'Now nothing can save me anymore' she thought, being seized by terror. | 'Artık beni hiçbir şey kurtaramaz' diye düşündü dehşete kapılarak. |
'Now nothing can save me anymore' she thought. | 'Artık beni hiçbir şey kurtaramaz' diye düşündü. |
'I need to flee,' she thought, but she couldn't flee, she just stood like this at the ancient wall which she got stuck to, her eyes fixed on the approaching crowd. | 'Kaçmam gerek,' diye düşünüyor ama kaçamıyor, yapışıp kaldığı antik duvarda gözlerini yaklaşan kalabalığa dikmiş, öylece duruyordu. |
'I need to flee,' she thought, but she couldn't flee, she just stood like this. | 'Kaçmam gerek,' diye düşünüyor ama kaçamıyor, öylece duruyordu. |
"I need to flee," she thought, but she couldn't flee. | 'Kaçmam gerek,' diye düşünüyor ama kaçamıyordu. |
"I need to flee," she thought. | 'Kaçmam gerek,' diye düşünüyordu. |
to rush /dash | -a - e doğru atılmak |
to continue /to keep on (in an annoying way) | -ip durmak |
hastily /in a hurry | aceleyle |
she hastily got up | aceleyle kalktı |
man (a) | adam |
the men's fists stretched out to the sky | adamların gökyüzüne uzanmış yumrukları |
the men's fists | adamların yumrukları |
step | adım |
step | adım |
step by step | adım adım |
with steps | adımlarla |
belonging to (defect verbform + Dat. ) | ait |
mind / reason / intelligence | akıl |
to petrify (lit. to take the mind out of one's head) | aklını başından almak |
God is great. (Allahu akbar) | Allahüekber |
six | altı |
sixty | altmış |
but | ama |
but strangely she wasn't wondering where her friends were | ama tuhaftır arkadaşlarının nerede olduğunu merak etmiyordu |
but because she was sleepy | ama uyku sersemi olduğu için |
only /merely /lediglich | ancak |
Only the walls of the ancient city stopped her. | Ancak antik kentin surları onu durdurdu. |
Only the ruined walls (s) of the ancient city stopped her. | Ancak antik kentin yıkık surları onu durdurdu. |
But /However (a) instead of the blow came a voice. | Ancak darbe yerine bir ses geldi. |
suddenly (a) | aniden |
to understand | anlamak |
to understand | anlamak |
She tried to understand | Anlamaya çalıştı. |
she couldn't understand | anlayamadı |
she couldn't understand /she couldn't tell | anlayamadı |
though she couldn't understand | anlayamasa |
when she understood | anlayınca |
suddenly | ansızın |
ancient (a) | antik |
the ancient city | antik kent |
the walls (s) of the ancient city | antik kentin surları |
the ancient city's stone wall | antik kentin taş duvarı |
to lean against the stone wall of the ancient city | antik kentin taş duvarına yaslanmak |
leaned against the stone wall of the ancient city | antik kentin taş duvarına yaslanmış |
Leaned against the stone wall of the ancient city she watched the firefly. | Antik kentin taş duvarına yaslanmış ateşböceğini izliyordu. |
Leaned against the stone wall of the ancient city she watched the firefly, being the only view she could choose. | Antik kentin taş duvarına yaslanmış seçebildiği tek görüntü olan bu ateşböceğini izliyordu. |
the ruined walls (s) of the ancient city | antik kentin yıkık surları |
friend | arkadaş |
friends | arkadaşlar |
her friends | arkadaşları |
where are her friends | arkadaşları nerede |
she was wondering where were her friends | arkadaşlarının nerede olduğunu merak ediyordu |
she wasn't wondering where her friends were | arkadaşlarının nerede olduğunu merak etmiyordu |
to increase / math: to add | artmak |
the more it increased | arttıkça |
fire | ateş |
The fireflies multiplied. | Ateşböcekleri çoğaldı. |
the number of the fireflies | ateşböceklerinin sayısı |
the more the number of fireflies increased | ateşböceklerinin sayısı arttıkça |
The more the number of fireflies increased the more also the darkness deepened. | Ateşböceklerinin sayısı arttıkça karanlık daha da koyulaşıyordu. |
firefly | ateşböceği |
she was watching the firefly | ateşböceğini izliyordu |
she saw that the firefly began to multiply | ateşböceğinin çoğalmaya başladığını gördü |
she saw that the firefly began to multiply, two, five, eight... | Ateşböceğinin çoğalmaya başladığını gördü, iki, beş, sekiz... |
month | ay |
to light up /brighten /become clear | aydınlanmak |
the same | aynı |
he repeated the same words | aynı sözcükleri tekrarlıyordu |
to open | açmak |
she opened | açtı |
slow /heavy | ağır |
with slow steps | ağır adımlarla |
slow but steady steps | ağır ama kararlı adımlar |
mouth | ağız |
a familiar melody /a melody she was acquainted with | aşina olduğu bir ezgi |
it was to her ear as if a melody she was acquainted with was playing | aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına |
to be acquainted with | aşina olmak |
strong enough to supress | bastıracak kadar güçlü |
to suppress | bastırmak |
faint | baygın |
flag | bayrak |
to yell /shout /scream (b) | bağırmak |
head | baş |
to succeed | başarmak |
trying to protect her head with her hands | başını elleriyle korumaya çalışarak |
Trying to protect her head with her hands she began to wait with fear for the first blow landing on her body. | Başını elleriyle korumaya çalışarak bedenine inecek ilk darbeyi korkuyla beklemeye başladı. |
trying to protect her head with her hands she began to wait | başını elleriyle korumaya çalışarak beklemeye başladı |
She lifted her head, fixing her eyes onto the darkness behind the crowd, she tried to understand the voice. | Başını kaldırdı, gözlerini kalabalığın arkasındaki karanlığa dikerek sesi anlamaya çalıştı. |
She lifted her head. | Başını kaldırdı. |
another thing | başka bir şey |
to begin | başlamak |
body (b) | beden |
landing on her body (going to land) | bedenine inecek |
the first blow landing on her body | bedenine inecek ilk darbe |
she waited | bekledi |
to wait | beklemek |
she began to wait | beklemeye başladı |
to appear (b) | belirmek |
sign /symptom | belirti |
without showing a sign | belirti göstermeden |
thank God /abundance | bereket |
Thank God the owner of the voice was persistent. | Bereket sesin sahibi inatçıydı. |
five | beş |
five, six, seven, eight | beş, altı, yedi, sekiz |
without knowing | bilmeden |
a /one | bir |
1+1 = 2 | bir artı bir eşittir iki. |
like a firefly | bir ateşböceği gibi |
it glittered like a firefly | bir ateşböceği gibi parıldadı |
it kept sparkling like a firefly | bir ateşböceği gibi parıldayıp duruyordu |
out of one mouth | bir ağızdan |
another time /once more /again | bir daha |
He didn't shout (b) another time. | Bir daha bağırmadı. |
One minute, I am coming! | Bir dakika, geliyorum! |
a melody | bir ezgi |
like a melody was played | bir ezgi çalınır gibi |
it was to her ear as if a melody was playing | bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına |
a melody was playing | bir ezgi çalıyordu |
a mask | bir maske |
a stone | bir taş |
a stone or a fist | bir taş ya da bir yumruk |
without showing a sign of furor | bir taşkınlık belirtisi göstermeden |
a t shirt | bir tişört |
other than a t-shirt | bir tişörten başka bir şey |
a place | bir yer |
from some place (pl) | bir yerlerden |
one, two, three | bir, iki, üç, |
one, two, three, four, five | bir, iki, üç, dört, beş |
to leave / quit | bırakmak |
suddenly (b) | birden |
Suddenly (b) the fireflies vanished. | Birden ateşböcekleri yok oldu. |
this | bu |
this firefly | bu ateşböceği |
this sight petrified her | bu görüntü aklını başından alıyordu. |
onto the faces of these people (i) | bu insanların yüzüne |
that this voice belonged to Captain Eşref | bu sesin Yüzbaşı Eşref'e ait olduğu |
She couldn't tell that this voice belonged to Captain Eşref. | Bu sesin Yüzbaşı Eşref'e ait olduğunu anlayamadı. |
insect /bug | böcek |
whole /all | bütün |
her whole body | bütün bedeni |
She felt all of her body. | Bütün bedeni hissetti. |
All of her body tensed with fear. | Bütün bedeni korkuyla gerildi. |
She felt that all of her body tensed with fear . | Bütün bedeninin korkuyla gerildiğini hissetti. |
all of the town folk | bütün kasaba halkı |
All of the town folk were against her /opposite her. | Bütün kasaba halkı karşısındaydı. |
fascinated | büyülenmiş gibi |
Fascinated she kept listening to the voice. | Büyülenmiş gibi, sesi dinleyip duruyordu. |
and /also | da - de |
the more also /even more /the further | daha da |
two months earlier | daha iki ay önce |
the hallways that had been filled two months earlier by village children | daha iki ay önce köy çocuklarının doldurduğu koridorlar |
better | daha iyi |
much more | daha çok |
in order to feel much more | daha çok hissetmek için |
minute | dakika |
wave | dalga |
wave by wave | dalga dalga |
the buzz increasing wave by wave | dalga dalga yükselen uğultu |
fluttering green flags | dalgalanan yeşil bayraklar |
to wave /ripple /float /undulate /flutter | dalgalanmak |
hit /blow | darbe |
instead of the blow | darbe yerine |
horror / terror /dread | dehşet |
seized by terror | dehşete kapılarak |
crazily /madly | delice |
She paid attention | dikkat kesildi |
to pay attention /to be all ears | dikkat kesilmek |
to set on /fix /rest on | dikmek |
to listen | dinlemek |
she kept listening | dinleyip duruyordu |
ninety | doksan |
to fill | doldurmak |
to straighten up (oneself) | doğrulmak |
lips | dudaklar |
her lips began to smile | dudakları gülümsemeye başladı |
to stop s. o. /sthg | durdurmak |
without stopping /non stop | durmadan |
to repeat non stop | durmadan yinelemek |
to stop | durmak |
wall | duvar |
from the wall | duvardan |
she could hear | duyabiliyordu |
she heard | duydu |
to hear | duymak |
to hear | duymak |
He must have heard. | duymuş olmalıydı |
four | dört |
dream (d) | düş |
the excitement of the dream | düşün heyecanı |
to think | düşünmek |
hand | el |
her hands | elleri |
in their hands | ellerinde |
with torches in their hands | ellerinde meşalelerle |
people with torches in their hands | ellerinde meşalelerle insanlar |
with her hands | elleriyle |
to protect with her hands | elleriyle korumak |
fifty | elli |
the smallest | en küçük |
the smallest sign | en küçük belirti |
the smallest sign of furor | en küçük bir taşkınlık belirtisi |
breeze | esinti |
the breeze stopped | esinti kesildi |
old (e) | eski |
Esra's lips began to smile. | Esra'nın dudakları gülümsemeye başladı. |
Esra's lips began to smile by themselves. | Esra'nın dudakları kendiliğinden gülümsemeye başladı. |
yes | evet |
Yes, she hadn't been mistaken, the sounds were coming from the fireflies. | Evet yanılmamıştı sesler ateşböceklerinden geliyordu. |
Yes, she hadn't been mistaken | Evet, yanılmamıştı |
makes /equals (math) | eşittir |
things /goods /belongings | eşyalar |
to notice | fark etmek |
when she came | gelince |
it came | geliyordu |
to come | gelmek |
to drop back / to draw back /to recoil | gerilemek |
to be strained /tensed/ tightened | gerilmek |
behind (g) | gerisinde |
to stroll /stray /wander about /breeze (wind) | gezinmek |
to pass /carry /stick (out /on) | geçirmek |
like | gibi |
to go | gitmek |
to put on /wear | giymek |
the sky | gökyüzü |
to the sky | gökyüzüne |
reaching/raised to the sky | gökyüzüne uzanmış |
shadow | gölge |
within the shadows | gölgeler içinde |
the light moving within the shadows | gölgeler içinde kıpırdayan ışık |
The light moving within the shadows passed a strange (t) mask onto the faces of these people she knew, this sight petrified her. | Gölgeler içinde kıpırdayan ışık, tanıdığı bu insanların yüzüne tuhaf bir maske geçiriyor, bu görüntü aklını başından alıyordu. |
the light moving within the shadows passed a strange (t) mask onto the faces of these people she knew. | Gölgeler içinde kıpırdayan ışık, tanıdığı bu insanların yüzüne tuhaf bir maske geçiriyordu. |
She saw | gördü |
the dream she had seen | gördüğü düş |
to see | görmek |
view | görüntü |
image /sight /display / view | görüntü |
appearance | görünüm |
without showing | göstermeden |
to show | göstermek |
eye | göz |
her eyes | gözleri |
Her eyes on the "light crowd" | Gözleri ışık kalabalığında |
Her eyes on the "light crowd", her ear on the buzzing, she waited with patience. | Gözleri ışık kalabalığında, kulağı uğultuda, sabırla bekledi. |
Her eyes on the "light crowd", she waited with patience. | Gözleri ışık kalabalığında, sabırla bekledi. |
Her eyes on the 'light crowd' approaching by multiplying | Gözleri çoğalarak yaklaşan ışık kalabalığında |
Her eyes on the "light crowd" approaching by multiplying, her ear on the wave by wave increasing buzz, she waited with patience. | Gözleri çoğalarak yaklaşan ışık kalabalığında, kulağı dalga dalga yükselen uğultuda, sabırla bekledi. |
she opened her eyes | gözlerini açtı |
fixing her eyes onto the darkness behind the crowd | gözlerini kalabalığın arkasındaki karanlığa dikerek |
she closed her eyes | gözlerini kapadı |
when she closed her eyes | gözlerini kapayınca |
When she closed her eyes the breeze suddenly (a) stopped. | Gözlerini kapayınca esinti aniden kesildi. |
fixing her eyes onto the darkness | gözlerini karanlığa dikerek |
fixing her eyes onto the darkness she tried to understand the voice | gözlerini karanlığa dikerek sesi anlamaya çalıştı |
her eyes fixed on the approaching crowd | gözlerini yaklaşan kalabalığa dikmiş |
their eyes fixed on her | gözlerini üzerine dikmiş |
chest (body) | göğüs |
rib cage /Brustkorb | göğüs kafesi |
as if it was going to tear her rib cage apart | göğüs kafesini yırtıp çıkacakmış gibi |
to smile | gülümsemek |
she began to smile | gülümsemeye başladı |
nice / beautiful | güzel |
Nice. You have sixty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde altmış sözcük var. |
Nice. You have ninety words in your basket. | Güzel. Sepetinizde doksan sözcük var. |
Nice. You have fifty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde elli sözcük var. |
Nice. You have two hundred and fifty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde iki yüz elli tane sözcük var. |
Nice. You have two hundred words in your basket. | Güzel. Sepetinizde iki yüz tane sözcük var. |
Nice. You have forty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde kırk sözcük var. |
Nice. There are /you have ten words in your basket. | Güzel. Sepetinizde on sözcük var. |
Nice. You have thirty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde otuz sözcük var. |
Nice. You have eighty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde seksen sözcük var. |
Nice. You have seventy words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yetmiş sözcük var. |
Nice. You have twenty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yirmi sözcük var. |
Nice. You have hundred and sixty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz altmış tane sözcük var. |
Nice. You have hundred and ninety words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz doksan tane sözcük var. |
Nice. You have hundred and fifty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz elli tane sözcük var. |
Nice. You have hundred and forty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz kırk tane sözcük var. |
Nice. You have hundred and ten words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz on tane sözcük var. |
Nice. You have hundred and thirty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz otuz tane sözcük var. |
Nice. You have hundred and eighty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz seksen tane sözcük var. |
Nice. You have hundred words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz sözcük var. |
Nice. You have hundred and seventy words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz yetmiş tane sözcük var. |
Nice. You have hundred and twenty words in your basket. | Güzel. Sepetinizde yüz yirmi tane sözcük var. |
Nice. You have three hundred words in your basket. | Güzel. Sepetinizde üç yüz tane sözcük var. |
strong | güçlü |
the people / folk (h) | halk |
to shout /scream | haykırmak |
all (h) | hep |
they all shouted out of one mouth | hep bir ağızdan haykırıyordu |
They all shouted out of one mouth: "Allahu akbar, Allahu akbar..." | Hep bir ağızdan haykırıyordu: 'Allahüekber, Allahüekber...' |
any moment | her an |
Any moment a stone or a fist could land on her head. | Her an başına bir taş ya da bir yumruk inebilirdi. |
excitement / agitation /emotion, /enthusiasm /Aufregung | heyecan |
to feel | hissetmek |
quickly (in one sudden movement) | hızla |
She quickly straightened up in the bed. | Hızla doğruldu yatakta. |
She quickly straightened up. | Hızla doğruldu. |
fast (h) | hızlı |
nothing | hiçbir şey |
nothing /anything | hiçbir şey |
nothing can save me | hiçbir şey beni kurtaramaz |
Without thinking anything | Hiçbir şey düşünmeden |
Without thinking anything she rushed to the door. | Hiçbir şey düşünmeden kapıya doğru atıldı. |
still | hâlâ |
Though she still couldn't understand what it said | Hâlâ ne söylediğini anlayamasa |
And though she still couldn't understand what it said | Hâlâ ne söylediğini anlayamasa da |
And though she still couldn't understand what it said it was to her ear like a melody she was acquainted with was playing | Hâlâ ne söylediğini anlayamasa da aşina olduğu bir ezgi çalınır gibi oldu kulağına. |
two | iki |
two months ago | iki ay önce |
two words (s) | iki sözcük |
he repeated two words (s) | iki sözcüğü tekrarlıyordu |
the first | ilk |
the first blow | ilk darbe |
primary school | ilkokul |
persistent | inatçı |
he was persistent | inatçıydı |
thin /fine | ince |
a fine wind | ince bir rüzgar |
a fine wind carried the smell from some place (pl) | ince bir rüzgar kokuları taşıyordu bir yerlerden |
it could come down /it could land | inebilirdi |
people /humans | insanlar |
People appeared. | insanlar belirdi. |
chair (i) | iskemle |
to leave on the chair (i) (dative!) | iskemleye bırakmak |
good | iyi |
to watch (i) | izlemek |
she was watching | izliyordu |
the inside | iç |
in | içinde |
light | ışık |
"light crowd" | ışık kalabalığı |
The light caused the things in the room to gain back their own appearance. | Işık odadaki eşyalara kendi görünümlerini yeniden kazandırıyordu. |
The light began to cause the things in the room to regain their own appearance. | Işık odadaki eşyalara kendi görünümlerini yeniden kazandırmaya başladı. |
She saw the light. | Işığı gördü. |
thus (i) /voici /here it is / you see | işte |
Thus she noticed | işte fark etti |
cage | kafes |
crowd | kalabalık |
The crowd approached with slow steps. | Kalabalık ağır adımlarla yaklaşıyordu. |
The crowd approached with slow but steady steps. | Kalabalık ağır ama kararlı adımlarla yaklaşıyordu. |
The crowd approached with slow but steady steps: "Allahu akbar. Allahu akbar..." | Kalabalık ağır ama kararlı adımlarla yaklaşıyordu: 'Allahüekber, Allahüekber...' |
when the crowd approached | Kalabalık yaklaşırken |
The crowd approached | Kalabalık yaklaşıyordu. |
when the crowd approached step by step without getting angry | Kalabalık öfkelenmeden adım adım yaklaşırken |
when the crowd approached step by step without getting angry, without showing the slightest (k) sign of furor, they all shouted out of one mouth: 'Allahu akbar, Allahu akbar...' | Kalabalık öfkelenmeden en küçük bir taşkınlık belirtisi göstermeden, adım adım yaklaşırken hep bir ağızdan haykırıyordu:'Allahüekber, Allahüekber...' |
when the crowd approached step by step without getting angry, without showing the slightest sign of furor | Kalabalık öfkelenmeden, en küçük bir taşkınlık belirtisi göstermeden, adım adım yaklaşırken |
the darkness behind the crowd | kalabalığın arkasındaki karanlık |
to lift up | kaldırmak |
to get up | kalkmak |
to close sthg | kapa(t) mak |
when she closed | kapayınca |
door | kapı |
at the door | kapıda |
the one at the door | kapıdaki |
The one at the door must have heard, since he didn't shout another time. | Kapıdaki duymuş olmalıydı, ki bir daha bağırmadı. |
The one at the door must have heard. | Kapıdaki duymuş olmalıydı. |
to the one at the door | kapıdakine |
"One minute, I am coming, " she shouted (s) to the one at the door. | Kapıdakine 'Bir dakika, geliyorum,' seslendi. |
She shouted(s) to the one at the door. | Kapıdakine seslendi. |
to give rein to /to abandon oneself /to be seized /taken with /to give way to | kapılmak |
one step behind (g) the door | kapının bir adım gerisinde |
He was standing one step behind the door. | kapının bir adım gerisinde duruyordu |
One step behind (g) the door stood Captain Eşref. | Kapının bir adım gerisinde duruyordu Yüzbaşı Eşref. |
behind (g) the door | kapının gerisinde |
she rushed to the door | kapıya doğru atıldı |
until she opened the door | kapıyı açıncaya kadar |
Until she opened the door she couldn't tell that this voice belonged to Captain Eşref. | Kapıyı açıncaya kadar bu sesin Yüzbaşı Eşref'e ait olduğunu anlayamadı. |
until she opened the door and perceived (s) his shy, black eyes | Kapıyı açıp ürkek, kara gözlerini seçinceye kadar |
until she opened the door and perceived (s) his shy, black eyes, she couldn't tell that this voice belonged to Captain Eşref. | Kapıyı açıp ürkek, kara gözlerini seçinceye kadar bu sesin Yüzbaşı Eşref'e ait olduğunu anlayamadı. |
And until she opened the door and perceived (s) his shy, black eyes, she couldn't tell that this voice belonged to Captain Eşref. | Kapıyı açıp ürkek, kara gözlerini seçinceye kadar da bu sesin Yüzbaşı Eşref'e ait olduğunu anlayamadı. |
she opened the door and... | kapıyı açıp... |
to open the door | kapıyı açmak |
darkness | karanlık |
the more also the darkness deepened | karanlık daha da koyulaşıyordu |
the darkness deepened | karanlık koyulaşıyordu |
the more the darkness deepened | karanlık koyulaştıkça |
The more the darkness deepened the buzzing also approached. | Karanlık koyulaştıkça uğultu da yaklaşıyordu. |
in the darkness she saw their fluttering green flags | karanlıkta dalgalanan yeşil bayraklarını gördü |
in the darkness she saw | karanlıkta gördü |
in the darkness she saw their green flags | karanlıkta yeşil bayraklarını gördü |
in the darkness | karanlığın içinde |
People appeared in the darkness with torches in their hands. | Karanlığın içinde ellerinde meşalelerle insanlar belirdi. |
People appeared in the darkness. | Karanlığın içinde insanlar belirdi. |
decisive /determined/firm /steady | kararlı |
determination | kararlılık |
with determination | kararlılıkla |
With determination he repeated the same words. | Kararlılıkla aynı sözcükleri tekrarlıyordu. |
against /opposite / before /towards /facing | karşı |
opposite her /facing her /against her | karşısında |
he was against her | karşısındaydı |
town (k) | kasaba |
the town folk (k. h.) | kasaba halkı |
to bring (in) /to make/cause sthg to gain (k) | kazandırmak |
she couldn't escape | kaçamıyordu |
to flee /escape /get away | kaçmak |
I need to flee | kaçmam gerek |
(one's) own | kendi |
their own appearances | kendi görünümleri |
to gain back (again) their own appearances | kendi görünümlerini yeniden kazanmak |
by themselves /on their own account | kendiliğinden |
city (k) | kent |
to be cut / to stop | kesilmek |
to cut /to stop sthg | kesmek |
linen /Leinen | keten |
linen trousers /Leinenhose | keten pantolon |
who | kim |
who it was | kim olduğu |
she didn't figure out who it was | kim olduğunu çıkarmıyordu |
to move /stirr | kıpırdamak |
forty | kırk |
scent /smell | koku |
pulling off | kopararak |
to tear away / pull off /snatch | koparmak |
floor /hallway | koridor |
this primary school whose hallways were filled two months earlier by village children | koridorlarını daha iki ay önce köy çocuklarının doldurduğu bu ilkokul |
to fill its hallways | koridorlarını doldurmak |
the small room of this primary school whose hallways were filled by village children | koridorlarını köy çocuklarının doldurduğu bu ilkokulun küçük odası |
the things in the small room of this primary school whose hallways were filled by village children | koridorlarını köy çocuklarının doldurduğu bu ilkokulun küçük odasındaki eşyalar |
this school whose hallways were filled by village children | koridorlarını köy çocuklarının doldurduğu bu okul |
fear | korku |
fear | korku |
with fear | korkuyla |
with fear | korkuyla |
to try (ç) to protect | korumaya çalışmak |
jeans | kot |
cotton | koton |
to deepen /darken /thicken | koyulaşmak |
the more it deepened | koyulaştıkça |
ear | kulak |
her ear on the wave by wave increasing buzz | kulağı dalga dalga yükselen uğultuda |
her ear on the buzzing | kulağı uğultuda |
her ear on the rising buzz | kulağı yükselen uğultuda |
to save | kurtarmak |
village | köy |
village children | köy çocukları |
small | küçük |
the small primary school room | küçük ilkokulun odası |
the things that were in the small primary school room | küçük ilkokulun odasındaki eşyalar |
she was wondering | merak ediyordu |
to wonder | merak etmek |
she was not wondering | merak etmiyordu |
curiously | merakla |
curiously she opened her eyes | merakla gözlerini açtı |
torch / Fackel | meşale |
in the light of the torches | meşalelerin ışığında |
In the light of the torches she saw the men's fists stretched out to the sky. | Meşalelerin ışığında adamların gökyüzüne uzanmış yumruklarını gördü. |
In the light of the torches she saw the men's fists stretched out to the sky, in the darkness she saw their fluttering green flags. | Meşalelerin ışığında adamların gökyüzüne uzanmış yumruklarını, karanlıkta dalgalanan yeşil bayraklarını gördü. |
In the light of the torches she saw the men's fists. | Meşalelerin ışığında adamların yumruklarını gördü. |
In the light of the torches she saw the men's fists, in the darkness she saw their green flags. | Meşalelerin ışığında adamların yumruklarını, karanlıkta yeşil bayraklarını gördü. |
in the light of the torches she saw | meşalelerin ışığında gördü |
with torches | meşalelerle |
chorus | nakarat |
what | ne |
what | ne |
what he/she/it said | ne söylediği |
where | nerede |
without knowing what (dat.) had happened (u) | neye uğradığını bilmeden |
Not knowing what was going on, she hastily got up. | Neye uğradığını bilmeden, aceleyle kalktı yataktan. |
to be shocked /to not know what hit s. o. | neye uğradığını şaşırmak |
at that moment | o anda |
so fast that.. | o kadar hızlı ki |
That voice was repeating her name without stopping | O ses durmadan adını yineliyordu |
room | oda |
the things in the room | odadaki eşyalar |
the things in the room gained back their own appearances | odadaki eşyalar kendi görünümlerini yeniden kazanıyordu |
the inside of the room | odanın içi |
the inside of the room brightened | odanın içi aydınlandı |
the door of the room | odanın kapısı |
The room's door was knocked at. | Odanın kapısına vuruluyordu. |
The room's door was knocked at like mad, that voice repeated her name without stopping: "Mrs. Esra... Mrs. Esra | Odanın kapısına çılgınca vuruluyor, o ses durmadan adını yineliyordu: 'Esra Hanım... Esra Hanım...' |
The room's door was knocked at like mad. | Odanın kapısına çılgınca vuruluyordu. |
the middle of the room | odanın ortası |
when she came to the middle of the room | odanın ortasına gelince |
When she came to the middle of the room, she stopped. | Odanın ortasına gelince, durdu. |
school | okul |
being | olan |
to be /become | olmak |
ten | on |
her | onu |
when she saw him | onu görünce |
When she saw him, Esra's lips began to smile on their own account. | Onu görünce Esra'nın dudakları kendiliğinden gülümsemeye başladı. |
They were watching her. | Onu izliyorlardı. |
middle | orta |
thirty | otuz |
(the) plain /meadow | ova |
in the darkness falling (ç) suddenly over the plain it kept sparkling like a firefly. | Ovaya ansızın çöken karanlığın içinde bir ateşböceği gibi parıldayıp duruyordu. |
the darkness falling (ç) over the plain | ovaya çöken karanlık |
the darkness falling (ç) over the plain | ovaya çöken karanlık |
in the darkness falling (ç) over the plain | ovaya çöken karanlığın içinde |
in the darkness falling (ç) over the plain it kept sparkling like a firefly. | Ovaya çöken karanlığın içinde bir ateşböceği gibi parıldayıp duruyordu. |
to fall /collapse over the plain | ovaya çökmek |
to panic | paniklemek |
she recoiled panicking | panikleyerek geriledi |
to recoil panicking | panikleyerek gerilemek |
trousers | pantolon |
While putting on the trousers | pantolonu giyerken |
While putting on the trousers, she thought she knew the owner of the voice, but because she was sleepy she couldn't make out who it was. | Pantolonu giyerken sesin sahibini tanıdığını düşündü, ama uyku sersemi olduğu için kim olduğunu çıkaramıyordu. |
While putting on the trousers, she thought she knew the owner of the voice, but because she was sleepy she didn't make out who it was. | Pantolonu giyerken sesin sahibini tanıdığını düşündü, ama uyku sersemi olduğu için kim olduğunu çıkarmıyordu. |
to glitter /sparkle | parıldamak |
it was continuing to sparkle/it kept sparkling | parıldayıp duruyordu |
window | pencere |
from the window | pencereden |
the light filtering in from the window | pencereden süzülen ışık |
The light filtering in from the window began to cause the things in the room to regain their own appearance. | Pencereden süzülen ışık odadaki eşyalara kendi görünümlerini yeniden kazandırmaya başladı. |
The light filtering in from the window began to cause the things in the little room of this primary school whose hallways had been filled two months earlier by village children to regain their own appearance. | Pencereden süzülen ışık, daha iki ay önce koridorlarını köy çocuklarının doldurduğu bu ilkokulun küçük odasındaki eşyalara kendi görünümlerini yeniden kazandırmaya başladı. |
wind | rüzgar |
the wind carried the scent (pl) | rüzgar kokuları taşıyordu |
with patience | sabırla |
she waited with patience | sabırla bekledi |
the owner | sahip |
calm | sakin |
She tried to be calm. | Sakin olmaya çalıştı. |
as if | sanki |
As if they were one single person (i) | Sanki tek bir insanmış gibi |
They were watching her their eyes fixed on her as if they were one single person (i). | Sanki tek bir insanmış gibi gözlerini üzerine dikmiş onu izliyorlardı. |
They were watching her as if they were one single person (i). | Sanki tek bir insanmış gibi onu izliyorlardı. |
she can't count | sayamaz |
she can't/ couldn't count anymore/any longer | sayamaz oldu |
I can't/couldn't count any longer | sayamaz oldum |
you can't /couldn't count any longer | sayamaz oldun |
number | sayı |
the numbers increased | sayılar artıyordu |
The numbers increased so fast that she couldn't count any longer. | Sayılar o kadar hızlı artıyordu ki sayamaz oldu. |
The numbers increased so fast (h) that... | sayılar o kadar hızlı artıyordu ki... |
Their number was increasing so fast that she couldn't count any longer. | Sayıları o kadar hızlı artıyordu ki sayamaz oldu. |
to count | saymak |
eight | sekiz |
eighty | seksen |
basket | sepet |
your (pl/ formal) basket | sepetiniz |
in your (pl/formal) basket | sepetinizde |
giddy /dizzy /noun: scatterbrain /oaf /silly | sersem |
voice /noise /sound | ses |
the noise was coming | ses geliyordu |
She tried to understand the voice. | Sesi anlamaya çalıştı. |
the owner of the voice | sesin sahibi |
the owner of the voice was persistent | sesin sahibi inatçıydı |
she thought she knew the owner of the voice | sesin sahibini tanıdığını düşündü |
In her voice was still the excitement of the dream. | Sesinde hâlâ düşün heyecanı vardı. |
In her voice was still the excitement of the dream she had seen. | Sesinde hâlâ gördüğü düşün heyecanı vardı. |
In her voice was still agitation. | Sesinde hâlâ heyecan vardı. |
to call /shout /yell (s) | seslenmek |
the sounds were coming from the fireflies | sesler ateşböceklerinden geliyordu |
she could hear the voices now | sesleri şimdi duyabiliyordu |
she could hear the voices better now | Sesleri, şimdi daha iyi duyabiliyordu. |
that she could choose | seçebildiği |
the view that she could choose | seçebildiği görüntü |
the only view she could choose | seçebildiği tek görüntü |
this firefly being the only view she could choose | seçebildiği tek görüntü olan bu ateşböceği |
She watched this firefly being the only view she could choose. | Seçebildiği tek görüntü olan bu ateşböceğini izliyordu. |
until she perceived (s) | seçinceye kadar |
to choose | seçmek |
to distinguish / perceive /choose | seçmek |
back (body part) | sırt |
her back | sırtı |
Pulling her back away from the wall, she paid attention. | Sırtını duvardan kopararak dikkat kesildi. |
she pulled her back from the wall | Sırtını duvardan kopardı |
finally | sonunda |
finally she succeeded to understand | sonunda anlamayı başardı |
finally she succeeded | sonunda başardı |
Finally she succeeded to understand the words: "Mrs. Esra, Mrs. Esra... " | Sonunda sözcükleri anlamayı başardı: 'Esra Hanım, Esra Hanım...' |
wall (s) | sur |
to say | söylemek |
word (s) | sözcük |
word(s) | sözcük |
when she understood the words | sözcükleri anlayınca |
When she understood the words, the inside of the room brightened. | Sözcükleri anlayınca, odanın içi aydınlandı. |
She heard the words (s) , she knew that knew them but she couldn't interpret them. | Sözcükleri duyuyor, tanıdığını biliyor ama yorumlayamıyordu. |
She heard the words (s) | Sözcükleri duyuyordu. |
to filter in /drain (.. ü) | süzülmek |
piece /grain (used optional after numbers) | tane |
that she knew (t) | tanıdığı |
familiar | tanıdığı |
onto the faces of these people (i) that she knew | tanıdığı bu insanların yüzüne |
it passed /carried/put a strange(t) mask on the faces of these people she knew | tanıdığı bu insanların yüzüne tuhaf bir maske geçiriyordu |
She knew that she knew them (sg) | tanıdığını biliyordu |
to know (someone) / kennen | tanımak |
stone | taş |
stone wall | taş duvar |
to carry | taşımak |
furor /frenzy | taşkınlık |
the only one /single | tek |
alone | tek başına |
she was alone | tek başınaydı |
the 'Allahu akbar' reciting | tekbir |
a voice strong enough to supress the 'Allahu akbar' reciting | tekbiri bastıracak kadar güçlü bir ses |
to repeat | tekrarlamak |
skin (t) | ten |
on her skin | teninde |
the wind breezing on her skin | teninde gezinen rüzgar |
in order to feel the wind breezing on her skin much more | teninde gezinen rüzgar daha çok hissetmek için |
To feel the wind breezing on her skin much more she closed her eyes. | Teninde gezinen rüzgar daha çok hissetmek için gözlerini kapadı. |
strange (adj) (t) | tuhaf |
a strange(t) mask | tuhaf bir maske |
strangely | tuhaftır |
sleep | uyku |
sleepy | uyku sersemi |
to be sleepy | uyku sersemi olmak |
far | uzak |
from far | uzaktan |
to come from far | uzaktan gelmek |
(from) somewhere far off / (from) somewhere in the distance | uzaktan uzağa |
She heard a buzzing somewhere in the distance, curiously she opened her eyes. | Uzaktan uzağa bir uğultu duydu, merakla gözlerini açtı. |
She heard a buzzing somewhere in the distance. | Uzaktan uzağa bir uğultu duydu. |
From far, a voice strong enough to supress the 'Allahu akbar' reciting. | Uzaktan, tekbiri bastıracak kadar güçlü bir ses. |
to reach / to be extended /outstretched | uzanmak |
(to) far | uzağa |
to go far away | uzağa gitmek |
to visit /run into /meet/experience (u) | uğramak |
a buzzing /humming | uğultu |
also the buzzing approached | uğultu da yaklaşıyordu |
there is | var |
to beat (one time) / to knock | vurmak |
to be knocked /beaten | vurulmak |
the approaching 'light crowd' | yaklaşan ışık kalabalığı |
it was approaching | yaklaşıyordu |
to approach | yaklaşmak |
to be mistaken /to be wrong | yanılmak |
she hadn't been mistaken | yanılmamıştı |
she just stood like this at the ancient wall which she got stuck to, her eyes fixed on the approaching crowd. | yapışıp kaldığı antik duvarda gözlerini yaklaşan kalabalığa dikmiş, öylece duruyordu. |
she just stood like this at the ancient wall which she got stuck to | yapışıp kaldığı antik duvarda, öylece duruyordu. |
to get stuck on (+dat) | yapışıp kalmak |
to fasten on/ cling / glue / stick | yapışmak |
to lean against + dat. (y) | yaslanmak |
bed | yatak |
in/on the bed | yatakta |
to get out of the bed /to climb out of the bed /to get up | yataktan kalkmak |
bedside /Bettende | yatağın başı |
which was at the bedside | yatağın başındaki |
the chair (i) at her bedside | yatağın başındaki iskemle |
The linen trousers she had left on the chair(i) at the bedside | Yatağın başındaki iskemleye bıraktığı keten pantolon |
She headed for the linen trousers she had left on the chair(i) at her bedside. | Yatağın başındaki iskemleye bıraktığı keten pantolona yöneldi. |
seven | yedi |
again (y) | yeniden |
seventy | yetmiş |
green | yeşil |
green flags | yeşil bayraklar |
their green flags | yeşil bayrakları |
ruined | yıkık |
the ruined walls(s) | yıkık surlar |
to repeat / quote (y) | yinelemek |
twenty | yirmi |
twenty-one | yirmi bir |
as if it was going to tear apart | yırtıp çıkacakmış gibi |
to tear off (lit. to tear and go out) | yırtıp çıkmak |
to tear /claw /rip (up) | yırtmak |
to vanish | yok olmak |
tired | yorgun |
she was tired | yorgundu |
She was tired, alone but strangely she wasn't wondering where her friends were. | Yorgundu, tek başınaydı ama tuhaftır arkadaşlarının nerede olduğunu merak etmiyordu. |
to interpret /commentate /decipher | yorumlamak |
she couldn't interpret them | yorumlayamıyordu |
fist | yumruk |
to head for /steer for /direct oneself towards | yönelmek |
to rise /swell | yükselmek |
heart (y) | yürek |
her heart (y) | yüreği |
Her heart was beating madly | Yüreği delice çarpıyordu. |
Her heart was beating in the rib cage. | Yüreği göğüs kafesinde çarpıyordu. |
Her heart was beating madly as if it was going to tear her rib cage apart. "Allahu akbar, Allahu akbar... " | Yüreği göğüs kafesini yırtıp çıkacakmış gibi delice çarpıyordu. 'Allahüekber, Allahüekber...' |
Her heart was beating. | Yüreği çarpıyordu. |
hundred | yüz |
captain (milit.) | yüzbaşı |
belonging to Captain Eşref | Yüzbaşı Eşref'e ait |
oleander | zakkum |
the faint scents of oleander (pl) | zakkumların baygın kokuları |
the smell (pl) of oleander (pl) | zakkumların kokuları |
to try / to work / to study | çalışmak |
to play (music) | çalmak |
to multiply (math) | çarpmak |
to beat (heart) | çarpmak |
to make out /(figure out) | çıkarmak |
frentically /madly | çılgınca |
children | çocuklar |
a lot /much | çok |
well known / very familiar | çok bildik |
very old | çok eski |
A very old, well known chorus: Allahu akbar, Allahu akbar... | Çok eski, çok bildik bir nakarat: 'Allahüekber, Allahüekber...' |
two very familiar words | çok iyi tanıdığı iki sözcüğü |
by /through multiplying | çoğalarak |
the 'light crowd' approaching by multiplying | çoğalarak yaklaşan ışık kalabalığı |
to approach by multiplying | çoğalarak yaklaşmak |
to breed /procreate /multiply | çoğalmak |
to begin to multiply/breed | çoğalmaya başlamak |
the darkness falling /collapsing | çöken karanlık |
to fall / collapse /come down | çökmek |
without getting angry | öfkelenmeden |
to get angry | öfkelenmek |
first /before | önce |
before /earlier | önce |
First she saw the light. | Önce ışığı gördü. |
just like this | öylece |
she just stood like this | öylece duruyordu |
shy | ürkek |
shy, black eyes | ürkek, kara gözler |
until she perceived (s) his shy, black eyes | ürkek, kara gözlerini seçinceye kadar |
she didn't have anything on but a t shirt | üzerinde bir tişörten başka bir şey yoktu |
to have on /to wear | üzerinde olmak |
on top of (direction - dative) | üzerine |
three | üç |
/three times seven /three multiplied by seven / 3 x 7 | üç çarpı yedi |
3x 7 = 21 | üç çarpı yedi eşittir yirmi bir |
The owner of the voice repeated two words, two very familiar words. | İki sözcüğü tekrarlıyordu sesin sahibi, çok iyi tanıdığı iki sözcüğü. |
The owner of the voice repeated two words. (s) | İki sözcüğü tekrarlıyordu sesin sahibi. |
She began with fear to wait for the first blow. | İlk darbeyi korkuyla beklemeye başladı |
A fine wind carried the faint scents of oleander (pl) from some place (pl) | İnce bir rüzgar zakkumların baygın kokularını taşıyordu bir yerlerden. |
Thus at that moment she noticed that she wasn't wearing anything but a t shirt. | İşte o anda üzerinde bir tişörten başka bir şey olmadığını fark etti |
Thus she noticed that she didn't have anything on but a t shirt | İşte üzerinde bir tişörten başka bir şey olmadığını fark etti |
to be surprised | şaşırmak |
now | şimdi |