"Never!" said Tresting. | 'Asla!' dedi Tresting. |
"Oh, half a dozen or so," said Tresting. "Some from beating and some from exhaustion." | 'Eh, bir yarım düzine filan,' dedi Tresting. 'Bazıları dayaktan, bazıları yorgunluktan.' |
'Ok, Tresting,' said the obligator. | 'Pekâla, Tresting,' dedi obligatör. |
"You should see the city Skaas, Tresting, " said the obligator turning backwards to watch the Skaa workers. | 'Sen şehir skaalarını bir görmelisin, Tresting,' dedi obligatör skaa işçilerini izlemek için geri dönerek. |
"And one would think, that a thousand years of working in the fields should have made them a bit more effective in this regard," declared Tresting. | 'İnsan düşünüyor da, tarlalarda bin yıl çalışmanın onları bu konuda biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi,' diye fikrini belirtti Tresting. |
(particle that means in spoken language to not be sure / whereas in Scientific language to be 5000% certain) | - dir - dır - dur |
(verb ending that expresses that during the action independantly sthg else is happening) when / while | - ken |
..., declared Tresting | ..., diye fikrini belirtti Tresting. |
man / guy | adam |
family | aile |
they belonged to (+dative) | aitti |
mind /intelligence | akıl |
their intelligence /their minds | akılları |
they were intelligent | akılları vardı |
sign /omen / miracle | alamet |
front / forehead | alın |
to take /get | almak |
his front | alnı |
He wiped his forehead. | Alnını sildi. |
under | altında |
to underline | altını çizmek |
but | ama |
but still | ama hâlâ |
But I still wonder whether they have found the wrong man. | Ama hâlâ yanlış adamı bulmuş olup olmadıklarını merak ediyorum. |
but they were only minor functionaries | ama onlar sadece ufak memurlardı |
but as soon as the foreman went (left) | ama ustabaşı gider gitmez |
to understand | anlamak |
I don't understand | anlamıyorum |
back (a) | arka |
in the back | arkada |
that was in the back | arkadaki |
never | asla |
actually | aslında |
to burst /rush/dash/plunge /leap/hurl oneself /launch out into | atılmak |
to throw | atmak |
month | ay |
the same | aynı |
the same kanal boat | aynı kanal teknesi |
angle | açı |
to open | açmak |
he opened /(with pl pronoun: they opened) | açtı |
father | baba |
my father | babam |
from my father | babamdan |
looking (participle) | bakan |
to look | bakmak |
(to) me (dat) | bana |
to me (Dative) | bana |
they are looking at me | bana bakıyorlar |
when they look at me | bana baktıkları zaman |
When they look at me, do they see a liar? | Bana baktıkları zaman bir yalancı mı görüyorlar? |
What do they see when they look at me? | Bana baktıkları zaman ne görüyorlar? |
some | bazı |
sometimes | bazı zamanlarda |
Sometimes I worry that I am not the hero everybody thinks I am. | Bazı zamanlarda herkesin olduğumu düşündüğü kahraman olmadığımdan endişe ediyorum. |
some | bazıları |
Some from beating and some from exhaustion | bazıları dayaktan, bazıları da yorgunluktan |
head | baş |
(by) bowing his head | başını eğerek |
their heads | başları |
their heads bent | başları eğilmiş |
they were working their heads bent | başları eğilmiş çalışıyorlardı |
prominent / evident / distinctive | belirgin |
to remark /point out | belirtmek |
maybe (that) | belki de |
Maybe that they wouldn't be surprised at all. | Belki de hiç şaşırmazlardı. |
Maybe in their hearts they, too are wondering just like me. | Belki kalplerinin içinde, onlar da merak ediyorlardır, tıpkı benim gibi. |
maybe they, too | belki onlar da |
Maybe they, too are wondering | Belki onlar da merak ediyorlardır |
Maybe they, too are wondering just like me | Belki onlar da merak ediyorlardır, tıpkı benim gibi |
I | ben |
I found | ben buldum |
I found controlling the creatures easy if only you enforced in an appropriate firmness a discipline. | Ben eğer sadece uygun sıkılıkta bir disiplin uygularsan yaratıkları kontrol etmenin kolay olduğunu buldum. |
I found controlling the creatures easy. | Ben yaratıkları kontrol etmenin kolay olduğunu buldum. |
me (acc.) | beni |
the thing that worries me most | beni en çok endişelendiren şey |
This is also what worries me most. | Beni en çok endişelendiren şey de bu. |
the thing that worries me | beni endişelendiren şey |
like me | benim gibi |
to know (sthg) /wissen | bilmek |
if they knew | bilseler |
thousand | bin |
a thousand years | bin yıl |
a/one | bir |
in a month | bir ayda |
How many you think you are losing in a month? | Bir ayda kaç tane kaybediyorsundur sence? |
How many are you losing in a month? | Bir ayda kaç tane kaybediyorsundur? |
from one angle /in one regard /on one level/in a way | bir açıdan |
In a way this is also what worries me most. | Bir açıdan beni en çok endişelendiren şey de bu. |
if you enforce a discipline | bir disiplin uygularsan |
a dozen | bir düzine |
you should see (once) (spoken language) | bir görmelisin |
I am not a hero. | Bir kahraman değilim. |
I fear/worry that I am not a hero | bir kahraman olmadığımdan endişe ediyorum |
I am a hero. | Bir kahramanım. |
one of his eyebrows /one eyebrow | bir kaşı |
on a terrace | bir taraçada |
the wip of a foreman | bir ustabaşının kamçısı |
Do they see a liar? | Bir yalancı mı görüyorlar? |
half a dozen | bir yarım düzine |
He opened an umbrella. | Bir şemsiye açtı. |
a little bit | biraz |
a little bit more | biraz daha |
a little bit more efficient | biraz daha etkili |
to have s. o. executed | birini idam ettirmek |
a few (+sg) | birkaç |
there were a few runaways | birkaç kaçak oluyordu |
a few seconds | birkaç saniye |
for a few seconds | birkaç saniye için |
this | bu |
This man had come from Luthadel by canal boat. | Bu adam kanal teknesiyle Luthadel'den gelmişti. |
This man was in the rank of a prelan. | Bu adam prelan rütbesindeydi. |
This man was in the rank of a prelan and he really was a very important obligator. | Bu adam prelan rütbesindeydi; gerçekten de çok önemli bir obligatördü. |
This man had come from Luthadel by the same boat that had brought Tresting's new suit. | Bu adam Tresting'in yeni takım elbisesini getirmiş olan aynı kanal teknesiyle Luthadel'den gelmişti. |
that, too was a good thing | bu da iyi bir şeydi |
in this regard /in this aspect | bu konuda |
At first when these lands were inheried from my father to me | Bu toprakların babamdan bana miras kaldığı ilk zamanlarda |
At first when these lands were inherited from my father to me there were a few runaways, but I had their families executed. | Bu toprakların babamdan bana miras kaldığı ilk zamanlarda birkaç kaçak oluyordu, ama onların ailelerini idam ettirdim. |
At first when these lands were inherited from my father to me there were a few runaways. | Bu toprakların babamdan bana miras kaldığı ilk zamanlarda birkaç kaçak oluyordu. |
at first when these lands were inherited | bu toprakların miras kaldığı ilk zamanlarda |
when these lands were inherited | Bu toprakların miras kaldığı zaman |
today | bugün |
to find | bulmak |
to find | bulmak |
found (perfect passive participle) | bulmuş |
to have found | bulmuş olmak |
whether they had found (acc) | bulmuş olup olmadıklarını |
I wonder whether they have found | bulmuş olup olmadıklarını merak ediyorum |
These are actually quite hard workers. | Bunlar aslında oldukça çalışkanlar. |
these compared to the ones in Luthadel | Bunlar Luthadel'in içinde olanlarla kıyaslandıkları zaman |
Compared to the ones in Luthadel these are actually quite hard workers. | Bunlar Luthadel'in içinde olanlarla kıyaslandıkları zaman aslında oldukça çalışkanlar. |
These are hard working. /These are hard workers. | Bunlar çalışkanlar. |
instead (in the place of this) | bunun yerine |
instead they only worked their heads bent, doing their work moving in a silent indifference | bunun yerine sadece başları eğilmiş çalışıyor sessiz bir umursamazlık içinde işlerini yaparak hareket ediyorlardı. |
(at) here (locative) | burada |
Here you have a control on the skaas. | Burada senin skaalar üstünde bir kontrolün var. |
Here you have a more... direct control on the skaas. | Burada senin skaalar üstünde daha... doğrudan bir kontrolün var. |
his nose | burnu |
to the sides of his nose (direction >dative) | burnunun yanlarına |
nose | burun |
such /like this | böyle |
the whole /all (b) | bütün |
all (b) | bütün |
the entire world | bütün dünya |
the future of the entire world | bütün dünyanın geleceği |
It's said that I will carry the future of the entire world on my arms. | Bütün dünyanın geleceğini kollarımda taşıyacakmışım. |
Like all Skaas | bütün Skaalar gibi |
Like all Skaas they, too | Bütün Skaalar gibi onlar da |
Like all Skaas they, too belonged to the Lord Ruler. | Bütün Skaalar gibi onlar da Lord Hükümdar'a aitti. |
Like all Skaas they, too belonged to the Lord Ruler; Tresting was getting his workers only as a rent from his God, just like he paid Him in return for the services of his obligators. | Bütün Skaalar gibi onlar da Lord Hükümdar'a aitti; Tresting işçilerini Tanrı'sından sadece kiralayarak almaktaydı, tıpkı obligatörlerinin hizmetleri karşılığında O'na ödeme yaptığı gibi. |
big | büyük |
probably /most likely /very likely | büyük olasılıkla |
courage | cesaret |
to lose courage | cesareti kaybetmek |
he lost his courage /(+ pl subject :they lost their courage) | cesaretini kaybetti |
robe (talar) | cübbe |
and /also | da - de |
more | daha |
about /concerning (+ dat) | dair |
beating | dayak |
from beating | dayaktan |
said the obligator | dedi obligatör |
said the obligator turning backwards | dedi obligatör geri dönerek |
to say | demek |
skin (d) | deri |
decorating the skin | deriyi süsleyen |
to underline the subtle tattoes decorating the skin | deriyi süsleyen incelikli dövmelerin altını çizmek için |
worthy of | değer |
not | değil |
(it) is not | değil |
(it) was not | değildi |
I am not | değilim |
to stand (up) /be planted | dikilmek |
discipline | disiplin |
that / so /word to connect direct speech to the main sentence when the main sentence uses any verb other than demek | diye |
they say | diyorlar |
they say that | diyorlar ki |
They say that I would carry the future of the entire world on my arms. | Diyorlar ki bütün dünyanın geleceğini kollarımda taşıyacakmışım. |
right / correct /true /straight | doğru |
towards (+dat) | doğru |
this is the right time | doğru zaman bu |
directly /firsthand /straight from | doğrudan |
directly | doğrudan |
having come straight from Luthadel | doğrudan Luthadel'den gelmiş olan |
his new suit jacket and beautiful red waist coat having come by canal boat straight from Luthadel | doğrudan Luthadel'den kanal teknesiyle gelmiş olan yeni takım ceketi ve güzel kırmızı yeleği |
smoke | duman |
smokey | dumanlı |
the smokey blackness | dumanlı siyahlık |
beyond the smokey blackness | dumanlı siyahlığın ötesinde |
to stand /stop | durmak |
standing | durmakta olan |
the man standing | durmakta olan adam |
He was standing | duruyordu |
(by) turning | dönerek |
to turn | dönmek |
tattoe | dövme |
His tattoes were huge | Dövmeleri kocamandı |
His tattoes were huge, they reached all the way down and until the sides of his nose. | Dövmeleri kocamandı, ta altına ve burnunun yanlarına kadar uzanıyordu. |
to underline the tattoes | dövmelerin altını çizmek |
the world /earth | dünya |
the future of the world | dünyanın geleceği |
falling (participle) | düşen |
under the falling ashes | düşen küllerin altında |
(by) working under the falling ashes | düşen küllerin altında çalışarak |
to fall | düşmek |
to think | düşünmek |
to think | düşünmek |
they would think /they used to think | düşünürlerdi |
he thinks | düşünüyor |
oh | eh |
Oh, half a dozen or so. | Eh bir yarım düzine filan. |
of course | elbette ki |
Of course the Skaa were like this. | Elbette ki skaalar böyleydi. |
the most.... (superlative) | en |
the most distinctive | en belirgin |
the most distinctive feature | en belirgin özellik |
the most | en çok |
rare /unusual (e) | ender |
anxiety /worry /fear /doubt | endişe |
I worry | endişe ediyorum |
to worry /fear | endişe etmek |
worrying /that worries me (participle referring to the word that follows) | endişelendiren |
to worry s. o. /to cause s. o. to worry | endişelendirmek |
obstacle | engel |
to prevent | engel olmak |
He had wanted to prevent. | Engel olmak istemişti. |
effective /efficient | etkili |
to be efficient / to be effective /to have influence | etkili olmak |
around | etrafında |
if (can be omitted) | eğer |
What would they think if they knew | eğer bilseler ne düşünürlerdi |
if only | eğer sadece |
to be bent | eğilmek |
bent (past passive participle) | eğilmiş |
to bend sthg | eğmek |
more/much /excessive | fazla |
there was not much wind | fazla rüzgâr yoktu |
idea /opinion /thought | fikir |
his thought | fikri |
to declare /to express one's opinion | fikrini belirtmek |
he expressed his opinion | fikrini belirtti |
or so | filan |
philosopher | filozof |
The philosophers assure me | Filozoflar beni temin ediyorlar. |
The philosophers assure me that this is the right time. | Filozoflar doğru zamanın bu olduğuna dair beni temin ediyorlar. |
The philosophers assure me that this is the right time and that all signs have been seen. | Filozoflar doğru zamanın bu olduğuna ve tüm alametlerin görülmüş olduğuna dair beni temin ediyorlar. |
The philosophers assure me that all signs have been seen. | Filozoflar tüm alametlerin görülmüş olduğuna dair beni temin ediyorlar. |
diligently / keenly / with effort / heartily | gayretle |
to move diligently | gayretle hareket etmek |
the future | gelecek |
to come | gelmek |
come (past passive participle) | gelmiş |
having come (participle) | gelmiş olan |
need | gerek |
should have | gerekirdi |
back /backwards (g) | geri |
back(wards) (g) | geri |
turning backwards | geri dönerek |
to turn back /return | geri dönmek |
they returned /they went back | geri dönüyorlardı |
the remaining | geri kalanları |
The remaining lost their courage. | Geri kalanları cesaretini kaybetti. |
The remaining quickly lost their courage. | Geri kalanları hızla cesaretini kaybetti. |
to remain | geri kalmak |
really | gerçekten |
and really very important | gerçekten de çok önemli |
and he really was a very important obligator | gerçekten de çok önemli bir obligatördü |
to bring | getirmek |
the boat having brought | getirmiş olan tekne |
loose | gevşek |
looseness /slack /laxity | gevşeklik |
they went back to their laxity | gevşekliklerine geri dönüyorlardı |
to pass | geçmek |
passing (in the act of passing) | geçmekte olan |
the whip of a passing foreman | geçmekte olan bir ustabaşının kamçısı |
The whip of a passing foreman forced them for a few seconds to move diligently, but as soon as the foreman left they went back to their laxity. | Geçmekte olan bir ustabaşının kamçısı onları birkaç saniye için gayretle hareket etmeye zorluyordu, ama ustabaşı gider gitmez gevşekliklerine geri dönüyorlardı. |
The whip of a passing foreman forced them for a few seconds to move diligently. | Geçmekte olan bir ustabaşının kamçısı onları birkaç saniye için gayretle hareket etmeye zorluyordu. |
The whip of a passing foreman forced them | Geçmekte olan bir ustabaşının kamçısı onları zorluyordu |
like | gibi |
it is like /it is as if | gibi |
it was like /it was as if | gibiydi |
he goes | gider |
as soon as he goes (lit. he goes he doesn't go) | gider gitmez |
to go | gitmek |
he doesn't go | gitmez |
grey | gri |
grey robes | gri cübbeler |
in grey robes | gri cübbelerin içinde |
in his grey robes | gri cübbelerinin içinde |
He stood quietly in his grey robes. | Gri cübbelerinin içinde sessizce dikiliyordu. |
sky /heaven | gök |
from the sky (abl) | gökten |
Ashes were falling from the Sky | Gökten Kül Yağıyordu |
to rain down from heaven | gökten yağmak |
sky | gökyüzü |
the upper sides of the sky | gökyüzünün üst tarafları |
that was in the upper sides of the sky | gökyüzünün üst taraflarındaki |
beyond the smokey blackness that was in the upper parts of the sky | gökyüzünün üst taraflarındaki dumanlı siyahlığın ötesinde |
It was shining with a brilliant crimson red beyond the smokey blackness that was in the upper parts of the sky. | Gökyüzünün üst taraflarındaki dumanlı siyahlığın ötesinde ışıltılı bir kızıllıkla parlıyordu. |
shade /shadow | gölge |
to see | görmek |
to see | görmek |
you should see | görmelisin |
to be seen | görülmek |
seen (perfect passive participle) | görülmüş |
to seem | görünmek |
he seemed | görünüyordu |
they see | görüyorlar |
eye | göz |
eye | göz |
to glance (lit. to throw an eye at) | göz atmak |
eyes | gözler |
around the eyes | gözlerin etrafında |
the skin (d) around his eyes | gözlerinin etrafındaki deri |
the subtle tattoes decorating the skin around his eyes | gözlerinin etrafındaki deriyi süsleyen incelikli dövmeler |
towards the sky | göğe doğru |
sun | güneş |
The sun was bright. | Güneş parlaktı. |
he glanced at the sun | güneşe göz attı |
horde /band /gang /mob / herd/ lot | güruh |
to trust | güvenmek |
beautiful | güzel |
his beautiful red waist coat | güzel kırmızı yeleği |
on his beautiful red waist coat | güzel kırmızı yeleğinde |
He had wanted to prevent the formation/appearance of soot spots on his beautiful red waist coat. | Güzel kırmızı yeleğinde is lekeleri oluşmasına engel olmak istemişti. |
they moved | hareket ediyorlardı |
to move | hareket etmek |
his movement | hareketi |
His movement was as if it had been made to underline /It was as if his movement was made to underline | Hareketi sanki altını çizmek için yapılmış gibiydi |
It was as if his movement was made to underline the tattoes. | Hareketi sanki dövmelerin altını çizmek için yapılmış gibiydi. |
It was as if his movement was made to underline the tattoes in his face. | Hareketi sanki yüzündeki dövmelerin altını çizmek için yapılmış gibiydi. |
It was as if his movement was made to underline the subtle tattoes which being the most distinctive feature in his face decorated the skin around his eyes. | hareketi sanki yüzündeki en belirgin özellik olan gözlerinin etrafındaki deriyi süsleyen incelikli dövmelerin altını çizmek için yapılmış gibiydi. |
everybody | herkes |
everybody thinks that I am a hero | herkes bir kahraman olduğumu düşünüyor |
everybody thinks | herkes düşünüyor |
the hero everybody thinks I am | herkesin olduğumu düşündüğü kahraman |
I worry that I am not the hero everybody thinks I am. | herkesin olduğumu düşündüğü kahraman olmadığımdan endişe ediyorum |
quickly | hızla |
service | hizmet |
servant | hizmetkâr |
servants | hizmetkârlar |
his servants | hizmetkârları |
His servants opened a parasol. | Hizmetkârları bir şemsiye açtı. |
His servants opened a parasol over his guest. | Hizmetkârları misafirinin üstüne bir şemsiye açtı. |
His servants opened a parasol over Tresting and his guest. | Hizmetkârları Tresting ile misafirinin üstüne bir şemsiye açtı. |
His servants opened a parasol over Tresting. | Hizmetkârları Tresting üstüne bir şemsiye açtı. |
His servants leaped forward | Hizmetkârları öne atıldı |
His servants leaped forward and opened a parasol. | Hizmetkârları öne atıldı ve bir şemsiye açtı. |
He paid Him in return for the services. | Hizmetler karşılığında O'na ödeme yaptı. |
in return for the services | hizmetleri karşılığında |
not at all | hiç |
not at all | hiç |
I don't understand at all | hiç anlamıyorum |
they wouldn't be surprised at all | hiç şaşırmazlardı |
state /posture / situation /demeanor | hâl |
to render | hâle getirmek |
to have rendered | hâle getirmiş olmak |
should have rendered/should have made | hâle getirmiş olması gerekirdi |
still | hâlâ |
ruler / sovereign | hükümdar |
execution | idam |
to execute | idam etmek |
with /and | ile |
together with | ile birlikte |
to look after /to take care of / to be interested in | ilgilenmek |
first | ilk |
at first | ilk zamanlarda |
emperor | imperator |
subtle | incelikli |
subtle tattoes | incelikli dövmeler |
person /human /pl : people | insan |
people think /one thinks | insan düşünüyor |
And one thinks | insan düşünüyor da |
soot /smut | is |
soot stains | is lekeleri |
he had wanted to prevent the formation of soot spots | is lekeleri oluşmasına engel olmak istemişti |
to want | istemek |
He had wanted. | istemişti |
good | iyi |
it was a good thing | iyi bir şeydi |
to watch | izlemek |
in | içinde |
in | içinde |
in | içinde |
work | iş |
work | iş |
work clothes | iş kıyafetleri |
to do business /work | iş yapmak |
sign /mark /signal | işaret |
it was shining with a brilliant crimson red | ışıklı bir kızıllıkla parlıyordu |
light/ glimmer /flash /shimmering | ışıltı |
bright /shining /agleam /brilliant | ışıltılı |
they moved doing their work | işlerini yaparak hareket ediyorlardı |
they were doing their work | işlerini yapıyorlardı |
here it is /you see | işte |
worker | işçi |
hero | kahraman |
brown | kahverengi |
in brown work clothes | kahverengi iş kıyafetleri içinde |
hundreds of people in brown work clothes | kahverengi iş kıyafetleri içinde yüzlerce kişi |
Working under the falling ashes hundreds of people in brown work clothes were taking care of the crops. | Kahverengi iş kıyafetleri içinde yüzlerce kişi düşen küllerin altında çalışarak ürünlerle ilgileniyorlardı. |
Hundreds of people in brown work clothes were taking care of the crops. | Kahverengi iş kıyafetleri içinde yüzlerce kişi ürünlerle ilgileniyorlardı . |
(by) raising | kaldırarak |
to lift | kaldırmak |
to stay | kalmak |
heart (k) | kalp |
hearts (k) | kalpler |
their hearts (k) | kalpleri |
in their hearts (k) | kalplerinin içinde |
they, too are wondering in their hearts | kalplerinin içinde onlar da merak ediyorlar |
whip | kamçı |
The whip forced them for a few seconds to move diligently. | Kamçı onları birkaç saniye için gayretle hareket etmeye zorluyordu. |
the whip forced them to move | kamçı onları hareket etmeye zorluyordu |
channel/canal /conduct | kanal |
canal boat | kanal teknesi |
by a canal boat | kanal teknesiyle |
having come by canal boat | kanal teknesiyle gelmiş olan |
his new suit jacket having come by canal boat | kanal teknesiyle gelmiş olan yeni takım ceketi |
against /towards +dative | karşı |
in return for /for | karşılığında |
you are losing | kaybediyorsun |
you are losing (not sure) | kaybediyorsundur |
to lose | kaybetmek |
how many | kaç tane |
escape /fugitive/runaway | kaçak |
to flee /escape | kaçmak |
eyebrow | kaş |
his eybrows | kaşları |
He frowned and... | kaşlarını çatıp |
to frown | kaşlarını çatmak |
oneself | kendi |
his own /himself | kendi |
he had his own personal obligators | kendi kişisel obligatörleri vardı |
to doubt oneself | kendinden şüphe etmek |
that /so /but /... enough /to my surprise | ki |
which /that | ki |
which was a good thing, too | ki bu da iyi bir şeydi |
to rent | kiralamak |
to get as a rent | kiralayarak almak |
red | kırmızı |
clothes /garb /outfit | kıyafet |
to compare | kıyaslamak |
when compared to / when (they are) compared to | kıyaslandığı zaman - kıyaslandıkları zaman |
to be compared | kıyaslanmak |
red /scarlet /crimson | kızıl |
red /scarlet | kızıl |
the red midday sky | kızıl öğlen göğü |
ruddiness (reddishness) | kızıllık |
with a ruddiness | kızıllıkla |
it was glowing red (it was shining with a ruddiness) | kızıllıkla parlıyordu |
person | kişi |
people | kişiler |
personal | kişisel |
huge | kocaman |
arm | kol |
easy | kolay |
arms | kollar |
my arms | kollarım |
on my arms | kollarımda |
control | kontrol |
(the) controlling | kontrol etme |
to control | kontrol etmek |
I found that controlling is easy | kontrol etmenin kolay olduğunu buldum |
that controlling is (accusative) | kontrol etmenin olduğunu |
Subject /topic /matter | konu |
saviour | kurtarıcı |
their saviour | kurtarıcıları |
that their saviour doubted himself (acc.) | kurtarıcılarının kendisinden şüphe ettiğini |
watch chain | köstek |
pocket watch (watch on a chain) | köstekli saat |
village | köy |
villager /peasant | köylü |
The peasants were a sleepy lot. | Köylüler uyuşuk bir güruhtu. |
The peasants were a sleepy, unproductive lot. | Köylüler uyuşuk, verimsiz bir güruhtu. |
The peasants were an unproductive lot. | Köylüler verimsiz bir güruhtu. |
mansion | köşk |
ash(es) | kül |
ash showers | kül yağmurları |
ash showers are unusual | kül yağmurları ender |
despite the ash rains | kül yağmurlarına rağmen |
Despite the ash showers the sun was bright today; it was shining with a brilliant crimson red beyond the smokey blackness that was in the upper parts of the sky. | Kül yağmurlarına rağmen bugün güneş parlaktı, gökyüzünün üst taraflarındaki dumanlı siyahlığın ötesinde ışıltılı bir kızıllıkla parlıyordu. |
Despite the ash showers the sun was bright today. | Kül yağmurlarına rağmen bugün güneş parlaktı. |
under the ashes | küllerin altında |
small | küçük |
a small hill | küçük bir tepe |
on top of a small hill | küçük bir tepenin üstünde |
a terrace that was on top of a small hill | küçük bir tepenin üstündeki bir taraça |
spot /stain /smear | leke |
they belonged to the Lord Ruler. | Lord Hükümdar'a aitti. |
While Lord Tresting was glancing | Lord Tresting göz atarken |
While Lord Tresting was glancing towards the sky | Lord Tresting göğe doğru göz atarken |
While Lord Tresting was glancing towards the sky his servants opened a parasol over Tresting and his guest. | Lord Tresting göğe doğru göz atarken hizmetkârları Tresting ile misafirinin üstüne bir şemsiye açtı. |
While Lord Tresting was glancing towards the sky his servants opened a parasol over Tresting and his honourable guest. | Lord Tresting göğe doğru göz atarken hizmetkârları Tresting ile saygı değer misafirinin üstüne bir şemsiye açtı |
While Lord Tresting was glancing towards the sky his servants opened a parasol over Tresting. | Lord Tresting göğe doğru göz atarken hizmetkârları Tresting üstüne bir şemsiye açtı. |
While Lord Tresting frowned and glanced towards the sky. | Lord Tresting kaşlarını çatıp göğe doğru göz atarken |
While Lord Tresting frowned and was glancing towards the red midday sky his servants leaped forward and opened a parasol over Tresting and his honourable guest. | Lord Tresting kaşlarını çatıp kızıl öğlen göğüne doğru göz atarken hizmetkârları öne atıldı ve Tresting ile saygı değer misafirinin üstüne bir şemsiye açtı. |
While Lord Tresting was glancing towards the red midday sky | Lord Tresting kızıl öğlen göğüne doğru göz atarken |
having come from Luthadel | Luthadel'den gelmiş olan |
his beautiful red waist coat having come from Luthadel | Luthadel'den gelmiş olan güzel kırmızı yeleği |
the ones being in Luthadel | Luthadel'in içinde olanlar |
compared to the ones in Luthadel | Luthadel'in içinde olanlarla kıyaslandıkları zaman |
good /property /merchandise | mal |
pleased | memnun |
Pleased to meet you. (lit. I have become pleased) | Memnun oldum |
he seemed pleased (lit. he seemed like having become pleased) | memnun olmuş gibi görünüyordu |
He seemed pleased which was a good thing, too. | Memnun olmuş gibi görünüyordu ki bu da iyi bir şeydi. |
officer/ civil servant | memur |
handkerchief | mendil |
they are wondering | merak ediyorlar |
they are wondering (could be) | merak ediyorlardır |
I wonder | merak ediyorum |
to wonder /to be curious | merak etmek |
(question particle for yes/no questions /est-ce que?) | mi - mı - mu |
grateful /thankful +dative | minnettar |
He was grateful | minnettardı |
to inherit | miras kalmak |
guest /visitor (m) | misafir |
guests (m) | misafirler |
what | ne |
what would they think | ne düşünürlerdi |
what do they see | ne görüyorlar |
anyway | neyse |
luckily /fortunately | neyse ki |
Fortunately there was not much wind. | Neyse ki fazla rüzgâr yoktu. |
Fortunately there was not much wind; the parasol would most likely be efficient. | Neyse ki fazla rüzgâr yoktu; şemsiye büyük olasılıkla etkili olacaktı. |
all that /that many /so /that's it | o kadar (da) |
they were that smart/intelligent /they had that much sense | o kadar da akılları vardı |
not that unusual | o kadar da ender değil |
that many /that much | o kadar fazla |
not that much | o kadar fazla değil |
so many people | o kadar fazla insan |
so many people trust me | o kadar fazla insan bana güveniyor |
(To my surprise) so many people trust me. | O kadar fazla insan bana güveniyor ki. |
the more the merrier | o kadar fazla o kadar iyi |
He paid Him | O'na ödeme yaptı |
the obligator (a controlling person in this story) | obligatör |
Bowing his head the obligator checked his pocket watch and then he glanced at the sun above. | Obligatör başını eğerek köstekli saatini kontrol etti, sonra da yukarıdaki güneşe göz attı. |
Bowing his head the obligator checked his pocket watch. | Obligatör başını eğerek köstekli saatini kontrol etti. |
Bowing his head the obligator checked his watch. | Obligatör başını eğerek saatini kontrol etti. |
The obligator shook his head. | Obligatör başını salladı. |
The obligator shook his head; he was standing quietly in his grey robes. | Obligatör başını salladı; gri cübbelerinin içinde sessizce dikiliyordu. |
The obligator turned raising one eyebrow. | Obligatör bir kaşını kaldırarak döndü. |
The obligator turned raising one eyebrow; it was as if his movement was made to underline the subtle tattoes which being the most distinctive feature in his face decorated the skin around his eyes. | Obligatör bir kaşını kaldırarak döndü; hareketi sanki yüzündeki en belirgin özellik olan gözlerinin etrafındaki deriyi süsleyen incelikli dövmelerin altını çizmek için yapılmış gibiydi. |
The obligator raised an eyebrow | Obligatör bir kaşını kaldırdı. |
the obligator checked | obligatör kontrol etti |
The obligator checked his watch. | Obligatör saatini kontrol etti. |
he had obligators | obligatörleri vardı |
the services of the obligators | obligatörlerin hizmetleri |
the services of his obligators | obligatörlerinin hizmetleri |
He paid Him in return for the services of his obligators. | Obligatörlerinin hizmetleri karşılığında O'na ödeme yaptı. |
being | olan |
the ones being | olanlar |
possibilty /probability | olasılık |
quite | oldukça |
that I am (accusative) | olduğumu |
that is is (dat.) | olduğuna |
that they were not (acc.) | olmadıklarını |
that I am not (ablative) | olmadığımdan |
it should have been /it had to be | olması gerekirdi |
he is and... / he became and... (+ pl pronoun they are/became and...) | olup |
whether they were (lit. they were and that they were not) (acc.) | olup olmadıklarını |
to occur /take form /to take shape/to consist | oluşmak |
they | onlar |
should have made them a bit more effective | onları biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi |
should have rendered them | onları hâle getirmiş olması gerekirdi |
it forced them | onları zorluyordu |
their families | onların aileleri |
I had their families executed | onların ailelerini idam ettirdim |
their eyes | onların gözleri |
around their eyes | onların gözlerinin etrafında |
around their eyes were only a few marks. | onların gözlerinin etrafında sadece birkaç işaret vardı. |
bright /shiny | parlak |
to shine | parlamak |
it was shining | parlıyordu |
very well /ok | pekâla |
prelan (title given in the story /serving the Lord Prelan) | prelan |
He was in the rank of a prelan. | Prelan rütbesindeydi |
despite (r) +dative | rağmen |
rank /grade/degree | rütbe |
wind | rüzgâr |
watch /clock | saat |
his watch | saati |
only | sadece |
to shake | sallamak |
second (part of a minute) | saniye |
as if | sanki |
as if to underline | sanki altını çizmek için |
as if made to underline | sanki altını çizmek için yapılmış |
It was like as if it was made to underline | sanki altını çizmek için yapılmış gibiydi |
respect | saygı |
worthy of respect /honorable /respectable/esteemed | saygı değer |
his honourable guest | saygı değer misafiri |
you (sg) | sen |
You should see the city Skaas, Tresting | Sen şehir skaalarını bir görmelisin, Tresting. |
according to you /you think | sence |
your | senin |
you have a control | senin bir kontrolün var |
silent | sessiz |
a silent indifference | sessiz bir umursamazlık |
they moved doing their work in a silent indifference | sessiz bir umursamazlık içinde işlerini yaparak hareket ediyorlardı |
quietly | sessizce |
He stood silently | sessizce dikiliyordu |
heat /hot | sıcak |
temperature /heat | sıcaklık |
firmness /tightness | sıkılık |
in firmness | sıkılıkta |
to wipe /delete | silmek |
fog /mist | sis |
Mistborn | Sissoylu |
black | siyah |
blackness | siyahlık |
the Skaa workers | Skaa işçileri |
turning back to watch the Skaa workers | skaa işçilerini izlemek için geri dönerek |
the Skaa (name for slave workers in this book) | skaalar |
The Skaas actually were not Tresting's property. | Skaalar aslında Tresting'in malı değildi. |
The Skaas actually were not Tresting's property. | Skaalar aslında Tresting'in malı değildi. |
on the skaas | skaalar üstünde |
I don't understand at all the men having problems with their Skaas. | Skaalarıyla sorun yaşayan adamları hiç anlamıyorum. |
I don't understand at all the men having problems with their Skaas; I found controlling the creatures easy if only you enforced in an appropriate firmness a discipline. | Skaalarıyla sorun yaşayan adamları hiç anlamıyorum; ben eğer sadece uygun sıkılıkta bir disiplin uygularsan yaratıkları kontrol etmenin kolay olduğunu buldum. |
last | son |
The Final Empire | Son İmperatorluk |
Ash showers were not so unusual in the Last Empire, but Tresting had wanted to prevent the appearance of soot stains on his new suit jacket and his beautiful red waist coat having come by canal boat straight from Luthadel. | Son İmperatorluk'ta kül yağmurları o kadar da ender değildi, ama Tresting doğrudan Luthadel'den kanal teknesiyle gelmiş olan yeni takım ceketi ve güzel kırmızı yeleğinde is lekeleri oluşmasına engel olmak istemişti. |
Ash showers were not so unusual in the Last Empire. | Son İmperatorluk'ta kül yağmurları o kadar da ender değildi. |
and then | sonra da |
and then he glanced at the sun above | sonra da yukarıdaki güneşe göz attı. |
problem | sorun |
to have problems | sorun yaşamak |
men having problems | sorun yaşayan adamlar |
I don't understand at all the men having problems | Sorun yaşayan adamları hiç anlamıyorum. |
lineage /family /ancestry /pedigree | soy |
to decorate /embellish | süslemek |
decorating | süsleyen |
all the way down | ta altına |
all the way down and to the sides of his nose | ta altına ve burnunun yanlarına |
all the way down and until the sides of his nose | ta altına ve burnunun yanlarına kadar |
it reached all the way down and until the sides of his nose. | ta altına ve burnunun yanlarına kadar uzanıyordu |
set / team | takım |
suit jacket | takım ceketi |
suit /Anzug | takım elbise |
God | Tanrı |
from his god | tanrı'sından |
side (t) | taraf |
terrace | taraça |
field | tarla |
looking to the fields | tarlalara bakan |
looking from above to the fields /overlooking the fields | tarlalara yukarıdan bakan |
a small hill overlooking the fields | tarlalara yukarıdan bakan küçük bir tepe |
on a terrace that was on top of a small hill overlooking the fields | tarlalara yukarıdan bakan küçük bir tepenin üstündeki bir taraçada |
in the fields | tarlalarda |
to work a thousand years in the fields | tarlalarda bin yıl çalışmak |
a thousand years of working in the fields | tarlalarda bin yıl çalışmanın |
a thousand years of working in the fields should have made them a bit more effective | tarlalarda bin yıl çalışmanın onları biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi |
a thousand years of working in the fields should have made them a bit more effective in this regard | Tarlalarda bin yıl çalışmanın onları bu konuda biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi |
to carry | taşımak |
I would carry /it's said that I will carry | taşıyacakmışım |
I will carry | taşıyacağım |
boat | tekne |
lazy /sluggish /idle/ paresseux/faul | tembel |
laziness /sluggishness/paresse/Faulheit | tembellik |
to assure /make sure/provide /supply /procure | temin etmek |
hill | tepe |
the man standing on top of the hill | tepenin üstünde durmakta olan adam |
just as /just like /the same | tıpkı |
just like /the same as | tıpkı |
just like me | tıpkı benim gibi |
just like he paid Him in return for the services of his obligators. | tıpkı obligatörlerinin hizmetleri karşılığında O'na ödeme yaptığı gibi. |
just like he paid | tıpkı ödeme yaptığı gibi |
land /soil /territory | toprak |
Tresting turned towards the man. | Tresting adama doğru döndü. |
Getting out a handkerchief Tresting wiped his forehead. | Tresting bir mendil çıkararak alnını sildi. |
Getting out a handkerchief Tresting wiped his forehead, he was grateful for the shade of the parasol against the midday heat. | Tresting bir mendil çıkararak alnını sildi, öğlen sıcağına karşı şemsiyenin gölgesine minnettardı. |
Tresting got out a handkerchief. | Tresting bir mendil çıkardı. |
Tresting had wanted to prevent the appearance of soot stains on his new suit jacket and his beautiful red waist coat having come by canal boat straight from Luthadel. | Tresting doğrudan Luthadel'den kanal teknesiyle gelmiş olan yeni takım ceketi ve güzel kırmızı yeleğinde is lekeleri oluşmasına engel olmak istemişti. |
Tresting and (i) his guest | Tresting ile misafiri |
over Tresting and his guest | Tresting ile misafirinin üstüne |
Tresting was getting his workers only as a rent. | Tresting işçilerini sadece kiralayarak almaktaydı. |
Tresting was getting his workers only as a rent from his God. | Tresting işçilerini Tanrı'sından sadece kiralayarak almaktaydı. |
Tresting was standing together with his guest on a terrace. | Tresting misafiriyle birlikte bir taraçada duruyordu. |
Tresting was standing together with his guest | Tresting misafiriyle birlikte duruyordu |
Tresting was standing together with his guest on a terrace that was on top of a small hill overlooking the fields. | Tresting misafiriyle birlikte tarlalara yukarıdan bakan küçük bir tepenin üstündeki bir taraçada duruyordu. |
Tresting turned towards the man standing on top of the hill | Tresting tepenin üstünde durmakta olan adama doğru döndü. |
Tresting turned towards the man standing next to him on top of the hill. | Tresting tepenin üstünde yanında durmakta olan adama doğru döndü. |
Tresting turned towards the man standing next to him. | Tresting yanında durmakta olan adama doğru döndü. |
Tresting also had his own personal obligators back in the mansion, but they were only minor functionaries; around their eyes were only a few marks. | Tresting'in arkadaki köşkünde kendi kişisel obligatörleri de vardı ama onlar sadece ufak memurlardı; onların gözlerinin etrafında sadece birkaç işaret vardı. |
Tresting also had his own personal obligators back in the mansion. | Tresting'in arkadaki köşkünde kendi kişisel obligatörleri de vardı. |
Tresting had his own personal obligators back in his mansion | Tresting'in arkadaki köşkünde kendi kişisel obligatörleri vardı. |
Tresting's mansion | Tresting'in köşkü |
Tresting had his own personal obligators in his mansion | Tresting'in köşkünde kendi kişisel obligatörleri vardı |
the canal boat having brought Tresting's new suit | Tresting'in yeni takım elbisesini getirmiş olan kanal teknesi |
all (+pl) | tüm |
all signs | tüm alametler |
(regarding) that all signs have been seen | tüm alametlerin görülmüş olduğuna dair |
small/tiny | ufak |
indifference | umursamazlık |
foreman /headman /task master | ustabaşı |
as soon as the foreman left they went back to their laxity. | Ustabaşı gider gitmez gevşekliklerine geri dönüyorlardı |
to apply /exert /enforce | uygulamak |
if you enforce | uygularsan |
fitting /appropriate | uygun |
if you enforce in an appropriate firmness a discipline | uygun sıkılıkta bir disiplin uygularsan |
lethargic /drowsy /sleepy | uyuşuk |
to reach /spread /extend | uzanmak |
there is | var |
there was | vardı |
he had (+possessive) | vardı |
and | ve |
inefficient / unproductive/fruitless/sterile | verimsiz |
or | ya |
Or what would they think if they knew | Ya eğer bilseler ne düşünürlerdi |
Or what if they knew that their champion was doubting himself. | Ya eğer onlar şampiyonlarının kendisinden şüphe ettiğini bilseler |
Or what would they think if they knew that their champion was doubting himself? | Ya eğer onlar şampiyonlarının kendisinden şüphe ettiğini bilseler ne düşünürlerdi? |
Or what would they think if they knew that their champion, the hero of ages, their saviour was doubting himself? | Ya eğer onlar şampiyonlarının, çağların kahramanı'nın, kurtarıcılarının kendisinden şüphe ettiğini bilseler ne düşünürlerdi? |
Or runaways? | Ya kaçaklar? |
a lie | yalan |
to lie | yalan söylemek |
he is lying | yalan söylüyor |
a liar | yalancı |
next to him | yanında |
wrong | yanlış |
the wrong guy | yanlış adam |
I wonder whether they have found the wrong man | yanlış adamı bulmuş olup olmadıklarını merak ediyorum |
made | yapılmış |
to do/make | yapmak |
creature | yaratık |
half | yarım |
to fall /pour /rain | yağmak |
rain /shower | yağmur |
waist coat /vest | yelek |
new | yeni |
his new suit jacket | yeni takım ceketi |
place | yer |
year | yıl |
there is not | yok |
there is not | yok |
there was not | yoktu |
there was not | yoktu |
tiredness / exhaustion | yorgunluk |
from exhaustion | yorgunluktan |
the sun above | yukarıdaki güneş |
from above (y) ablative | yukarıdan |
hundred | yüz |
face | yüz |
hundred people | yüz kişi |
hundreds of | yüzlerce |
hundreds of people | yüzlerce kişi |
in his face | yüzünde |
that were in his face | yüzündeki |
the most distinctive feature in his face | yüzündeki en belirgin özellik |
being the most distinctive feature in his face | yüzündeki en belirgin özellik olan |
the subtle tattoes decorating the skin around his eyes being the most distinctive feature in his face | yüzündeki en belirgin özellik olan gözlerinin etrafındaki deriyi süsleyen incelikli dövmeler |
time (z) | zaman |
to force | zorlamak |
effort /endeavor /struggle | çaba |
their effort | çabaları |
in their effort | çabalarında |
There was a sluggishness to their efforts but that's of course what the Skaa were like. | Çabalarında bir tembellik vardı ama elbette ki Skaalar böyleydi işte. |
There was a sluggishness to their efforts, but of course the Skaa were like this. | Çabalarında bir tembellik vardı ama elbette ki Skaalar böyleydi. |
In their efforts was a laziness. | çabalarında bir tembellik vardı. |
(by) working | çalışarak |
hard working | çalışkan |
the working | çalışma |
to work | çalışmak |
to work | çalışmak |
of working | çalışmanın |
to wrinkle /knit | çatmak |
age /era | çağ |
the hero of the ages | çağların kahramanı |
that the hero of the ages was doubting himself (acc) | çağların kahramanı'nın kendisinden şüphe ettiğini |
to get sthg out | çıkarmak |
to get out /leave /exit | çıkmak |
to draw | çizmek |
a lot | çok |
to pay | ödeme yapmak |
prologue | öndeyiş |
forward | öne |
important | önemli |
beyond | öte |
beyond of /on the other side of | ötesinde |
feature/characteristic / specialty | özellik |
noon /midday | öğle(n) |
the noon sky /the midday sky | öğlen göğü |
towards the midday sky | öğlen göğüne doğru |
the noon heat /the midday heat | öğlen sıcağı |
against the midday heat | öğlen sıcağına karşı |
He was grateful for the shade of the parasol against the midday heat. | Öğlen sıcağına karşı şemsiyenin gölgesine minnettardı. |
product /crop /fruit | ürün |
they were taking care of the crops | ürünlerle ilgileniyorlardı |
the upper sides (t) | üst taraflar |
on top of (... st...)position > locative | üstünde |
that is/was on top of | üstündeki |
on top of / over (direction/movement > dative) | üstüne |
At first there were a few runaways. | İlk zamanlarda birkaç kaçak oluyordu |
empire | İmperatorluk |
One would think, that a thousand years of working in the fields should have made them a bit more effective in this regard | İnsan düşünüyor da, tarlalarda bin yıl çalışmanın onları bu konuda biraz daha etkili bir hâle getirmiş olması gerekirdi . |
champion | şampiyon |
their champion | şampiyonları |
that their champion was doubting himself (acc) | şampiyonlarının kendisinden şüphe ettiğini |
to be surprised | şaşırmak |
they wouldn't be surprised | şaşırmazlardı |
town /city | şehir |
the city Skaas | şehir Skaaları |
umbrella /parasol | şemsiye |
umbrella /parasol | şemsiye |
The parasol most likely would be efficient. | Şemsiye büyük olasılıkla etkili olacaktı. |
the parasol would be efficient | şemsiye etkili olacaktı |
the shade of the parasol | şemsiyenin gölgesi |
He was grateful for the shade of the parasol. | Şemsiyenin gölgesine minnettardı. |
thing | şey |
thing | şey |
this also is the thing | şey de bu |
to complain | şikâyet etmek |
They didn't complain | şikâyet etmiyorlardı |
Of course they didn't complain | Şikâyet etmiyorlardı elbette |
Of course they didn't complain, they had that much sense... | Şikâyet etmiyorlardı elbette, o kadar da akılları vardı... |
Of course they didn't complain, they had that much sense, instead they only worked their heads bent, doing their work moving in a silent indifference | Şikâyet etmiyorlardı elbette, o kadar da akılları vardı; bunun yerine sadece başları eğilmiş çalışıyor, sessiz bir umursamazlık içinde işlerini yaparak hareket ediyorlardı. |
to doubt /to be sceptical of | şüphe etmek |