"I can swear that there is much dirty wash in my suitcase..." Just then I fell silent for I remembered another thing being in my suitcase."I mean, there are no drugs or so, I finished my sentence with a little low voice and looked accusingly at the dog. | 'Bavulumda fazlaca kirli çamaşır olduğuna dair yemin edebilirim...'Tam da o sırada bavulumda olan başka bir şeyi hatırladığım için kısa bir an sustum, '... yani uyuşturucu falan yok,' diye biraz alçak sesle cümlemi tamamladım ve suçlarcasına köpeğe baktım |
I think it's an ingenious place to hide drugs. | 'Bence uyuşturucu saklamak için dâhiyane bir yer.' |
'I think it's an ingenious place to hide drugs.'said one from behind us. | 'Bence uyuşturucu saklamak için dâhiyane bir yer.' dedi biri arkamızdan. |
to say goodbye | 'hoşça kal' demek |
Its taste is really better than its smell/It tastes better than the smell, really.' | 'Tadı kokusundan iyidir, gerçekten.' |
'Oh my God, and what is this?...' asked the custom officer,whereas his coworker next to him clogged his nose and began to put my underwear holding it with thumb and index finger one by one to the side. | 'Tanrım, bu da ne böyle?...' diye sordu gümrük memuru, yanındaki meslektaşıysa burnunu tıkadı ve iç çamaşırlarımı baş ve işaret parmaklarıyla tutarak tek tek kenara koymaya başladı. |
'Oh my God, and what is this?...' asked the custom officer. | 'Tanrım, bu da ne böyle?...' diye sordu gümrük memuru. |
'Two and a half kilo of unpasteurized cheese.' | 'İki buçuk kiloluk pastörize edilmemiş peynir.' |
better than (a) | -dan iyidir |
astonished at | -e şaşırmış |
to continue /to keep on... | -ip durmak |
if /whereas /as to (a) | -ysa |
remaining /dating from the 18th century | 18. yüzyıldan kalma |
hurry | acele |
we are in a hurry | acelemiz var |
which the man held at that moment in his hand | adamın o sırada elinde tuttuğu |
Bravo | Aferin |
Bravo! You know now sixty Turkish words. | Aferin! Artık altmış Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now ninety Turkish words. | Aferin! Artık doksan Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now fifty Turkish words. | Aferin! Artık elli Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now forty Turkish words. | Aferin! Artık kırk Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now ten Turkish words. | Aferin! Artık on Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now thirty Turkish words. | Aferin! Artık otuz Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now eighty Turkish words. | Aferin! Artık seksen Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now seventy Turkish words. | Aferin! Artık yetmiş Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now twenty Turkish words. | Aferin! Artık yirmi Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now hundred and ten Turkish words. | Aferin! Artık yüz on tane Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now one hundred Turkish words. | Aferin! Artık yüz Türkçe kelime biliyorsun. |
Bravo! You know now hundred and twenty Turkish words. | Aferin! Artık yüz yirmi tane Türkçe kelime biliyorsun. |
in one's right mind /sane | aklı başında |
Which custom officer in his right mind... | Aklı başında hangi gümrük memuru |
Which custom officer in his right mind would have pointed out to the girl to get out of the line! | Aklı başında hangi gümrük memuru kıza sıradan çıkmasını işaret ederdi ki? |
Which custom officer in his right mind would have pointed out to a blond, ponytailed, fifteen year old girl to get out of the line! | Aklı başında hangi gümrük memuru on beş yaşındaki, sarı at kuyruklu bir kıza sıradan çıkmasını işaret ederdi ki? |
Which custom officer in his right mind would have for example instead of (to) that rather nervous looking sneaky faced guy, pointed out to a blond, ponytailed, fifteen year old girl to get out of the line! | Aklı başında hangi gümrük memuru, mesela oldukça gergin görünen şu sinsi suratlı herif yerine on beş yaşındaki, sarı at kuyruklu bir kıza sıradan çıkmasını işaret ederdi ki? |
domain /area /field | alan |
six | altı |
six | altı |
six different countries | altı farklı ülke |
six times | altı kez |
it meant six times to say goodbye | altı kez 'hoşça kal' demek anlamına geliyordu. |
it meant six times to establish new friendships | altı kez yeni dostluklar kurmak anlamına geliyordu. |
it meant six times a new/afresh started (restarted) school | altı kez yeniden başlanan okul anlamına geliyordu |
the sixth | altıncı |
the sixth moving | altıncı taşınma |
our sixth moving | altıncı taşınmamız |
sixty | altmış |
low | alçak |
with a low voice | alçak sesle |
But when someone (i) had spent his summer holidays on the edge of an industrial area in Bratislava | ama insan yaz tatilini Bratislava'daki bir sanayı bölgesinin kıyısında geçirdiğinde |
But when someone (i) had spent his summer holidays on the edge of an industrial area in Bratislava there was no such thing as gratitude. | ama insan yaz tatilini Bratislava'daki bir sanayı bölgesinin kıyısında geçirdiğinde, minnettarlık diye bir şey kalmıyordu. |
but when a person (i) had spent his summer holidays | ama insan yaz tatilini geçirdiğinde |
But I was determined not to allow them to ruin my joy, ultimately behind the barrier waited a completely new and great life for us together with a real home which we always had dreamed of. | Ama keyfimi bozmalarına izin vermemeye kararlıydım, sonuçta bariyerin ardında her zaman hayalini kurduğumuz gerçek bir yuvayla birlikte yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu. |
but then I had given up | ama sonra vazgeçmiştim |
our Amber | Amber'imiz |
but /however / nevertheless/lediglich | ancak |
However I had forgotten that it stank that much. | Ancak onun bu kadar berbat koktuğunu unutmuştum. |
However I had forgotten | Ancak unutmuştum |
meaning /sense /signification | anlam |
to understand | anlamak |
it was not difficult to understand | anlamak zor değildi |
to mean /to imply/to add up to | anlamına gelmek |
mother | anne |
my mother | annem |
My mother is waiting outside to pick me up. | Annem beni almak için dışarıda bekliyor. |
My mother is waiting outside to pick me up and my little sister. | Annem beni ve küçük kız kardeşimi almak için dışarıda bekliyor. |
my mother is waiting outside | annem dışarıda bekliyor. |
My mother is waiting outside to pick up my little sister. | Annem küçük kız kardeşimi almak için dışarıda bekliyor. |
From the autumn trimester on my mother would start working in the Magdalen College in Oxford and such also her biggest wish became true. | Annem sonbahardaki üç aylık dönemden itibaren Oxford'daki Magdalen College'da çalışmaya başlayacaktı ve böylece en büyük dileği de gerçekleşmiş oluyordu. |
From the autumn trimester on my mother would start working in the Magdalen College in Oxford. | Annem sonbahardaki üç aylık dönemden itibaren Oxford'daki Magdalen College'da çalışmaya başlayacaktı. |
thanks to my mother and father | annem ve babam sayesinde |
My mother would start working | Annem çalışmaya başlayacaktı |
my mother and father | annemle babam |
My mother and father had divorced seven years before. | Annemle babam yedi yıl önce boşanmıştı. |
Stupid animal! | Aptal hayvan! |
Amber, the stupid dog shook herself. | Aptal köpek Amber silkindi. |
back /rear /hind | arka |
behind me | arkamda |
the one (s) /those that were behind me | arkamdaki |
the real smugglers, which were behind me | arkamdaki gerçek kaçakçılar |
the real smugglers, which were waiting in the row behind me | arkamdaki sırada bekleyen gerçek kaçakçılar |
The real smugglers, which were waiting in the row behind me should have been secretly rejoicing, thanks to me they could now easily pass the customs with their Swiss watches or synthetic drugs. | Arkamdaki sırada bekleyen gerçek kaçakçılar için için seviniyor olmalıydılar artık benim sayemde İsviçre saatleriyle ya da sentetik uyuşturucularıyla birlikte rahatça gümrükten geçebilirlerdi. |
The real smugglers, which were waiting in the row behind me should have been secretly rejoicing. | Arkamdaki sırada bekleyen gerçek kaçakçılar için için seviniyor olmalıydılar. |
to the back /backwards | arkasına |
the guy(ç) turning around | arkasına dönen çocuk |
to turn to the back /to turn around | arkasına dönmek |
the guy turning around and smiling at me | arkasına dönüp bana gülümseyen çocuk |
behind | arkasında |
now /from now on (with positive verb) | artık |
thanks to me they could now pass | artık benim sayemde geçebilirlerdi |
thanks to me they could now pass the customs | artık benim sayemde gümrükten geçebilirlerdi |
thanks to me they could now pass the customs with ease | artık benim sayemde rahatça gümrükten geçebilirlerdi |
thanks to me they could now easily pass the customs with their Swiss watches or synthetic drugs | artık benim sayemde İsviçre saatleriyle ya da sentetik uyuşturucularıyla birlikte rahatça gümrükten geçebilirlerdi |
they could now(from now on) pass | artık geçebilirlerdi |
actually /in fact / really | aslında |
Actually everybody looked curiously at my suitcase. | Aslında herkes bavuluma merakla bakıyordu. |
In fact the cheese only prolonged our unshakable belief about the great life waiting for us a bit more. | Aslında peynir harika bir yaşamın bizi beklediğine dair sarsılmaz inancımızı sadece biraz daha uzatmıştı. |
horse | at |
with ponytail /with pigtail / mit Pferdeschwanz | at kuyruklu |
a horse tail /ponytail | at kuyruğu |
month /moon | ay |
foot | ayak |
to set foot on | ayak basmak |
monthly | aylık |
the same | aynı |
in the same place | aynı yerde |
almost /nearly | az kalsın |
I almost had talked to him, but then I had given up | Az kalsın onunla konuşacaktım ama sonra vazgeçmiştim |
I had almost talked to him, but then given up,because he had thumped through the pages of a football magazine and while reading had moved his lips just as first class pupils. | Az kalsın onunla konuşacaktım ama sonra vazgeçmiştim çünkü bir futbol dergisinin sayfalarını karıştırmış ve okurken tıpkı birinci sınıf öğrencileri gibi dudaklarını kıpırdatmıştı. |
I almost talked to him | Az kalsın onunla konuşacaktım. |
less fuel /low fuel | az yakıt |
I explained | açıkladım |
to explain | açıklamak |
to open | açmak |
tree | ağaç |
father | baba |
my father | babam |
My father bought the tickets. | Babam biletleri satın aldı. |
Though my father had bought the tickets. | Babam biletleri satın almak olsa da |
My father bought the tickets from those cheap airlines. | Babam biletleri şu ucuz havayollarından satın aldı. |
My father was an engineer and he had a restless character just like my mother, that is he constantly changed the place where he stayed. | Babam mühendisti ve o da tıpkı annem gibi huzursuz bir karaktere sahipti, yani oturduğu yeri sürekli değiştirirdi. |
My father was an engineer. | Babam mühendisti. |
luggage | bagaj |
luggage conveyor belt | bagaj taşıma bandın |
we also waited a long time at the luggage conveyor belt. | bagaj taşıma bandında da çok bekledik |
garden | bahçe |
to look | bakmak |
after looking | baktıktan sonra |
at me | bana |
to me | bana |
that guy (ç) smiling at me | bana gülümseyen şu çocuk |
behind(a) the barrier | bariyerin ardında |
to print / press /step on | basmak |
suitcase | bavul |
to unpack a suitcase | bavul boşaltmak |
the cover of the suitcase | bavul kapağı |
to pack a suitcase | bavul yerleştirmek |
We had become experts in packing and unpacking suitcases, it was not difficult to understand the reason we minimized our personel belongings and we didn't play piano. | Bavul yerleştirmekte ve boşaltmakta uzman olmuştuk, kişisel eşyalarımızı en aza indirgemiştik ve piyano çalmamamızın nedenini anlamak zor değildi. |
We had become experts in packing and unpacking suitcases. | Bavul yerleştirmekte ve boşaltmakta uzman olmuştuk. |
to seize the suitcase | bavula el atmak |
my suitcase | bavulum |
in my suitcase | bavulumda |
I can swear about there being much dirty laundry in my suitcase... | Bavulumda fazlaca kirli çamaşır olduğuna dair yemin edebilirim... |
another thing being in my suitcase | bavulumda olan başka bir şey |
sometimes | bazen |
thumb | baş parmak |
with his thumb and index finger | baş ve işaret parmaklarıyla |
another officer | başka bir memur |
another officer opened its zipper and... | başka bir memur fermuarını açıp |
another officer opened its zipper and lifted up the lid. | başka bir memur fermuarını açıp kapağı kaldırdı. |
another thing | başka bir şey |
I remembered another thing | başka bir şeyi hatırladım |
we didn't long for anything else | başka hiçbir şeyin özlemini çekmiyorduk |
other girls | başka kızlar |
other girls would dream of other things | başka kızlar başka şeylerin hayalini kurardı |
I suppose (h) other girls would dream of other things | başka kızlar herhalde başka şeylerin hayalini kurardı |
I suppose (h) other girls would dream of other things, but Mia and I were not yearning for anything other than a real home. | Başka kızlar herhalde başka şeylerin hayalini kurardı ama Mia ve ben gerçek bir yuvadan başka hiçbir şeyin özlemini çekmiyorduk. |
other things | başka şeyler |
capital | başkenti |
to begin | başlamak |
to start / begin | başlamak |
to be started /begun | başlanmak |
to wait | beklemek |
waiting | bekleyen |
maybe | belki de |
maybe | belki de |
maybe he was a Hovawart species. | belki de bir Hovawart cinsiydi. |
Maybe that his bag was crammed with illegal sleeping pills. | Belki de çantası tıka basa yasadışı uyku ilaçlarıyla doluydu. |
maybe that his bag was full of sleeping pills | belki de çantası uyku ilaçlarıyla doluydu |
I was this time unlike any other time not suited next to a fat man stinking of beer and poking me constantly with his arm. | Ben her zamankinden farklı olarak bu kez koluyla beni sürekli dürtükleyen ve leş gibi bira kokan, şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim. |
I was this time, unlike any other time, not suited next to a fat man stinking of beer. | Ben her zamankinden farklı olarak bu kez leş gibi bira kokan, şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim. |
I was not suited next to a fat man stinking of beer | ben leş gibi bira kokan, şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim. |
according to me /I think | bence |
I think for hiding drugs... | Bence uyuşturucu saklamak için |
to pick me up (lit. : to take me) | beni almak için |
as much as I | benim kadar |
as much surprised as I | benim kadar şaşırmış |
thanks to me /grâce à moi | benim sayemde |
horrible /wretched /awful | berbat |
smelly/stinky | berbat kokan |
He/they thought the smelly things were my belongings | berbat kokan şeylerin eşyalarım olduğunu düşünüyordu |
five | beş |
even | bile |
even | bile |
ticket | bilet |
you know | biliyorsun |
to know (knowledge) / wissen / savoir | bilmek |
to know | bilmek |
to know | bilmek |
I didn't even want to know | bilmek bile istemiyordum |
a / one | bir |
one | bir |
a man | bir adam |
let's have a look | bir bakalım |
a look | bir bakış |
to glance | bir bakış atmak |
also /in addition /moreover | bir de |
also | bir de |
More over there was of course that pleasant dark haired guy (ç) turning around and smiling at me | Bir de arkasına dönüp bana gülümseyen şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii |
Moreover there was of course that nice dark haired guy (ç) sitting in the front row, at the side and turning remarkably often around, smiling at me. | Bir de yan tarafta, ön sırada oturan ve dikkat çekecek kadar sıkça arkasına dönüp bana gülümseyen, şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii. |
Moreover there was of course that nice dark haired guy (ç) sitting in the front row, at the side. | Bir de yan tarafta, ön sırada oturan şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii. |
Moreover there was of course that nice dark haired guy (ç) sitting in the front row. | Bir de ön sırada oturan şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii. |
a football magazine | bir futbol dergisi |
to thump throw the pages of a football magazine | bir futbol dergisinin sayfalarını karıştırmak |
onto a table | bir masanın üzerine |
for being a drug dog | Bir narkotik köpeği olarak |
For being a drug dog he had surprisingly much hair. | Bir narkotik köpeği olarak şaşırtıcı derecede çok tüyü vardı. |
to make a contract | bir sözleşme yapmak |
a year /one year | bir yıl |
more than a year | bir yıldan fazla |
a home where we will stay longer than a year | bir yıldan fazla kalacağımız bir yuva |
in a way (used with adjectives to form adverbs) | bir şekilde |
beer | bira |
smelling of beer | bira kokan |
with a little low voice | biraz alçak sesle |
one each /one apiece | birer |
one from behind us | biri arkamızdan |
first | birinci |
the first floor | birinci kat |
From the window of the first floor there was a wonderful view of the Thames. | Birinci katın penceresinden harika Thames nehri manzarası görünüyordu |
a few times | birkaç kez |
to circle around a few times | birkaç kez tur atmak |
even though we did a few turns | birkaç kez tur attığımız halde |
biosphere | biyosfer |
biosphere protection area | biyosfer koruma alanı |
the great life waiting for us | bizi bekleyen harika yaşam |
the only thing that stood (was) between us and the great life waiting for us was the cheese | bizi bekleyen harika yaşamla aramızda tek şey peynirdi. |
It was great naivety that we thought that the only thing between us and the wonderful life waiting for us was the cheese. | Bizi bekleyen harika yaşamla aramızda tek şeyin peynir olduğunu düşünmemiz büyük saflıkmış. |
We thought that the only thing that stood (was) between us and the great life waiting for us was the cheese. | Bizi bekleyen harika yaşamla aramızda tek şeyin peynir olduğunu düşünüyorduk. |
it waited for us | bizi bekliyordu |
our dreams(h) | bizim hayallerimiz |
Our dreams too had become true. | Bizim hayallerimiz de gerçekleşmişti. |
basement | bodrum |
from the basement to the roof | bodrumundan çatısına dek |
break / spoil /affect / interrupt /ruin | bozmak |
their ruining / them to ruin /that they ruin | bozmaları |
I was determined not to allow them to spoil | bozmalarına izin vermemeye kararlıydım |
to empty /discharge | boşaltmak |
to divorce | boşanmak |
that is in Bratislava | Bratislava'daki |
on the edge of an industrial area in Bratislava | Bratislava'daki sanayı bölgesinin kıyısında |
brochure | broşür |
And what is this?!? | Bu da ne böyle? |
This also implied that we couldn't spend our summer holidays in the same place. | Bu da yaz tatillerimizi aynı yerde geçiremediğimiz anlamına geliyordu. |
This also implied that we couldn't spend our summer holidays in the same place we were obliged to go wherever my father worked at that time. | Bu da yaz tatillerimizi aynı yerde geçiremediğimiz anlamına geliyordu; babam o sırada nerede çalışıyorsa, oraya gitmek zorundaydık. |
astonished at this doing | bu işe şaşırmış |
this much | bu kadar |
This was the last obstacle | Bu son engeldi |
therefore /for this (reason) /because of this | bu yüzden |
This was the last obstacle standing between us and the great life (y). | Bu, harika yaşamla aramızda duran son engeldi. |
This was our sixth move within eight years, and it meant on the same time six different countries in four different continents, a six times restarted school, six times to establish new friendships and six times to say goodbye. | Bu, sekiz yılda altıncı taşınmamızdı ve aynı zamanda dört farklı kıtada altı farklı ülke, altı kez yeniden başlanan okul, altı kez yeni dostluklar kurmak ve altı kez 'hoşça kal' demek anlamına geliyordu. |
This was our sixth move within eight years. | Bu, sekiz yılda altıncı taşınmamızdı. |
This was the last obstacle standing between us and the aforementioned great life (y). | Bu, söz konusu harika yaşamla aramızda duran son engeldi. |
to find | bulmak |
situated (found) | bulunan |
to be found /to be present (se trouver/sich befinden) | bulunmak |
to understand this | bunu anlamak için |
his nose | burnu |
He put his nose on the lid of the suitcase. | Burnunu bavul kapağına dayadı. |
he blocked his nose /he clogged his nose | burnunu tıkadı |
nose | burun |
nose | burun |
so /thus /in this way | böylece |
most likely / probably | büyük olasılıkla |
pocket | cep |
cell phone | cep telefonu |
his cell phone number | cep telefonunun numarası |
I didn't want his cell phone number | Cep telefonunun numarasını istemedim |
For my not wanting his cell phone number | Cep telefonunun numarasını istemediğim için |
He must have gone crazy for joy that I didn't want his cell phone number. | Cep telefonunun numarasını istemediğim için sevinçten çıldırıyor olmalıydı. |
type /kind / species | cins |
republic | cumhuriyet |
sentence | cümle |
my sentence | cümlem |
I finished the sentence | cümleyi tamamladım |
and /also(following noun, participle...) | da - de |
already now | daha şimdiden |
Already now standing next to the barrier | Daha şimdiden bariyerin yanında dikilmiş |
I glanced anxiously at my little sister Mia, who was now already standing next to the barrier and kept rocking impatiently on the spot. | Daha şimdiden bariyerin yanında dikilmiş, sabırsızca yerinde sallanıp duran küçük kız kardeşim Mia'ya huzursuz bir bakış attım. |
about /concerning (d) | dair |
about /concerning / relating to | dair |
lean against /put on /recline on | dayamak |
mountain | dağ |
mountain tours | dağ turları |
messy | dağınık |
messy haired /with messy hair | dağınık saçlı |
until (d) +dative | dek |
until (d) +dative | dek |
to be suited to / to come across / to occur at the same time as /to be suitable | denk gelmek |
tank | depo |
their tanks | depoları |
in their tanks | depolarında |
to have less/low fuel in their tanks | depolarında az yakıt olmak |
degree | derece |
to a degree | derecede |
magazine | dergi |
deep | derin |
to sigh deeply | derin bir iç geçirmek |
to lecture | ders vermek |
to change sthg | değiştirmek |
to stand / be planted | dikilmek |
remarkably / noticible /auffallend | dikkat çekecek kadar |
the guy turning around remarkably often and smiling at me | dikkat çekecek kadar sıkça arkasına dönüp bana gülümseyen çocuk |
wish | dilek |
her wish | dileği |
... I finished my sentence with a little low voice | diye biraz alçak sesle cümlemi tamamladım |
tooth | diş |
teeth | dişler |
his teeth | dişleri |
he showed his teeth | dişlerini gösterdi |
he showed his teeth and... | dişlerini gösterip |
ninety | doksan |
doctorate /phd | doktora |
to do a phd | doktora yapmak |
my mother who had done a phd | doktora yapmış olan annem |
full | dolu |
it was full | doluydu |
friend | dost |
friendship | dostluk |
true | doğru |
to tell the truth | doğruyu söylemek gerekirse |
lips | dudaklar |
he had moved his lips | dudaklarını kıpırdatmıştı |
I heard | duydum |
to be included | dâhil olmak |
including / on condition that | dâhil olmak üzere |
ingenious /brilliant | dâhiyane |
an ingenious place | dâhiyane bir yer |
to turn | dönmek |
four | dört |
four different continents | dört farklı kıta |
That implied six different countries in four different continents | Dört farklı kıtada, altı farklı ülke anlamına geliyordu. |
It meant six different countries in four different continents, a six times restarted school, six times to establish new friendships and six times to say goodbye. | Dört farklı kıtada, altı farklı ülke, altı kez yeniden başlanan okul, altı kez yeni dostluklar kurmak ve altı kez 'hoşça kal' demek anlamına geliyordu. |
world /earth | dünya |
many places of the world | dünyanın birçok yeri |
that we have seen many places of the World | dünyanın birçok yerini gördüğümüz için |
to see many places of the World | dünyanın birçok yerini görmek |
to poke /to prod continually /to jostle | dürtüklemek |
our thinking | düşünmemiz |
our thinking was naivety | düşünmemiz saflıkmış |
literature | edebiyat |
she was an expert in the domain of literature | edebiyat alanında uzmandı |
ha! (interjection) | Eh! |
Ha, great! /Na toll! | Eh, harika! |
to seize /to lay hand on | el atmak |
my bordeaux coloured bra which he held in his hand | elinde tuttuğu şarap rengi sütyenim |
They rubbed their hands. | Ellerini ovuşturuyordu. |
fifty | elli |
real estate agent | emlakçı |
estate agent's brochure | emlakçının broşürü |
in the estate agent's brochure | emlakçının broşüründe |
In the real estate agent's brochure the house looked comfortable and romantic. | Emlakçının broşüründe ev konforlu ve romantik görünüyordu |
to a minimum | en aza |
to minimize | en aza indirgemek |
at least | en azından |
at least | en azından |
We were longing for a home where we would stay at least for more than a year. | En azından bir yıldan fazla kalacağımız bir yuvanın özlemini çekiyorduk. |
For a home where we would stay at least for more than a year. | En azından bir yıldan fazla kalacağımız bir yuvanın. |
at least in winters | en azından kışları |
her biggest wish | en büyük dileği |
my sweetest smile | en nazik gülümsemem |
I put on my sweetest smile. | en nazik gülümsememi yerleştirdim |
obstacle / hindrance | engel |
Entlebuch biosphere cheese | Entlebuch biyosfer peyniri |
'Entlebuch biosphere cheese ,' I explained. | Entlebuch biyosfer peyniri,' diye açıkladım. |
the house looked comfortable | ev konforlu görünüyordu |
the house looked comfortable and romantic. | Ev konforlu ve romantik görünüyordu. |
things /goods /belongings | eşyalar |
or such / and so on | falan |
different | farklı |
different | farklı |
much /excess | fazla |
We don't have much time. | Fazla zamanımız yok. |
much (adv) | fazlaca |
zipper /Reisverschluss | fermuar |
he opened its zipper and | fermuarını açıp |
to be late | gecikmek |
need | gerek |
there is no need | gerek yok |
there was no need | gerek yoktu |
if needed /if necessary | gerekirse |
it was not necessary | gerekmiyordu |
nervous | gergin |
to look nervous | gergin görünmek |
true /real | gerçek |
a real home (y) | gerçek bir yuva |
we were not yearning for anything other than a real home | gerçek bir yuvadan başka hiçbir şeyin özlemini çekmiyorduk |
we would get a real home | gerçek bir yuvaya kavuşacaktık |
together with a real home | gerçek bir yuvayla birlikte |
a completely new and great life waited for us together with a real home | gerçek bir yuvayla birlikte yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu |
the real smugglers | gerçek kaçakçılar |
the real smugglers | gerçek kaçakçılar |
the real smugglers were certainly rubbing their hands | gerçek kaçakçılar kesinlikle ellerini ovuşturuyordu |
to come true /materialize / actualize | gerçekleşmek |
to become true | gerçekleşmiş olmak |
really | gerçekten |
We were really in a hurry. | Gerçekten acelemiz vardı. |
they could pass | geçebilirlerdi |
to pass | geçmek |
he showed | gösterdi |
to show | göstermek |
rose | gül |
a rose bed | gül tarhı |
smile | gülümseme |
to smile | gülümsemek |
customs | gümrük |
customs officer | gümrük memuru |
The customs officer seized the suitcase. | Gümrük memuru bavula el attı. |
The custom officer put the suitcase onto a table. | Gümrük memuru bavulu bir masanın üzerine koydu |
The custom officer, too should have been surprised as much as I, after looking twice from me to the dog, he seized the suitcase | Gümrük memuru da benim kadar şaşırmış olmalıydı, iki kez bir köpeğe bir bana baktıktan sonra bavula el attı. |
The customs officer, too should have been surprised as much as I. | Gümrük memuru da benim kadar şaşırmış olmalıydı. |
The customs officer, too should have been as surprised as me about this doing. | Gümrük memuru da bu işe benim kadar şaşırmış olmalıydı. |
The customs officer should have been surprised, too. | Gümrük memuru da şaşırmış olmalıydı. |
The custom officer signaled to the girl to get out of the line. | Gümrük memuru kıza sıradan çıkmasını işaret etti. |
The custom officer didn't care and put the suitcase onto a table. | Gümrük memuru oralı olmayıp bavulu bir masanın üzerine koydu |
the customs officer should have been surprised | gümrük memuru şaşırmış olmalıydı |
I looked at the customs officer and placed my sweetest smile on my face. | gümrük memuruna bakıp yüzüme en nazik gülümsememi yerleştirdim |
I looked at the customs officer and... | gümrük memuruna bakıp... |
south | güney |
South Africa | Güney Afrika |
the republic of South Africa | Güney Afrika Cumhuriyeti |
Pretoria being the executive capital of the republic of South Africa | Güney Afrika Cumhuriyeti'nin yürütme başkenti olan Pretoria |
which | hangi |
Which custom officer would have pointed out to the girl to get out of the line! | Hangi gümrük memuru kıza sıradan çıkmasını işaret ederdi ki? |
great | harika |
our belief about the great life waiting for us | harika bir yaşamın bizi beklediğine dair inancımız |
wonderfully | harika bir şekilde |
wonderfully full of creepy secrets | harika bir şekilde tüyler ürpertici sırlarla dolu |
a wonderful view of the Thames River | harika Thames nehri manzarası |
between us and the great life (y) | harika yaşamla aramızda |
fine / sensitive / delicate | hassas |
to have a delicate nose | hassas bir burna sahip olmak |
it was not necessary to have a sensitive nose | hassas bir burna sahip olmak gerekmiyordu |
I remembered | hatırladım |
because I remembered | hatırladığım için |
because I remembered I fell silent for a short while | hatırladığım için kısa bir an sustum |
because I remembered I fell silent | hatırladığım için sustum |
to remember | hatırlamak |
even (h) | hatta |
It had even seemed to me like a place wonderfully full of creepy secrets. | Hatta bana harika bir şekilde tüyler ürpertici sırlarla dolu bir yer gibi görünmüştü. |
It had even seemed to me as if it was from its basement to its roof like a place wonderfully full of dreadful secrets. | Hatta bana sanki bodrumundan çatısına dek harika bir şekilde tüyler ürpertici sırlarla dolu bir yer gibi görünmüştü. |
It had even seemed to me like a place full of secrets. | Hatta bana sırlarla dolu bir yer gibi görünmüştü. |
airlines | havayolları |
to bark | havlamak |
dream / imagination /fantasy | hayal |
that we (had) dream(ed) of | hayalini kurduğumuz |
to dream /imagine / fancy (h. k.) | hayalini kurmak |
life (h) | hayat |
animal | hayvan |
june | haziran |
the month of june | haziran ayı |
until the month of june | haziran ayına dek |
Until the month of june we had lived in Pretoria being the executive capital of the republic of South Africa and before that in Utrecht, Berkeley, Haydarabad, Edinburgh and Munich. | Haziran ayına dek Güney Afrika Cumhuriyeti'nin yürütme başkenti olan Pretoria'da yaşamıştık, ondan önce de Utrecht, Berkeley, Haydarabad, Edinburgh ve Münih'te. |
Until the month of june we had lived in Pretoria being the executive capital of the republic of South Africa | Haziran ayına dek Güney Afrika Cumhuriyeti'nin yürütme başkenti olan Pretoria'da yaşamıştık. |
to prepare /to make ready | hazırlamak |
above Heathrow | Heathrow'un üzerinde |
Even though we did a few turns above Heathrow in order to get a landing permit. | Heathrow'un üzerinde iniş izni almak için birkaç kez tur attığımız halde |
Even though we did a few turns above Heathrow in order to get a landing permit, the airplane didn't encounter any trouble. | Heathrow'un üzerinde iniş izni almak için birkaç kez tur attığımız halde, uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
immediately | hemen |
he /they understood immediately | hemen anlamıştı |
always | hep |
always | her zaman |
a real home which we had always dreamed of | her zaman hayalini kurduğumuz gerçek bir yuva |
a completely new and great life waited for us, together with a real home which we always had dreamed of. | her zaman hayalini kurduğumuz gerçek bir yuvayla birlikte yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu |
usual | her zamanki |
like every time /like always | her zamanki gibi |
unlike any other time /different than usual | her zamankinden farklı olarak |
everything | her şey |
Everything was ok. | Her şey yolundaydı. |
anyway /presumably /I suppose /in any case | herhalde |
I suppose the spectators thought the smelly things were my belongings. | Herhalde izleyiciler berbat kokan şeylerin eşyalarım olduğunu düşünüyordu. |
any kind of problem | herhangi bir sorun |
guy /bloke | herif |
everybody | herkes |
excitement / agitation | heyecan |
There was no need for agitation. /There was no reason to worry. | Heyecana gerek yoktu. |
he was a Hovawart species | Hovawart cinsiydi |
charming /pleasant /nice /lovely (h) | hoş |
goodbye | hoşça kal |
restless /uneasy /anxious | huzursuz |
restless | huzursuz |
he had a restless character | huzursuz bir karaktere sahipti |
two | iki |
two | iki |
my mother who had done a phd in two domains | iki alanda doktora yapmış olan annem |
two and a half | iki buçuk |
two and a half kilo of cheese | iki buçuk kiloluk peynir |
twice | iki kez |
he looked twice from me to the dog | iki kez bir köpeğe bir bana baktı |
after looking twice from me to the dog | iki kez bir köpeğe bir bana baktıktan sonra |
after looking twice from me to the dog, he seized the suitcase | iki kez bir köpeğe bir bana baktıktan sonra bavula el attı |
two "kilo-ish" | iki kiloluk |
medecine / drug /remedy /pill | ilaç |
between us and | ile aramızda |
together with | ile birlikte |
our belief | inancımız |
belief | inanç |
landing (noun) | iniş |
landing clearance /landing permit | iniş izni |
to get a landing permit | iniş izni almak |
I heard the people (i) chuckle | insanların kıkırdadığını duydum |
from on /since | itibaren |
to allow | izin vermek |
I was determined not to allow | izin vermemeye kararlıydım |
spectators (i) | izleyiciler |
sigh | iç |
underwear | iç çamaşırları |
He put my underwear holding it with thumb and index finger one by one to the side. | iç çamaşırlarımı baş ve işaret parmaklarıyla tutarak tek tek kenara koydu |
He began to put my underwear holding it with thumb and index finger one by one to the side. | iç çamaşırlarımı baş ve işaret parmaklarıyla tutarak tek tek kenara koymaya başladı. |
He put my underwear one by one to the side holding (them) with his fingers | iç çamaşırlarımı parmaklarıyla tutarak tek tek kenara koydu |
innerly /secretly | için için |
to innerly/secretly rejoice | için için sevinmek |
it had a garden with trees situated inside | içinde ağaçları bulunan bir bahçesi vardı |
situated inside | içinde bulunan |
it had a huge garden with old trees situated inside | içinde yaşlı ağaçları bulunan kocaman bir bahçesi vardı |
job /business /work /doing | iş |
every place where he got a job | iş aldığı her yer |
not every place he got work was that nice. | iş aldığı her yer böyle güzel değildi |
to get a job | iş almak |
to signal /to point at /to make a sign | işaret etmek |
index(finger) | işaret parmağı |
as much as | kadar |
where/that we will stay | kalacağımız |
a home where we will stay | kalacağımız bir yuva |
we will stay | kalacağız |
to lift /remove | kaldırmak |
the runway | kalkış pisti |
to reach the runway | kalkış pistine ulaşmak |
to stay | kalmak |
cover /lid | kapak |
lid /cover | kapak |
he lifted up the lid | kapağı kaldırdı |
character | karakter |
determined /decided | kararlı |
I was determined | kararlıydım |
here:to leaf /browse /thump /generally : to mix /confuse /shuffle | karıştırmak |
to meet /to experience /to run into/encounter (k) | karşılaşmak |
floor/etage | kat |
to get /to be united with | kavuşmak |
source | kaynak |
smuggler | kaçakçı |
smugglers | kaçakçılar |
smuggling | kaçakçılık |
to scratch | kaşımak |
word (k) | kelime |
to put to the side | kenara koymak |
belonging to each of us | kendimize ait birer |
an own room belonging to each of us | kendimize ait birer oda |
absolutely /certainly / definitely | kesinlikle |
my joy | keyfim |
to ruin my joy | keyfimi bozmak |
I was determined not to allow them to ruin my joy | keyfimi bozmalarına izin vermemeye kararlıydım |
pleasure /joy (k) | keyif |
times | kez |
times (k) | kez |
to giggle /chuckle /chortle | kıkırdamak |
to move /stir something | kıpırdatmak |
cottage /country house | kır evi |
Together with a cottage our dreams too had become true. | kır eviyle birlikte bizim hayallerimiz de gerçekleşmişti. |
to rent /lease /hire | kiralamak |
dirty | kirli |
dirty wash | kirli çamaşır |
short | kısa |
a short while | kısa bir an |
continent | kıta |
book | kitap |
coast /shore /edge | kıyı |
girl | kız |
sister | kız kardeş |
my sister | kız kardeşim |
He made a sign to the girl to get out of the line. | Kıza sıradan çıkmasını işaret etti. |
winter | kış |
personal | kişisel |
our personal belongings | kişisel eşyalarımız |
the reason we minimized our personel belongings | kişisel eşyalarımızı en aza indirgemiştik nedeni |
it was not difficult to understand the reason we minimized our personel belongings | kişisel eşyalarımızı en aza indirgemiştik nedenini anlamak zor değildi. |
it was not difficult to understand the reason we minimized our personel belongings and we didn't play piano. | kişisel eşyalarımızı en aza indirgemiştik ve piyano çalmamamızın nedenini anlamak zor değildi. |
huge / giant here: wide | kocaman |
huge (k) | kocaman |
wide opened eyes | kocaman açılmış gözler |
with my wide opened eyes | kocaman açılmış gözlerimle |
With my wide opened eyes I looked at the customs officer and placed my sweetest smile on my face. | Kocaman açılmış gözlerimle gümrük memuruna bakıp yüzüme en nazik gülümsememi yerleştirdim. |
it had a huge garden | kocaman bir bahçesi vardı |
he smelt /sniffed | kokladı |
to smell | koklamak |
to smell /to smell of | kokmak |
smell /scent | koku |
to smell | koku almak |
the source of the smell | kokunun kaynağı |
arm | kol |
his arm | kolu |
with his arm | koluyla |
poking me with his arm | koluyla beni dürtükleyen |
poking me constantly with his arm | koluyla beni sürekli dürtükleyen |
a fat man stinking of beer and poking me constantly with his arm | koluyla beni sürekli dürtükleyen ve leş gibi bira kokan şişko bir adam |
a fat man poking me constantly with his arm | koluyla beni sürekli dürtükleyen şişko bir adam |
comfortable | konforlu |
to put | koymak |
to begin to put | koymaya başlamak |
dark | koyu |
The pleasant guy (ç) with the dark coloured hair | Koyu renk saçlı, hoş çocuk |
Whereas what the pleasant guy with the dark coloured hair did, I didn't even want to know. | Koyu renk saçlı, hoş çocuğun ne yaptığınıysa bilmek bile istemiyordum. |
Whereas what the pleasant guy with the dark coloured hair did | Koyu renk saçlı, hoş çocuğun ne yaptığıysa |
dark haired | koyu saçlı |
ear | kulak |
ears | kulaklar |
his ears | kulakları |
I will scratch his ears | kulaklarını kaşıyacağım |
to establish | kurmak |
to vomit | kusmak |
tail | kuyruk |
dog | köpek |
dog | köpek |
the dog sniffed the suitcase | köpek bavulu kokladı |
the dog sniffed my suitcase | Köpek bavulumu kokladı. |
the dog barked | köpek havladı |
the dog sniffed | köpek kokladı |
what the dog has smelled | köpek ne koku almış |
Let's have a look at what the dog has smelled. | Köpek ne koku almış bir bakalım. |
the dog barked as if to threaten /the dog barked threatening | köpek tehdit edercesine havladı |
I looked at the dog | köpeğe baktım |
the smell which the dog got | köpeğin aldığı koku |
the source of the smell which the dog got | köpeğin aldığı kokunun kaynağı |
I glanced at my little sister Mia. | Küçük kız kardeşim Mia'ya bir bakış attım. |
I glanced anxiously at my little sister Mia. | Küçük kız kardeşim Mia'ya huzursuz bir bakış attım. |
to pick my little sister up | küçük kız kardeşimi almak için |
carrion /carcass (dead rotten body) | leş |
stinking (putridly) of beer /qui pue la bière | leş gibi bira kokan |
putrid / evil smelling /malodourous (l) | leş gibi kokan |
Lottie said sometimes that we should be grateful for having seen many places of the World thanks to my mother and father | Lottie bazen annem ve babam sayesinde dünyanın birçok yerini gördüğümüz için minnettar olmamız gerektiğini söylüyordu |
Lottie said sometimes that we should be grateful for having seen many places of the World thanks to my mother and father, but when someone (i) had spent his summer holidays on the edge of an industrial area in Bratislava there was no such thing as gratitu | Lottie bazen annem ve babam sayesinde dünyanın birçok yerini gördüğümüz için minnettar olmamız gerektiğini söylüyordu, ama insan yaz tatilini Bratislava'daki bir sanayı bölgesinin kıyısında geçirdiğinde, minnettarlık diye bir şey kalmıyordu. |
Lottie said sometimes that we should be grateful for having seen many places of the World | Lottie bazen dünyanın birçok yerini gördüğümüz için minnettar olmamız gerektiğini söylüyordu |
Lottie said sometimes that we should be grateful | Lottie bazen minnettar olmamız gerektiğini söylüyordu |
Lottie intended to plant(make) a vegetable bed | Lottie bir sebze tarhı yapmaya niyetliydi. |
Lottie intended to prepare jam (m) | Lottie marmelat hazırlamaya niyetliydi. |
Lottie intended to plant(make) a vegetable bed there. | Lottie orada bir sebze tarhı yapmaya niyetliydi. |
Lottie said | Lottie söylüyordu |
please | Lütfen |
Please... we don't have much time, the airplane was already late, and we waited a long time at the luggage conveyor belt. | Lütfen... fazla zamanımız yok, uçak zaten gecikti, bagaj taşıma bandında da çok bekledik. |
Please... we don't have much time. | Lütfen... fazla zamanımız yok. |
Landscape /view /sight /scenery | manzara |
jam (m) | marmelat |
to prepare jam (m) | marmelat hazırlamak |
table | masa |
officer / civil servant | memur |
curiously (m) (adv) | merakla |
curious (adj) | meraklı |
curiously (adv but : in a curious (adj) manner) | meraklı bir şekilde |
for example (m) | mesela |
colleague /coworker (m) | meslektaş |
His coworker clogged his nose. | Meslektaşı burnunu tıkadı. |
whereas /as to his coworker | meslektaşıysa |
Mia sighed, too. | Mia da iç geçirdi. |
Mia didn't have to vomit | Mia kusmak zorunda kalmamıştı |
Mia and I were not yearning for anything other than a real home | Mia ve ben gerçek bir yuvadan başka hiçbir şeyin özlemini çekmiyorduk |
I looked at Mia and sighed deeply. | Mia'ya bakıp derin bir iç geçirdim. |
grateful | minnettar |
to be grateful | minnettar olmak |
we need to be grateful | minnettar olmamız gerek |
gratitude | minnettarlık |
something like gratitude | minnettarlık diye bir şey |
there was no such thing as gratitude | minnettarlık diye bir şey kalmıyordu |
engineer | mühendis |
He was an engineer. | Mühendisti. |
Munich | Münih |
narcotic /drug | narkotik |
drug dog | narkotik köpeği |
gentle /polite /sweet | nazik |
a sweet smile | nazik bir gülümseme |
what | ne |
what scent | ne koku |
what a pity that | ne yazık ki |
what a pity that not every place he got work was that nice | ne yazık ki iş aldığı her yer böyle güzel değildi. |
reason /cause (n) | neden |
river (n) | nehir |
almost /nearly | neredeyse |
to lecture almost every year in another university | neredeyse her yıl başka bir üniversitede ders vermek |
She would make a contract to lecture in another university almost every year. | neredeyse her yıl başka bir üniversitede ders vermek için sözleşme yapardı. |
finally (n) | nihayet |
We would finally have a permanent settlement | Nihayet yerleşik bir düzenimiz olacaktı |
We would finally have a permanent settlement and get a real home. | Nihayet yerleşik bir düzenimiz olacaktı ve gerçek bir yuvaya kavuşacaktık. |
proportion /relation /ratio *comparison /relativeness | nispet |
relatively / in comparison with | nispeten |
intention | niyet |
intentioned | niyetli |
He had a restless character just like my mother. | O da tıpkı annem gibi huzursuz bir karaktere sahipti. |
meanwhile | o esnada |
at that time | o sırada |
at that time | o sırada |
wherever he worked at that time | o sırada nerede çalışıyorsa |
we were obliged to go wherever he worked at that time | o sırada nerede çalışıyorsa, oraya gitmek zorundaydık |
room | oda |
to read | okumak |
when/while reading | okurken |
while reading he had moved his lips | okurken dudaklarını kıpırdatmıştı |
while reading he had moved his lips just as first class pupils | okurken tıpkı birinci sınıf öğrencileri gibi dudaklarını kıpırdatmıştı |
being | olan |
(by) being | olarak |
quite /pretty /rather | oldukça |
quite /pretty /rather | oldukça |
instead of that rather nervous looking sneaky faced guy | oldukça gergin görünen şu sinsi suratlı herif yerine |
rather curiously | oldukça meraklı bir şekilde |
to be | olmak |
he should have been | olmalıydı |
to not be /not become | olmamak |
when it had not been | olmamışken |
we had become | olmuştuk |
fifteen | on beş |
fifteen years old | on beş yaşında |
which is fifteen years old | on beş yaşındaki |
a fifteen year old girl | on beş yaşındaki bir kız |
the fifteen year old girl | on beş yaşındaki kız |
ten turkish words | on türkçe kelime |
for ten years | on yıldır |
before that | ondan önce |
and before that in Utrecht, Berkeley, Haydarabad, Edinburgh and Munich. | ondan önce de Utrecht, Berkeley, Haydarabad, Edinburgh ve Münih'te. |
that it did stink this much | onun bu kadar berbat koktuğu |
what he did | onun ne yaptığı |
whereas to know what he did | onun ne yaptığınıysa bilmek |
whereas what he did | onun ne yaptığıysa |
there | orada |
those who were there | orada bulunanlar |
those who were there understood immediately | orada bulunanlar hemen anlamıştı |
Those who were there understood immediately the source of the smell which the dog had gotten. | Orada bulunanlar köpeğin aldığı kokunun kaynağını hemen anlamıştı. |
to pay attention, to care | oralı olmak |
to be indifferent | oralı olmamak |
being indifferent and... / he didn't care and... | oralı olmayıp |
to go there | oraya gitmek |
we were obliged to go there | oraya gitmek zorundaydık |
he sat | oturdu |
the place where he stayed | oturduğu yer |
to sit | oturmak |
thirty | otuz |
to rub | ovuşturmak |
at a university in Oxford | Oxford'da bir üniversitede |
in the Magdalen College in Oxford | Oxford'daki Magdalen College'da |
however /whereas (o) | oysa |
however between us and the great life waiting for us | Oysa bizi bekleyen harika yaşamla aramızda |
to put to the side holding with one's fingers | parmaklarıyla tutarak kenara koymak |
to hold with one's fingers | parmaklarıyla tutmak |
unpasteurized | pastörize edilmemiş |
pasteurized | pastörize edilmiş |
to pasteurize | pastörize etmek |
alright /jolly well | pekâlâ |
Alright, let's have look at what our Amber has smelled. | Pekâlâ, Amber'imiz ne koku almış, bir bakalım. |
window | pencere |
cheese | peynir |
dirty /filthy /nasty | pis pis |
to grin wolfishly /to grin conspiratorially /to leer | pis pis sırıtmak |
no wonder he was grinning wolfishly | pis pis sırıtmasına şaşmamak gerekti |
piano | piyano |
to play piano | piyano çalmak |
to not play piano | piyano çalmamak |
that we didn't play piano (our not playing piano) | piyano çalmamamız |
the reason we didn't play piano | piyano çalmamamızın nedeni |
it was not difficult to understand the reason we didn't play piano | piyano çalmamamızın nedenini anlamak zor değildi. |
easily /with ease (r) | rahatça |
colour | renk |
jam (r) | reçeli |
romantic | romantik |
dream | rüya |
dreams | rüyalar |
the Book of Dreams | Rüyalar Kitabı |
hour | saat |
watch /clock | saat |
hours | saatler |
impatiently | sabırsızca |
my sister keeping to rock impatiently on the spot | sabırsızca yerinde sallanıp duran kız kardeşim |
naivety | saflık |
to possess /have (+dat.) | sahip olmak |
to hide (s) | saklamak |
to swing /shake / bob /rock | sallanmak |
hayloft /barn | samanlık |
industrial | sanayı |
industrial area (b) | sanayı bölge |
as if | sanki |
yellow /blond /flaxen | sarı |
a girl with a blond ponytail | sarı at kuyruklu bir kız |
steady /steadfast /unshakable /unwavering | sarsılmaz |
our unshakable belief | sarsılmaz inancımız |
it only prolonged our unshakable belief a bit | sarsılmaz inancımızı sadece biraz daha uzatmıştı |
to buy | satın almak |
thanks to /grâce à/owing to /through | sayesinde |
page | sayfa |
hair | saçlar |
vegetable | sebze |
a vegetable bed | sebze tarhı |
to make (plant) a vegetable bed | sebze tarhı yapmak |
eight | sekiz |
in eight years | sekiz yılda |
eighty | seksen |
synthetic | sentetik |
synthetic drug | sentetik uyuşturucu |
voice | ses |
they should have been rejoicing | seviniyor olmalıydılar |
to rejoice /be happy /be glad | sevinmek |
from joy | sevinçten |
he must have gone crazy for joy | sevinçten çıldırıyor olmalıydı |
to freak out from joy | sevinçten çıldırmak |
often /frequently (s) | sık sık |
often /frequently (s) | sıkça |
to shake oneself /to fling out | silkinmek |
to shake /give a jerk | silkmek |
class | sınıf |
sly / sneaky | sinsi |
sly looking /sneaky faced | sinsi suratlı |
the sneaky faced guy | sinsi suratlı herif |
a secret | sır |
row /line | sıra |
when /during (s) | sırada |
in the row | sırada |
waiting in the row | sırada bekleyen |
to get out of the line | sıradan çıkmak |
to grin | sırıtmak |
full of secrets | sırlarla dolu |
a place full of secrets | sırlarla dolu bir yer |
It had seemed like a place full of secrets. | Sırlarla dolu bir yer gibi görünmüştü. |
pale | soluk |
pale faced | soluk yüzlü |
last | son |
autumn | sonbahar |
that is in autumn | sonbahardaki |
from the autumn trimester on | sonbahardaki üç aylık dönemden itibaren |
then /after | sonra |
then /after | sonra |
then he set down on the floor | sonra yere oturdu |
Then he sat on the floor and put his nose enthousiastically down on the lid of the suitcase. | Sonra yere oturup çoşkulu bir şekilde burnunu bavul kapağına dayadı. |
then he sat down on the floor and... | sonra yere oturup... |
eventually /ultimately | sonuçta |
ultimately behind the barrier | sonuçta bariyerin ardında |
ultimately behind the barrier waited a completely new and great life for us together with a real home which we always had dreamed of | sonuçta bariyerin ardında her zaman hayalini kurduğumuz gerçek bir yuvayla birlikte, yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu. |
he asked | sordu |
to ask | sormak |
problem | sorun |
... looking /... faced | suratlı |
to reproach /to blame | suçlamak |
accusingly /as if I was accusing (reproaching) | suçlarcasına |
I looked accusingly at the dog. | Suçlarcasına köpeğe baktım |
to say | söylemek |
to say | söylemek |
rumour | söylenti |
according to rumour /reportedly | söylentiye göre |
those cheap airlines having according to rumour always low fuel in their tanks | söylentiye göre depolarında hep az yakıt olan şu ucuz havayolları |
aforementioned /earlier mentioned | söz konusu |
contract /agreement | sözleşme |
constantly /incessantly/continuously /always (s) | sürekli |
breast holder | sütyen |
of course (t) | tabii |
just /exactly | tam |
just then/just at that moment | tam da o sırada |
Just then I fell silent because I remembered another thing being in my suitcase. | tam da o sırada bavulumda olan başka bir şeyi hatırladığım için kısa bir an sustum. |
Just then I remembered another thing | tam da o sırada başka bir şeyi hatırladım |
just when I was going to scratch his ears | tam kulaklarını kaşıyacağım sırada |
just when I was going to scratch his ears he showed his teeth | tam kulaklarını kaşıyacağım sırada dişlerini gösterdi |
just when I was going to scratch his ears, he showed his teeth and barked threatening. | Tam kulaklarını kaşıyacağım sırada dişlerini gösterip tehdit edercesine havladı. |
to finish /complete (t) | tamamlamak |
piece /grain (used optional after numbers) | tane |
God (t) | Tanrı |
God knows | Tanrı bilir |
God knows, maybe that his bag was crammed with illegal sleeping pills. | Tanrı bilir, belki de çantası tıka basa yasadışı uyku ilaçlarıyla doluydu. |
Oh my God! /my God | Tanrım |
bed (of flowers /vegetables...) | tarh |
taste | tat |
holidays | tatiller |
to spend the holidays | tatilleri geçirmek |
to carry | taşımak |
the move /moving /Umzug /déménagement | taşınma |
to move (houses) | taşınmak |
as if he threatened /threatening | tehdit edercesine |
to threaten | tehdit etmek |
one by one (t) | tek tek |
the Thames river | Thames nehri |
packed /crammed /filled to the brim / stuffed /loaded | tıka basa |
to block /to close /to clog | tıkamak |
just like my mother | tıpkı annem gibi |
like first class pupils | tıpkı birinci sınıf öğrencileri gibi |
just as /like | tıpkı gibi |
just like | tıpkı gibi |
soil/ground /territory | toprak |
to circuit /to tour around | tur atmak |
turbulence | türbülans |
we hadn't entered a turbulance | türbülansa girmemiştik |
turkish (language) | türkçe |
(animal) hair /fur | tüy |
bloodcurdling /eerie /hair curling/dreadful | tüyler ürpertici |
dreadful secrets | tüyler ürpertici sırlar |
cheap | ucuz |
before reaching /without reaching | ulaşmadan |
to reach | ulaşmak |
to forget | unutmak |
I had forgotten | unutmuştum |
sleep | uyku |
sleeping pills | uyku ilaçları |
it was full of sleeping pills | uyku ilaçlarıyla doluydu |
to sleep | uyumak |
to begin to sleep | uyumaya başlamak |
beginning to sleep | uyumaya başlayan |
that messy haired suspiciously pale boy (kid), who is beginning to sleep | uyumaya başlayan, şu dağınık saçlı şüphe çekecek kadar soluk yüzlü çocuk |
drug | uyuşturucu |
drug trafficking | uyuşturucu kaçakçılığı |
I was suspected of doing drug trafficking. | uyuşturucu kaçakçılığı yaptığımdan şüphe ediliyordu |
with their drugs | uyuşturucularıyla |
to extend /stretch /prolong | uzatmak |
expert | uzman |
we had become experts | uzman olmuştuk |
airplane | uçak |
airplane | uçak |
The airplane didn't encounter any trouble. | Uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
before the airplane reached the runway | uçak kalkış pistine ulaşmadan |
the boy (kid) who began to sleep before the airplane reached the runway | uçak kalkış pistine ulaşmadan uyumaya başlayan çocuk |
The airplane was already late. | Uçak zaten gecikti. |
flight | uçuş |
The flight had passed great | Uçuş harika geçmişti |
The flight had passed great, we hadn't entered a turbulence, so Mia didn't have to vomit and I was this time unlike any other time not suited next to a fat man stinking of beer and poking me constantly with his arm. | Uçuş harika geçmişti, türbülansa girmemiştik, yani Mia kusmak zorunda kalmamıştı ve ben her zamankinden farklı olarak bu kez koluyla beni sürekli dürtükleyen ve leş gibi bira kokan şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim. |
there was / (+ personal ending on its subject: had) | vardı |
there was of course | vardı tabii |
to give up | vazgeçmek |
and at the same time | ve aynı zamanda |
And though my father had bought the tickets like usual from those cheap airlines, which had according to rumour always low fuel in their tanks, the airplane didn't encounter any trouble. | Ve babam biletleri her zamanki gibi söylentiye göre depolarında hep az yakıt olan şu ucuz havayollarından satın almak olsa da, uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
And though my father had bought the tickets like usual from those cheap airlines, the airplane didn't encounter any trouble. | Ve babam biletleri her zamanki gibi şu ucuz havayollarından satın almak olsa da, uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
And though my father had bought the tickets like usual from those cheap airlines. | Ve babam biletleri her zamanki gibi şu ucuz havayollarından satın almak olsa da. |
And though my father had bought the tickets like usual from those cheap airlines, which had reportedly always low fuel in their tanks, even though we did a few turns above Heathrow in order to get a landing permit, the plane didn't encounter any problem. | Ve babam biletleri her zamanki gibi, söylentiye göre depolarında hep az yakıt olan şu ucuz havayollarından satın almak olsa da, Heathrow'un üzerinde iniş izni almak için birkaç kez tur attığımız halde uçak herhangi bir sorunla karşılaşmamıştı. |
and from its first floor window | ve birinci katın penceresinden |
and therefore the holiday had passed relatively great | ve bu yüzden tatil nispeten harika geçmişti |
and such also her biggest wish became true. | ve böylece en büyük dileği de gerçekleşmiş oluyordu. |
And we were longing for an own room for each of us. | Ve kendimize ait birer odanın özlemini çekiyorduk. |
or | ya da |
or instead of the pale faced kid/boy | ya da soluk yüzlü çocuk yerine |
Or instead of that messy haired suspiciously pale faced kid/boy, who began to sleep before the airplane reached the runway. | Ya da uçak kalkış pistine ulaşmadan uyumaya başlayan, şu dağınık saçlı şüphe çekecek kadar soluk yüzlü çocuk yerine? |
fuel (noun) | yakıt |
at the side | yan tarafta |
that is /namely / I meant /so | yani |
so Mia didn't have to vomit | yani Mia kusmak zorunda kalmamıştı |
that is he constantly changed the place where he stayed. | yani oturduğu yeri sürekli değiştirirdi. |
I meant (that is), there are no drugs or such. | yani uyuşturucu falan yok. |
next to | yanında |
who was next to him | yanındaki |
whereas his coworker next to him clogged his nose | yanındaki meslektaşıysa burnunu tıkadı |
to do | yapmak |
that I did | yaptığım |
of having done/doing /from what I did | yaptığımdan |
it was suspected that I did /I was suspected of doing | yaptığımdan şüphe ediliyordu |
half | yarım |
half an hour | yarım saat |
when it had not been even half an hour | yarım saat bile olmamışken |
illegal | yasadışı |
illegal sleeping pills | yasadışı uyku ilaçları |
summer | yaz |
the summer holidays | yaz tatilleri |
that we couldn't spend our summer holidays in the same place | yaz tatillerimizi aynı yerde geçiremediğimiz |
to spend the summer holidays in the same place | yaz tatillerini aynı yerde geçirmek |
life (y) | yaşam |
to live | yaşamak |
we had lived | yaşamıştık |
old (age) | yaşlı |
old trees | yaşlı ağaçlar |
seven | yedi |
seven years before | yedi yıl önce |
I can swear | yemin edebilirim |
to swear | yemin etmek |
new | yeni |
to establish new friendships | yeni dostluklar kurmak |
again (y) /allover /afresh | yeniden |
new started | yeniden başlanan |
a new/afresh started school | yeniden başlanan okul |
very new /completely new /nagelneu | yepyeni |
a completely new and great life | yepyeni ve harika bir hayat |
a completely new and great life waited for us | yepyeni ve harika bir hayat bizi bekliyordu |
place / floor /ground | yer |
he sat (down) on the ground | yere oturdu |
rocking on the spot and.... | yerinde sallanıp |
instead of | yerine |
settled /based /stationary | yerleşik |
a permanent settlement | yerleşik düzen |
to place /position here: to put on e. g. smile) | yerleştirmek |
seventy | yetmiş |
year | yıl |
twenty | yirmi |
there is not | yok |
way | yol |
on the way / ok | yolunda |
nest /home | yuva |
executive | yürütme |
hundred | yüz |
face | yüz |
century | yüzyıl |
While my face took the colour of my bordeaux bra which the man held in that moment in his hand | Yüzüm adamın o sırada elinde tuttuğu şarap rengi sütyenimin rengini alırken |
While my face took most likely the colour of my bordeaux bra which the man held in that moment in his hand. | Yüzüm büyük olasılıkla adamın o sırada elinde tuttuğu şarap rengi sütyenimin rengini alırken |
'Entlebuch biosphere cheese,' I explained, while my face took the colour of my bordeaux bra which the man held in that moment in his hand. | Yüzüm büyük olasılıkla adamın o sırada elinde tuttuğu şarap rengi sütyenimin rengini alırken, 'Entlebuch biyosfer peyniri,' diye açıkladım. |
while my face took the colour of my bordeaux bra | Yüzüm şarap rengi sütyenimin rengini alırken |
on my face (direction > dative) | yüzüme |
I placed my sweetest smile on my face. | Yüzüme en nazik gülümsememi yerleştirdim. |
time | zaman |
our time | zamanımız |
We have time. | Zamanımız var. |
We don't have time. | Zamanımız yok. |
already / anyway /in first place | zaten |
difficult | zor |
obliged | zorunda |
to have to /to be obliged to | zorunda kalmak |
we were obliged | zorundaydık |
to work /study /try | çalışmak |
wash / laundry | çamaşır |
bag | çanta |
his bag | çantası |
His bag was filled to the brim | çantası tıka basa doluydu |
roof (ç) | çatı |
various /diverse (ç) | çeşitli |
including various mountain tours and also the biosphere protection area at Entlebuch | çeşitli dağ turları ve Entlebuch'taki biyosfer koruma alanı da dâhil olmak üzere |
to exit /to go out /to come out | çıkmak |
to go crazy / to go wild /to freak out / | çıldırmak |
flower | çiçek |
a flower bed | çiçek tarhı |
much | çok |
we waited a long time | çok bekledik |
to wait long /to wait a lot | çok beklemek |
much hair | çok tüy |
He had much hair. | Çok tüyü vardı. |
enthusiastic | çoşkulu |
enthusiastically | çoşkulu bir şekilde |
enthousiastically | çoşkulu bir şekilde |
Enthousiastically he put his nose down on the lid of the suitcase. | Çoşkulu bir şekilde burnunu bavul kapağına dayadı. |
because | çünkü |
because he had thumped through the pages of a football magazine and while reading had moved his lips just as first class pupils. | çünkü bir futbol dergisinin sayfalarını karıştırmış ve okurken tıpkı birinci sınıf öğrencileri gibi dudaklarını kıpırdatmıştı. |
because to tell the truth | çünkü doğruyu söylemek gerekirse |
because to tell the truth in order to understand this | çünkü doğruyu söylemek gerekirse bunu anlamak için |
Because to tell the truth in order to understand this it was not necessary to have a sensitive nose. | Çünkü doğruyu söylemek gerekirse bunu anlamak için hassas bir burna sahip olmak gerekmiyordu. |
because for nearly ten years | çünkü neredeyse on yıldır |
Because she wanted to teach in a university in Oxford for nearly ten years. | Çünkü neredeyse on yıldır Oxford'da bir üniversitede ders vermek istiyordu. |
in the front row | ön sırada |
there was of course that nice black haired guy(ç) sitting in the front row | ön sırada oturan, şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii. |
to sit in the front row | ön sırada oturmak |
first / before | önce |
to long for /to regret | özlemini çekmek |
we didn't miss | özlemini çekmiyorduk |
pupil /student | öğrenci |
land /country | ülke |
university | üniversite |
three | üç |
three monthly /quaterly | üç aylık |
trimester | üç aylık dönem |
My mother who had done a phd in two domains was an expert in the domain of literature and would make a contract to lecture in another university almost every year. | İki alanda doktora yapmış olan annem edebiyat alanında uzmandı ve neredeyse her yıl başka bir üniversitede ders vermek için sözleşme yapardı. |
English /British | İngiliz |
British soil | İngiliz toprakları |
Not even half an hour to set foot on British soil | İngiliz topraklarına ayak basan yarım saat bile olmamışken |
Not even half an hour to set foot on British soil, and I was suspected of doing drug trafficking. | İngiliz topraklarına ayak basan yarım saat bile olmamışken uyuşturucu kaçakçılığı yaptığımdan şüphe ediliyordu. |
to set foot on British soil | İngiliz topraklarına ayak basmak |
I heard the people (i) chuckle, the real smugglers were certainly rubbing their hands. | İnsanların kıkırdadığını duydum, gerçek kaçakçılar kesinlikle ellerini ovuşturuyordu. |
swiss | İsviçre |
Swiss watches | İsviçre saatler |
with their Swiss watches or synthetic drugs | İsviçre saatleriyle ya da sentetik uyuşturucularıyla |
together with their Swiss watches or synthetic drugs | İsviçre saatleriyle ya da sentetik uyuşturucularıyla birlikte |
it had a huge garden with old trees and also a barn situated inside and from the window of the first floor - at least in winters- a wonderful view of the Thames was visible. | İçinde yaşlı ağaçları ve bir de samanlığı bulunan kocaman bir bahçesi vardı ve birinci katın penceresinden - en azından kışları - harika Thames nehri manzarası görünüyordu. |
It had a huge garden with old trees and also a barn situated inside and from the window of the first floor, a wonderful view of the Thames was visible. | İçinde yaşlı ağaçları ve bir de samanlığı bulunan kocaman bir bahçesi vardı ve birinci katın penceresinden harika Thames nehri manzarası görünüyordu. |
it had a huge garden with old trees and also a barn situated inside | İçinde yaşlı ağaçları ve bir de samanlığı bulunan kocaman bir bahçesi vardı. |
wine | şarap |
bordeaux (the colour of wine) | şarap rengi |
to take the colour of my bordeaux bra | şarap rengi sütyenimin rengini almak |
surprised | şaşırmış |
surprising / amazing /astonishing | şaşırtıcı |
to a surprising degree | şaşırtıcı derecede |
He had surprisingly much hair (to a surprising degree) | şaşırtıcı derecede çok tüyü vardı |
to wonder/ to be surprised | şaşmak |
no wonder (one did not need to wonder) | şaşmamak gerekti |
a bit outside the city | şehrin biraz dışında |
The rented cottage a bit outside the city dating from the 18th century | Şehrin biraz dışında kiraladığı 18. yüzyıldan kalma kır evi |
With the rented cottage a bit outside the city dating from the 18th century our dreams too had become true. | Şehrin biraz dışında kiraladığı 18. yüzyıldan kalma kır eviyle birlikte bizim hayallerimiz de gerçekleşmişti. |
manner /way / form | şekil |
things | şeyler |
He/they thought the things were my belongings | şeylerin eşyalarım olduğunu düşünüyordu. |
now | şimdi |
Now the same boy (ç) looked at my suitcase. | Şimdi aynı çocuk bavuluma bakıyordu |
Now the same boy (ç) looked curiously at my suitcase. | Şimdi aynı çocuk bavuluma meraklı bir şekilde bakıyordu |
Now the same boy (ç) looked rather curiously at my suitcase. | Şimdi aynı çocuk bavuluma oldukça meraklı bir şekilde bakıyordu. |
No wonder he now was grinning wolfishly. | Şimdi pis pis sırıtmasına şaşmamak gerekti. |
already (ş) | şimdiden |
fat | şişko |
a fat man | şişko bir adam |
next to a fat man (direction) | şişko bir adamın yanına |
I was not suited next to a fat man | şişko bir adamın yanına denk gelmemiştim |
that messy haired suspiciously pale faced boy (kid) | şu dağınık saçlı şüphe çekecek kadar soluk yüzlü çocuk |
there was of course that nice guy(ç) | şu hoş çocuk vardı tabii |
there was of course that nice black haired guy(ç) | şu koyu saçlı, hoş çocuk vardı tabii |
instead of that sneaky faced guy | şu sinsi suratlı herif yerine |
recently /at present | şu sıralar |
At present he worked in Zürich and therefore the holiday (including various mountain tours and also the biosphere protection area at Entlebuch) had passed relatively great,what a pity that not every place he got work was that nice. | Şu sıralar Zürih'te çalışıyordu ve bu yüzden tatil (çeşitli dağ turları ve Entlebuch'taki biyosfer koruma alanı da dâhil olmak üzere) nispeten harika geçmişti, ne yazık ki iş aldığı her yer böyle güzel değildi. |
At present he worked in Zürich and therefore the holiday (including various mountain tours and also the biosphere protection area at Entlebuch) had passed relatively great | Şu sıralar Zürih'te çalışıyordu ve bu yüzden tatil (çeşitli dağ turları ve Entlebuch'taki biyosfer koruma alanı da dâhil olmak üzere) nispeten harika geçmişti. |
At present he worked in Zürich. | Şu sıralar Zürih'te çalışıyordu. |
those cheap airlines | şu ucuz havayolları |
it was suspected | şüphe ediliyordu |
to be suspected | şüphe edilmek |
to doubt /be sceptical about/ suspect | şüphe etmek |
the suspiciously pale faced boy (kid) | şüphe çekecek kadar soluk yüzlü çocuk |
to draw suspicion | şüphe çekmek |