without hurry /unagitated without paying attention to the wind that caused his cloak to sway like a flag. | Tam, pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden telaşsızça yürüyordu. |
Tam said that the red of his hair came from his mother. | Tam, saçlarının kızıllığının annesinden geldiğini söylüyordu. |
side(t) | taraf |
side (t) | taraf |
attitude /manner /behaviour | tavır |
stone | taş |
to carry | taşımak |
stones | taşlar |
upon the stones | taşların üzerine |
stony / rocky | taşlık |
a rocky /rock strewn track (way) | taşlık bir yol |
on the rock-strewn track | taşlık yolda |
two men walking with a horse and a wagon on the rock-strewn track | taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adam |
two men walking on the rock-strewn track | taşlık yolda yürüyen iki adam |
the Quarry Road | Taşocağı Yolu |
on the rock-strewn track called the Quarry Road | Taşocağı Yolu denilen taşlık yolda |
on the Quarry Road | Taşocağı Yolu'nda |
two men walking on the Quarry Road | Taşocağı Yolu'nda yürüyen iki adam |
single / exclusive / only / solitary / unique / one | tek |
single / exclusive / only / solitary / unique / one | tek |
with one hand only / with a single hand | tek elle |
in a single movement | tek harekette |
He was ready to draw the arrow in a single movement | Tek harekette oku çekmeye hazırdı. |
He was ready to draw the arrow in a single movement all the way up to his cheek. | Tek harekette yanağına kadar oku çekmeye hazırdı. |
unhurriedly | telaşsızça |
hill | tepe |
hills | tepeler |
as if it would have preferred | tercih edermişçesine |
to prefer | tercih etmek |
to deliver | teslim etmek |
delivery | teslimat |
to make his delivery | teslimatını yapmak |
to prevent him from making his delivery | teslimatını yapmasını engellemek için |
it needed more than wolves and a cold wind to prevent him from making his delivery | teslimatını yapmasını engellemek için kurtlar ve soğuk bir rüzgârdan daha fazlasını gerekiyordu. |
gıdıklanmak | to tickle |
group | topluluk |
ground / soil | toprak |
earth coloured | toprak rengi |
the earth coloured woolen cloth | toprak rengi yün kumaş |
over the ground | toprağın üzerinde |
a heavy silence was suspended over the ground / lay on the land | toprağın üzerinde ağır bir sessizlik asılıydı |
a silence was suspended over the ground | toprağın üzerinde bir sessizlik asılıydı |
handful /sprinkle/soupçon /ein Hauch von /Büschel /Prise | tutam |
to hold | tutmak |
There was no use to try to hold. | tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu |
hair / feather | tüy |
hair /feather (t) | tüy |
hairy / feathered | tüylü |
to reach | ulaşmak |
to reach +dat | ulaşmak |
to howl | ulumak |
to forget | unutmak |
long | uzun |
long | uzun |
long haired / shaggy | uzun tüylü |
a shaggy mare | uzun tüylü bir kısrak |
a shaggy, brown mare | uzun tüylü kahverengi bir kısrak |
there was | vardı |
there are | vardır |
and the sun did not always have to go down | ve her zaman güneşin batmış olması gerekmiyordu |
and he looked guiltily on the road. | ve suçlu suçlu yola baktı. |
who gives / who gave ( Present participle) | veren |
or (y) | ya da |
foreigner | yabancı |
only / just / nothing but (y) | yalnızca |
There was nothing but trees. / There were only trees. | Yalnızca ağaçlar vardı. |
Only on the trees were some leaves. | Yalnızca ağaçlarda biraz yaprak vardı. |
Only on the trees was a little bit of green. | Yalnızca ağaçlarda biraz yeşillik vardı. |
only (y) a sprinkle of black | yalnızca bir tutam siyah |
There used to be some wind only on the sea,( and not elsewhere.) (It's not the case now. Now there's wind everywhere.) Nur an der See kam Wind vor. | Yalnızca denizde biraz rüzgar olurdu. |
Only at the sea there was a little bit of wind. (At that moment, there was some wind only on the sea, and not elsewhere.) | Yalnızca denizde biraz rüzgar vardı. |
Only on trees that keep their leaves and needles over winter there was a little bit of green. | Yalnızca kış boyunca yapraklarını ve iğnelerini dökmeyen ağaçlarda biraz yeşillik vardı. |
Only in winter there is snow. !it If it ever snows, it happens only in winter. (There may be winters when it doesn't snow at all, but it only snows in winter.) Nur im Winter kommt Schnee vor. | Yalnızca kışın kar olur. |
In winter there is only snow. (!it It always snows in winter. There's no way it's winter and it's not snowy) | Yalnızca kışın kar var. |
to wobble /swing /stagger /switch | yalpalamak |
cheek | yanak |
cheek /Wange | yanak |
his cheeks | yanakları |
his cheeks could be lined | yanakları çizgili olabilirdi |
all the way to his cheek | yanağına kadar |
to glue / to fix / to stick / to paste | yapıştırmak |
leaf | yaprak |
leaves | yapraklar |
trees that lose their leaves | yapraklarını döken ağaçlar |
creating | yaratan |
to create / to call into being | yaratmak |
half of | yarısında |
The bow's arrow was nocked. | Yayın oku takılmış. |
summer | yaz |
old people | yaşlı kişiler |
the old people remember | yaşlı kişiler hatırlıyor |
again | yeniden |
over the place | yer boyunca |
instead (off) | yerine |
enough | yeterince |
green | yeşil |
foliage / verdure / green | yeşillik |
year (y) | yıl |
for years | yıllardır |
even so /still /nonetheless | yine de |
Still he continued to put flowers on her grave every Spring at Bel Tine and every Summer on Sundays. | Yine de her bahar Bel Tine'da ve her yaz, pazarları mezarına çiçek koymaya devam ediyordu. |
Still he continued every spring and every summer | Yine de her bahar ve her yaz devam ediyordu |
Still he had waited for the delivery until one day before the festival. | Yine de teslimat için festivalden bir gün öncesine kadar beklemişti. |
road | yol |
(the) road | yol |
the road gets (becomes) empty | yol boş olur |
The road is empty /free | yol boştur |
to travel | yolculuk yapmak |
he didn't travel | yolculuk yapmıyordu |
his own side(t) of the way | yolun kendi tarafı |
as he was watching his own side of the way | yolun kendi tarafını gözetlerken |
the side(t) of the way | yolun tarafı |
soft /nice /gentle | yumuşak |
a gentle voice | yumuşak bir ses |
soft or loud | yumuşak veya yüksek |
high / loud | yüksek |
a loud voice | yüksek bir ses |
to rise / to increase | yükselmek |
To rise / arise / develop / increase | yükselmek |
wool / woolen | yün |
woolen cloth | yün kumaş |
The woolen cloth slapped against his legs. | Yün kumaş bacaklarına çarptı. |
to walk | yürümek |
He was reminding to continue to walk. | Yürümeye devam etmesini hatırlatıyordu. |
who walks / who walked / walking (Present Participle) | yürüyen |
a walking stick | yürüyüş asası |
face /visage (y) | yüz |
with his face | yüzüyle |
time | zaman |
time | zaman |
When the time comes (particple +locative) the woman gives birth | Zaman geldiğinde kadın doğurur |
from time to time /every now and then | zaman zaman |
Every now and then he by slightly touched the mare's flank he was reminding (her) to keep walking. | Zaman zaman kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak, yürümeye devam etmesini hatırlatıyordu. |
Every now and then he slightly touched the mare's flank. | Zaman zaman kısrağın böğrüne hafifçe dokundu. |
the wheel of time | zaman çarkı |
the wheel of time | zaman çarkı |
the wheel of time turns | zaman çarkı döner |
the wheel of time turns | zaman çarkı döner |
the wheel of time turns, ages come and pass | zaman çarkı döner, çağlar gelir ve geçer |
The wheel of time turns, ages come and pass (and) leave memories which become legendary. | Zaman çarkı döner, çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. |
The wheel of time turns, ages come and pass (and) leave memories which become legendary. | Zaman çarkı döner, çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. |
While the wheel of time turns | zaman çarkı dönerken |
While the wheel of time turns there are neither beginnings nor endings. | Zaman çarkı dönerken ne başlangıçlar ne de bitişler vardır. |
While the wheel of time turns there are neither beginnings nor endings. | Zaman çarkı dönerken ne başlangıçlar ne de bitişler vardır. |
times | zamanlar |
half of the times | zamanların yarısında |
anyway / already /as a matter of fact / in first place | zaten |
summit / peak | zirve |
summits / peaks | zirveler |
beneath the summits/ peaks | zirvelerin altında |
hard /tough (adv) | zorlu |
to pass tough | zorlu geçmek |
the study / work / the trying | çalışma |
to work / to study / to try | çalışmak |
The benefit of working / studying / trying | çalışmanın faydası |
There was no use to try | çalışmanın bir faydası yoktu |
No use to work / study / try | çalışmanın bir faydası yoktur |
they'd better don't try | çalışmasalar iyi olurdu |
wheel | çark |
the wheel | çark |
to bang / to slam / to hit / to knock / to bump /to strike/ to crash (transitive and intransitive) | çarpmak |
creek /water course /brook /small stream | çay |
When the age comes (particple +locative) | çağ geldiğinde |
the age is coming | çağ geliyor |
the age gives birth to myths | çağ mit doğurur |
When the age comes again (particple +locative) | Çağ yeniden geldiğinde |
The age is coming again. | Çağ yeniden geliyor. |
ages /epoches /eras | çağlar |
ages leave memories | çağlar anılar bırakır |
ages leave memories | çağlar anılar bırakır |
ages leave memories which become legendary | çağlar efsaneleşen anılar bırakır |
ages come | çağlar gelir |
ages come and pass | çağlar gelir ve geçer |
ages come and pass | çağlar gelir ve geçer |
ages come and pass and leave memories | çağlar gelir ve geçer ve anılar bırakır |
ages come and pass (and) leave memories which become legendary | çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır |
ages pass | çağlar geçer |
to be pulled / to quit / to withdraw | çekilmek |
to pull (at both hands)/ to tug / ( to backbite /criticize maliciously) | çekiştirmek |
the pulling (+ acc) | çekiştirmeyi |
the times he tried to tug | çekiştirmeyi denediği zamanlar |
half of the times he tried to tug | çekiştirmeyi denediği zamanların yarısında |
farm | çiftlik |
on/in the farms | çiftliklerde |
to get away from the farm | çiftliklerden uzaklaşmak |
(for) that he got away from the farm | çiftliklerden uzaklaştığı için |
farmer | çiftçi |
to crackle | çıtırdamak |
who crackles / crackling (Present Participle) | çıtırdayan |
striped /lined | çizgili |
boots | çizmeler |
flower | çiçek |
already | çoktan |
already passed (and) gone | çoktan geçip gitmiş |
an age already passed (and) gone | çoktan geçip gitmiş bir çağ |
an age already passed (and) gone | Çoktan geçip gitmiş bir çağ |
In an age already passed (and) gone a wind rose. | Çoktan geçip gitmiş bir çağ'da bir rüzgar yükseldi. |
most of / majority | çoğunluk |
the other / the far | öbür |
at the other side /at the far side | öbür yanda |
before / prior to | önce |
important | önemli |
it was important | önemliydi |
to weave | örmek |
to cover / envelope / wrap | örtmek |
spider | örümcek |
The spider is weaving a net. | Örümcek ağ örüyor. |
cobweb / spidernet | örümcek ağı |
cobwebs / spidernets | örümcek ağları |
Spiders were weaving their nets in the trees. | Örümcekler ağaçlarda ağlarını örüyordu. |
who sings / who sang / singing (Present Participle) | öten |
the birds singing / who sang | öten kuşlar |
to sing / whistle / craw | ötmek |
Especially / particularly | özellikle |
an especially icy cold | özellikle buz gibi bir soğuk |
a particularly entangled wood | özellikle dolaşık bir orman |
an especially beautiful cloak | özellikle güzel bir pelerin |
an especially strong man | özellikle güçlü bir adam |
a particularly strong breeze | özellikle güçlü bir esinti |
When a particularly strong breeze snatched the cloak off his hand he looked at his father. | Özellikle güçlü bir esinti pelerini elinden kopardığında babasına baktı. |
When a particularly strong breeze snatched the cloak off his hand he looked over the shaggy brown mare at his father. | Özellikle güçlü bir esinti pelerini elinden kopardığında, uzun tüylü kahverengi kısrağın üzerinden babasına baktı. |
a particularly cold winter | özellikle soğuk bir kış |
to teach | öğretmek |
on / over / upon / above | üzerinde |
(from) over /upon | üzerinden |
on top of / upon /onto (dat) | üzerine |
the third | üçüncü |
The Third Age has not yet come / is still to come | Üçüncü Çağ henüz gelmemiş |
in the Third Age | Üçüncü Çağ'da |
In the Third Age a wind rose. | Üçüncü Çağ'da bir rüzgar yükseldi. |
The Two Rivers | İki Nehir |
Two Rivers (place name) | İki Nehir |
into/ towards the Two Rivers | İki Nehir'e doğru |
the wolves coming down into Two Rivers | İki Nehir'e inen kurtlar |
the number of wolves coming down into Two Rivers | İki Nehir'e inen kurtların sayısı |
judged by the number of wolves coming down into Two Rivers | İki Nehir'e inen kurtların sayısına bakılırsa |
judged by the number of wolves coming down into Two Rivers it must have passed harder in the mountains | İki Nehir'e inen kurtların sayısına bakılırsa, dağlarda daha sert geçmiş olmalıydı. |
The Second Age passed (and) gone, the Third Age still to come | İkinci Çağ geçip gitmiş, Üçüncü Çağ henüz gelmemiş |
in the Second Age | İkinci Çağ'da |
Humans too as much as sheep were in the position of prey and the sun did not always have to go down. | İnsanlar da koyunlar kadar av konumundaydı ve her zaman güneşin batmış olması gerekmiyordu. |
Now he was walking calmly along the way. | Şimdi yol boyunca sakin sakin yürüyordu. |