"And one would think, that a thousand years of working in the fields should have made them a bit more effective in this regard," declared Tresting. | 'İnsan düşünüyor da, tarlalarda bin yıl çalışmanın onları bu konuda biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi,' diye fikrini belirtti Tresting. |
"Never!" said Tresting. | 'Asla!' dedi Tresting. |
"Oh, half a dozen or so," said Tresting. "Some from beating and some from exhaustion." | 'Eh, bir yarım düzine filan,' dedi Tresting. 'Bazıları dayaktan, bazıları yorgunluktan.' |
"You should see the city Skaas, Tresting, " said the obligator turning backwards to watch the Skaa workers. | 'Sen şehir skaalarını bir görmelisin, Tresting,' dedi obligatör skaa işçilerini izlemek için geri dönerek. |
'Ok, Tresting,' said the obligator. | 'Pekâla, Tresting,' dedi obligatör. |
(at) here (locative) | burada |
(by) bowing his head | başını eğerek |
(by) raising | kaldırarak |
(by) turning | dönerek |
(by) working | çalışarak |
(by) working under the falling ashes | düşen küllerin altında çalışarak |
(it) is not | değil |
(it) was not | değildi |
(particle that means in spoken language to not be sure / whereas in Scientific language to be 5000% certain) | - dir - dır - dur |
(question particle for yes/no questions /est-ce que?) | mi - mı - mu |
(regarding) that all signs have been seen | tüm alametlerin görülmüş olduğuna dair |
(the) controlling | kontrol etme |
(To my surprise) so many people trust me. | O kadar fazla insan bana güveniyor ki. |
(to) me (dat) | bana |
(verb ending that expresses that during the action independantly sthg else is happening) when / while | - ken |
..., declared Tresting | ..., diye fikrini belirtti Tresting. |
a dozen | bir düzine |
a few (+sg) | birkaç |
a few seconds | birkaç saniye |
a liar | yalancı |
a lie | yalan |
a little bit | biraz |
a little bit more | biraz daha |
a little bit more efficient | biraz daha etkili |
a lot | çok |
a silent indifference | sessiz bir umursamazlık |
a small hill | küçük bir tepe |
a small hill overlooking the fields | tarlalara yukarıdan bakan küçük bir tepe |
a terrace that was on top of a small hill | küçük bir tepenin üstündeki bir taraça |
a thousand years | bin yıl |
a thousand years of working in the fields | tarlalarda bin yıl çalışmanın |
a thousand years of working in the fields should have made them a bit more effective | tarlalarda bin yıl çalışmanın onları biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi |
a thousand years of working in the fields should have made them a bit more effective in this regard | Tarlalarda bin yıl çalışmanın onları bu konuda biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi |
a/one | bir |
about /concerning (+ dat) | dair |
according to you /you think | sence |
actually | aslında |
against /towards +dative | karşı |
against the midday heat | öğlen sıcağına karşı |
age /era | çağ |
all (+pl) | tüm |
all (b) | bütün |
all signs | tüm alametler |
all that /that many /so /that's it | o kadar (da) |
all the way down | ta altına |
all the way down and to the sides of his nose | ta altına ve burnunun yanlarına |
all the way down and until the sides of his nose | ta altına ve burnunun yanlarına kadar |
and | ve |
and /also | da - de |
and he really was a very important obligator | gerçekten de çok önemli bir obligatördü |
And one thinks | insan düşünüyor da |
and really very important | gerçekten de çok önemli |
and then | sonra da |
and then he glanced at the sun above | sonra da yukarıdaki güneşe göz attı. |
angle | açı |
anxiety /worry /fear /doubt | endişe |
anyway | neyse |
arm | kol |
arms | kollar |
around | etrafında |
around the eyes | gözlerin etrafında |
around their eyes | onların gözlerinin etrafında |
around their eyes were only a few marks. | onların gözlerinin etrafında sadece birkaç işaret vardı. |
as if | sanki |
as if made to underline | sanki altını çizmek için yapılmış |
as if to underline | sanki altını çizmek için |
as soon as he goes (lit. he goes he doesn't go) | gider gitmez |
as soon as the foreman left they went back to their laxity. | Ustabaşı gider gitmez gevşekliklerine geri dönüyorlardı |
ash showers | kül yağmurları |
ash showers are unusual | kül yağmurları ender |
Ash showers were not so unusual in the Last Empire, but Tresting had wanted to prevent the appearance of soot stains on his new suit jacket and his beautiful red waist coat having come by canal boat straight from Luthadel. | Son İmperatorluk'ta kül yağmurları o kadar da ender değildi, ama Tresting doğrudan Luthadel'den kanal teknesiyle gelmiş olan yeni takım ceketi ve güzel kırmızı yeleğinde is lekeleri oluşmasına engel olmak istemişti. |
Ash showers were not so unusual in the Last Empire. | Son İmperatorluk'ta kül yağmurları o kadar da ender değildi. |
ash(es) | kül |
Ashes were falling from the Sky | Gökten Kül Yağıyordu |
at first | ilk zamanlarda |
At first there were a few runaways. | İlk zamanlarda birkaç kaçak oluyordu |
At first when these lands were inheried from my father to me | Bu toprakların babamdan bana miras kaldığı ilk zamanlarda |
at first when these lands were inherited | bu toprakların miras kaldığı ilk zamanlarda |
At first when these lands were inherited from my father to me there were a few runaways, but I had their families executed. | Bu toprakların babamdan bana miras kaldığı ilk zamanlarda birkaç kaçak oluyordu, ama onların ailelerini idam ettirdim. |
At first when these lands were inherited from my father to me there were a few runaways. | Bu toprakların babamdan bana miras kaldığı ilk zamanlarda birkaç kaçak oluyordu. |
back (a) | arka |
back /backwards (g) | geri |
back(wards) (g) | geri |
beating | dayak |
beautiful | güzel |
being | olan |
being the most distinctive feature in his face | yüzündeki en belirgin özellik olan |
bent (past passive participle) | eğilmiş |
beyond | öte |
beyond of /on the other side of | ötesinde |
beyond the smokey blackness | dumanlı siyahlığın ötesinde |
beyond the smokey blackness that was in the upper parts of the sky | gökyüzünün üst taraflarındaki dumanlı siyahlığın ötesinde |
big | büyük |
black | siyah |
blackness | siyahlık |
boat | tekne |
Bowing his head the obligator checked his pocket watch and then he glanced at the sun above. | Obligatör başını eğerek köstekli saatini kontrol etti, sonra da yukarıdaki güneşe göz attı. |
Bowing his head the obligator checked his pocket watch. | Obligatör başını eğerek köstekli saatini kontrol etti. |
Bowing his head the obligator checked his watch. | Obligatör başını eğerek saatini kontrol etti. |
bright /shining /agleam /brilliant | ışıltılı |
bright /shiny | parlak |
brown | kahverengi |
but | ama |
but as soon as the foreman went (left) | ama ustabaşı gider gitmez |
But I still wonder whether they have found the wrong man. | Ama hâlâ yanlış adamı bulmuş olup olmadıklarını merak ediyorum. |
but still | ama hâlâ |
but they were only minor functionaries | ama onlar sadece ufak memurlardı |
by a canal boat | kanal teknesiyle |
canal boat | kanal teknesi |
champion | şampiyon |
channel/canal /conduct | kanal |
clothes /garb /outfit | kıyafet |
come (past passive participle) | gelmiş |
compared to the ones in Luthadel | Luthadel'in içinde olanlarla kıyaslandıkları zaman |
Compared to the ones in Luthadel these are actually quite hard workers. | Bunlar Luthadel'in içinde olanlarla kıyaslandıkları zaman aslında oldukça çalışkanlar. |
control | kontrol |
courage | cesaret |
creature | yaratık |
decorating | süsleyen |
decorating the skin | deriyi süsleyen |
despite (r) +dative | rağmen |
despite the ash rains | kül yağmurlarına rağmen |
Despite the ash showers the sun was bright today. | Kül yağmurlarına rağmen bugün güneş parlaktı. |
Despite the ash showers the sun was bright today; it was shining with a brilliant crimson red beyond the smokey blackness that was in the upper parts of the sky. | Kül yağmurlarına rağmen bugün güneş parlaktı, gökyüzünün üst taraflarındaki dumanlı siyahlığın ötesinde ışıltılı bir kızıllıkla parlıyordu. |
diligently / keenly / with effort / heartily | gayretle |
directly | doğrudan |
directly /firsthand /straight from | doğrudan |
discipline | disiplin |
Do they see a liar? | Bir yalancı mı görüyorlar? |
easy | kolay |
effective /efficient | etkili |
effort /endeavor /struggle | çaba |
emperor | imperator |
empire | İmperatorluk |
escape /fugitive/runaway | kaçak |
everybody | herkes |
everybody thinks | herkes düşünüyor |
everybody thinks that I am a hero | herkes bir kahraman olduğumu düşünüyor |
execution | idam |
eye | göz |
eye | göz |
eyebrow | kaş |
eyes | gözler |
face | yüz |
falling (participle) | düşen |
family | aile |
father | baba |
feature/characteristic / specialty | özellik |
field | tarla |
firmness /tightness | sıkılık |
first | ilk |
fitting /appropriate | uygun |
fog /mist | sis |
for a few seconds | birkaç saniye için |
foreman /headman /task master | ustabaşı |
Fortunately there was not much wind. | Neyse ki fazla rüzgâr yoktu. |
Fortunately there was not much wind; the parasol would most likely be efficient. | Neyse ki fazla rüzgâr yoktu; şemsiye büyük olasılıkla etkili olacaktı. |
forward | öne |
found (perfect passive participle) | bulmuş |
from above (y) ablative | yukarıdan |
from beating | dayaktan |
from exhaustion | yorgunluktan |
from his god | tanrı'sından |
from my father | babamdan |
from one angle /in one regard /on one level/in a way | bir açıdan |
from the sky (abl) | gökten |
front / forehead | alın |
Getting out a handkerchief Tresting wiped his forehead, he was grateful for the shade of the parasol against the midday heat. | Tresting bir mendil çıkararak alnını sildi, öğlen sıcağına karşı şemsiyenin gölgesine minnettardı. |
Getting out a handkerchief Tresting wiped his forehead. | Tresting bir mendil çıkararak alnını sildi. |
God | Tanrı |
good | iyi |
good /property /merchandise | mal |
grateful /thankful +dative | minnettar |
grey | gri |
grey robes | gri cübbeler |
guest /visitor (m) | misafir |
guests (m) | misafirler |
half | yarım |
half a dozen | bir yarım düzine |
handkerchief | mendil |
hard working | çalışkan |
having come (participle) | gelmiş olan |
having come by canal boat | kanal teknesiyle gelmiş olan |
having come from Luthadel | Luthadel'den gelmiş olan |
having come straight from Luthadel | doğrudan Luthadel'den gelmiş olan |
he doesn't go | gitmez |
he expressed his opinion | fikrini belirtti |
He frowned and... | kaşlarını çatıp |
he glanced at the sun | güneşe göz attı |
he goes | gider |
he had (+possessive) | vardı |
he had his own personal obligators | kendi kişisel obligatörleri vardı |
he had obligators | obligatörleri vardı |
he had wanted to prevent the formation of soot spots | is lekeleri oluşmasına engel olmak istemişti |
He had wanted to prevent the formation/appearance of soot spots on his beautiful red waist coat. | Güzel kırmızı yeleğinde is lekeleri oluşmasına engel olmak istemişti. |
He had wanted to prevent. | Engel olmak istemişti. |
He had wanted. | istemişti |
he is and... / he became and... (+ pl pronoun they are/became and...) | olup |
he is lying | yalan söylüyor |
he lost his courage /(+ pl subject :they lost their courage) | cesaretini kaybetti |
he opened /(with pl pronoun: they opened) | açtı |
He opened an umbrella. | Bir şemsiye açtı. |
He paid Him | O'na ödeme yaptı |
He paid Him in return for the services of his obligators. | Obligatörlerinin hizmetleri karşılığında O'na ödeme yaptı. |
He paid Him in return for the services. | Hizmetler karşılığında O'na ödeme yaptı. |
he seemed | görünüyordu |
he seemed pleased (lit. he seemed like having become pleased) | memnun olmuş gibi görünüyordu |
He seemed pleased which was a good thing, too. | Memnun olmuş gibi görünüyordu ki bu da iyi bir şeydi. |
He stood quietly in his grey robes. | Gri cübbelerinin içinde sessizce dikiliyordu. |
He stood silently | sessizce dikiliyordu |
he thinks | düşünüyor |
He was grateful | minnettardı |
He was grateful for the shade of the parasol against the midday heat. | Öğlen sıcağına karşı şemsiyenin gölgesine minnettardı. |
He was grateful for the shade of the parasol. | Şemsiyenin gölgesine minnettardı. |
He was in the rank of a prelan. | Prelan rütbesindeydi |
He was standing | duruyordu |
He wiped his forehead. | Alnını sildi. |
head | baş |
heart (k) | kalp |
hearts (k) | kalpler |
heat /hot | sıcak |
here it is /you see | işte |
Here you have a control on the skaas. | Burada senin skaalar üstünde bir kontrolün var. |
Here you have a more... direct control on the skaas. | Burada senin skaalar üstünde daha... doğrudan bir kontrolün var. |
hero | kahraman |
hill | tepe |
his beautiful red waist coat | güzel kırmızı yeleği |
his beautiful red waist coat having come from Luthadel | Luthadel'den gelmiş olan güzel kırmızı yeleği |
his eybrows | kaşları |
his front | alnı |
his honourable guest | saygı değer misafiri |
his movement | hareketi |
His movement was as if it had been made to underline /It was as if his movement was made to underline | Hareketi sanki altını çizmek için yapılmış gibiydi |
his new suit jacket | yeni takım ceketi |
his new suit jacket and beautiful red waist coat having come by canal boat straight from Luthadel | doğrudan Luthadel'den kanal teknesiyle gelmiş olan yeni takım ceketi ve güzel kırmızı yeleği |
his new suit jacket having come by canal boat | kanal teknesiyle gelmiş olan yeni takım ceketi |
his nose | burnu |
his own /himself | kendi |
his servants | hizmetkârları |
His servants leaped forward | Hizmetkârları öne atıldı |
His servants leaped forward and opened a parasol. | Hizmetkârları öne atıldı ve bir şemsiye açtı. |
His servants opened a parasol over his guest. | Hizmetkârları misafirinin üstüne bir şemsiye açtı. |
His servants opened a parasol over Tresting and his guest. | Hizmetkârları Tresting ile misafirinin üstüne bir şemsiye açtı. |
His servants opened a parasol over Tresting. | Hizmetkârları Tresting üstüne bir şemsiye açtı. |
His servants opened a parasol. | Hizmetkârları bir şemsiye açtı. |
His tattoes were huge | Dövmeleri kocamandı |
His tattoes were huge, they reached all the way down and until the sides of his nose. | Dövmeleri kocamandı, ta altına ve burnunun yanlarına kadar uzanıyordu. |
his thought | fikri |
his watch | saati |
horde /band /gang /mob / herd/ lot | güruh |
how many | kaç tane |
How many are you losing in a month? | Bir ayda kaç tane kaybediyorsundur? |
How many you think you are losing in a month? | Bir ayda kaç tane kaybediyorsundur sence? |
huge | kocaman |
hundred | yüz |
hundred people | yüz kişi |
hundreds of | yüzlerce |
hundreds of people | yüzlerce kişi |
hundreds of people in brown work clothes | kahverengi iş kıyafetleri içinde yüzlerce kişi |
Hundreds of people in brown work clothes were taking care of the crops. | Kahverengi iş kıyafetleri içinde yüzlerce kişi ürünlerle ilgileniyorlardı . |
I | ben |
I am a hero. | Bir kahramanım. |
I am not | değilim |
I am not a hero. | Bir kahraman değilim. |
I don't understand | anlamıyorum |
I don't understand at all | hiç anlamıyorum |
I don't understand at all the men having problems | Sorun yaşayan adamları hiç anlamıyorum. |
I don't understand at all the men having problems with their Skaas. | Skaalarıyla sorun yaşayan adamları hiç anlamıyorum. |
I don't understand at all the men having problems with their Skaas; I found controlling the creatures easy if only you enforced in an appropriate firmness a discipline. | Skaalarıyla sorun yaşayan adamları hiç anlamıyorum; ben eğer sadece uygun sıkılıkta bir disiplin uygularsan yaratıkları kontrol etmenin kolay olduğunu buldum. |
I fear/worry that I am not a hero | bir kahraman olmadığımdan endişe ediyorum |
I found | ben buldum |
I found controlling the creatures easy if only you enforced in an appropriate firmness a discipline. | Ben eğer sadece uygun sıkılıkta bir disiplin uygularsan yaratıkları kontrol etmenin kolay olduğunu buldum. |
I found controlling the creatures easy. | Ben yaratıkları kontrol etmenin kolay olduğunu buldum. |
I found that controlling is easy | kontrol etmenin kolay olduğunu buldum |
I had their families executed | onların ailelerini idam ettirdim |
I will carry | taşıyacağım |
I wonder | merak ediyorum |
I wonder whether they have found | bulmuş olup olmadıklarını merak ediyorum |
I wonder whether they have found the wrong man | yanlış adamı bulmuş olup olmadıklarını merak ediyorum |
I worry | endişe ediyorum |
I worry that I am not the hero everybody thinks I am. | herkesin olduğumu düşündüğü kahraman olmadığımdan endişe ediyorum |
I would carry /it's said that I will carry | taşıyacakmışım |
idea /opinion /thought | fikir |
if (can be omitted) | eğer |
if only | eğer sadece |
if they knew | bilseler |
if you enforce | uygularsan |
if you enforce a discipline | bir disiplin uygularsan |
if you enforce in an appropriate firmness a discipline | uygun sıkılıkta bir disiplin uygularsan |
important | önemli |
in | içinde |
in | içinde |
in | içinde |
in a month | bir ayda |
In a way this is also what worries me most. | Bir açıdan beni en çok endişelendiren şey de bu. |
in brown work clothes | kahverengi iş kıyafetleri içinde |
in firmness | sıkılıkta |
in grey robes | gri cübbelerin içinde |
in his face | yüzünde |
in his grey robes | gri cübbelerinin içinde |
in return for /for | karşılığında |
in return for the services | hizmetleri karşılığında |
in the back | arkada |
in the fields | tarlalarda |
in their effort | çabalarında |
In their efforts was a laziness. | çabalarında bir tembellik vardı. |
in their hearts (k) | kalplerinin içinde |
in this regard /in this aspect | bu konuda |
indifference | umursamazlık |
inefficient / unproductive/fruitless/sterile | verimsiz |
instead (in the place of this) | bunun yerine |
instead they only worked their heads bent, doing their work moving in a silent indifference | bunun yerine sadece başları eğilmiş çalışıyor sessiz bir umursamazlık içinde işlerini yaparak hareket ediyorlardı. |
it forced them | onları zorluyordu |
it is like /it is as if | gibi |
it reached all the way down and until the sides of his nose. | ta altına ve burnunun yanlarına kadar uzanıyordu |
it should have been /it had to be | olması gerekirdi |
it was a good thing | iyi bir şeydi |
It was as if his movement was made to underline the subtle tattoes which being the most distinctive feature in his face decorated the skin around his eyes. | hareketi sanki yüzündeki en belirgin özellik olan gözlerinin etrafındaki deriyi süsleyen incelikli dövmelerin altını çizmek için yapılmış gibiydi. |
It was as if his movement was made to underline the tattoes in his face. | Hareketi sanki yüzündeki dövmelerin altını çizmek için yapılmış gibiydi. |
It was as if his movement was made to underline the tattoes. | Hareketi sanki dövmelerin altını çizmek için yapılmış gibiydi. |
it was glowing red (it was shining with a ruddiness) | kızıllıkla parlıyordu |
it was like /it was as if | gibiydi |
It was like as if it was made to underline | sanki altını çizmek için yapılmış gibiydi |
it was shining | parlıyordu |
it was shining with a brilliant crimson red | ışıklı bir kızıllıkla parlıyordu |
It was shining with a brilliant crimson red beyond the smokey blackness that was in the upper parts of the sky. | Gökyüzünün üst taraflarındaki dumanlı siyahlığın ötesinde ışıltılı bir kızıllıkla parlıyordu. |
It's said that I will carry the future of the entire world on my arms. | Bütün dünyanın geleceğini kollarımda taşıyacakmışım. |
just as /just like /the same | tıpkı |
just like /the same as | tıpkı |
just like he paid | tıpkı ödeme yaptığı gibi |
just like he paid Him in return for the services of his obligators. | tıpkı obligatörlerinin hizmetleri karşılığında O'na ödeme yaptığı gibi. |
just like me | tıpkı benim gibi |
land /soil /territory | toprak |
last | son |
laziness /sluggishness/paresse/Faulheit | tembellik |
lazy /sluggish /idle/ paresseux/faul | tembel |
lethargic /drowsy /sleepy | uyuşuk |
light/ glimmer /flash /shimmering | ışıltı |
like | gibi |
Like all Skaas | bütün Skaalar gibi |
Like all Skaas they, too | Bütün Skaalar gibi onlar da |
Like all Skaas they, too belonged to the Lord Ruler. | Bütün Skaalar gibi onlar da Lord Hükümdar'a aitti. |
Like all Skaas they, too belonged to the Lord Ruler; Tresting was getting his workers only as a rent from his God, just like he paid Him in return for the services of his obligators. | Bütün Skaalar gibi onlar da Lord Hükümdar'a aitti; Tresting işçilerini Tanrı'sından sadece kiralayarak almaktaydı, tıpkı obligatörlerinin hizmetleri karşılığında O'na ödeme yaptığı gibi. |
like me | benim gibi |
lineage /family /ancestry /pedigree | soy |
looking (participle) | bakan |
looking from above to the fields /overlooking the fields | tarlalara yukarıdan bakan |
looking to the fields | tarlalara bakan |
loose | gevşek |
looseness /slack /laxity | gevşeklik |
luckily /fortunately | neyse ki |
made | yapılmış |
man / guy | adam |
mansion | köşk |
maybe (that) | belki de |
Maybe in their hearts they, too are wondering just like me. | Belki kalplerinin içinde, onlar da merak ediyorlardır, tıpkı benim gibi. |
Maybe that they wouldn't be surprised at all. | Belki de hiç şaşırmazlardı. |
maybe they, too | belki onlar da |
Maybe they, too are wondering | Belki onlar da merak ediyorlardır |
Maybe they, too are wondering just like me | Belki onlar da merak ediyorlardır, tıpkı benim gibi |
me (acc.) | beni |
men having problems | sorun yaşayan adamlar |
mind /intelligence | akıl |
Mistborn | Sissoylu |
month | ay |
more | daha |
more/much /excessive | fazla |
my arms | kollarım |
my father | babam |
need | gerek |
never | asla |
new | yeni |
next to him | yanında |
noon /midday | öğle(n) |
nose | burun |
not | değil |
not at all | hiç |
not at all | hiç |
not that much | o kadar fazla değil |
not that unusual | o kadar da ender değil |
obstacle | engel |
of course | elbette ki |
Of course the Skaa were like this. | Elbette ki skaalar böyleydi. |
Of course they didn't complain | Şikâyet etmiyorlardı elbette |
Of course they didn't complain, they had that much sense, instead they only worked their heads bent, doing their work moving in a silent indifference | Şikâyet etmiyorlardı elbette, o kadar da akılları vardı; bunun yerine sadece başları eğilmiş çalışıyor, sessiz bir umursamazlık içinde işlerini yaparak hareket ediyorlardı. |
Of course they didn't complain, they had that much sense... | Şikâyet etmiyorlardı elbette, o kadar da akılları vardı... |
of working | çalışmanın |
officer/ civil servant | memur |
oh | eh |
Oh, half a dozen or so. | Eh bir yarım düzine filan. |
on a terrace | bir taraçada |
on a terrace that was on top of a small hill overlooking the fields | tarlalara yukarıdan bakan küçük bir tepenin üstündeki bir taraçada |
on his beautiful red waist coat | güzel kırmızı yeleğinde |
on my arms | kollarımda |
on the skaas | skaalar üstünde |
on top of (... st...)position > locative | üstünde |
on top of / over (direction/movement > dative) | üstüne |
on top of a small hill | küçük bir tepenin üstünde |
one of his eyebrows /one eyebrow | bir kaşı |
One would think, that a thousand years of working in the fields should have made them a bit more effective in this regard | İnsan düşünüyor da, tarlalarda bin yıl çalışmanın onları bu konuda biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi . |
oneself | kendi |
only | sadece |
or | ya |
Or runaways? | Ya kaçaklar? |
or so | filan |
Or what if they knew that their champion was doubting himself. | Ya eğer onlar şampiyonlarının kendisinden şüphe ettiğini bilseler |
Or what would they think if they knew | Ya eğer bilseler ne düşünürlerdi |
Or what would they think if they knew that their champion was doubting himself? | Ya eğer onlar şampiyonlarının kendisinden şüphe ettiğini bilseler ne düşünürlerdi? |
Or what would they think if they knew that their champion, the hero of ages, their saviour was doubting himself? | Ya eğer onlar şampiyonlarının, çağların kahramanı'nın, kurtarıcılarının kendisinden şüphe ettiğini bilseler ne düşünürlerdi? |
over Tresting and his guest | Tresting ile misafirinin üstüne |
passing (in the act of passing) | geçmekte olan |
people | kişiler |
people think /one thinks | insan düşünüyor |
person | kişi |
person /human /pl : people | insan |
personal | kişisel |
philosopher | filozof |
place | yer |
pleased | memnun |
Pleased to meet you. (lit. I have become pleased) | Memnun oldum |
pocket watch (watch on a chain) | köstekli saat |
possibilty /probability | olasılık |
prelan (title given in the story /serving the Lord Prelan) | prelan |
probably /most likely /very likely | büyük olasılıkla |
problem | sorun |
product /crop /fruit | ürün |
prologue | öndeyiş |
prominent / evident / distinctive | belirgin |
quickly | hızla |
quietly | sessizce |
quite | oldukça |
rain /shower | yağmur |
rank /grade/degree | rütbe |
rare /unusual (e) | ender |
really | gerçekten |
red | kırmızı |
red /scarlet | kızıl |
red /scarlet /crimson | kızıl |
respect | saygı |
right / correct /true /straight | doğru |
robe (talar) | cübbe |
ruddiness (reddishness) | kızıllık |
ruler / sovereign | hükümdar |
said the obligator | dedi obligatör |
said the obligator turning backwards | dedi obligatör geri dönerek |
saviour | kurtarıcı |
second (part of a minute) | saniye |
seen (perfect passive participle) | görülmüş |
servant | hizmetkâr |
servants | hizmetkârlar |
service | hizmet |
set / team | takım |
shade /shadow | gölge |
should have | gerekirdi |
should have made them a bit more effective | onları biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi |
should have rendered them | onları hâle getirmiş olması gerekirdi |
should have rendered/should have made | hâle getirmiş olması gerekirdi |
side (t) | taraf |
sign /mark /signal | işaret |
sign /omen / miracle | alamet |
silent | sessiz |
skin (d) | deri |
sky | gökyüzü |
sky /heaven | gök |
small | küçük |
small/tiny | ufak |
smoke | duman |
smokey | dumanlı |
so many people | o kadar fazla insan |
so many people trust me | o kadar fazla insan bana güveniyor |
some | bazı |
some | bazıları |
Some from beating and some from exhaustion | bazıları dayaktan, bazıları da yorgunluktan |
sometimes | bazı zamanlarda |
Sometimes I worry that I am not the hero everybody thinks I am. | Bazı zamanlarda herkesin olduğumu düşündüğü kahraman olmadığımdan endişe ediyorum. |
soot /smut | is |
soot stains | is lekeleri |
spot /stain /smear | leke |
standing | durmakta olan |
state /posture / situation /demeanor | hâl |
still | hâlâ |
Subject /topic /matter | konu |
subtle | incelikli |
subtle tattoes | incelikli dövmeler |
such /like this | böyle |
suit /Anzug | takım elbise |
suit jacket | takım ceketi |
sun | güneş |
tattoe | dövme |
temperature /heat | sıcaklık |
terrace | taraça |
that / so /word to connect direct speech to the main sentence when the main sentence uses any verb other than demek | diye |
that /so /but /... enough /to my surprise | ki |
that controlling is (accusative) | kontrol etmenin olduğunu |
that I am (accusative) | olduğumu |
that I am not (ablative) | olmadığımdan |
that is is (dat.) | olduğuna |
that is/was on top of | üstündeki |
that many /that much | o kadar fazla |
that the hero of the ages was doubting himself (acc) | çağların kahramanı'nın kendisinden şüphe ettiğini |
that their champion was doubting himself (acc) | şampiyonlarının kendisinden şüphe ettiğini |
that their saviour doubted himself (acc.) | kurtarıcılarının kendisinden şüphe ettiğini |
that they were not (acc.) | olmadıklarını |
that was in the back | arkadaki |
that was in the upper sides of the sky | gökyüzünün üst taraflarındaki |
that were in his face | yüzündeki |
that, too was a good thing | bu da iyi bir şeydi |
the boat having brought | getirmiş olan tekne |
the canal boat having brought Tresting's new suit | Tresting'in yeni takım elbisesini getirmiş olan kanal teknesi |
the city Skaas | şehir Skaaları |
the entire world | bütün dünya |
The Final Empire | Son İmperatorluk |
the future | gelecek |
the future of the entire world | bütün dünyanın geleceği |
the future of the world | dünyanın geleceği |
the hero everybody thinks I am | herkesin olduğumu düşündüğü kahraman |
the hero of the ages | çağların kahramanı |
the man standing | durmakta olan adam |
the man standing on top of the hill | tepenin üstünde durmakta olan adam |
the more the merrier | o kadar fazla o kadar iyi |
the most | en çok |
the most distinctive | en belirgin |
the most distinctive feature | en belirgin özellik |
the most distinctive feature in his face | yüzündeki en belirgin özellik |
the most.... (superlative) | en |
the noon heat /the midday heat | öğlen sıcağı |
the noon sky /the midday sky | öğlen göğü |
the obligator (a controlling person in this story) | obligatör |
the obligator checked | obligatör kontrol etti |
The obligator checked his watch. | Obligatör saatini kontrol etti. |
The obligator raised an eyebrow | Obligatör bir kaşını kaldırdı. |
The obligator shook his head. | Obligatör başını salladı. |
The obligator shook his head; he was standing quietly in his grey robes. | Obligatör başını salladı; gri cübbelerinin içinde sessizce dikiliyordu. |
The obligator turned raising one eyebrow. | Obligatör bir kaşını kaldırarak döndü. |
The obligator turned raising one eyebrow; it was as if his movement was made to underline the subtle tattoes which being the most distinctive feature in his face decorated the skin around his eyes. | Obligatör bir kaşını kaldırarak döndü; hareketi sanki yüzündeki en belirgin özellik olan gözlerinin etrafındaki deriyi süsleyen incelikli dövmelerin altını çizmek için yapılmış gibiydi. |
the ones being | olanlar |
the ones being in Luthadel | Luthadel'in içinde olanlar |
The parasol most likely would be efficient. | Şemsiye büyük olasılıkla etkili olacaktı. |
the parasol would be efficient | şemsiye etkili olacaktı |
The peasants were a sleepy lot. | Köylüler uyuşuk bir güruhtu. |
The peasants were a sleepy, unproductive lot. | Köylüler uyuşuk, verimsiz bir güruhtu. |
The peasants were an unproductive lot. | Köylüler verimsiz bir güruhtu. |
The philosophers assure me | Filozoflar beni temin ediyorlar. |
The philosophers assure me that all signs have been seen. | Filozoflar tüm alametlerin görülmüş olduğuna dair beni temin ediyorlar. |
The philosophers assure me that this is the right time and that all signs have been seen. | Filozoflar doğru zamanın bu olduğuna ve tüm alametlerin görülmüş olduğuna dair beni temin ediyorlar. |
The philosophers assure me that this is the right time. | Filozoflar doğru zamanın bu olduğuna dair beni temin ediyorlar. |
the red midday sky | kızıl öğlen göğü |
the remaining | geri kalanları |
The remaining lost their courage. | Geri kalanları cesaretini kaybetti. |
The remaining quickly lost their courage. | Geri kalanları hızla cesaretini kaybetti. |
the same | aynı |
the same kanal boat | aynı kanal teknesi |
the services of his obligators | obligatörlerinin hizmetleri |
the services of the obligators | obligatörlerin hizmetleri |
the shade of the parasol | şemsiyenin gölgesi |
the Skaa (name for slave workers in this book) | skaalar |
the Skaa workers | Skaa işçileri |
The Skaas actually were not Tresting's property. | Skaalar aslında Tresting'in malı değildi. |
The Skaas actually were not Tresting's property. | Skaalar aslında Tresting'in malı değildi. |
the skin (d) around his eyes | gözlerinin etrafındaki deri |
the smokey blackness | dumanlı siyahlık |
the subtle tattoes decorating the skin around his eyes | gözlerinin etrafındaki deriyi süsleyen incelikli dövmeler |
the subtle tattoes decorating the skin around his eyes being the most distinctive feature in his face | yüzündeki en belirgin özellik olan gözlerinin etrafındaki deriyi süsleyen incelikli dövmeler |
the sun above | yukarıdaki güneş |
The sun was bright. | Güneş parlaktı. |
the thing that worries me | beni endişelendiren şey |
the thing that worries me most | beni en çok endişelendiren şey |
the upper sides (t) | üst taraflar |
the upper sides of the sky | gökyüzünün üst tarafları |
The whip forced them for a few seconds to move diligently. | Kamçı onları birkaç saniye için gayretle hareket etmeye zorluyordu. |
the whip forced them to move | kamçı onları hareket etmeye zorluyordu |
the whip of a passing foreman | geçmekte olan bir ustabaşının kamçısı |
The whip of a passing foreman forced them | Geçmekte olan bir ustabaşının kamçısı onları zorluyordu |
The whip of a passing foreman forced them for a few seconds to move diligently, but as soon as the foreman left they went back to their laxity. | Geçmekte olan bir ustabaşının kamçısı onları birkaç saniye için gayretle hareket etmeye zorluyordu, ama ustabaşı gider gitmez gevşekliklerine geri dönüyorlardı. |
The whip of a passing foreman forced them for a few seconds to move diligently. | Geçmekte olan bir ustabaşının kamçısı onları birkaç saniye için gayretle hareket etmeye zorluyordu. |
the whole /all (b) | bütün |
the wip of a foreman | bir ustabaşının kamçısı |
the working | çalışma |
the world /earth | dünya |
the wrong guy | yanlış adam |
their champion | şampiyonları |
their effort | çabaları |
their eyes | onların gözleri |
their families | onların aileleri |
their heads | başları |
their heads bent | başları eğilmiş |
their hearts (k) | kalpleri |
their intelligence /their minds | akılları |
their saviour | kurtarıcıları |
there is | var |
there is not | yok |
there is not | yok |
there was | vardı |
There was a sluggishness to their efforts but that's of course what the Skaa were like. | Çabalarında bir tembellik vardı ama elbette ki Skaalar böyleydi işte. |
There was a sluggishness to their efforts, but of course the Skaa were like this. | Çabalarında bir tembellik vardı ama elbette ki Skaalar böyleydi. |
there was not | yoktu |
there was not | yoktu |
there was not much wind | fazla rüzgâr yoktu |
there were a few runaways | birkaç kaçak oluyordu |
These are actually quite hard workers. | Bunlar aslında oldukça çalışkanlar. |
These are hard working. /These are hard workers. | Bunlar çalışkanlar. |
these compared to the ones in Luthadel | Bunlar Luthadel'in içinde olanlarla kıyaslandıkları zaman |
they | onlar |
they are looking at me | bana bakıyorlar |
they are wondering | merak ediyorlar |
they are wondering (could be) | merak ediyorlardır |
they belonged to (+dative) | aitti |
they belonged to the Lord Ruler. | Lord Hükümdar'a aitti. |
They didn't complain | şikâyet etmiyorlardı |
they moved | hareket ediyorlardı |
they moved doing their work | işlerini yaparak hareket ediyorlardı |
they moved doing their work in a silent indifference | sessiz bir umursamazlık içinde işlerini yaparak hareket ediyorlardı |
they returned /they went back | geri dönüyorlardı |
they say | diyorlar |
they say that | diyorlar ki |
They say that I would carry the future of the entire world on my arms. | Diyorlar ki bütün dünyanın geleceğini kollarımda taşıyacakmışım. |
they see | görüyorlar |
they went back to their laxity | gevşekliklerine geri dönüyorlardı |
they were doing their work | işlerini yapıyorlardı |
they were intelligent | akılları vardı |
they were taking care of the crops | ürünlerle ilgileniyorlardı |
they were that smart/intelligent /they had that much sense | o kadar da akılları vardı |
they were working their heads bent | başları eğilmiş çalışıyorlardı |
they would think /they used to think | düşünürlerdi |
they wouldn't be surprised | şaşırmazlardı |
they wouldn't be surprised at all | hiç şaşırmazlardı |
they, too are wondering in their hearts | kalplerinin içinde onlar da merak ediyorlar |
thing | şey |
thing | şey |
this | bu |
this also is the thing | şey de bu |
This is also what worries me most. | Beni en çok endişelendiren şey de bu. |
this is the right time | doğru zaman bu |
This man had come from Luthadel by canal boat. | Bu adam kanal teknesiyle Luthadel'den gelmişti. |
This man had come from Luthadel by the same boat that had brought Tresting's new suit. | Bu adam Tresting'in yeni takım elbisesini getirmiş olan aynı kanal teknesiyle Luthadel'den gelmişti. |
This man was in the rank of a prelan and he really was a very important obligator. | Bu adam prelan rütbesindeydi; gerçekten de çok önemli bir obligatördü. |
This man was in the rank of a prelan. | Bu adam prelan rütbesindeydi. |
thousand | bin |
time (z) | zaman |
tiredness / exhaustion | yorgunluk |
to apply /exert /enforce | uygulamak |
to assure /make sure/provide /supply /procure | temin etmek |
to be bent | eğilmek |
to be compared | kıyaslanmak |
to be efficient / to be effective /to have influence | etkili olmak |
to be seen | görülmek |
to be surprised | şaşırmak |
to bend sthg | eğmek |
to bring | getirmek |
to burst /rush/dash/plunge /leap/hurl oneself /launch out into | atılmak |
to carry | taşımak |
to come | gelmek |
to compare | kıyaslamak |
to complain | şikâyet etmek |
to control | kontrol etmek |
to declare /to express one's opinion | fikrini belirtmek |
to decorate /embellish | süslemek |
to do business /work | iş yapmak |
to do/make | yapmak |
to doubt /to be sceptical of | şüphe etmek |
to doubt oneself | kendinden şüphe etmek |
to draw | çizmek |
to execute | idam etmek |
to fall | düşmek |
to fall /pour /rain | yağmak |
to find | bulmak |
to find | bulmak |
to flee /escape | kaçmak |
to force | zorlamak |
to frown | kaşlarını çatmak |
to get as a rent | kiralayarak almak |
to get out /leave /exit | çıkmak |
to get sthg out | çıkarmak |
to glance (lit. to throw an eye at) | göz atmak |
to go | gitmek |
to have found | bulmuş olmak |
to have problems | sorun yaşamak |
to have rendered | hâle getirmiş olmak |
to have s. o. executed | birini idam ettirmek |
to inherit | miras kalmak |
to know (sthg) /wissen | bilmek |
to lie | yalan söylemek |
to lift | kaldırmak |
to look | bakmak |
to look after /to take care of / to be interested in | ilgilenmek |
to lose | kaybetmek |
to lose courage | cesareti kaybetmek |
to me (Dative) | bana |
to move | hareket etmek |
to move diligently | gayretle hareket etmek |
to occur /take form /to take shape/to consist | oluşmak |
to open | açmak |
to pass | geçmek |
to pay | ödeme yapmak |
to prevent | engel olmak |
to rain down from heaven | gökten yağmak |
to reach /spread /extend | uzanmak |
to remain | geri kalmak |
to remark /point out | belirtmek |
to render | hâle getirmek |
to rent | kiralamak |
to say | demek |
to see | görmek |
to see | görmek |
to seem | görünmek |
to shake | sallamak |
to shine | parlamak |
to stand (up) /be planted | dikilmek |
to stand /stop | durmak |
to stay | kalmak |
to take /get | almak |
to the sides of his nose (direction >dative) | burnunun yanlarına |
to think | düşünmek |
to think | düşünmek |
to throw | atmak |
to trust | güvenmek |
to turn | dönmek |
to turn back /return | geri dönmek |
to underline | altını çizmek |
to underline the subtle tattoes decorating the skin | deriyi süsleyen incelikli dövmelerin altını çizmek için |
to underline the tattoes | dövmelerin altını çizmek |
to understand | anlamak |
to want | istemek |
to watch | izlemek |
to wipe /delete | silmek |
to wonder /to be curious | merak etmek |
to work | çalışmak |
to work | çalışmak |
to work a thousand years in the fields | tarlalarda bin yıl çalışmak |
to worry /fear | endişe etmek |
to worry s. o. /to cause s. o. to worry | endişelendirmek |
to wrinkle /knit | çatmak |
today | bugün |
together with | ile birlikte |
towards (+dat) | doğru |
towards the midday sky | öğlen göğüne doğru |
towards the sky | göğe doğru |
town /city | şehir |
Tresting also had his own personal obligators back in the mansion, but they were only minor functionaries; around their eyes were only a few marks. | Tresting'in arkadaki köşkünde kendi kişisel obligatörleri de vardı ama onlar sadece ufak memurlardı; onların gözlerinin etrafında sadece birkaç işaret vardı. |
Tresting also had his own personal obligators back in the mansion. | Tresting'in arkadaki köşkünde kendi kişisel obligatörleri de vardı. |
Tresting and (i) his guest | Tresting ile misafiri |
Tresting got out a handkerchief. | Tresting bir mendil çıkardı. |
Tresting had his own personal obligators back in his mansion | Tresting'in arkadaki köşkünde kendi kişisel obligatörleri vardı. |
Tresting had his own personal obligators in his mansion | Tresting'in köşkünde kendi kişisel obligatörleri vardı |
Tresting had wanted to prevent the appearance of soot stains on his new suit jacket and his beautiful red waist coat having come by canal boat straight from Luthadel. | Tresting doğrudan Luthadel'den kanal teknesiyle gelmiş olan yeni takım ceketi ve güzel kırmızı yeleğinde is lekeleri oluşmasına engel olmak istemişti. |
Tresting turned towards the man standing next to him on top of the hill. | Tresting tepenin üstünde yanında durmakta olan adama doğru döndü. |
Tresting turned towards the man standing next to him. | Tresting yanında durmakta olan adama doğru döndü. |
Tresting turned towards the man standing on top of the hill | Tresting tepenin üstünde durmakta olan adama doğru döndü. |
Tresting turned towards the man. | Tresting adama doğru döndü. |
Tresting was getting his workers only as a rent from his God. | Tresting işçilerini Tanrı'sından sadece kiralayarak almaktaydı. |
Tresting was getting his workers only as a rent. | Tresting işçilerini sadece kiralayarak almaktaydı. |
Tresting was standing together with his guest | Tresting misafiriyle birlikte duruyordu |
Tresting was standing together with his guest on a terrace that was on top of a small hill overlooking the fields. | Tresting misafiriyle birlikte tarlalara yukarıdan bakan küçük bir tepenin üstündeki bir taraçada duruyordu. |
Tresting was standing together with his guest on a terrace. | Tresting misafiriyle birlikte bir taraçada duruyordu. |
Tresting's mansion | Tresting'in köşkü |
turning back to watch the Skaa workers | skaa işçilerini izlemek için geri dönerek |
turning backwards | geri dönerek |
umbrella /parasol | şemsiye |
umbrella /parasol | şemsiye |
under | altında |
under the ashes | küllerin altında |
under the falling ashes | düşen küllerin altında |
very well /ok | pekâla |
village | köy |
villager /peasant | köylü |
waist coat /vest | yelek |
watch /clock | saat |
watch chain | köstek |
what | ne |
what do they see | ne görüyorlar |
What do they see when they look at me? | Bana baktıkları zaman ne görüyorlar? |
what would they think | ne düşünürlerdi |
What would they think if they knew | eğer bilseler ne düşünürlerdi |
when compared to / when (they are) compared to | kıyaslandığı zaman - kıyaslandıkları zaman |
when these lands were inherited | Bu toprakların miras kaldığı zaman |
when they look at me | bana baktıkları zaman |
When they look at me, do they see a liar? | Bana baktıkları zaman bir yalancı mı görüyorlar? |
whether they had found (acc) | bulmuş olup olmadıklarını |
whether they were (lit. they were and that they were not) (acc.) | olup olmadıklarını |
which /that | ki |
which was a good thing, too | ki bu da iyi bir şeydi |
While Lord Tresting frowned and glanced towards the sky. | Lord Tresting kaşlarını çatıp göğe doğru göz atarken |
While Lord Tresting frowned and was glancing towards the red midday sky his servants leaped forward and opened a parasol over Tresting and his honourable guest. | Lord Tresting kaşlarını çatıp kızıl öğlen göğüne doğru göz atarken hizmetkârları öne atıldı ve Tresting ile saygı değer misafirinin üstüne bir şemsiye açtı. |
While Lord Tresting was glancing | Lord Tresting göz atarken |
While Lord Tresting was glancing towards the red midday sky | Lord Tresting kızıl öğlen göğüne doğru göz atarken |
While Lord Tresting was glancing towards the sky | Lord Tresting göğe doğru göz atarken |
While Lord Tresting was glancing towards the sky his servants opened a parasol over Tresting and his guest. | Lord Tresting göğe doğru göz atarken hizmetkârları Tresting ile misafirinin üstüne bir şemsiye açtı. |
While Lord Tresting was glancing towards the sky his servants opened a parasol over Tresting and his honourable guest. | Lord Tresting göğe doğru göz atarken hizmetkârları Tresting ile saygı değer misafirinin üstüne bir şemsiye açtı |
While Lord Tresting was glancing towards the sky his servants opened a parasol over Tresting. | Lord Tresting göğe doğru göz atarken hizmetkârları Tresting üstüne bir şemsiye açtı. |
whip | kamçı |
wind | rüzgâr |
with /and | ile |
with a ruddiness | kızıllıkla |
work | iş |
work | iş |
work clothes | iş kıyafetleri |
worker | işçi |
Working under the falling ashes hundreds of people in brown work clothes were taking care of the crops. | Kahverengi iş kıyafetleri içinde yüzlerce kişi düşen küllerin altında çalışarak ürünlerle ilgileniyorlardı. |
worrying /that worries me (participle referring to the word that follows) | endişelendiren |
worthy of | değer |
worthy of respect /honorable /respectable/esteemed | saygı değer |
wrong | yanlış |
year | yıl |
you (sg) | sen |
you are losing | kaybediyorsun |
you are losing (not sure) | kaybediyorsundur |
you have a control | senin bir kontrolün var |
you should see | görmelisin |
you should see (once) (spoken language) | bir görmelisin |
You should see the city Skaas, Tresting | Sen şehir skaalarını bir görmelisin, Tresting. |
your | senin |