"I can swear that there is much dirty wash in my suitcase..." Just then I fell silent for I remembered another thing being in my suitcase."I mean, there are no drugs or so, I finished my sentence with a little low voice and looked accusingly at the dog. | 'Bavulumda fazlaca kirli çamaşır olduğuna dair yemin edebilirim...'Tam da o sırada bavulumda olan başka bir şeyi hatırladığım için kısa bir an sustum, '... yani uyuşturucu falan yok,' diye biraz alçak sesle cümlemi tamamladım ve suçlarcasına köpeğe baktım |
'Entlebuch biosphere cheese ,' I explained. | Entlebuch biyosfer peyniri,' diye açıkladım. |
'Entlebuch biosphere cheese,' I explained, while my face took the colour of my bordeaux bra which the man held in that moment in his hand. | Yüzüm büyük olasılıkla adamın o sırada elinde tuttuğu şarap rengi sütyenimin rengini alırken, 'Entlebuch biyosfer peyniri,' diye açıkladım. |
'I think it's an ingenious place to hide drugs.'said one from behind us. | 'Bence uyuşturucu saklamak için dâhiyane bir yer.' dedi biri arkamızdan. |
'Oh my God, and what is this?...' asked the custom officer,whereas his coworker next to him clogged his nose and began to put my underwear holding it with thumb and index finger one by one to the side. | 'Tanrım, bu da ne böyle?...' diye sordu gümrük memuru, yanındaki meslektaşıysa burnunu tıkadı ve iç çamaşırlarımı baş ve işaret parmaklarıyla tutarak tek tek kenara koymaya başladı. |
'Oh my God, and what is this?...' asked the custom officer. | 'Tanrım, bu da ne böyle?...' diye sordu gümrük memuru. |
'Two and a half kilo of unpasteurized cheese.' | 'İki buçuk kiloluk pastörize edilmemiş peynir.' |
(animal) hair /fur | tüy |
(by) being | olarak |
... I finished my sentence with a little low voice | diye biraz alçak sesle cümlemi tamamladım |
... looking /... faced | suratlı |
a / one | bir |
a bit outside the city | şehrin biraz dışında |
a completely new and great life | yepyeni ve harika bir hayat |
a completely new and great life waited for us | yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu |
a completely new and great life waited for us together with a real home | gerçek bir yuvayla birlikte yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu |
a completely new and great life waited for us, together with a real home which we always had dreamed of. | her zaman hayalini kurduğumuz gerçek bir yuvayla birlikte yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu |
a fat man | şişko bir adam |
a fat man poking me constantly with his arm | koluyla beni sürekli dürtükleyen şişko bir adam |
a fat man stinking of beer and poking me constantly with his arm | koluyla beni sürekli dürtükleyen ve leş gibi bira kokan şişko bir adam |
a few times | birkaç kez |
a fifteen year old girl | on beş yaşındaki bir kız |
a flower bed | çiçek tarhı |
a football magazine | bir futbol dergisi |
a girl with a blond ponytail | sarı at kuyruklu bir kız |
a home where we will stay | kalacağımız bir yuva |
a home where we will stay longer than a year | bir yıldan fazla kalacağımız bir yuva |
a horse tail /ponytail | at kuyruğu |
a look | bir bakış |
a man | bir adam |
a new/afresh started school | yeniden başlanan okul |
a permanent settlement | yerleşik düzen |
a place full of secrets | sırlarla dolu bir yer |
a real home (y) | gerçek bir yuva |
a real home which we had always dreamed of | her zaman hayalini kurduğumuz gerçek bir yuva |
a rose bed | gül tarhı |
a secret | sır |
a short while | kısa bir an |
a sweet smile | nazik bir gülümseme |
a vegetable bed | sebze tarhı |
a wonderful view of the Thames River | harika Thames nehri manzarası |
a year /one year | bir yıl |
about /concerning (d) | dair |
about /concerning / relating to | dair |
above Heathrow | Heathrow'un üzerinde |
absolutely /certainly / definitely | kesinlikle |
according to me /I think | bence |
according to rumour /reportedly | söylentiye göre |
accusingly /as if I was accusing (reproaching) | suçlarcasına |
actually /in fact / really | aslında |
Actually everybody looked curiously at my suitcase. | Aslında herkes bavuluma merakla bakıyordu. |
aforementioned /earlier mentioned | söz konusu |
after looking | baktıktan sonra |
after looking twice from me to the dog | iki kez bir köpeğe bir bana baktıktan sonra |
after looking twice from me to the dog, he seized the suitcase | iki kez bir köpeğe bir bana baktıktan sonra bavula el attı |
again (y) /allover /afresh | yeniden |
airlines | havayolları |
airplane | uçak |
airplane | uçak |
almost /nearly | az kalsın |
almost /nearly | neredeyse |
already (ş) | şimdiden |
already / anyway /in first place | zaten |
already now | daha şimdiden |
Already now standing next to the barrier | Daha şimdiden bariyerin yanında dikilmiş |
alright /jolly well | pekâlâ |
Alright, let's have look at what our Amber has smelled. | Pekâlâ, Amber'imiz ne koku almış, bir bakalım. |
also | bir de |
also /in addition /moreover | bir de |
always | her zaman |
always | hep |
Amber, the stupid dog shook herself. | Aptal köpek Amber silkindi. |
an ingenious place | dâhiyane bir yer |
an own room belonging to each of us | kendimize ait birer oda |
and /also(following noun, participle...) | da - de |
and at the same time | ve aynı zamanda |
and before that in Utrecht, Berkeley, Haydarabad, Edinburgh and Munich. | ondan önce de Utrecht, Berkeley, Haydarabad, Edinburgh ve Münih'te. |
and from its first floor window | ve birinci katın penceresinden |
and such also her biggest wish became true. | ve böylece en büyük dileği de gerçekleşmiş oluyordu. |
and therefore the holiday had passed relatively great | ve bu yüzden tatil nispeten harika geçmişti |
And though my father had bought the tickets like usual from those cheap airlines, the airplane didn't encounter any trouble. | Ve babam biletleri her zamanki gibi şu ucuz havayollarından satın almak olsa da, uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
And though my father had bought the tickets like usual from those cheap airlines, which had according to rumour always low fuel in their tanks, the airplane didn't encounter any trouble. | Ve babam biletleri her zamanki gibi söylentiye göre depolarında hep az yakıt olan şu ucuz havayollarından satın almak olsa da, uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
And though my father had bought the tickets like usual from those cheap airlines, which had reportedly always low fuel in their tanks, even though we did a few turns above Heathrow in order to get a landing permit, the plane didn't encounter any problem. | Ve babam biletleri her zamanki gibi, söylentiye göre depolarında hep az yakıt olan şu ucuz havayollarından satın almak olsa da, Heathrow'un üzerinde iniş izni almak için birkaç kez tur attığımız halde uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
And though my father had bought the tickets like usual from those cheap airlines. | Ve babam biletleri her zamanki gibi şu ucuz havayollarından satın almak olsa da. |
And we were longing for an own room for each of us. | Ve kendimize ait birer odanın özlemini çekiyorduk. |
And what is this?!? | Bu da ne böyle? |
animal | hayvan |
another officer | başka bir memur |
another officer opened its zipper and lifted up the lid. | başka bir memur fermuarını açıp kapağı kaldırdı. |
another officer opened its zipper and... | başka bir memur fermuarını açıp |
another thing | başka bir şey |
another thing being in my suitcase | bavulumda olan başka bir şey |
any kind of problem | herhangi bir sorun |
anyway /presumably /I suppose /in any case | herhalde |
arm | kol |
as if | sanki |
as if he threatened /threatening | tehdit edercesine |
as much as | kadar |
as much as I | benim kadar |
as much surprised as I | benim kadar şaşırmış |
astonished at | -e şaşırmış |
astonished at this doing | bu işe şaşırmış |
at a university in Oxford | Oxford'da bir üniversitede |
at least | en azından |
at least | en azından |
at least in winters | en azından kışları |
at me | bana |
At present he worked in Zürich and therefore the holiday (including various mountain tours and also the biosphere protection area at Entlebuch) had passed relatively great | Şu sıralar Zürih'te çalışıyordu ve bu yüzden tatil (çeşitli dağ turları ve Entlebuch'taki biyosfer koruma alanı da dâhil olmak üzere) nispeten harika geçmişti. |
At present he worked in Zürich and therefore the holiday (including various mountain tours and also the biosphere protection area at Entlebuch) had passed relatively great,what a pity that not every place he got work was that nice. | Şu sıralar Zürih'te çalışıyordu ve bu yüzden tatil (çeşitli dağ turları ve Entlebuch'taki biyosfer koruma alanı da dâhil olmak üzere) nispeten harika geçmişti, ne yazık ki iş aldığı her yer böyle güzel değildi. |
At present he worked in Zürich. | Şu sıralar Zürih'te çalışıyordu. |
at that time | o sırada |
at that time | o sırada |
at the side | yan tarafta |
autumn | sonbahar |
back /rear /hind | arka |
bag | çanta |
basement | bodrum |
because | çünkü |
because for nearly ten years | çünkü neredeyse on yıldır |
because he had thumped through the pages of a football magazine and while reading had moved his lips just as first class pupils. | çünkü bir futbol dergisinin sayfalarını karıştırmış ve okurken tıpkı birinci sınıf öğrencileri gibi dudaklarını kıpırdatmıştı. |
because I remembered | hatırladığım için |
because I remembered I fell silent | hatırladığım için sustum |
because I remembered I fell silent for a short while | hatırladığım için kısa bir an sustum |
Because she wanted to teach in a university in Oxford for nearly ten years. | Çünkü neredeyse on yıldır Oxford'da bir üniversitede ders vermek istiyordu. |
because to tell the truth | çünkü doğruyu söylemek gerekirse |
because to tell the truth in order to understand this | çünkü doğruyu söylemek gerekirse bunu anlamak için |
Because to tell the truth in order to understand this it was not necessary to have a sensitive nose. | Çünkü doğruyu söylemek gerekirse bunu anlamak için hassas bir burna sahip olmak gerekmiyordu. |
bed (of flowers /vegetables...) | tarh |
beer | bira |
before reaching /without reaching | ulaşmadan |
before that | ondan önce |
before the airplane reached the runway | uçak kalkış pistine ulaşmadan |
beginning to sleep | uyumaya başlayan |
behind | arkasında |
behind me | arkamda |
behind(a) the barrier | bariyerin ardında |
being | olan |
being indifferent and... / he didn't care and... | oralı olmayıp |
belief | inanç |
belonging to each of us | kendimize ait birer |
better than (a) | -dan iyidir |
between us and | ile aramızda |
between us and the great life (y) | harika yaşamla aramızda |
biosphere | biyosfer |
biosphere protection area | biyosfer koruma alanı |
bloodcurdling /eerie /hair curling/dreadful | tüyler ürpertici |
book | kitap |
bordeaux (the colour of wine) | şarap rengi |
Bravo | Aferin |
Bravo! You know now eighty Turkish words. | Aferin! Artık seksen Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now fifty Turkish words. | Aferin! Artık elli Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now forty Turkish words. | Aferin! Artık kırk Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now hundred and ten Turkish words. | Aferin! Artık yüz on tane Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now hundred and twenty Turkish words. | Aferin! Artık yüz yirmi tane Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now ninety Turkish words. | Aferin! Artık doksan Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now one hundred Turkish words. | Aferin! Artık yüz Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now seventy Turkish words. | Aferin! Artık yetmiş Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now sixty Turkish words. | Aferin! Artık altmış Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now ten Turkish words. | Aferin! Artık on Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now thirty Turkish words. | Aferin! Artık otuz Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now twenty Turkish words. | Aferin! Artık yirmi Türkçe kelime biliyorsun. |
break / spoil /affect / interrupt /ruin | bozmak |
breast holder | sütyen |
British soil | İngiliz toprakları |
brochure | broşür |
but /however / nevertheless/lediglich | ancak |
But I was determined not to allow them to ruin my joy, ultimately behind the barrier waited a completely new and great life for us together with a real home which we always had dreamed of. | Ama keyfimi bozmalarına izin vermemeye kararlıydım, sonuçta bariyerin ardında her zaman hayalini kurduğumuz gerçek bir yuvayla birlikte yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu. |
but then I had given up | ama sonra vazgeçmiştim |
but when a person (i) had spent his summer holidays | ama insan yaz tatilini geçirdiğinde |
But when someone (i) had spent his summer holidays on the edge of an industrial area in Bratislava | ama insan yaz tatilini Bratislava'daki bir sanayı bölgesinin kıyısında geçirdiğinde |
But when someone (i) had spent his summer holidays on the edge of an industrial area in Bratislava there was no such thing as gratitude. | ama insan yaz tatilini Bratislava'daki bir sanayı bölgesinin kıyısında geçirdiğinde, minnettarlık diye bir şey kalmıyordu. |
capital | başkenti |
carrion /carcass (dead rotten body) | leş |
cell phone | cep telefonu |
century | yüzyıl |
character | karakter |
charming /pleasant /nice /lovely (h) | hoş |
cheap | ucuz |
cheese | peynir |
class | sınıf |
coast /shore /edge | kıyı |
colleague /coworker (m) | meslektaş |
colour | renk |
comfortable | konforlu |
constantly /incessantly/continuously /always (s) | sürekli |
continent | kıta |
contract /agreement | sözleşme |
cottage /country house | kır evi |
cover /lid | kapak |
curious (adj) | meraklı |
curiously (adv but : in a curious (adj) manner) | meraklı bir şekilde |
curiously (m) (adv) | merakla |
customs | gümrük |
customs officer | gümrük memuru |
dark | koyu |
dark haired | koyu saçlı |
deep | derin |
degree | derece |
determined /decided | kararlı |
different | farklı |
different | farklı |
difficult | zor |
dirty | kirli |
dirty /filthy /nasty | pis pis |
dirty wash | kirli çamaşır |
doctorate /phd | doktora |
dog | köpek |
dog | köpek |
domain /area /field | alan |
dreadful secrets | tüyler ürpertici sırlar |
dream | rüya |
dream / imagination /fantasy | hayal |
dreams | rüyalar |
drug | uyuşturucu |
drug dog | narkotik köpeği |
drug trafficking | uyuşturucu kaçakçılığı |
ear | kulak |
ears | kulaklar |
easily /with ease (r) | rahatça |
eight | sekiz |
eighty | seksen |
engineer | mühendis |
English /British | İngiliz |
enthousiastically | çoşkulu bir şekilde |
Enthousiastically he put his nose down on the lid of the suitcase. | Çoşkulu bir şekilde burnunu bavul kapağına dayadı. |
enthusiastic | çoşkulu |
enthusiastically | çoşkulu bir şekilde |
Entlebuch biosphere cheese | Entlebuch biyosfer peyniri |
estate agent's brochure | emlakçının broşürü |
even | bile |
even | bile |
even (h) | hatta |
even though we did a few turns | birkaç kez tur attığımız halde |
Even though we did a few turns above Heathrow in order to get a landing permit, the airplane didn't encounter any trouble. | Heathrow'un üzerinde iniş izni almak için birkaç kez tur attığımız halde, uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
Even though we did a few turns above Heathrow in order to get a landing permit. | Heathrow'un üzerinde iniş izni almak için birkaç kez tur attığımız halde |
eventually /ultimately | sonuçta |
every place where he got a job | iş aldığı her yer |
everybody | herkes |
everything | her şey |
Everything was ok. | Her şey yolundaydı. |
excitement / agitation | heyecan |
executive | yürütme |
expert | uzman |
face | yüz |
fat | şişko |
father | baba |
fifteen | on beş |
fifteen years old | on beş yaşında |
fifty | elli |
finally (n) | nihayet |
fine / sensitive / delicate | hassas |
first | birinci |
first / before | önce |
five | beş |
flight | uçuş |
floor/etage | kat |
flower | çiçek |
foot | ayak |
For a home where we would stay at least for more than a year. | En azından bir yıldan fazla kalacağımız bir yuvanın. |
for being a drug dog | Bir narkotik köpeği olarak |
For being a drug dog he had surprisingly much hair. | Bir narkotik köpeği olarak şaşırtıcı derecede çok tüyü vardı. |
for example (m) | mesela |
For my not wanting his cell phone number | Cep telefonunun numarasını istemediğim için |
for ten years | on yıldır |
four | dört |
four different continents | dört farklı kıta |
friend | dost |
friendship | dostluk |
from joy | sevinçten |
from on /since | itibaren |
from the autumn trimester on | sonbahardaki üç aylık dönemden itibaren |
From the autumn trimester on my mother would start working in the Magdalen College in Oxford and such also her biggest wish became true. | Annem sonbahardaki üç aylık dönemden itibaren Oxford'daki Magdalen College'da çalışmaya başlayacaktı ve böylece en büyük dileği de gerçekleşmiş oluyordu. |
From the autumn trimester on my mother would start working in the Magdalen College in Oxford. | Annem sonbahardaki üç aylık dönemden itibaren Oxford'daki Magdalen College'da çalışmaya başlayacaktı. |
from the basement to the roof | bodrumundan çatısına dek |
From the window of the first floor there was a wonderful view of the Thames. | Birinci katın penceresinden harika Thames nehri manzarası görünüyordu |
fuel (noun) | yakıt |
full | dolu |
full of secrets | sırlarla dolu |
garden | bahçe |
gentle /polite /sweet | nazik |
girl | kız |
God (t) | Tanrı |
God knows | Tanrı bilir |
God knows, maybe that his bag was crammed with illegal sleeping pills. | Tanrı bilir, belki de çantası tıka basa yasadışı uyku ilaçlarıyla doluydu. |
goodbye | hoşça kal |
grateful | minnettar |
gratitude | minnettarlık |
great | harika |
guy /bloke | herif |
ha! (interjection) | Eh! |
Ha, great! /Na toll! | Eh, harika! |
hair | saçlar |
half | yarım |
half an hour | yarım saat |
hayloft /barn | samanlık |
he /they understood immediately | hemen anlamıştı |
he asked | sordu |
He began to put my underwear holding it with thumb and index finger one by one to the side. | iç çamaşırlarımı baş ve işaret parmaklarıyla tutarak tek tek kenara koymaya başladı. |
he blocked his nose /he clogged his nose | burnunu tıkadı |
he had a restless character | huzursuz bir karaktere sahipti |
He had a restless character just like my mother. | O da tıpkı annem gibi huzursuz bir karaktere sahipti. |
he had moved his lips | dudaklarını kıpırdatmıştı |
He had much hair. | Çok tüyü vardı. |
He had surprisingly much hair (to a surprising degree) | şaşırtıcı derecede çok tüyü vardı |
he lifted up the lid | kapağı kaldırdı |
he looked twice from me to the dog | iki kez bir köpeğe bir bana baktı |
He made a sign to the girl to get out of the line. | Kıza sıradan çıkmasını işaret etti. |
he must have gone crazy for joy | sevinçten çıldırıyor olmalıydı |
He must have gone crazy for joy that I didn't want his cell phone number. | Cep telefonunun numarasını istemediğim için sevinçten çıldırıyor olmalıydı. |
he opened its zipper and | fermuarını açıp |
He put his nose on the lid of the suitcase. | Burnunu bavul kapağına dayadı. |
He put my underwear holding it with thumb and index finger one by one to the side. | iç çamaşırlarımı baş ve işaret parmaklarıyla tutarak tek tek kenara koydu |
He put my underwear one by one to the side holding (them) with his fingers | iç çamaşırlarımı parmaklarıyla tutarak tek tek kenara koydu |
he sat | oturdu |
he sat (down) on the ground | yere oturdu |
he should have been | olmalıydı |
he showed | gösterdi |
he showed his teeth | dişlerini gösterdi |
he showed his teeth and... | dişlerini gösterip |
he smelt /sniffed | kokladı |
he was a Hovawart species | Hovawart cinsiydi |
He was an engineer. | Mühendisti. |
He/they thought the smelly things were my belongings | berbat kokan şeylerin eşyalarım olduğunu düşünüyordu |
He/they thought the things were my belongings | şeylerin eşyalarım olduğunu düşünüyordu. |
her biggest wish | en büyük dileği |
her wish | dileği |
here:to leaf /browse /thump /generally : to mix /confuse /shuffle | karıştırmak |
his arm | kolu |
his bag | çantası |
His bag was filled to the brim | çantası tıka basa doluydu |
his cell phone number | cep telefonunun numarası |
His coworker clogged his nose. | Meslektaşı burnunu tıkadı. |
his ears | kulakları |
his nose | burnu |
his teeth | dişleri |
holidays | tatiller |
horrible /wretched /awful | berbat |
horse | at |
hour | saat |
hours | saatler |
however /whereas (o) | oysa |
however between us and the great life waiting for us | Oysa bizi bekleyen harika yaşamla aramızda |
However I had forgotten | Ancak unutmuştum |
However I had forgotten that it stank that much. | Ancak onun bu kadar berbat koktuğunu unutmuştum. |
huge (k) | kocaman |
huge / giant here: wide | kocaman |
hundred | yüz |
hurry | acele |
I almost had talked to him, but then I had given up | Az kalsın onunla konuşacaktım ama sonra vazgeçmiştim |
I almost talked to him | Az kalsın onunla konuşacaktım. |
I can swear | yemin edebilirim |
I can swear about there being much dirty laundry in my suitcase... | Bavulumda fazlaca kirli çamaşır olduğuna dair yemin edebilirim... |
I didn't even want to know | bilmek bile istemiyordum |
I didn't want his cell phone number | Cep telefonunun numarasını istemedim |
I explained | açıkladım |
I finished the sentence | cümleyi tamamladım |
I glanced anxiously at my little sister Mia, who was now already standing next to the barrier and kept rocking impatiently on the spot. | Daha şimdiden bariyerin yanında dikilmiş, sabırsızca yerinde sallanıp duran küçük kız kardeşim Mia'ya huzursuz bir bakış attım. |
I glanced anxiously at my little sister Mia. | Küçük kız kardeşim Mia'ya huzursuz bir bakış attım. |
I glanced at my little sister Mia. | Küçük kız kardeşim Mia'ya bir bakış attım. |
I had almost talked to him, but then given up,because he had thumped through the pages of a football magazine and while reading had moved his lips just as first class pupils. | Az kalsın onunla konuşacaktım ama sonra vazgeçmiştim çünkü bir futbol dergisinin sayfalarını karıştırmış ve okurken tıpkı birinci sınıf öğrencileri gibi dudaklarını kıpırdatmıştı. |
I had forgotten | unutmuştum |
I heard | duydum |
I heard the people (i) chuckle | insanların kıkırdadığını duydum |
I heard the people (i) chuckle, the real smugglers were certainly rubbing their hands. | İnsanların kıkırdadığını duydum, gerçek kaçakçılar kesinlikle ellerini ovuşturuyordu. |
I looked accusingly at the dog. | Suçlarcasına köpeğe baktım |
I looked at Mia and sighed deeply. | Mia'ya bakıp derin bir iç geçirdim. |
I looked at the customs officer and placed my sweetest smile on my face. | gümrük memuruna bakıp yüzüme en nazik gülümsememi yerleştirdim |
I looked at the customs officer and... | gümrük memuruna bakıp... |
I looked at the dog | köpeğe baktım |
I meant (that is), there are no drugs or such. | yani uyuşturucu falan yok. |
I placed my sweetest smile on my face. | Yüzüme en nazik gülümsememi yerleştirdim. |
I put on my sweetest smile. | en nazik gülümsememi yerleştirdim |
I remembered | hatırladım |
I remembered another thing | başka bir şeyi hatırladım |
I suppose (h) other girls would dream of other things | başka kızlar herhalde başka şeylerin hayalini kurardı |
I suppose (h) other girls would dream of other things, but Mia and I were not yearning for anything other than a real home. | Başka kızlar herhalde başka şeylerin hayalini kurardı ama Mia ve ben gerçek bir yuvadan başka hiçbir şeyin özlemini çekmiyorduk. |
I suppose the spectators thought the smelly things were my belongings. | Herhalde izleyiciler berbat kokan şeylerin eşyalarım olduğunu düşünüyordu. |
I think for hiding drugs... | Bence uyuşturucu saklamak için |
I think it's an ingenious place to hide drugs. | 'Bence uyuşturucu saklamak için dâhiyane bir yer.' |
I was determined | kararlıydım |
I was determined not to allow | izin vermemeye kararlıydım |
I was determined not to allow them to ruin my joy | keyfimi bozmalarına izin vermemeye kararlıydım |
I was determined not to allow them to spoil | bozmalarına izin vermemeye kararlıydım |
I was not suited next to a fat man | şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim |
I was not suited next to a fat man stinking of beer | ben leş gibi bira kokan, şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim. |
I was suspected of doing drug trafficking. | uyuşturucu kaçakçılığı yaptığımdan şüphe ediliyordu |
I was this time unlike any other time not suited next to a fat man stinking of beer and poking me constantly with his arm. | Ben her zamankinden farklı olarak bu kez koluyla beni sürekli dürtükleyen ve leş gibi bira kokan, şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim. |
I was this time, unlike any other time, not suited next to a fat man stinking of beer. | Ben her zamankinden farklı olarak bu kez leş gibi bira kokan, şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim. |
I will scratch his ears | kulaklarını kaşıyacağım |
if /whereas /as to (a) | -ysa |
if needed /if necessary | gerekirse |
illegal | yasadışı |
illegal sleeping pills | yasadışı uyku ilaçları |
immediately | hemen |
impatiently | sabırsızca |
in a way (used with adjectives to form adverbs) | bir şekilde |
in eight years | sekiz yılda |
In fact the cheese only prolonged our unshakable belief about the great life waiting for us a bit more. | Aslında peynir harika bir yaşamın bizi beklediğine dair sarsılmaz inancımızı sadece biraz daha uzatmıştı. |
in my suitcase | bavulumda |
in one's right mind /sane | aklı başında |
in the estate agent's brochure | emlakçının broşüründe |
in the front row | ön sırada |
in the Magdalen College in Oxford | Oxford'daki Magdalen College'da |
In the real estate agent's brochure the house looked comfortable and romantic. | Emlakçının broşüründe ev konforlu ve romantik görünüyordu |
in the row | sırada |
in the same place | aynı yerde |
in their tanks | depolarında |
including / on condition that | dâhil olmak üzere |
including various mountain tours and also the biosphere protection area at Entlebuch | çeşitli dağ turları ve Entlebuch'taki biyosfer koruma alanı da dâhil olmak üzere |
index(finger) | işaret parmağı |
industrial | sanayı |
industrial area (b) | sanayı bölge |
ingenious /brilliant | dâhiyane |
innerly /secretly | için için |
instead of | yerine |
instead of that rather nervous looking sneaky faced guy | oldukça gergin görünen şu sinsi suratlı herif yerine |
instead of that sneaky faced guy | şu sinsi suratlı herif yerine |
intention | niyet |
intentioned | niyetli |
it had a garden with trees situated inside | içinde ağaçları bulunan bir bahçesi vardı |
it had a huge garden | kocaman bir bahçesi vardı |
it had a huge garden with old trees and also a barn situated inside | İçinde yaşlı ağaçları ve bir de samanlığı bulunan kocaman bir bahçesi vardı. |
it had a huge garden with old trees and also a barn situated inside and from the window of the first floor - at least in winters- a wonderful view of the Thames was visible. | İçinde yaşlı ağaçları ve bir de samanlığı bulunan kocaman bir bahçesi vardı ve birinci katın penceresinden - en azından kışları - harika Thames nehri manzarası görünüyordu. |
It had a huge garden with old trees and also a barn situated inside and from the window of the first floor, a wonderful view of the Thames was visible. | İçinde yaşlı ağaçları ve bir de samanlığı bulunan kocaman bir bahçesi vardı ve birinci katın penceresinden harika Thames nehri manzarası görünüyordu. |
it had a huge garden with old trees situated inside | içinde yaşlı ağaçları bulunan kocaman bir bahçesi vardı |
It had even seemed to me as if it was from its basement to its roof like a place wonderfully full of dreadful secrets. | Hatta bana sanki bodrumundan çatısına dek harika bir şekilde tüyler ürpertici sırlarla dolu bir yer gibi görünmüştü. |
It had even seemed to me like a place full of secrets. | Hatta bana sırlarla dolu bir yer gibi görünmüştü. |
It had even seemed to me like a place wonderfully full of creepy secrets. | Hatta bana harika bir şekilde tüyler ürpertici sırlarla dolu bir yer gibi görünmüştü. |
It had seemed like a place full of secrets. | Sırlarla dolu bir yer gibi görünmüştü. |
It meant six different countries in four different continents, a six times restarted school, six times to establish new friendships and six times to say goodbye. | Dört farklı kıtada, altı farklı ülke, altı kez yeniden başlanan okul, altı kez yeni dostluklar kurmak ve altı kez 'hoşça kal' demek anlamına geliyordu. |
it meant six times a new/afresh started (restarted) school | altı kez yeniden başlanan okul anlamına geliyordu |
it meant six times to establish new friendships | altı kez yeni dostluklar kurmak anlamına geliyordu. |
it meant six times to say goodbye | altı kez 'hoşça kal' demek anlamına geliyordu. |
it only prolonged our unshakable belief a bit | sarsılmaz inancımızı sadece biraz daha uzatmıştı |
it waited for us | bizi bekliyordu |
it was full | doluydu |
it was full of sleeping pills | uyku ilaçlarıyla doluydu |
It was great naivety that we thought that the only thing between us and the wonderful life waiting for us was the cheese. | Bizi bekleyen harika yaşamla aramızda tek şeyin peynir olduğunu düşünmemiz büyük saflıkmış. |
it was not difficult to understand | anlamak zor değildi |
it was not difficult to understand the reason we didn't play piano | piyano çalmamamızın nedenini anlamak zor değildi. |
it was not difficult to understand the reason we minimized our personel belongings | kişisel eşyalarımızı en aza indirgemiştik nedenini anlamak zor değildi. |
it was not difficult to understand the reason we minimized our personel belongings and we didn't play piano. | kişisel eşyalarımızı en aza indirgemiştik ve piyano çalmamamızın nedenini anlamak zor değildi. |
it was not necessary | gerekmiyordu |
it was not necessary to have a sensitive nose | hassas bir burna sahip olmak gerekmiyordu |
it was suspected | şüphe ediliyordu |
it was suspected that I did /I was suspected of doing | yaptığımdan şüphe ediliyordu |
Its taste is really better than its smell/It tastes better than the smell, really.' | 'Tadı kokusundan iyidir, gerçekten.' |
jam (m) | marmelat |
jam (r) | reçeli |
job /business /work /doing | iş |
june | haziran |
just /exactly | tam |
just as /like | tıpkı gibi |
just like | tıpkı gibi |
just like my mother | tıpkı annem gibi |
Just then I fell silent because I remembered another thing being in my suitcase. | tam da o sırada bavulumda olan başka bir şeyi hatırladığım için kısa bir an sustum. |
Just then I remembered another thing | tam da o sırada başka bir şeyi hatırladım |
just then/just at that moment | tam da o sırada |
just when I was going to scratch his ears | tam kulaklarını kaşıyacağım sırada |
just when I was going to scratch his ears he showed his teeth | tam kulaklarını kaşıyacağım sırada dişlerini gösterdi |
just when I was going to scratch his ears, he showed his teeth and barked threatening. | Tam kulaklarını kaşıyacağım sırada dişlerini gösterip tehdit edercesine havladı. |
land /country | ülke |
landing (noun) | iniş |
landing clearance /landing permit | iniş izni |
Landscape /view /sight /scenery | manzara |
last | son |
lean against /put on /recline on | dayamak |
less fuel /low fuel | az yakıt |
let's have a look | bir bakalım |
Let's have a look at what the dog has smelled. | Köpek ne koku almış bir bakalım. |
lid /cover | kapak |
life (h) | hayat |
life (y) | yaşam |
like every time /like always | her zamanki gibi |
like first class pupils | tıpkı birinci sınıf öğrencileri gibi |
lips | dudaklar |
literature | edebiyat |
Lottie intended to plant(make) a vegetable bed | Lottie bir sebze tarhı yapmaya niyetliydi. |
Lottie intended to plant(make) a vegetable bed there. | Lottie orada bir sebze tarhı yapmaya niyetliydi. |
Lottie intended to prepare jam (m) | Lottie marmelat hazırlamaya niyetliydi. |
Lottie said | Lottie söylüyordu |
Lottie said sometimes that we should be grateful | Lottie bazen minnettar olmamız gerektiğini söylüyordu |
Lottie said sometimes that we should be grateful for having seen many places of the World | Lottie bazen dünyanın birçok yerini gördüğümüz için minnettar olmamız gerektiğini söylüyordu |
Lottie said sometimes that we should be grateful for having seen many places of the World thanks to my mother and father | Lottie bazen annem ve babam sayesinde dünyanın birçok yerini gördüğümüz için minnettar olmamız gerektiğini söylüyordu |
Lottie said sometimes that we should be grateful for having seen many places of the World thanks to my mother and father, but when someone (i) had spent his summer holidays on the edge of an industrial area in Bratislava there was no such thing as gratitu | Lottie bazen annem ve babam sayesinde dünyanın birçok yerini gördüğümüz için minnettar olmamız gerektiğini söylüyordu, ama insan yaz tatilini Bratislava'daki bir sanayı bölgesinin kıyısında geçirdiğinde, minnettarlık diye bir şey kalmıyordu. |
low | alçak |
luggage | bagaj |
luggage conveyor belt | bagaj taşıma bandın |
magazine | dergi |
manner /way / form | şekil |
many places of the world | dünyanın birçok yeri |
maybe | belki de |
maybe | belki de |
maybe he was a Hovawart species. | belki de bir Hovawart cinsiydi. |
Maybe that his bag was crammed with illegal sleeping pills. | Belki de çantası tıka basa yasadışı uyku ilaçlarıyla doluydu. |
maybe that his bag was full of sleeping pills | belki de çantası uyku ilaçlarıyla doluydu |
meaning /sense /signification | anlam |
meanwhile | o esnada |
medecine / drug /remedy /pill | ilaç |
messy | dağınık |
messy haired /with messy hair | dağınık saçlı |
Mia and I were not yearning for anything other than a real home | Mia ve ben gerçek bir yuvadan başka hiçbir şeyin özlemini çekmiyorduk |
Mia didn't have to vomit | Mia kusmak zorunda kalmamıştı |
Mia sighed, too. | Mia da iç geçirdi. |
month /moon | ay |
monthly | aylık |
More over there was of course that pleasant dark haired guy (ç) turning around and smiling at me | Bir de arkasına dönüp bana gülümseyen şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii |
more than a year | bir yıldan fazla |
Moreover there was of course that nice dark haired guy (ç) sitting in the front row, at the side and turning remarkably often around, smiling at me. | Bir de yan tarafta, ön sırada oturan ve dikkat çekecek kadar sıkça arkasına dönüp bana gülümseyen, şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii. |
Moreover there was of course that nice dark haired guy (ç) sitting in the front row, at the side. | Bir de yan tarafta, ön sırada oturan şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii. |
Moreover there was of course that nice dark haired guy (ç) sitting in the front row. | Bir de ön sırada oturan şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii. |
most likely / probably | büyük olasılıkla |
mother | anne |
mountain | dağ |
mountain tours | dağ turları |
much | çok |
much (adv) | fazlaca |
much /excess | fazla |
much hair | çok tüy |
Munich | Münih |
my bordeaux coloured bra which he held in his hand | elinde tuttuğu şarap rengi sütyenim |
my father | babam |
My father bought the tickets from those cheap airlines. | Babam biletleri şu ucuz havayollarından satın aldı. |
My father bought the tickets. | Babam biletleri satın aldı. |
My father was an engineer and he had a restless character just like my mother, that is he constantly changed the place where he stayed. | Babam mühendisti ve o da tıpkı annem gibi huzursuz bir karaktere sahipti, yani oturduğu yeri sürekli değiştirirdi. |
My father was an engineer. | Babam mühendisti. |
my joy | keyfim |
my mother | annem |
my mother and father | annemle babam |
My mother and father had divorced seven years before. | Annemle babam yedi yıl önce boşanmıştı. |
my mother is waiting outside | annem dışarıda bekliyor. |
My mother is waiting outside to pick me up and my little sister. | Annem beni ve küçük kız kardeşimi almak için dışarıda bekliyor. |
My mother is waiting outside to pick me up. | Annem beni almak için dışarıda bekliyor. |
My mother is waiting outside to pick up my little sister. | Annem küçük kız kardeşimi almak için dışarıda bekliyor. |
my mother who had done a phd | doktora yapmış olan annem |
my mother who had done a phd in two domains | iki alanda doktora yapmış olan annem |
My mother who had done a phd in two domains was an expert in the domain of literature and would make a contract to lecture in another university almost every year. | İki alanda doktora yapmış olan annem edebiyat alanında uzmandı ve neredeyse her yıl başka bir üniversitede ders vermek için sözleşme yapardı. |
My mother would start working | Annem çalışmaya başlayacaktı |
my sentence | cümlem |
my sister | kız kardeşim |
my sister keeping to rock impatiently on the spot | sabırsızca yerinde sallanıp duran kız kardeşim |
my suitcase | bavulum |
my sweetest smile | en nazik gülümsemem |
naivety | saflık |
narcotic /drug | narkotik |
need | gerek |
nervous | gergin |
nest /home | yuva |
new | yeni |
new started | yeniden başlanan |
next to | yanında |
next to a fat man (direction) | şişko bir adamın yanına |
ninety | doksan |
no wonder (one did not need to wonder) | şaşmamak gerekti |
No wonder he now was grinning wolfishly. | Şimdi pis pis sırıtmasına şaşmamak gerekti. |
no wonder he was grinning wolfishly | pis pis sırıtmasına şaşmamak gerekti |
nose | burun |
nose | burun |
Not even half an hour to set foot on British soil | İngiliz topraklarına ayak basan yarım saat bile olmamışken |
Not even half an hour to set foot on British soil, and I was suspected of doing drug trafficking. | İngiliz topraklarına ayak basan yarım saat bile olmamışken uyuşturucu kaçakçılığı yaptığımdan şüphe ediliyordu. |
not every place he got work was that nice. | iş aldığı her yer böyle güzel değildi |
now | şimdi |
now /from now on (with positive verb) | artık |
Now the same boy (ç) looked at my suitcase. | Şimdi aynı çocuk bavuluma bakıyordu |
Now the same boy (ç) looked curiously at my suitcase. | Şimdi aynı çocuk bavuluma meraklı bir şekilde bakıyordu |
Now the same boy (ç) looked rather curiously at my suitcase. | Şimdi aynı çocuk bavuluma oldukça meraklı bir şekilde bakıyordu. |
obliged | zorunda |
obstacle / hindrance | engel |
of course (t) | tabii |
of having done/doing /from what I did | yaptığımdan |
officer / civil servant | memur |
often /frequently (s) | sık sık |
often /frequently (s) | sıkça |
Oh my God! /my God | Tanrım |
old (age) | yaşlı |
old trees | yaşlı ağaçlar |
on my face (direction > dative) | yüzüme |
on the edge of an industrial area in Bratislava | Bratislava'daki sanayı bölgesinin kıyısında |
on the way / ok | yolunda |
one | bir |
one by one (t) | tek tek |
one each /one apiece | birer |
one from behind us | biri arkamızdan |
onto a table | bir masanın üzerine |
or | ya da |
Or instead of that messy haired suspiciously pale faced kid/boy, who began to sleep before the airplane reached the runway. | Ya da uçak kalkış pistine ulaşmadan uyumaya başlayan, şu dağınık saçlı şüphe çekecek kadar soluk yüzlü çocuk yerine? |
or instead of the pale faced kid/boy | ya da soluk yüzlü çocuk yerine |
or such / and so on | falan |
other girls | başka kızlar |
other girls would dream of other things | başka kızlar başka şeylerin hayalini kurardı |
other things | başka şeyler |
our Amber | Amber'imiz |
our belief | inancımız |
our belief about the great life waiting for us | harika bir yaşamın bizi beklediğine dair inancımız |
Our dreams too had become true. | Bizim hayallerimiz de gerçekleşmişti. |
our dreams(h) | bizim hayallerimiz |
our personal belongings | kişisel eşyalarımız |
our sixth moving | altıncı taşınmamız |
our thinking | düşünmemiz |
our thinking was naivety | düşünmemiz saflıkmış |
our time | zamanımız |
our unshakable belief | sarsılmaz inancımız |
packed /crammed /filled to the brim / stuffed /loaded | tıka basa |
page | sayfa |
pale | soluk |
pale faced | soluk yüzlü |
pasteurized | pastörize edilmiş |
personal | kişisel |
piano | piyano |
piece /grain (used optional after numbers) | tane |
place / floor /ground | yer |
please | Lütfen |
Please... we don't have much time, the airplane was already late, and we waited a long time at the luggage conveyor belt. | Lütfen... fazla zamanımız yok, uçak zaten gecikti, bagaj taşıma bandında da çok bekledik. |
Please... we don't have much time. | Lütfen... fazla zamanımız yok. |
pleasure /joy (k) | keyif |
pocket | cep |
poking me constantly with his arm | koluyla beni sürekli dürtükleyen |
poking me with his arm | koluyla beni dürtükleyen |
Pretoria being the executive capital of the republic of South Africa | Güney Afrika Cumhuriyeti'nin yürütme başkenti olan Pretoria |
problem | sorun |
proportion /relation /ratio *comparison /relativeness | nispet |
pupil /student | öğrenci |
putrid / evil smelling /malodourous (l) | leş gibi kokan |
quite /pretty /rather | oldukça |
quite /pretty /rather | oldukça |
rather curiously | oldukça meraklı bir şekilde |
real estate agent | emlakçı |
really | gerçekten |
reason /cause (n) | neden |
recently /at present | şu sıralar |
relatively / in comparison with | nispeten |
remaining /dating from the 18th century | 18. yüzyıldan kalma |
remarkably / noticible /auffallend | dikkat çekecek kadar |
republic | cumhuriyet |
restless | huzursuz |
restless /uneasy /anxious | huzursuz |
river (n) | nehir |
rocking on the spot and.... | yerinde sallanıp |
romantic | romantik |
roof (ç) | çatı |
room | oda |
rose | gül |
row /line | sıra |
rumour | söylenti |
sentence | cümle |
settled /based /stationary | yerleşik |
seven | yedi |
seven years before | yedi yıl önce |
seventy | yetmiş |
she was an expert in the domain of literature | edebiyat alanında uzmandı |
She would make a contract to lecture in another university almost every year. | neredeyse her yıl başka bir üniversitede ders vermek için sözleşme yapardı. |
short | kısa |
sigh | iç |
sister | kız kardeş |
situated (found) | bulunan |
situated inside | içinde bulunan |
six | altı |
six | altı |
six different countries | altı farklı ülke |
six times | altı kez |
sixty | altmış |
sleep | uyku |
sleeping pills | uyku ilaçları |
sly / sneaky | sinsi |
sly looking /sneaky faced | sinsi suratlı |
smell /scent | koku |
smelling of beer | bira kokan |
smelly/stinky | berbat kokan |
smile | gülümseme |
smuggler | kaçakçı |
smugglers | kaçakçılar |
smuggling | kaçakçılık |
so /thus /in this way | böylece |
so Mia didn't have to vomit | yani Mia kusmak zorunda kalmamıştı |
soil/ground /territory | toprak |
something like gratitude | minnettarlık diye bir şey |
sometimes | bazen |
source | kaynak |
south | güney |
South Africa | Güney Afrika |
spectators (i) | izleyiciler |
steady /steadfast /unshakable /unwavering | sarsılmaz |
stinking (putridly) of beer /qui pue la bière | leş gibi bira kokan |
Stupid animal! | Aptal hayvan! |
suitcase | bavul |
summer | yaz |
surprised | şaşırmış |
surprising / amazing /astonishing | şaşırtıcı |
swiss | İsviçre |
Swiss watches | İsviçre saatler |
synthetic | sentetik |
synthetic drug | sentetik uyuşturucu |
table | masa |
tail | kuyruk |
tank | depo |
taste | tat |
teeth | dişler |
ten turkish words | on türkçe kelime |
thanks to /grâce à/owing to /through | sayesinde |
thanks to me /grâce à moi | benim sayemde |
thanks to me they could now easily pass the customs with their Swiss watches or synthetic drugs | artık benim sayemde İsviçre saatleriyle ya da sentetik uyuşturucularıyla birlikte rahatça gümrükten geçebilirlerdi |
thanks to me they could now pass | artık benim sayemde geçebilirlerdi |
thanks to me they could now pass the customs | artık benim sayemde gümrükten geçebilirlerdi |
thanks to me they could now pass the customs with ease | artık benim sayemde rahatça gümrükten geçebilirlerdi |
thanks to my mother and father | annem ve babam sayesinde |
that guy (ç) smiling at me | bana gülümseyen şu çocuk |
that I did | yaptığım |
That implied six different countries in four different continents | Dört farklı kıtada, altı farklı ülke anlamına geliyordu. |
that is /namely / I meant /so | yani |
that is he constantly changed the place where he stayed. | yani oturduğu yeri sürekli değiştirirdi. |
that is in autumn | sonbahardaki |
that is in Bratislava | Bratislava'daki |
that it did stink this much | onun bu kadar berbat koktuğu |
that messy haired suspiciously pale boy (kid), who is beginning to sleep | uyumaya başlayan, şu dağınık saçlı şüphe çekecek kadar soluk yüzlü çocuk |
that messy haired suspiciously pale faced boy (kid) | şu dağınık saçlı şüphe çekecek kadar soluk yüzlü çocuk |
that we (had) dream(ed) of | hayalini kurduğumuz |
that we couldn't spend our summer holidays in the same place | yaz tatillerimizi aynı yerde geçiremediğimiz |
that we didn't play piano (our not playing piano) | piyano çalmamamız |
that we have seen many places of the World | dünyanın birçok yerini gördüğümüz için |
The airplane didn't encounter any trouble. | Uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
The airplane was already late. | Uçak zaten gecikti. |
the Book of Dreams | Rüyalar Kitabı |
the boy (kid) who began to sleep before the airplane reached the runway | uçak kalkış pistine ulaşmadan uyumaya başlayan çocuk |
the cover of the suitcase | bavul kapağı |
The custom officer didn't care and put the suitcase onto a table. | Gümrük memuru oralı olmayıp bavulu bir masanın üzerine koydu |
The custom officer put the suitcase onto a table. | Gümrük memuru bavulu bir masanın üzerine koydu |
The custom officer signaled to the girl to get out of the line. | Gümrük memuru kıza sıradan çıkmasını işaret etti. |
The custom officer, too should have been surprised as much as I, after looking twice from me to the dog, he seized the suitcase | Gümrük memuru da benim kadar şaşırmış olmalıydı, iki kez bir köpeğe bir bana baktıktan sonra bavula el attı. |
The customs officer seized the suitcase. | Gümrük memuru bavula el attı. |
the customs officer should have been surprised | gümrük memuru şaşırmış olmalıydı |
The customs officer should have been surprised, too. | Gümrük memuru da şaşırmış olmalıydı. |
The customs officer, too should have been as surprised as me about this doing. | Gümrük memuru da bu işe benim kadar şaşırmış olmalıydı. |
The customs officer, too should have been surprised as much as I. | Gümrük memuru da benim kadar şaşırmış olmalıydı. |
the dog barked | köpek havladı |
the dog barked as if to threaten /the dog barked threatening | köpek tehdit edercesine havladı |
the dog sniffed | köpek kokladı |
the dog sniffed my suitcase | Köpek bavulumu kokladı. |
the dog sniffed the suitcase | köpek bavulu kokladı |
the fifteen year old girl | on beş yaşındaki kız |
the first floor | birinci kat |
The flight had passed great | Uçuş harika geçmişti |
The flight had passed great, we hadn't entered a turbulence, so Mia didn't have to vomit and I was this time unlike any other time not suited next to a fat man stinking of beer and poking me constantly with his arm. | Uçuş harika geçmişti, türbülansa girmemiştik, yani Mia kusmak zorunda kalmamıştı ve ben her zamankinden farklı olarak bu kez koluyla beni sürekli dürtükleyen ve leş gibi bira kokan şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim. |
the great life waiting for us | bizi bekleyen harika yaşam |
the guy turning around and smiling at me | arkasına dönüp bana gülümseyen çocuk |
the guy turning around remarkably often and smiling at me | dikkat çekecek kadar sıkça arkasına dönüp bana gülümseyen çocuk |
the guy(ç) turning around | arkasına dönen çocuk |
the house looked comfortable | ev konforlu görünüyordu |
the house looked comfortable and romantic. | Ev konforlu ve romantik görünüyordu. |
the month of june | haziran ayı |
the move /moving /Umzug /déménagement | taşınma |
the one (s) /those that were behind me | arkamdaki |
the only thing that stood (was) between us and the great life waiting for us was the cheese | bizi bekleyen harika yaşamla aramızda tek şey peynirdi. |
the place where he stayed | oturduğu yer |
The pleasant guy (ç) with the dark coloured hair | Koyu renk saçlı, hoş çocuk |
the real smugglers | gerçek kaçakçılar |
the real smugglers | gerçek kaçakçılar |
the real smugglers were certainly rubbing their hands | gerçek kaçakçılar kesinlikle ellerini ovuşturuyordu |
the real smugglers, which were behind me | arkamdaki gerçek kaçakçılar |
the real smugglers, which were waiting in the row behind me | arkamdaki sırada bekleyen gerçek kaçakçılar |
The real smugglers, which were waiting in the row behind me should have been secretly rejoicing, thanks to me they could now easily pass the customs with their Swiss watches or synthetic drugs. | Arkamdaki sırada bekleyen gerçek kaçakçılar için için seviniyor olmalıydılar artık benim sayemde İsviçre saatleriyle ya da sentetik uyuşturucularıyla birlikte rahatça gümrükten geçebilirlerdi. |
The real smugglers, which were waiting in the row behind me should have been secretly rejoicing. | Arkamdaki sırada bekleyen gerçek kaçakçılar için için seviniyor olmalıydılar. |
the reason we didn't play piano | piyano çalmamamızın nedeni |
the reason we minimized our personel belongings | kişisel eşyalarımızı en aza indirgemiştik nedeni |
The rented cottage a bit outside the city dating from the 18th century | Şehrin biraz dışında kiraladığı 18. yüzyıldan kalma kır evi |
the republic of South Africa | Güney Afrika Cumhuriyeti |
the runway | kalkış pisti |
the same | aynı |
the sixth | altıncı |
the sixth moving | altıncı taşınma |
the smell which the dog got | köpeğin aldığı koku |
the sneaky faced guy | sinsi suratlı herif |
the source of the smell | kokunun kaynağı |
the source of the smell which the dog got | köpeğin aldığı kokunun kaynağı |
the summer holidays | yaz tatilleri |
the suspiciously pale faced boy (kid) | şüphe çekecek kadar soluk yüzlü çocuk |
the Thames river | Thames nehri |
their ruining / them to ruin /that they ruin | bozmaları |
their tanks | depoları |
then /after | sonra |
then /after | sonra |
then he sat down on the floor and... | sonra yere oturup... |
Then he sat on the floor and put his nose enthousiastically down on the lid of the suitcase. | Sonra yere oturup çoşkulu bir şekilde burnunu bavul kapağına dayadı. |
then he set down on the floor | sonra yere oturdu |
there | orada |
there is no need | gerek yok |
there is not | yok |
there was / (+ personal ending on its subject: had) | vardı |
there was no need | gerek yoktu |
There was no need for agitation. /There was no reason to worry. | Heyecana gerek yoktu. |
there was no such thing as gratitude | minnettarlık diye bir şey kalmıyordu |
there was of course | vardı tabii |
there was of course that nice black haired guy(ç) | şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii |
there was of course that nice black haired guy(ç) sitting in the front row | ön sırada oturan, şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii. |
there was of course that nice guy(ç) | şu hoş çocuk vardı tabii |
therefore /for this (reason) /because of this | bu yüzden |
they could now(from now on) pass | artık geçebilirlerdi |
they could pass | geçebilirlerdi |
They rubbed their hands. | Ellerini ovuşturuyordu. |
they should have been rejoicing | seviniyor olmalıydılar |
things | şeyler |
things /goods /belongings | eşyalar |
thirty | otuz |
This also implied that we couldn't spend our summer holidays in the same place we were obliged to go wherever my father worked at that time. | Bu da yaz tatillerimizi aynı yerde geçiremediğimiz anlamına geliyordu; babam o sırada nerede çalışıyorsa, oraya gitmek zorundaydık. |
This also implied that we couldn't spend our summer holidays in the same place. | Bu da yaz tatillerimizi aynı yerde geçiremediğimiz anlamına geliyordu. |
this much | bu kadar |
This was our sixth move within eight years, and it meant on the same time six different countries in four different continents, a six times restarted school, six times to establish new friendships and six times to say goodbye. | Bu, sekiz yılda altıncı taşınmamızdı ve aynı zamanda dört farklı kıtada altı farklı ülke, altı kez yeniden başlanan okul, altı kez yeni dostluklar kurmak ve altı kez 'hoşça kal' demek anlamına geliyordu. |
This was our sixth move within eight years. | Bu, sekiz yılda altıncı taşınmamızdı. |
This was the last obstacle | Bu son engeldi |
This was the last obstacle standing between us and the aforementioned great life (y). | Bu, söz konusu harika yaşamla aramızda duran son engeldi. |
This was the last obstacle standing between us and the great life (y). | Bu, harika yaşamla aramızda duran son engeldi. |
those cheap airlines | şu ucuz havayolları |
those cheap airlines having according to rumour always low fuel in their tanks | söylentiye göre depolarında hep az yakıt olan şu ucuz havayolları |
those who were there | orada bulunanlar |
those who were there understood immediately | orada bulunanlar hemen anlamıştı |
Those who were there understood immediately the source of the smell which the dog had gotten. | Orada bulunanlar köpeğin aldığı kokunun kaynağını hemen anlamıştı. |
Though my father had bought the tickets. | Babam biletleri satın almak olsa da |
three | üç |
three monthly /quaterly | üç aylık |
thumb | baş parmak |
ticket | bilet |
time | zaman |
times | kez |
times (k) | kez |
to a degree | derecede |
to a minimum | en aza |
to a surprising degree | şaşırtıcı derecede |
to allow | izin vermek |
to ask | sormak |
to bark | havlamak |
to be | olmak |
to be found /to be present (se trouver/sich befinden) | bulunmak |
to be grateful | minnettar olmak |
to be included | dâhil olmak |
to be indifferent | oralı olmamak |
to be late | gecikmek |
to be started /begun | başlanmak |
to be suited to / to come across / to occur at the same time as /to be suitable | denk gelmek |
to be suspected | şüphe edilmek |
to become true | gerçekleşmiş olmak |
to begin | başlamak |
to begin to put | koymaya başlamak |
to begin to sleep | uyumaya başlamak |
to block /to close /to clog | tıkamak |
to buy | satın almak |
to carry | taşımak |
to change sthg | değiştirmek |
to circle around a few times | birkaç kez tur atmak |
to circuit /to tour around | tur atmak |
to come true /materialize / actualize | gerçekleşmek |
to continue /to keep on... | -ip durmak |
to divorce | boşanmak |
to do | yapmak |
to do a phd | doktora yapmak |
to doubt /be sceptical about/ suspect | şüphe etmek |
to draw suspicion | şüphe çekmek |
to dream /imagine / fancy (h. k.) | hayalini kurmak |
to empty /discharge | boşaltmak |
to establish | kurmak |
to establish new friendships | yeni dostluklar kurmak |
to exit /to go out /to come out | çıkmak |
to explain | açıklamak |
to extend /stretch /prolong | uzatmak |
to find | bulmak |
to finish /complete (t) | tamamlamak |
to forget | unutmak |
to freak out from joy | sevinçten çıldırmak |
to get /to be united with | kavuşmak |
to get a job | iş almak |
to get a landing permit | iniş izni almak |
to get out of the line | sıradan çıkmak |
to giggle /chuckle /chortle | kıkırdamak |
to give up | vazgeçmek |
to glance | bir bakış atmak |
to go crazy / to go wild /to freak out / | çıldırmak |
to go there | oraya gitmek |
to grin | sırıtmak |
to grin wolfishly /to grin conspiratorially /to leer | pis pis sırıtmak |
to have a delicate nose | hassas bir burna sahip olmak |
to have less/low fuel in their tanks | depolarında az yakıt olmak |
to have to /to be obliged to | zorunda kalmak |
to hide (s) | saklamak |
to hold with one's fingers | parmaklarıyla tutmak |
to innerly/secretly rejoice | için için sevinmek |
to know | bilmek |
to know | bilmek |
to know (knowledge) / wissen / savoir | bilmek |
to lecture | ders vermek |
to lecture almost every year in another university | neredeyse her yıl başka bir üniversitede ders vermek |
to lift /remove | kaldırmak |
to live | yaşamak |
to long for /to regret | özlemini çekmek |
to look | bakmak |
to look nervous | gergin görünmek |
to make (plant) a vegetable bed | sebze tarhı yapmak |
to make a contract | bir sözleşme yapmak |
to me | bana |
to mean /to imply/to add up to | anlamına gelmek |
to meet /to experience /to run into/encounter (k) | karşılaşmak |
to minimize | en aza indirgemek |
to move (houses) | taşınmak |
to move /stir something | kıpırdatmak |
to not be /not become | olmamak |
to not play piano | piyano çalmamak |
to open | açmak |
to pack a suitcase | bavul yerleştirmek |
to pass | geçmek |
to pasteurize | pastörize etmek |
to pay attention, to care | oralı olmak |
to pick me up (lit. : to take me) | beni almak için |
to pick my little sister up | küçük kız kardeşimi almak için |
to place /position here: to put on e. g. smile) | yerleştirmek |
to play piano | piyano çalmak |
to poke /to prod continually /to jostle | dürtüklemek |
to possess /have (+dat.) | sahip olmak |
to prepare /to make ready | hazırlamak |
to prepare jam (m) | marmelat hazırlamak |
to print / press /step on | basmak |
to put | koymak |
to put to the side | kenara koymak |
to put to the side holding with one's fingers | parmaklarıyla tutarak kenara koymak |
to reach | ulaşmak |
to reach the runway | kalkış pistine ulaşmak |
to read | okumak |
to rejoice /be happy /be glad | sevinmek |
to remember | hatırlamak |
to rent /lease /hire | kiralamak |
to reproach /to blame | suçlamak |
to rub | ovuşturmak |
to ruin my joy | keyfimi bozmak |
to say | söylemek |
to say | söylemek |
to say goodbye | 'hoşça kal' demek |
to scratch | kaşımak |
to see many places of the World | dünyanın birçok yerini görmek |
to seize /to lay hand on | el atmak |
to seize the suitcase | bavula el atmak |
to set foot on | ayak basmak |
to set foot on British soil | İngiliz topraklarına ayak basmak |
to shake /give a jerk | silkmek |
to shake oneself /to fling out | silkinmek |
to show | göstermek |
to sigh deeply | derin bir iç geçirmek |
to signal /to point at /to make a sign | işaret etmek |
to sit | oturmak |
to sit in the front row | ön sırada oturmak |
to sleep | uyumak |
to smell | koklamak |
to smell | koku almak |
to smell /to smell of | kokmak |
to smile | gülümsemek |
to spend the holidays | tatilleri geçirmek |
to spend the summer holidays in the same place | yaz tatillerini aynı yerde geçirmek |
to stand / be planted | dikilmek |
to start / begin | başlamak |
to stay | kalmak |
to swear | yemin etmek |
to swing /shake / bob /rock | sallanmak |
to take the colour of my bordeaux bra | şarap rengi sütyenimin rengini almak |
to tell the truth | doğruyu söylemek gerekirse |
to the back /backwards | arkasına |
to threaten | tehdit etmek |
to thump throw the pages of a football magazine | bir futbol dergisinin sayfalarını karıştırmak |
to turn | dönmek |
to turn to the back /to turn around | arkasına dönmek |
to understand | anlamak |
to understand this | bunu anlamak için |
to unpack a suitcase | bavul boşaltmak |
to vomit | kusmak |
to wait | beklemek |
to wait long /to wait a lot | çok beklemek |
to wonder/ to be surprised | şaşmak |
to work /study /try | çalışmak |
together with | ile birlikte |
Together with a cottage our dreams too had become true. | kır eviyle birlikte bizim hayallerimiz de gerçekleşmişti. |
together with a real home | gerçek bir yuvayla birlikte |
together with their Swiss watches or synthetic drugs | İsviçre saatleriyle ya da sentetik uyuşturucularıyla birlikte |
tooth | diş |
tree | ağaç |
trimester | üç aylık dönem |
true | doğru |
true /real | gerçek |
turbulence | türbülans |
turkish (language) | türkçe |
twenty | yirmi |
twice | iki kez |
two | iki |
two | iki |
two "kilo-ish" | iki kiloluk |
two and a half | iki buçuk |
two and a half kilo of cheese | iki buçuk kiloluk peynir |
type /kind / species | cins |
ultimately behind the barrier | sonuçta bariyerin ardında |
ultimately behind the barrier waited a completely new and great life for us together with a real home which we always had dreamed of | sonuçta bariyerin ardında her zaman hayalini kurduğumuz gerçek bir yuvayla birlikte, yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu. |
underwear | iç çamaşırları |
university | üniversite |
unlike any other time /different than usual | her zamankinden farklı olarak |
unpasteurized | pastörize edilmemiş |
until (d) +dative | dek |
until (d) +dative | dek |
until the month of june | haziran ayına dek |
Until the month of june we had lived in Pretoria being the executive capital of the republic of South Africa | Haziran ayına dek Güney Afrika Cumhuriyeti'nin yürütme başkenti olan Pretoria'da yaşamıştık. |
Until the month of june we had lived in Pretoria being the executive capital of the republic of South Africa and before that in Utrecht, Berkeley, Haydarabad, Edinburgh and Munich. | Haziran ayına dek Güney Afrika Cumhuriyeti'nin yürütme başkenti olan Pretoria'da yaşamıştık, ondan önce de Utrecht, Berkeley, Haydarabad, Edinburgh ve Münih'te. |
usual | her zamanki |
various /diverse (ç) | çeşitli |
vegetable | sebze |
very new /completely new /nagelneu | yepyeni |
voice | ses |
waiting | bekleyen |
waiting in the row | sırada bekleyen |
wash / laundry | çamaşır |
watch /clock | saat |
way | yol |
we also waited a long time at the luggage conveyor belt. | bagaj taşıma bandında da çok bekledik |
we are in a hurry | acelemiz var |
we didn't long for anything else | başka hiçbir şeyin özlemini çekmiyorduk |
we didn't miss | özlemini çekmiyorduk |
We don't have much time. | Fazla zamanımız yok. |
We don't have time. | Zamanımız yok. |
we had become | olmuştuk |
we had become experts | uzman olmuştuk |
We had become experts in packing and unpacking suitcases, it was not difficult to understand the reason we minimized our personel belongings and we didn't play piano. | Bavul yerleştirmekte ve boşaltmakta uzman olmuştuk, kişisel eşyalarımızı en aza indirgemiştik ve piyano çalmamamızın nedenini anlamak zor değildi. |
We had become experts in packing and unpacking suitcases. | Bavul yerleştirmekte ve boşaltmakta uzman olmuştuk. |
we had lived | yaşamıştık |
we hadn't entered a turbulance | türbülansa girmemiştik |
We have time. | Zamanımız var. |
we need to be grateful | minnettar olmamız gerek |
We thought that the only thing that stood (was) between us and the great life waiting for us was the cheese. | Bizi bekleyen harika yaşamla aramızda tek şeyin peynir olduğunu düşünüyorduk. |
we waited a long time | çok bekledik |
We were longing for a home where we would stay at least for more than a year. | En azından bir yıldan fazla kalacağımız bir yuvanın özlemini çekiyorduk. |
we were not yearning for anything other than a real home | gerçek bir yuvadan başka hiçbir şeyin özlemini çekmiyorduk |
we were obliged | zorundaydık |
we were obliged to go there | oraya gitmek zorundaydık |
we were obliged to go wherever he worked at that time | o sırada nerede çalışıyorsa, oraya gitmek zorundaydık |
We were really in a hurry. | Gerçekten acelemiz vardı. |
we will stay | kalacağız |
We would finally have a permanent settlement | Nihayet yerleşik bir düzenimiz olacaktı |
We would finally have a permanent settlement and get a real home. | Nihayet yerleşik bir düzenimiz olacaktı ve gerçek bir yuvaya kavuşacaktık. |
we would get a real home | gerçek bir yuvaya kavuşacaktık |
what | ne |
what a pity that | ne yazık ki |
what a pity that not every place he got work was that nice | ne yazık ki iş aldığı her yer böyle güzel değildi. |
what he did | onun ne yaptığı |
what scent | ne koku |
what the dog has smelled | köpek ne koku almış |
when /during (s) | sırada |
when it had not been | olmamışken |
when it had not been even half an hour | yarım saat bile olmamışken |
when/while reading | okurken |
where/that we will stay | kalacağımız |
whereas /as to his coworker | meslektaşıysa |
whereas his coworker next to him clogged his nose | yanındaki meslektaşıysa burnunu tıkadı |
whereas to know what he did | onun ne yaptığınıysa bilmek |
whereas what he did | onun ne yaptığıysa |
Whereas what the pleasant guy with the dark coloured hair did | Koyu renk saçlı, hoş çocuğun ne yaptığıysa |
Whereas what the pleasant guy with the dark coloured hair did, I didn't even want to know. | Koyu renk saçlı, hoş çocuğun ne yaptığınıysa bilmek bile istemiyordum. |
wherever he worked at that time | o sırada nerede çalışıyorsa |
which | hangi |
Which custom officer in his right mind would have for example instead of (to) that rather nervous looking sneaky faced guy, pointed out to a blond, ponytailed, fifteen year old girl to get out of the line! | Aklı başında hangi gümrük memuru, mesela oldukça gergin görünen şu sinsi suratlı herif yerine on beş yaşındaki, sarı at kuyruklu bir kıza sıradan çıkmasını işaret ederdi ki? |
Which custom officer in his right mind would have pointed out to a blond, ponytailed, fifteen year old girl to get out of the line! | Aklı başında hangi gümrük memuru on beş yaşındaki, sarı at kuyruklu bir kıza sıradan çıkmasını işaret ederdi ki? |
Which custom officer in his right mind would have pointed out to the girl to get out of the line! | Aklı başında hangi gümrük memuru kıza sıradan çıkmasını işaret ederdi ki? |
Which custom officer in his right mind... | Aklı başında hangi gümrük memuru |
Which custom officer would have pointed out to the girl to get out of the line! | Hangi gümrük memuru kıza sıradan çıkmasını işaret ederdi ki? |
which is fifteen years old | on beş yaşındaki |
which the man held at that moment in his hand | adamın o sırada elinde tuttuğu |
While my face took most likely the colour of my bordeaux bra which the man held in that moment in his hand. | Yüzüm büyük olasılıkla adamın o sırada elinde tuttuğu şarap rengi sütyenimin rengini alırken |
while my face took the colour of my bordeaux bra | Yüzüm şarap rengi sütyenimin rengini alırken |
While my face took the colour of my bordeaux bra which the man held in that moment in his hand | Yüzüm adamın o sırada elinde tuttuğu şarap rengi sütyenimin rengini alırken |
while reading he had moved his lips | okurken dudaklarını kıpırdatmıştı |
while reading he had moved his lips just as first class pupils | okurken tıpkı birinci sınıf öğrencileri gibi dudaklarını kıpırdatmıştı |
who was next to him | yanındaki |
wide opened eyes | kocaman açılmış gözler |
window | pencere |
wine | şarap |
winter | kış |
wish | dilek |
with a little low voice | biraz alçak sesle |
with a low voice | alçak sesle |
with his arm | koluyla |
with his thumb and index finger | baş ve işaret parmaklarıyla |
with my wide opened eyes | kocaman açılmış gözlerimle |
With my wide opened eyes I looked at the customs officer and placed my sweetest smile on my face. | Kocaman açılmış gözlerimle gümrük memuruna bakıp yüzüme en nazik gülümsememi yerleştirdim. |
with ponytail /with pigtail / mit Pferdeschwanz | at kuyruklu |
With the rented cottage a bit outside the city dating from the 18th century our dreams too had become true. | Şehrin biraz dışında kiraladığı 18. yüzyıldan kalma kır eviyle birlikte bizim hayallerimiz de gerçekleşmişti. |
with their drugs | uyuşturucularıyla |
with their Swiss watches or synthetic drugs | İsviçre saatleriyle ya da sentetik uyuşturucularıyla |
wonderfully | harika bir şekilde |
wonderfully full of creepy secrets | harika bir şekilde tüyler ürpertici sırlarla dolu |
word (k) | kelime |
world /earth | dünya |
year | yıl |
yellow /blond /flaxen | sarı |
you know | biliyorsun |
zipper /Reisverschluss | fermuar |