'Ah let's not talk about work' lowering his voice, Sexton leaned over the table. | 'Ah, işten bahsetmeyelim.' Sexton sesini alçaltarak masada öne doğru eğildi. |
'Come on, tell me, how is it going?' | 'Anlat bakalım, nasıl gidiyor?' |
'Without love everything else is meaningless.' | 'Aşk yoksa geri kalan her şey anlamsızdır.' |
'Dad, didn't you want to see me?' | 'Baba beni görmek istememiş miydin?' |
'Dad, I am not working for the President.' | 'Baba, ben Başkan için çalışmıyorum.' |
'It looks as if you were working for the President.' | 'Başkan için çalışıyormuşsun gibi görünüyor.' |
'I missed you, too.' thought Rachel. | 'Ben de seni özledim,' diye düşündü Rachel. |
'Sirs,' she said. 'I have to go.' | 'Beyler,' dedi. 'Gitmek zorundayım.' |
'Sirs,' she said. 'It breaks my heart, but I have to go. I am late for work.' | 'Beyler,' dedi. 'Kalbim el vermiyor ama gitmek zorundayım. İşe geç kaldım.' |
'You know, your selfish manners sometimes really...' | 'Biliyor musun, bazen bencil tavırların gerçekten...' |
'You know when I was thirty-four, I was already...' '... married to my mother, f... the neighbour(slady), didn't you?' | 'Biliyorsun ben otuz dört yaşımdayken çoktan...' '... annemle evlenmiş, komşuyu becermiştin, değil mi?' |
'Let me guess,' she answered. | 'Bırak tahmin edeyim,' diye cevap verdi. |
'You look exhausted.' | 'Bitkin görünüyorsun.' |
'I was not aware of that I am drowning.' | 'Boğulduğumun farkında değildim.' |
'Do you have a say about this succes (of yours)?' | 'Bu başarınız hakkında bir söyleceğiniz var mı?' |
'I worked a lot to get this job, dad. I won't quit.' | 'Bu işi almak için çok çalıştım, baba. Bırakmayacağım. ' |
Haven't we had this conversation before? | 'Bu konuşmayı daha önce yapmamış mıydık?' |
"This is strange," he thought. | 'Bu tuhaf,' diye düşündü. |
'Can you explain the logic of this?' 'Of course. I am a fan of strong women and strong families.' | 'Bunun mantığını açıklayabilir misin?' 'Elbette. Ben güçlü kadınların ve güçlü ailelerin hayranıyım.' |
'As I said, family first.' (ö. a.) | 'Dediğim gibi, önce aile.' |
'That means we are starting,' she thought. | 'Demek başlıyoruz' diye düşündü. |
'How is the man from the Ministry of Foreign Affairs that I arranged for you?' | 'Dışişleri Bakanlığı'ndan sana ayarladığım şu adam nasıl?' |
"Of course, Sir." | 'Elbette, efendim.' |
'Of course. I am a fan of strong women and strong families.' | 'Elbette. Ben güçlü kadınların ve güçlü ailelerin hayranıyım.' |
"At least close the door!" he said. | 'En azından kapıyı kapatın!' dedi. |
'Think of your future, Rachel. You can work for me.' | 'Geleceğini düşün, Rachel. Benim için çalışabilirsin.' |
'Bye bye, darling, (t). Stop by the office sometime and say hello. And for God's sake get married. You are thirty-three.' | 'Güle güle, tatlım. Bir ara ofise uğrayıp bir merhaba de. Ve Tanrı aşkına evlen. Otuz üç yaşındasın.' |
"Good morning," he said. | 'Günaydın,' dedi. |
"Good morning," he said. "Can I help you?" | 'Günaydın,' dedi. 'Size yardımcı olabilir miyim?' |
'Nice body!',he whispered. | 'Güzel vücut!', diye fısıldadı. |
'the anchor woman': long enough to appear sexy | 'Haber spikeri kadın' seksi görünecek kadar uzun |
''You better learn to dominate yourself.' | 'Kendine hâkim olmayı öğrensen iyi edersin.' |
'Don't kid yourself. You are no longer that young. ' | 'Kendini küçük düşürme. Artık o kadar genç değilsin.' |
'Can' t I call my daughter for breakfast? ' | 'Kızımı kahvaltıya çağırmaz mıyım?' |
'The conflict arising because your daughter is working for your opponent.' | 'Kızınızın rakibiniz için çalışıyor olmasından kaynalanan çatışma.' |
'With pleasure, Ralph. Only be quick!' | 'Memnuniyetle, Ralph. Yalnız çabuk ol.' |
'Hello dad! | 'Merhaba baba.' |
'I got your message.' | 'Mesajını aldım.' |
'Finally, Sir, "said the reporter. In the last few weeks (that we passed) it has been determined in the polls that you made a tremendous leap. | 'Muhabir,' Efendim, son olarak, ' dedi.' Geçtiğimiz son birkaç hafta içinde kamuoyu araştırmalarında muazzam bir sıçrama yaptığınız belirlendi.' |
'How come you(formal) talk (b) about conflicts?' | 'Nasıl çatışmalardan bahsediyorsunuz?' |
"How stupid I am," he thought. | 'Ne kadar aptalım,' diye düşündü. |
'What happened?' | 'Ne oldu?' |
'Thirty-four. It can be called an old maid, (young girl) . | 'Otuz dört. Yaşlı bir genç kız denebilir.' |
'Thirty-four,' she jumped in. 'Your secretary send a card.' | 'Otuz dört`,' diye atladı. 'Sekreterin kart göndermişti.' |
'Good and secondly?' (being second) | 'Peki ikinci olarak?' |
"Rachel Sexton. I am his daughter." | 'Rachel Sexton. Kızıyım.' |
'Rachel!' her father finished his phone call and stood up in order to kiss her cheek. | 'Rachel!' Babası telefon görüşmesini bitirip onu yanağından öpmek için ayağa kalktı. |
'Ralph or whoever you are know this well: I have no intention to quit my job in order to work in behalf of Senator Sexton.' | 'Ralph ya da kimsen, şunu iyi bil: Senatör Sexton adına çalışmak için işimi bırakmaya hiç niyetim yok.' |
'Ralph, first of all, the President and I are not opponents.' | 'Ralph, öncelikle Başkan ve ben rakip değiliz.' |
'I want to throw you a flotation ring,' he said | 'Sana bir can simidi atmak istiyorum,' dedi. |
"I fancy, this has to do with trust." | 'Sanırım bunun itimatla ilgisi var.' |
'Not you, the President is drowning.' | 'Sen değil, Başkan boğuluyor.' |
'Senator Sexton?' A journalist appeared next to the table. | 'Senatör Sexton?' Masanın yanında bir muhabir belirmişti. |
'Senator Sexton?' A journalist appeared next to the table. The Senator's demeanor changed at once. | 'Senatör Sexton?' Masanın yanında bir muhabir belirmişti. Senatörün tavrı hemen değişti. |
'Senator, your TV adds are calling for equal salaries to be given to women at the workplace and at the same time for the issueing of a law for the application of tax cuts to newly weds.' | 'Senatör, televizyonlardaki reklamlarınız işyerlerinde kadınlara eşit maaşlar verilmesi ve aynı zamanda yeni evlilere vergi indirimi uygulanması için kanun çıkarılması çağrısında bulunuyor.' |
'It is exciting to see that in the midst of your tight schedule both of you find time to dine together.' | 'Sıkışık programınız arasında ikinizin birlikte yemeğe vakit bulduğunu görmek oldukça heyecan verici.' |
'Politics is a matter of perception, Rachel.' (fact) | 'Siyaset algılama meselesidir, Rachel.' |
"It is a pleasure for us to entertain you, Miss Sexton." | 'Sizi ağırlamaktan zevk duyarız Bayan Sexton.' |
'May I ask, Sir, how do you solve your and your daughter's conflicts of interest?' | 'Sizin ve kızınızın çıkar çatışmalarınızı nasıl çözdüğünüzü sorabilir miyim efendim?' |
'I hope this was not your reason to ask me to breakfast.' | 'Umarım beni kahvaltıya çağırma sebebin bu değildi.' |
'Busy. The campaign is going well, I see.' | 'Yoğun. Kampanyanın iyi gittiğini görüyorum.' |
'Conflicts?' | 'Çatışmalar mı?' |
'Conflicts?' With an innocent expression of surprise Senator Sexton leaned forward. 'How come you talk about conflicts?' | 'Çatışmalar mı?' Senatör Sexton masum bir şaşkınlık ifadesiyle başını ileri uzattı. 'Nasıl çatışmalardan bahsediyorsunuz?' |
I believe that the children are our future. | 'Çocukların bizim geleceğimiz olduğuna inanıyorum. ' |
'You should jump on board before it' s too late.' | 'Çok geç olmadan gemiye atlamalısın.' |
'You should spare time for the important things, Rachel.' Without love everything else is meaningless. Aşk yoksa geri kalan her şey anlamsızdır.' | 'Önemli şeylere zaman ayırmalısın Rachel. Aşk yoksa geri kalan her şey anlamsızdır.' |
'You should spare time for the important things, Rachel.' | 'Önemli şeylere zaman ayırmalısın Rachel.' |
'So it is.' Her father examined her with care. | 'Öyle.' Babası, onu dikkatle inceledi. |
'You (pl or formal) suggested quite controversial budget cuttings for the allocation of more funds to the schools that are in our country.' | 'Ülkemizdeki okullara daha fazla fon ayrılması için hayli ihtilaflı bütçe kesintileri teklif ettiniz.' |
'Secondly, my daughter is not working for the President: She is working in an intelligence organisation.' | 'İkinci olarak, kızım Başkan için çalışmıyor : istihbarat teşkilatında görev yapıyor.' |
Saying 'Thank you to both of you,'he vanished from sight. | 'İkinize teşekkür ederim,' diyerek gözden kayboldu. |
'A thing (eh/thingummy), Sir...' | 'Şey, efendim...' |
'A thing (eh/thingummy), Sir...' By coughing the journalist gave an air as if he was worried because of his question. | 'Şey, efendim...' Muhabir öksürerek sorusundan dolayı endişeleniyormuş gibi bir hava verdi. |
if you write | (eğer) yazarsan |
without +verb | - maksızın - meksizin |
as /while | -diği sırada |
... married to my mother, f... the neighbour(slady), didn't you? | ... annemle evlenmiş, komşuy becermiştin, değil mi? u |
"...? " he asked | ... diye sordu. |
when it comes to... | ... söz konusu olduğunda |
USA | ABD |
I wonder | acaba |
haste /hurry | acele |
they are in a hurry | aceleleri var |
as if they were in a hurry | aceleleri varmış gibi |
They advanced towards Brophy as if they were in a hurry. | Aceleleri varmış gibi Brophy'ye doğru ilerlediler |
as if they were not in a hurry | aceleleri yokmuş gibi |
I am in a hurry | acelem var |
I am not in a hurry | Acelem yok |
we are in a hurry | acelemiz var |
we are not in a hurry | acelemiz yok |
emergency | acil |
an offical emergency call (announcement) | acil bir resmi bildiri |
We want you to transmit an official emergency call. | Acil bir resmi bildiri iletmeni istiyoruz. |
cruel /pitiless | acımasız |
with pain | acıyla |
man (a) | adam |
The man chuckled. | Adam kıkırdadı. |
'I know Sexton well,' the (other) man chuckled. 'He even f... his daughter.' | Adam kıkırdadı. 'Ben Sexton'ı iyi tanırım, o kızını bile becerir.' |
the man was a 'wolf of politics' / expert politician | adam siyaset kurduydu |
The man pressed his rifle hard against Brophy's temple | Adam tüfeğini sertçe Brophy'nin şakağına bastırdı. |
the man's power | adamın gücü |
The men suddenly stood up. | Adamlar birden ayağa kalktılar. |
The men didn't say a word (anything). | Adamlar hiçbir şey söylemediler. |
When the men seized him | Adamlar onu yakaladıklarında |
When the men seized him Brophy was already on his feet and screaming. | Adamlar onu yakaladıklarında Brophy çoktan ayağa kalkmış çığlık atıyordu. |
The men didn't answer (y. v.) | Adamlar yanıt vermediler. |
The men with their rifles in their hands advanced towards Brophy as if they were in a hurry. | Adamlar, ellerinde tüfekleriyle aceleleri varmış gibi Brophy'ye doğru ilerlediler. |
candidate | aday |
almost /nearly (a) | adeta |
almost /nearly (a) like two ice crystals | adeta iki buz kristali |
name (a) | adı |
in behalf of | adına |
Ah, let's not talk about work. | Ah, işten bahsetmeyelim. |
harmony /unity /accordance /concord (a) | ahenk |
disharmonious /cacophonical /discordant /atonal | ahenksiz |
with cacophonical echos | ahenksiz yankılarla |
family | aile |
white (a) (old turkish) | ak |
white haired | ak saçlı |
the white haired and sweet tongued man | ak saçlı ve tatlı dilli adam |
The white haired and sweet tongued man, blessed with the looks of a doctor sprung out of a soap opera was a wolf of politics, so that when taking into account his talent for imitation, this appearance was not odd at all. | Ak saçlı ve tatlı dilli adam, arkası yarın dizilerinden fırlamış bir doktor görüntüsüyle kutsanmış, bir siyaset kurduydu ki, taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu. |
The white haired and sweet tongued man, blessed with the looks of a doctor sprung out of a soap opera... | Ak saçlı ve tatlı dilli adam, arkası yarın dizilerinden fırlamış bir doktor görüntüsüyle kutsanmış,... |
mind (a) /Verstand /brain /sense | akıl |
clever /smart | akıllı |
her mind | aklı |
to be confused | aklı karışmak |
to her mind | aklına |
a lot of memories had come to her mind | Aklına pek çok anı geldi. |
Though a lot of memories had come to her mind, Rachel opted for remaining silent. | Aklına pek çok anı gelmiş olsa da, Rachel sessiz kalmayı yeğledi. |
Though a lot of memories had come to her mind. | Aklına pek çok anı gelmiş olsa da. |
opposite /contrary | aksi |
she would receive | alacaktı |
he can't get | alamaz |
perception / detection | algılama |
detection devices(a) | algılama aygıtları |
a matter of perception | algılama meselesi |
to quote (an ablative) | alıntı(lar) yapmak |
a gift from God (a) /a natural talent | Allah vergisi |
to take | almak |
low | alt |
low level | alt seviye |
under | altında |
sixty | altmış |
to descend /get lower | alçalmak |
but thanks to this menu (ö) | ama bu mönü sayesinde |
But thanks to this menu (ö) it was at breakfast the stamping ground of Washington's politicians. | Ama bu mönü sayesinde sabah kahvaltısında Washington siyasilerinin uğrak yeriydi. |
But at least the excuse to escape was ready. | Ama en azından kaçmak için bahanesi hazırdı. |
but he had added the middle name himself long time ago. | ama göbek adını uzun zaman önce kendi ilave etmişti. |
but then | ama sonra |
but he was quickly winning the one of the country | ama ülkeninkini hızla kazanıyordu |
but at the moment it could be said that it sounded even melodious (to her) | ama şu anda kulağa melodik geldiği bile söylenebilirdi. |
goal /purpose | amaç |
the United States of America | Amerika Birleşik Devletleri |
candidate for president of the United States of America | Amerika Birleşik Devletleri başkan adayı |
to become candidate for president of the United States of America | Amerika Birleşik Devletleri başkan adayı olmak |
He almost guaranteed to become the candidate for president of the United States of America | Amerika Birleşik Devletleri başkan adayı olmayı neredeyse garantilemişti |
the president of the United States of America | Amerika Birleşik Devletleri başkanı |
The Americans have begun to understand. | Amerikalılar anlamaya başladılar. |
The Americans are beginning to notice that from now on the time has come to stop spending and to start improving (mending) | Amerikalılar artık harcamayı bırakıp iyileştirmeye başlama zamanının geldiğini fark etmeye başlıyorlar. |
The Americans have noticed that from now on the time has come to stop spending and to start improving (mending) | Amerikalılar artık harcamayı bırakıp iyileştirmeye başlama zamanının geldiğini fark ettiler |
The Americans have begun to understand that they won't be able to trust the President. | Amerikalılar Başkan'a güvenemeyeceklerini anlamaya başladılar. |
The Americans begin to notice | Amerikalılar fark etmeye başlıyorlar. |
The Americans have begun to understand that they won't be able to trust the President for making difficult decisions. | Amerikalılar zor kararları vermekte Başkan'a güvenemeyeceklerini anlamaya başladılar. |
The Americans have begun to understand that they won't be able to trust the President for making difficult decisions facing the country. | Amerikalılar, ülkenin karşısına çıkan zor kararları vermekte Başkan'a güvenemeyeceklerini anlamaya başladılar. |
only (a) | ancak |
memory | anı |
meaning | anlam |
meaning | anlam |
to understand | anlamak |
to understand | anlamak |
you don't understand | anlamıyorsun |
I don't understand. | Anlamıyorum. |
without meaning /meaningless (fact) | anlamsızdır |
Come on, tell me! | Anlat bakalım! |
to tell /to narrate | anlatmak |
I don't understand (lit. I couldn't understand) | anlayamadım |
Can't you understand? | anlayamıyor musun? |
you can't understand | anlayamıyorsun |
it is understood | anlaşılıyor |
you understand | anlıyorsun |
mother | anne |
with my mother | annemle |
you were married to my mother | annemle evlenmiştin |
stupid (a) | aptal |
to call /ring up s. o. | aramak |
to look for | aramak |
between /in the midst of / among | arasında |
land /country /territory (a) | arazi |
ressearch / exploration | araştırma |
behind /after(... d..) | ardında |
behind (a) | arkada |
to leave behind | arkada bırakmak |
after leaving behind | arkada bıraktıktan sonra |
soap opera | arkası yarın (dizileri) |
the image of a doctor sprung out of a soap opera | arkası yarın dizilerinden fırlamış bir doktor görüntüsü |
no longer /anymore /no more (+neg) | artık |
to stop from now on spending and | artık harcamayı bırakıp |
the time has come to stop from now on spending and to start improving | artık harcamayı bırakıp iyileştirmeye başlama zamanı geldi |
to stop from now on spending and start to improve | artık harcamayı bırakıp iyileştirmeye başlamak |
You are not that young anymore. | Artık o kadar genç değilsin. |
nobility /dignity (a) | asalet |
hanging /suspended | asılı |
to stay suspended | asılı kalmak |
military (adj) | askeri |
with military skill | askeri maharetle |
actually | aslında |
Actually the harsh electronic ringing interrupted the conversation uncomfortably, but at the moment it could be said that it sounded even melodious (to her) . | Aslında şiddetli elektronik çınlama konuşmaları rahatsız edici bir şekilde bölerdi ama şu anda kulağa melodik geldiği bile söylenebilirdi. |
Actually the harsh electronic ringing interrupted the conversation uncomfortably. | Aslında şiddetli elektronik çınlama konuşmaları rahatsız edici bir şekilde bölerdi. |
horse | at |
horse meet | at eti |
shot /throw (sport) | atış |
to jump | atlamak |
you should jump | atlamalısın |
to throw | atmak |
foot | ayak |
shoe | ayakkabı |
shoes | ayakkabılar |
to adjust /regulate /set (a) | ayarlamak |
to arrange /set | ayarlamak |
to stand up | ayağa kalkmak |
to stand up | ayağa kalkmak |
device /aid (pl. equipment) (a) | aygıt |
to spare /distinguish /seperate /reserve /set apart | ayırmak |
also /besides | ayrıca |
Also it would be nice if would stop going after this subject. | Ayrıca bu konuda çabalamayı bıraksan iyi... |
to leave (a) | ayrılmak |
her light brown hair | açık kahverengi saçları |
from the open door | açık kapıdan |
explanation /comment /statement | açıklama |
to explain | açıklamak |
to explain | açıklamak |
time to explain | açıklamaya zaman |
There is no time to explain. | Açıklamaya zaman yok. |
can you explain | açıklayabilir misin |
when it opened | açıldığında |
to open (up) /be opened | açılmak |
to open sthg | açmak |
to open | açmak |
to entertain | ağırlamak |
weight | ağırlık |
mouth | ağız |
his mouth | ağzı |
to wipe one's mouth with a napkin | ağzını peçeteyle silmek |
(by) wiping his mouth | ağzını silerek |
down | aşağı |
to descend /walk down /climb down | aşağı inmek |
to the ice canyons that where down | aşağıdaki buzul kanyonlarına doğru |
feeling of being humiliated | aşağılanma hissi |
obvious (a) flagrant /unmistakeable | aşikâr |
love (romantic) | aşk |
if there is no love | aşk yoksa |
father | baba |
Dad I really didn't have time. | Baba gerçekten vaktim olmadı. |
'Dad, I am not working for the President. I didn't even meet the President. For God's sake, I am working at Fairfax.' | Baba, ben Başkan için çalışmıyorum. Başkan'la karşılaşmadım bile. Tanrı aşkına, ben Fairfax'de çalışıyorum! ' |
in order to work in your father's campaign | babanızın kampanyasında çalışmak için |
her father | babası |
Her father would always say, it was just a matter of trust. | Babası daima, sadece itimat meselesi derdi. |
her father would say | babası derdi |
when it comes/came to her father | babası söz konusu olduğunda |
When it came to her father, it was not difficult to act more mature. | Babası söz konusu olduğunda, daha olgun davranmak güç değildi. |
Her father finished his phone call. | Babası telefon görüşmesini bitirdi. |
Her father finished his phone call and stood up. | Babası telefon görüşmesini bitirip ayağa kalktı. |
When she looked at her father | babasına bakınca |
When she looked at her father, she felt in his artificial smile that the question was pre-prepared. | Babasına bakınca, onun yapmacık tebessümünde sorunun önceden hazırlandığını hissetti. |
She didn't kiss her father. | Babasını öpmedi. |
her father without having a hidden purpose | babasının gizli bir amacı olmaksızın |
Her father's first name was Thomas, but he had added the middle name himself long time ago. | Babasının ilk adı Thomas'dı, ama göbek adını uzun zaman önce kendi ilave etmişti. |
Her father's first name was Thomas. | Babasının ilk adı Thomas'dı. |
her father's renforcement speech | babasının infaz söylevi |
as if the order to postpone her father's renforcement speech had come | babasının infaz söylevine erteleme emri gelmiş gibi |
her father's classic good looks | babasının klasik iyi görünümü |
that her father would easily be able to catch and by making a smatch send off the court | babasının kolayca yetişip smaç yaparak sahanın dışına gönderebileceği |
It was a slow shot, that her father would easily be able to catch and by making a smatch send off the court | babasının kolayca yetişip smaç yaparak sahanın dışına gönderebileceği yavaş bir atıştı. |
her father's table | babasının masası |
her father's disapproving eyes | babasının onaylamayan gözleri |
Her father's disapproving eyes were glowing (sparkling) with anger. | Babasının onaylamayan gözleri hiddetle parlıyordu. |
that her father was quoting pop songs | babasının pop şarkılardan alıntılar yaptığı |
that her father could send off the court | babasının sahanın dışına gönderebileceği |
her father's liking the repetition of sounds | babasının ses yinelemesinden hoşlanması |
that her father could send off the court by making a smash | babasının smaç yaparak sahanın dışına gönderebileceği |
her father's reaction | babasının tepkisi |
Her father's furious temperament had passed on to her and therefore she hated him. | Babasının öfkeli mizacı ona geçmişti ve bu yüzden ondan nefret ediyordu. |
Her father's furious temperament had passed on to her. | Babasının öfkeli mizacı ona geçmişti. |
her father taking an example | babasının örnek alması |
of which her father should take an example | babasının örnek alması gereken |
with a grace and humility of which her father should take an example | babasının örnek alması gereken bir zarafet ve tevazu ile |
in meetings with her father | babasıyla buluşmalarında |
that familiar feeling that she often had felt in meetings with her father | babasıyla buluşmalarında sıklıkla duyumsadığı o tanıdık his |
pretext /excuse | bahane |
to talk about (b) (+abl.) | bahsetmek |
to talk about (b) (+abl.) | bahsetmek |
let's not talk | bahsetmeyelim |
Ministry | Bakanlık |
look /glance /view /(eye) | bakış |
looks /gazes | bakışlar |
their looks /their eyes | bakışları |
a part of her defence shield was melting away under his look | bakışları altında savunma kalkanının bir parçası eriyip gidiyordu |
Her eyes turned to the message coming to the LCD screen. | Bakışları LCD ekranına gelen mesaja çevrildi. |
her eyes (looks) turned to the message | bakışları mesaja çevrildi |
they turned their eyes(looks) to the sky | bakışlarını gökyüzüne çeviriyordu |
to look | bakmak |
she contented to look | bakmakla yetindi |
to push | basmak |
to press | bastırmak |
west | batı |
westwards | batıya |
sometimes | bazen |
some | bazıları |
some being decent others not very | bazıları usturuplu, bazıları pek değil |
to connect /attach | bağlamak |
attached | bağlı |
to remain attached | bağlı durmak |
head | baş |
success /achievement /accomplishment | başarı |
to nod (to shake one's head in the meaning of yes) | başını evet anlamında sallamak |
to lean forward /to protrude one's head forward to be able to see sthg that is otherwise out of sight. | başını ileri uzatmak |
(by) raising his head | başını kaldırarak |
Raising his head he looked at Rachel. | Başını kaldırarak Rachel'a baktı. |
to look up (to lift one's head and look) | başını kaldırıp bakmak |
He lifted his head and looked at Rachel. | Başını kaldırıp Rachel'a baktı. |
He lifted his head and looked at Rachel expressing somehow that she was late merely by tapping on his Cartier watch. | Başını kaldırıp sadece Cartier saatine hafifçe vurarak geç kaldığını ifade eder bir şekilde Rachel'a baktı. |
president | başkan |
'The president should begin to worry. (be overcome by worry)' | Başkan endişeye kapılmış olmalı. |
I didn't even meet(k) the President. | Başkan'la karşılaşmadım bile. |
that you met the President | Başkan'la tanıştığın |
I don't believe you even met the President | Başkan'la tanıştığını bile sanmıyorum. |
to begin | başlamak |
to f... | becermek |
unexpected | beklenmedik |
It was an unexpected message and certainly giving bad news. | Beklenmedik bir mesajdı ve kesinlikle kötü haber veriyordu. |
It was an unexpected message. | Beklenmedik bir mesajdı. |
to state /define /specify /determine | belirlemek |
to be determined /identified | belirlenmek |
to appear (b) | belirmek |
to be clear (b. o.) | belli olmak |
it was clear | belli oluyordu |
I | ben |
I | ben |
Me, too | Ben de |
I miss(ed) you, too. | Ben de seni özledim. |
I am a fan of... | Ben hayranıyım. |
when I was thirty-four | ben otuz dört yaşımdayken |
I know Sexton well. | Ben Sexton'ı iyi tanırım. |
I didn't (do) ... | Ben yapmadım... |
selfish | bencil |
selfish manner | bencil tavır |
your selfish manners | bencil tavırların |
asking me to breakfast | beni kahvaltıya çağırma |
You can work for me. | Benim için çalışabilirsin. |
ressemblance | benzerlik |
The ressemblance (likeness) is obvious. (a) | Benzerlik aşikâr. |
The ressemblance (likeness) was obvious. (a) | Benzerlik aşikârdı. |
white | beyaz |
white clothes | beyaz giysiler |
in white clothes | beyaz giysiler içinde |
the men (dressed) in white clothes | beyaz giysiler içindeki adamlar |
the White House (lit. white palace) | Beyaz Saray |
She sends them to the White House. | Beyaz Saray'a gönderiyor. |
pepper | biber |
even | bile |
it could even be said | bile söylenebilirdi |
information | bilgi |
Do you know? /You know, ... | Biliyor musun |
You know when I was thirty-four, I was already... | Biliyorsun ben otuz dört yaşımdayken çoktan... |
to know | bilmek |
thousand | bin |
thousand three hundred | bin üç yüz |
Get into! | Binin |
to get on /hop on /board | binmek |
in less than a second /in no time /in a moment | bir anda |
sometime | bir ara |
Stop by the office sometime | Bir ara ofise uğra |
Stop by the office sometime and say hello. | Bir ara ofise uğrayıp bir merhaba de. |
to throw a glance /cast a look | bir bakış fırlatmak |
to give an air of | bir hava vermek |
a helicopter descended, drawing a curve, embracing the glacial peaks with military skill | bir helikopter buzul zirvelerini askeri maharetle kucaklayarak, kavis çizerek alçalıyordu. |
he had seen a helicopter | bir helikopter görmüştü |
Taking a recording device out he began the recording. | Bir kayıt cihazı çıkararak, kayda başladı. |
Was there an accident? | Bir kaza mı oldu? |
a favor | bir kıyak |
to have a conversation | bir konuşma yapmak |
a croissant | bir kruvasan |
say hello | bir merhaba de |
A journalist appeared. | Bir muhabir belirmişti. |
a part | bir parça |
a wolf of politics / expert politician | bir siyaset kurdu |
the next | bir sonraki |
to the next generation | bir sonraki nesle |
to pass on to the next generation | bir sonraki nesle geçmek |
do you have a say (are you going to say sthg) | bir söyleceğiniz var mı |
for a while | bir süre |
Can you make a comment? | Bir yorum yapabilir misiniz? |
to take a sip | bir yudum çekmek |
quick as a lightening/at once /in a flash | bir çırpıda |
to rattle off | bir çırpıda söylemek |
in a way /somehow | bir şekilde |
to step up onto sthg | bir şeyin üstüne çıkmak |
let me guess (leave/drop it, let me guess) | bırak tahmin edeyim |
to leave /quit /give up | bırakmak |
a little | biraz |
I am a bit late | biraz geciktim |
each other / one another | birbirine |
silver (pl.) hitting one another | birbirine çarpan gümüşler |
the noises rising from silver (pl.) banging against each other, espresso machines and cell phone conversations | birbirine çarpan gümüşler, espresso makineleri ve cep telefonu görüşmelerinden yükselen sesler |
the cacophonical echoes created (o) by the noises rising from silver(pl. ) banging against each other, espresso machines and cell phone conversations | birbirine çarpan gümüşler, espresso makineleri ve cep telefonu görüşmelerinden yükselen seslerin oluşturduğu ahenksiz yankılar |
suddenly | birden |
suddenly /at once (b) | birden |
suddenly /all of a sudden | birdenbire |
She regretted exploding all of a sudden . | Birdenbire köpürmesinden dolayı pişman oldu. |
the first (b) | birinci |
"Good (g)!", said the first (b) man. | Birinci adam, 'Güzel,' dedi. |
a few (+sg) | birkaç |
a few lines | birkaç satır |
a few questions | birkaç soru |
together | birlikte |
to finish /end something | bitirmek |
exhausted/tired (b) | bitkin |
to finish /end | bitmek |
our future | bizim geleceğimiz |
we (all) | bizler |
We (all) are only two patriots having different ideas. . | Bizler sadece farklı fikirlere sahip iki vatanseveriz. |
We (all) are only two patriots. | Bizler sadece iki vatanseveriz. |
We are just two patriots having different ideas concerning how we will rule our beloved country. | Bizler sadece sevdiğimiz ülkeyi nasıl yöneteceğimiz konusunda farklı fikirlere sahip iki vatanseveriz. |
form /shape/style /fashion /guise | biçim |
Bloody Mary - Bloody Mary is a cocktail containing vodka, tomato juice, and other spices and flavorings including Worcestershire sauce, hot sauces, garlic, herbs, horseradish, celery, olives, salt, black pepper, lemon juice, lime juice and/or celery salt. | Bloody Mary |
he took a sip from his Bloody Mary | Bloody Mary'sinden bir yudum çekiyordu |
blouse | bluz |
to waver /flounder /get confused /hesitate | bocalamak |
trousers with legs getting wider in the down part /bell-leg trousers/glockenförmige Hosen | bol pacalı pantolon |
to put into debt | borca sokmak |
debt | borç |
to not disrupt/destroy > to keep up | bozmamak |
to break down / upset/ spoil/ go wrong /get out of order | bozulmak |
throat (b) | boğaz |
that I am drowning | boğulduğum |
to drown | boğulmak |
space /emptyness /void | boşluk |
in the space /in the void | boşlukta |
Brophy tried to defend himself against the hands. | Brophy ellere karşı kendini savunmaya çalıştı. |
Brophy climbed, leading his reluctant dogs, from the sled runners into the freight compartment of the helicopter. | Brophy isteksiz köpeklerini yönlendirerek, paten demirinden helikopterin yük bölümüne çıktı. |
Brophy tried to defend himself. | Brophy kendini savunmaya çalıştı. |
Brophy looked at the paper. | Brophy kâğıda baktı. |
Brophy watched with horror the dogs' struggling with pain against the enormous weight. | Brophy köpeklerin muazzam ağırlığa karşı acıyla mücadele edişlerini dehşet içinde seyretti. |
Brophy watched the dogs' struggling with pain against the enormous weight | Brophy köpeklerin muazzam ağırlığa karşı acıyla mücadele edişlerini seyretti. |
Brophy watched their struggling with pain against the enormous weight | Brophy muazzam ağırlığa karşı acıyla mücadele edişlerini seyretti. |
Brophy tried to defend himself against the strong hands trying to push him outside . | Brophy onu dışarı iten güçlü ellere karşı kendini savunmaya çalıştı. |
Trembling Brophy adjusted the message frequency. | Brophy titreyerek ileti frekansını ayarladı. |
Swinging his fists Brophy tried to defend himself against the strong hands pushing him outside. | Brophy yumruklarını savurarak, onu dışarı iten güçlü ellere karşı kendini savunmaya çalıştı. |
Brophy screamed. | Brophy çığlık atıyordu. |
Brophy, already on his feet, was screaming. | Brophy çoktan ayağa kalkmış çığlık atıyordu. |
Brophy was confused. | Brophy'nin aklı karışmıştı. |
Brophy was completely confused. | Brophy'nin aklı tamamen karışmıştı. |
Brophy's head | Brophy'nin başı |
he aimed at Brophy's head | Brophy'nin başına doğrulttu |
Brophy's four dogs | Brophy'nin dört köpeği |
When Brophy's four dogs pulled the geological detection device slay over the tundra, they suddenly slowed down turning their eyes (looks) to the sky. | Brophy'nin dört köpeği, jeolojik algılama aygıtları kızağını tundra üzerinde çekerken, birden bakışlarını gökyüzüne çevirerek yavaşladı. |
When Brophy's four dogs pulled the geological detection device slay over the tundra. | Brophy'nin dört köpeği, jeolojik algılama aygıtları kızağını tundra üzerinde çekerken... |
Brophy's four dogs pulled the geological detection device slay over the tundra. | Brophy'nin dört köpeği, jeolojik algılama aygıtları kızağını tundra üzerinde çekiyordu. |
Brophy's sledge | Brophy'nin kızağı |
Brophy's four dogs remaining attached to his sledge | Brophy'nin kızağına bağlı duran dört köpeği |
Brophy's four dogs remaining attached to his sledge had begun to whimper. | Brophy'nin kızağına bağlı duran dört köpeği inlemeye başlamıştı. |
to remain attached to Brophy's sledge | Brophy'nin kızağına bağlı durmak |
Brophy's voice was trembling | Brophy'nin sesi titriyordu |
towards Brophy | Brophy'ye doğru |
They advanced towards Brophy. | Brophy'ye doğru ilerlediler. |
this | bu |
the cruel splendour of this land | bu arazinin acımasız ihtişamı |
the splendour(i) of this land (a) | bu arazinin ihtişamı |
about this success (of yours) | bu başarınız hakkında |
this information | bu bilgi |
This information is not correct. | Bu bilgi doğru değil. |
this appearance was not odd at all | bu görüntü hiç de yadırganmıyordu |
in this forlorn place | bu ıssız yerde |
This much | bu kadar |
From such a low frequency | Bu kadar düşük bir frekanstan |
From such a low frequency nobody can get anything. | Bu kadar düşük bir frekanstan hiç kimse hiçbir şey alamaz. |
this much (in the) north /so far north | bu kadar kuzeyde |
he had never seen a helicopter so far north. | Bu kadar kuzeyde hiç helikopter görmemişti. |
that you came to this breakfast about to discuss your possibilty of leaving your current job in order to work in your father's campaign. | Bu kahvaltıya babanızın kampanyasında çalışmak için mevcut işinizden ayrılma ihtimalinizi tartışmak üzere geldiğiniz |
concerning the rumours on the subject that you came to this breakfast about to discuss your possibilty of leaving your current job in order to work in your father's campaign. | Bu kahvaltıya babanızın kampanyasında çalışmak için mevcut işinizden ayrılma ihtimalinizi tartışmak üzere geldiğiniz konusundaki söylentiler hakkında |
on this subject | bu konuda |
It would be nice if you stop going after this subject... | bu konuda çabalamayı bıraksan iyi... |
they had argued about this subject | bu konuyu tartışmışlardı |
in this profession | bu meslekte |
the one in this profession | bu meslekteki |
half of those in this profession | bu meslektekilerin yarısı |
Half of those in this profession made money from politics. | Bu meslektekilerin yarısı politikadan para kazanıyordu. |
this morning | bu sabah |
This morning Toulos was quite busy. | Bu sabah Toulos oldukça yoğundu. |
This morning Toulos was quite busy with the cacophonical echoes created (o) by the voices rising from silver (pl.) banging against each other, espresso machines and cell phone conversations. | Bu sabah Toulos, birbirine çarpan gümüşler, espresso makineleri ve cep telefonu görüşmelerinden yükselen seslerin oluşturduğu ahenksiz yankılarla oldukça yoğundu. |
This is strange. | Bu tuhaf. |
this place | bu yer |
in this place | bu yerde |
therefore /for this (reason) /because of this | bu yüzden |
therefore she hated him | bu yüzden ondan nefret ediyordu |
that this particularity would lead him into the White House | bu özelliğinin onu Beyaz Saray'a götüreceği |
that this particularity would lead him | bu özelliğinin onu götüreceği |
to find | bulmak |
to find | bulmak |
he even has found(rep) | bulmuş bile |
to be (located) /have /exist | bulunmak |
cloud | bulut |
clouds | bulutlar |
Transmit this! | Bunu ilet! |
contrary to this /otherwise | bunun aksini |
anything that will allude to something contrary to this | bunun aksini ima edecek herhangi bir şey |
to hint at something contrary to this | bunun aksini ima etmek |
This has to do with trust. | Bunun itimatla ilgisi var. |
the logic of this | bunun mantığı |
Can you explain the logic of this? | Bunun mantığını açıklayabilir misin? |
here (root form) | bura |
of here (possessive form) | buranın |
a regular client (of) here | buranın devamlı müşteri |
her nose | burnu |
to her nose | burnuna |
nose | burun |
ice crystal | buz kristali |
glacier (ice field/Gletscher -a slowly moving mass or river of ice formed by the accumulation and compaction of snow on mountains or near the poles. ) /glacial (icy) | buzul |
ice canyons | buzul kanyonları |
the ice canyons and crevices | buzul kanyonları ve yarıkları |
over (abl.) the ice canyons and crevasses | buzul kanyonları ve yarıkları üstünden |
towards the ice canyons | buzul kanyonlarına doğru |
glacial peaks /Gletscherspitzen | buzul zirveleri |
(by) embracing the glacial peaks with military skill | buzul zirvelerini askeri maharetle kucaklayarak |
chapter /section /compartment | bölüm |
budget | bütçe |
budget cuts | bütçe kesintileri |
You (pl or formal) suggested budget cuttings | bütçe kesintileri teklif ettiniz |
to grow | büyümek |
life buoy /life raft /flotation ring /Rettungsring | can simidi |
The Toulos Restaurant being a neighbour to Capitol Hill | Capitol Hill'e komşu olan Toulos Restoranı |
The milk calf and horse meat battered with black pepper that the Toulos Restaurant - a neighbour to Capitol Hill- proudly presented didn't match at all the fashion of the moment (day). | Capitol Hill'e komşu olan Toulos Restoranı'nın gururla sunduğu süt danası ve karabiberle dövülmüş at eti günün modasına hiç uygun değildi. |
to be a neighbour to Capitol Hill | Capitol Hill'e komşu olmak |
his Cartier watch (Cartier watches are luxury watches in a price range from 6,500 to 55,000 $) | Cartier saati |
pocket | cep |
cell phone | cep telefonu |
cell phone conversations | cep telefonu görüşmeleri |
the noises rising from cell phone conversations | cep telefonu görüşmelerinden yükselen sesler |
the cacophonical echoes created (o) by the noises rising from cell phone conversations | cep telefonu görüşmelerinden yükselen seslerin oluşturduğu ahenksiz yankılar |
He got his cell phone out and dialed a number. | Cep telefonu çıkarıp bir numara çevirdi. |
He was talking on his cell phone. | Cep telefonunda konuşuyordu. |
to answer (c. v.) | cevap vermek |
the person holding the device in her hand | cihazı elinde bulunduran kişi |
that the person holding the device in her hand was really her | cihazı elinde bulunduran kişinin gerçekten kendisi olduğu |
The pager's sound stopped and the LCD began to blink. | Cihazın sesi kesildi ve LCD yanıp sönmeye başladı. |
The pager's sound stopped. | Cihazın sesi kesildi. |
to screetch / squeak/chirp /squeal | cırlamak |
republic | cumhuriyet |
republican | cumhuriyetçi |
republican candidate | cumhuriyetçi aday |
and still less of them | daha da azı |
and still less of them looked (appeared) like Rachel Sexton. | daha da azı Rachel Sexton gibi görünürdü. |
more | daha fazla |
it was not difficult (g) to act more mature | daha olgun davranmak güç değildi |
always (d) | daima |
wave | dalga |
undulate / floating /wavy / flowing /curled | dalgalı |
calf | dana |
as I said | dediğim gibi |
as we said | dediğimiz |
Do as we said! | Dediğimizi yap! |
Do as we said. | Dediğimizi yap! |
horror | dehşet |
with horror /in horror | dehşet içinde |
until (d) +dative | dek |
penetrating /piercing | delici |
penetrating look /piercing look /steel gaze | delici bakış |
full of holes | delik deşik |
to perforate | delik deşik etmek |
to pierce /thrust through | delip geçmek |
to say | demek |
that means | demek |
it can be called | denebilir |
magazine (paper) | dergi |
to compile /to gather | derlemek |
to continue | devam etmek |
continous /lasting /constant /permanent/regular | devamlı |
a regular client | devamlı müşteri |
is not | değil |
didn't you /isn't it /right? | değil mi? |
to change | değişmek |
to change sthg | değiştirmek |
to zoom (airplane) | dikine yükselmek |
when considering /when taking into account | dikkate alındığında |
with care / sorgfältig | dikkatle |
to fix /set /plant /erect | dikmek |
tongue | dil |
serenity /calmness/, composure | dinginlik |
that / so /word to connect direct speech to the main sentence when the main sentence uses any verb other than demek | diye |
by saying | diyerek |
the other | diğer |
the other man | diğer adam |
The other man raising his rifle aimed at Brophy's head. | Diğer adam tüfeğini kaldırarak Brophy'nin başına doğrulttu. |
the other (one) | diğeri |
The other one answered. | Diğeri yanıtladı. |
'That's his daughter, you idiot,' answered the other. | Diğeri, 'O kızı, salak,' diye yanıtladı. |
Foreign affairs | dışişleri |
Ministry for Foreign Affairs | Dışişleri Bakanlığı |
that man from the Ministry of Foreign Affairs | Dışişleri Bakanlığı'ndan şu adam |
ninety | doksan |
the image of a doctor | doktor görüntüsü |
because of (an ablative) | dolayı |
because of / due to (d) + abl. | dolayı |
to fill something with something | doldurmak |
to fill /come in | dolmak |
to fill (get full) | dolmak |
towards | doğru |
correct | doğru |
to point /aim / straighten /orient | doğrultmak |
as a matter of fact /strictly speaking/in fact | doğrusunu istersen |
In fact darling, I don't believe you even met the President, have you met him? | Doğrusunu istersen hayatım, Başkan'la bile tanıştığını sanmıyorum, tanıştın mı? |
in fact darling, I don't believe... | Doğrusunu istersen hayatım,... sanmıyorum. |
her natural (inborn) blessings | doğuştan sahip olduğu nimetleri |
to have a natural /to have an inborn /by nature | doğuştan sahip olmak |
(RPRT DIRNRO STAT = DRL UKODIR RPRV) | DRL UKODIR RPRV |
lip | dudak |
widow /widower | dul |
to stop/stand | durmak |
He stopped and looked at Rachel. | Durup Rachel'a baktı. |
to feel (d) | duyumsamak |
to turn (d) | dönmek |
four | dört |
four dogs | dört köpek |
battered (beaten) | dövülmüş |
button | düğme |
to fall | düşmek |
low | düşük |
a low frequency | düşük frekans |
he thought | düşündü |
to think | düşünmek |
Gerund verbal noun of etmek expressing the manner of action but also the fact of action used after verbs which can't take - diği participles as seyretmek/izlemek | ediş- |
their making (Gerund verbal noun) | edişleri |
Sir | efendim |
screen | ekran |
hand | el |
hand | el |
to be convenient /to be enough /to permit | el vermek |
with the help of her hands | el yordamıyla |
to grope for (search blindly or uncertainly by feeling with the hands.) | el yordamıyla bulmak |
of course (e) | elbette |
electronic | elektronik |
hands | eller |
against the hands | ellere karşı |
their hands | elleri |
in their hands | ellerinde |
with their rifles in their hands (Gewehre) | ellerinde tüfekleriyle |
fifty | elli |
fifty | elli |
fifty meters | elli metre |
at fifty meters | elli metre kadar |
fifty meters away /at a distance of fifty meters | elli metre kadar uzağa |
order /command | emir |
at least | en azından |
most famous | en ünlü |
worry/concern /anxiety (e) | endişe |
as if he was worried | endişeleniyormuş gibi |
overcome by worry /be alarmed /begin to worry | endişeye kapılmış |
to melt | erimek |
to melt away /to melt and go | eriyip gitmek |
man /male | erkek |
the looks of men | erkeklerin bakışları |
the order to postpone | erteleme emri |
as if the order to postpone had come | erteleme emri gelmiş gibi |
to delay/postpone | ertelemek |
espresso machines | espresso makineleri |
meat | et |
to affect /reflect | etkilemek |
around (loc.) | etrafta |
Those eating around | Etrafta yemek yiyenler |
Those eating around watched her from the corner of their eyes. | Etrafta yemek yiyenler yan gözle onu süzdüler. |
to get married | evlenmek |
State (e. g. of America) /province | eyalet |
if (e) | eğer |
education | eğitim |
wife | eş |
equal/even | eşit |
equal salaries | eşit maaşlar |
to accompany /to take s.o. out /to keep s. o. company /to escort | eşlik etmek |
things /goods /belongings | eşyalar |
to notice | fark etmek |
I was not aware of | farkında değildim |
I am not aware of | farkında değilim |
to be aware | farkında olmak |
I am aware of | farkındayım |
different /several | farklı |
primary elections held in different states | farklı eyaletlerde yapılan önseçimler |
disaster | felaket |
idea /thought (f) | fikir |
to burst /jump /spring | fırlamak |
to be thrown/tossed (f) | fırlatılmak |
storm | fırtına |
storm clouds | fırtına bulutları |
storm clouds gathered | fırtına bulutları toplandı |
to whisper | fısıldamak |
a fund | fon |
to allocate a fund | fon ayırmak |
for a fund to be allocated | fon ayrılmak |
frequency | frekans |
to guarantee /certify /make sure /ensure /make certain | garantilemek |
waiter | garson |
called by the reporters(g) | gazetecilerin dediği |
called grapefruit by the reporters(g) | gazetecilerin greyfurt dediği |
to be late / to delay | gecikmek |
I am late | geciktim |
on the subject/concerning that you came | geldiğiniz konusunda |
the rumours on the subject that you came | geldiğiniz konusundaki söylentiler |
concerning the rumours on the subject that you came | geldiğiniz konusundaki söylentiler hakkında |
it can come | gelebilir |
it could come | gelebilirdi |
next | gelecek |
future | gelecek |
future | gelecek |
next winter /coming winter | gelecek kış |
Coming winter he will snatch the White House from the president being in deep waters | Gelecek kış Beyaz Saray'ı güç durumdaki Başkan'dan koparacak. |
Coming winter he will snatch the White House | Gelecek kış Beyaz Saray'ı koparacak. |
your future | geleceğin |
Think of your future. | Geleceğini düşün. |
to come | gelmek |
ship | gemi |
to jump on board | gemiye atlamak |
a young wife | genç bir hanım |
all the rest /everything else | geri kalan her şey |
really | gerçekten |
late | geç |
late | geç |
she was late | geç kaldı |
that she was late | geç kaldığı |
He looked at Rachel expressing somehow that she was late | Geç kaldığını ifade eder bir şekilde Rachel'a baktı. |
to express to she was late | geç kaldığını ifade etmek |
to be late | geç kalmak |
last week | geçen hafta |
last week on Tuesday | geçen hafta Salı'da |
Last week on Super Tuesday (The primary elections held in several States) , after leaving twelve republican candidates behind he had almost made certain to become his party's canditate for president of the United States of America. | Geçen hafta Süper Salı'da (Farklı eyaletlerde yapılan önseçimler) on iki cumhuriyetçi adayı arkada bıraktıktan sonra, partisinin Amerika Birleşik Devletleri başkan adayı olmayı neredeyse garantilemişti. |
Last week on Super Tuesday, after leaving twelve republican candidates behind he had almost made certain to become his party's canditate for president of the United States of America. | Geçen hafta Süper Salı'da, on iki cumhuriyetçi adayı arkada bıraktıktan sonra, partisinin Amerika Birleşik Devletleri başkan adayı olmayı neredeyse garantilemişti. |
temporary | geçici |
temporarily | geçici bir süre |
make pass | geçirmek |
In the last few weeks (that we passed) | geçtiğimiz son birkaç hafta içinde |
In the last few weeks (that we passed) it has been determined in the polls that you made a tremendous leap. | Geçtiğimiz son birkaç hafta içinde kamuoyu araştırmalarında muazzam bir sıçrama yaptığınız belirlendi. |
to enter | girmek |
before going | gitmeden önce |
I wonder if you could before leaving make a comment? | Gitmeden önce bir yorum yapabilir misiniz, acaba? |
Before leaving can you make a comment? | Gitmeden önce bir yorum yapabilir misiniz? |
I wonder if you could before leaving make a comment concerning the rumours on the subject that you came to this breakfast about to discuss your possibilty of leaving your current job in order to work in your father's campaign. | Gitmeden önce, bu kahvaltıya babanızın kampanyasında çalışmak için mevcut işinizden ayrılma ihtimalinizi tartışmak üzere geldiğiniz konusundaki söylentiler hakkında bir yorum yapabilir misiniz, acaba? |
I have to go. | Gitmek zorundayım. |
wearing | giyen |
clothes | giysiler |
hidden | gizli |
a hidden purpose | gizli bir amaç |
a secret message | gizli bir mesaj |
a secret message text | gizli bir mesaj metni |
secretly | gizlice |
grapefruit | greyfurt |
grey | gri |
pride | gurur |
proudly | gururla |
middle name | göbek adı |
He had added the middle name himself. | Göbek adını kendi ilave etmişti. |
the sky | gökyüzü |
to send | göndermek |
to work /carry out a duty /serve | görev yapmak |
to see | görmek |
it is quite exciting to see | görmek oldukça heyecan verici |
he had not seen | görmemişti |
Don't you(pl) see? | görmüyor musunuz? |
he had seen | görmüştü |
enough to appear | görünecek kadar |
image /sight /display / view/semblance | görüntü |
looks /complexion /appearance /outlook /sight /prospect | görünüm |
appearance /view | görünüm |
interview/ conversation /discussion | görüşme |
short enough to show | gösterecek kadar kısa |
dash /fanciness /show off | gösteriş |
dashing /flashy /showy / spectacular | gösterişli |
modest /unattractive /unpretentious | gösterişsiz |
unpretentious heelless shoes | gösterişsiz topuksuz ayakkabılar |
without showing | göstermeden |
to show | göstermek |
to take (away) /lead | götürmek |
to get out of sight /to disappear | gözden kaybolmak |
to disappear /to get lost from sight /vanish | gözden kaybolmak |
for one's eyes to pop out | gözleri yuvalarından fırlamak |
Rachel whose eyes were popping out | Gözleri yuvalarından fırlayan Rachel |
Rachel whose eyes were popping out contented to look. | Gözleri yuvalarından fırlayan Rachel bakmakla yetindi. |
to narrow one's eyes | gözlerini kısmak |
bye bye (said by the person staying) | güle güle |
Bye bye, darling, (t). | Güle güle, tatlım. |
to laugh | gülmek |
to smile | gülümsemek |
silver | gümüş |
Good morning | Günaydın |
the fashion of the moment (day) | günün modası |
it didn't match at all the fashion of the moment | günün modasına hiç uygun değildi |
trust/confidence | güven |
to inspire confidence | güven telkin etmek |
that they trust | güvendikleri |
that they will trust | güvenecekleri |
that they won't be able to trust | güvenemeyecekleri |
to trust | güvenmek |
that they won't trust | güvenmeyecekleri |
nice/beautiful /lovely /good | güzel |
nice / beautiful body | güzel vücut |
power /force /strength | güç |
with difficulty /barely | güç |
it was not difficult (g) | güç değildi. |
in difficulties /in deep waters /in a tight corner | güç durumda |
the president being in deep waters | güç durumdaki başkan |
strong | güçlü |
strong families | güçlü aileler |
strong women | güçlü kadınlar |
a fan of strong women | güçlü kadınların hayranı |
news | haber |
news | haber |
a newsspeaker | haber spikeri |
newsspeaker woman /anchor woman | haber spikeri kadın |
slightly | hafifçe |
to tap | hafifçe vurmak |
week | hafta |
week | hafta |
about /concerning | hakkında |
in which purpose | hangi amacıyla |
She knew exactly in which purpose this was asked. | Hangi amaçla sorulduğunu kesinlikle biliyordu. |
lady /wife /mistress | hanım |
spending /expense | harcama |
to waste /spend | harcamak |
The spendings are putting this country into debt. | Harcamalar bu ülkeyi borca sokuyor. |
Quit wasting! / Stop to waste! | Harcamayı bırakın! |
Stop wasting, start improving! (Stop spending, start mending) | Harcamayı bırakın, iyileştirmeye başlayın! |
to stop spending | harcamayı bırakmak |
air | hava |
(by) taking off | havalanarak |
to take off | havalanmak |
an air of... | havası |
into the air | havaya |
to bark | havlamak |
My dear (h) | hayatım |
darling (h) | hayatım |
quite /considerably | hayli |
you (pl/pol. ) suggested quite controversial budget cuttings | hayli ihtilaflı bütçe kesintileri teklif ettiniz |
a fan | hayran |
animal | hayvan |
ready | hazır |
to prepare /to get ready | hazırlamak |
it would not have prepared | hazırlamış olmazdı |
to be prepared /to get ready | hazırlanmak |
unprepared | hazırlıksız |
helicopter / Hubschrauber | helikopter |
the helicopter descended | helikopter alçalıyordu |
When the helicopter ascended to thousand three hundred meters | Helikopter bin üç yüz metreye çıkarken |
As the helicopter climbed to thousand three hundred meters it zoomed over the ice canyons and crevices. | Helikopter bin üç yüz metreye çıkarken, buzul kanyonları ve yarıkları üstünden dikine yükseliyordu. |
the helicopter zoomed | helikopter dikine yükseliyordu |
the helicopter turned (d) | helikopter döndü |
The helicopter landed fifty meters away. | Helikopter elli metre kadar uzağa indi. |
the helicopter taking off turned westwards | helikopter havalanarak batıya döndü |
the helicopter took off | helikopter havalandı |
The helicopter landed. | Helikopter indi. |
when the helicopter gained altitude | helikopter irtifa kazanırken |
When the helicopter gained altitude, the wind came in from the open door. | Helikopter irtifa kazanırken rüzgâr açık kapıdan içeri doluyordu. |
the helicopter descended drawing a curve | helikopter kavis çizerek alçalıyordu. |
When the helicopter ascended | helikopter çıkarken |
The helicopter landed fifty meters away, blowing(s) a cloud (k) of powdery snow into the air. | Helikopter, toz gibi kardan bir kümeyi havaya savurarak elli metre kadar uzağa indi. |
the animals being dragged out of the helicopter | helikopterden dışarı sürüklenen hayvanlar |
Get into the helicopter | Helikoptere binin! |
the door of the helicopter | helikopterin kapısı |
when the door of the helicopter opened | helikopterin kapısı açıldığında |
When the door of the helicopter slid open | Helikopterin kapısı kayarak açıldığında |
When the door of the helicopter slid open, two men descended. | Helikopterin kapısı kayarak açıldığında, iki adam aşağı indi. |
immediately afterwards | hemen sonra |
the tears would go immediately after and by inspiring trust in everything open a door to an enthousiastic spirit | hemen sonra yaşlar gider ve her şeye karşı güven telkin ederek, çoşkulu bir ruha kapı açardı |
İmmediately! | Hemen! |
every day a bit more | her gün biraz daha |
in any case(h. h.)/ just to be on the safe side/ by all means/ under any circumstances | her halükârda |
to both of you | her ikinize |
Thank you to both of you. | Her ikinize teşekkür ederim. |
Thank you to both of you. | Her ikinize teşekkür ederim. |
whoever you are | her kimsen |
like always / as usual | her zamanki gibi |
trust in /towards everything | her şeye karşı güven |
anything | herhangi bir şey |
exciting /thrilling / sensational | heyecan verici |
angrily (h) | hiddetle |
to growl /snarl | hırlamak |
feeling | his |
when she felt (ince) | hissedince |
to feel | hissetmek |
to feel | hissetmek |
to be overcome by the feeling of... | hissine kapılmak |
fast/quickly | hızla |
never /any | hiç |
not at all | hiç de |
it was not odd at all | hiç de yadırganmıyordu |
he had never seen a helicopter | hiç helikopter görmemişti |
nobody | hiç kimse |
nobody can get | hiç kimse alamaz |
nobody can get anything | hiç kimse hiçbir şey alamaz |
I have no intention | hiç niyetim yok |
didn't match at all / wasn't suitable | hiç uygun değildi |
It was no use | Hiç yararı yoktu. |
nothing | hiçbir şey |
nothing | hiçbir şey |
nothing would have prepared him | hiçbir şey onu hazırlamış olmazdı |
nothing would have prepared him for the inhuman disaster | hiçbir şey onu insanlık dışı felakete hazırlamış olmazdı |
grudgingly | homurdanarak |
to like (+ablative) (h) | hoşlanmak |
judge (h) | hâkim |
to dominate | hâkim olmak |
government | hükümet |
the goverment spendings | hükümet harcamaları |
expression | ifade |
expression | ifade |
to express | ifade etmek |
betrayal /treachery /infidelity /deception | ihanet |
Deception Point | ihanet noktası |
controversy /dispute/disagreement | ihtilaf |
controversial | ihtilaflı |
possibilty /chance /the odds | ihtimal |
magnificence /splendour /grandeur (i) | ihtişam |
two | iki |
two men stepped out | iki adam indi |
having different ideas | iki fikirlere sahip |
that both of you find time to dine together | ikinizin birlikte yemeğe vakit bulduğu |
that both of you find time to dine together is quite sensational. | ikinizin birlikte yemeğe vakit bulduğunu oldukça heyecan verici |
that both of you find | ikinizin bulduğu |
to add /supplement | ilave etmek |
to advance | ilerlemek |
message (i) | ileti |
the message frequency | ileti frekansı |
when he transmitted | iletirken |
to transfer /transmit | iletmek |
We want you to transmit | iletmeni istiyoruz |
the first | ilk |
first | ilk |
first name /prénom /Vorname (This word is only used in case of confusion.) | ilk adı |
the man talking first | ilk konuşan adam |
the man who had spoken first handed him a note paper | ilk konuşan adam bir not kâğıdını ona uzattı |
to mention/allude to /hint at | ima etmek |
to believe | inanmak |
to believe (in a dative) | inanmak |
stiletto /mit Stöckelabsätzen | ince topuklu |
to study /examine /analyze | incelemek |
reduction /allowance /discount /cut | indirim |
to reduce /bring down (i) | indirmek |
descending | inen |
execution /renforcement | infaz |
to whimper /howl /moan /wail | inlemek |
to descend (get off/out) /land | inmek |
inhuman | insanlık dışı |
inhuman disaster | insanlık dışı felaket |
huge /big (i) | iri |
her light brown big wavy hair | iri dalgalı açık kahverengi saçları |
big wavy hair | iri dalgalı saçlar |
altitude | irtifa |
name (i) | isim |
my name (i) | ismim |
forlorn | ıssız |
what he wanted | istediği |
reluctant /unwilling | isteksiz |
leading his reluctant dogs | isteksiz köpeklerini yönlendirerek |
to want | istemek |
to want | istemek |
didn't you want | istememiş miydin |
she had learned that he wouldn't want | istemeyeceğini öğrenmişti |
intelligence /information | istihbarat |
intelligence organisation | istihbarat teşkilatı |
She is working in an intelligence organisation. | istihbarat teşkilatında görev yapıyor. |
we want | istiyoruz |
trust/confidence (i) | itimat |
a matter of trust | itimat meselesi |
to push | itmek |
good-looking | iyi görünümlü |
to improve | iyileştirmek |
inner /inside | iç |
the inside | içeri |
from inside /from deep within | içinden |
to inhale /take a breath | içine çekmek |
to sigh | içini çekmek |
one of them (one from within their group) | içlerinden biri |
one of them shouted | içlerinden biri seslendi |
work /affair /business | iş |
to get a job | iş almak |
the possibilty of leaving your work | işinizden ayrılma ihtimaliniz |
You came (about) to discuss the possibilty of leaving your work | işinizden ayrılma ihtimalinizi tartışmak üzere geldiniz |
to leave your work/quit your job | işinizden ayrılmak |
workplace | işyeri |
workplaces | işyerleri |
at the workplaces | işyerlerinde |
geologist | jeolog |
The geologist Charles Brophy, despite having endured the cruel splendour of this land,... | Jeolog Charles Brophy bu arazinin acımasız ihtişamına katlanmış olmasına rağmen |
The geologist wavered | Jeolog bocaladı. |
The geologist wavered: "Where do you know my name from?" | Jeolog bocaladı. 'İsmimi nerden biliyorsunuz?' |
The geologist Charles Brophy despite having endured the cruel splendour of this land for years... | Jeolog Charles Brophy bu arazinin acımasız ihtişamına yıllarca katlanmış olmasına rağmen |
The geologist Charles Brophy despite having endured the cruel splendour of this land for years, still nothing would have prepared him for the inhuman disaster that he was going to experience. | Jeolog Charles Brophy bu arazinin acımasız ihtişamına yıllarca katlanmış olmasına rağmen yine de hiçbir şey onu yaşayacağı insanlık dışı felakete hazırlamış olmazdı. |
geological detection devices(a) | jeolojik algılama aygıtları |
the geological detection devices sledge | jeolojik algılama aygıtları kızağı |
woman | kadın |
when the woman entered (inside) | kadın içeri girdiğinde |
When the woman entered (inside) the chief waiter secretly took a sip from his morning Bloody Mary. | kadın içeri girdiğinde şefgarson gizlice sabah Bloody Mary'sinden bir yudum çekiyordu. |
The woman was someone attractive. | Kadın çekici biriydi. |
the woman said with a shy voice | kadın çekingen bir sesle dedi |
The woman said with a timid voice:"I am a bit late." | Kadın çekingen bir sesle, 'Biraz geciktim,' dedi. |
The woman had the piercing look of the Senator. /In the woman was... | kadında Senatörün delici bakışları vardı |
The woman (loc.) had the piercing look of the Senator and his gentle behaviour - that air of well-bred nobility. | Kadında Senatörün delici bakışları ve nazik tavrı - şu terbiyeli asalet havası - vardı. |
The woman (loc) had the Senator's penetrating look (pl) and gentle behaviour. | Kadında Senatörün delici bakışları ve nazik tavrı vardı. |
the woman's shoulders | kadının omuzları |
descending until the woman's shoulders | kadının omuzlarına dek inen |
The woman's light brown big wavy hair descending until her shoulders | Kadının omuzlarına dek inen iri dalgalı açık kahverengi saçları |
The woman's light brown big wavy hair descending until her shoulders was combed in the style being the latest fashion in Washington. | Kadının omuzlarına dek inen iri dalgalı açık kahverengi saçları, Washington'da en revaçta olan tarzda taranmıştı. |
the woman 's hair was combed | kadının saçları taranmıştı |
The woman 's hair was combed in the style being the latest fashion in Washington. | Kadının saçları Washington'da en revaçta olan tarzda taranmıştı. |
equal salaries to be given to women | kadınlara eşit maaşlar verilmesi |
laughter | kahkaha |
to burst into laughter | kahkahaya boğulmak |
breakfast | kahvaltı |
the calling (inviting/summoning) for breakfast | kahvaltıya çağırma |
my coffee | kahvem |
I don't want to let my coffee get cold. | Kahvemi soğutmak istemiyorum. |
brown | kahverengi |
my heart (k) | kalbim |
It breaks my heart | Kalbim el vermiyor |
to lift up /to raise | kaldırmak |
shield (k) | kalkan |
to get up / lift / rise | kalkmak |
heart (k) | kalp |
campaign | kampanya |
The campaign is going well. | Kampanya iyi gidiyor. |
his campaign slogan | kampanya sloganı |
his campaign slogan had begun to infest (cover) all America | Kampanya sloganı tüm Amerika'yı kaplamaya başlamıştı. |
my campaign (acc) | kampanyamı |
I see that the campaign is going well. | Kampanyanın iyi gittiğini görüyorum. |
public opinion | kamuoyu |
public opinion surveys /polls | kamuoyu araştırmaları |
it has been determined in the polls that you made a tremendous leap | kamuoyu araştırmalarında muazzam bir sıçrama yaptığınız belirlendi. |
blood | kan |
law | kanun |
for a law to be issued | kanun çıkarılması |
to issue a law | kanun çıkarmak |
to close sthg | kapatmak |
door | kapı |
door | kapı |
to open a (any) door | kapı açmak |
out of the door | kapıdan dışarı |
to give rein to /to be overcome by/to give way to/ to sink into | kapılmak |
open the door | kapıyı aç |
Close the door! | Kapıyı kapat! |
to cover /overspread / infest | kaplamak |
snow | kar |
black pepper | karabiber |
with black pepper | karabiberle |
horse meat battered with black pepper | karabiberle dövülmüş at eti |
decision | karar |
card | kart |
against | karşı |
I didn't meet (k) | karşılaşmadım |
to meet s. o. (k) | karşılaşmak |
to face (e. g. an audience) | karşısına çıkmak |
to be stiffened | kaskatı kesilmek |
to bear /stand /endure /put up with | katlanmak |
despite enduring | katlanmasına rağmen |
despite having endured | katlanmış olmasına rağmen |
a curve | kavis |
(by) drawing a curve | kavis çizerek |
to slide open | kayarak açılmak |
to lose sthg | kaybetmek |
to get lost | kaybolmak |
to disappear /to get lost | kaybolmak |
He began the recording (dat.) | Kayda başladı. |
the recording (nom - dat.) | kayıt - kayda |
recording device | kayıt cihazı |
he closed his recording device | kayıt cihazını kapattı |
to slide /glisser | kaymak |
source | kaynak |
caused by /inflicted /arising | kaynaklanan |
to have its source in /to originate /to be caused by | kaynaklanmak |
accident | kaza |
to gain | kazanmak |
to win | kazanmak |
to escape | kaçmak |
the excuse to escape | kaçmak için bahanesi |
the excuse to escape was ready | kaçmak için bahanesi hazırdı |
to frown | kaşlarını çatmak |
mournfully /ruefully | kederle |
word (k) | kelime |
the words stayed temporarily suspended in the void. | kelimeler geçici bir süre boşlukta asılı kaldı |
your word | kelimen |
himself | kendi |
for/to himself | kendine |
to dominate yourself | kendine hâkim olmak |
to learn to dominate yourself | kendine hâkim olmayı öğrenmek |
himself | kendini |
Don't kid (belittle) yourself! | Kendini küçük düşürme! |
to collect oneself | kendini toplamak |
to hold oneself back from /to refrain from | kendini tutmak |
Rachel trying to collect herself together again, | Kendini yeniden toplamaya çalışan Rachel |
Trying to collect herself together again, Rachel answered , 'Let me guess. A famous widower is looking for a young wife.' | Kendini yeniden toplamaya çalışan Rachel, 'Bırak tahmin edeyim,' diye cevap verdi. 'Ünlü bir dul kendine genç bir hanım arıyor.' |
to cackle | kesik kesik gülmek |
to be interrupted /cut | kesilmek |
exactly | kesinlikle |
She knew exactly | kesinlikle biliyordu |
It was certainly giving bad news. | Kesinlikle kötü haber veriyordu. |
cut /interruption | kesinti |
to cut /to stop sthg | kesmek |
to cut /to stop sthg /interrupt | kesmek |
that/so that (conj.) | ki |
so that when taking into account his talent for imitation | ki taklit yeteneği dikkate alındığında |
so that when taking into account his talent for imitation, this appearance was not odd at all. | ki taklit yeteneği dikkate alındığında bu görüntü hiç de yadırganmıyordu |
to giggle /chuckle /chortle | kıkırdamak |
who | kim |
without blinking | kıpırdamadan |
to move /wriggle /stir (for eyes) blink | kıpırdamak |
forty | kırk |
short | kısa |
abbreviation | kısaltma |
She figured out the abbreviation immediately and frowned. | Kısaltmayı hemen çözdü ve kaşlarını çattı. |
She figured out the abbreviation immediately. | Kısaltmayı hemen çözdü. |
girl | kız |
daughter | kız |
sledge /Schlitten | kızak |
Brophy, descending from the slay | kızaktan inen Brophy |
"...? " asked Brophy, descending from the slay. | Kızaktan inen Brophy, '...?' diye sordu. |
"What happened, girls? " asked Brophy, descending from the slay. | Kızaktan inen Brophy, 'Ne oldu, kızlar?' diye sordu. |
to descend from the slay | kızaktan inmek |
they pushed the sledge out of the door | kızağı kapıdan dışarı ittiler |
to pull the slay over the tundra | kızağı tundra üzerinde çekmek |
grapping the sledge they pushed it out of the open door | kızağı tutarak, açık kapıdan dışarı ittiler. |
his daughter | kızı |
my daughter | kızım |
It is understood that your daughter is a very busy woman. | Kızının çok meşgul bir kadın olduğu anlaşılıyor. |
Your daughter is working for your opponent | Kızınız rakibiniz için çalışıyor. |
the conflicts arising because your daughter will be working | kızınızın çalışacak olmasından kaynaklanan çatışmalar |
the conflicts arising because your daughter is working | kızınızın çalışıyor olmasından kaynaklanan çatışmalar |
by your daughter's working (abl.) | kızınızın çalışmasından |
the conflicts caused by your daughter's working | kızınızın çalışmasından kaynaklanan çatışmalar |
the conflicts arising because your daughter has worked | kızınızın çalışmış olmasından kaynaklanan çatışmalar |
I am his daughter | Kızıyım |
girls | kızlar |
ass /Arsch /cul | kıç |
to remove from your ass with a corkscrew | kıçından tirbuşonla çıkarmak |
winter | kış |
people | kişiler |
classic/vintage | klasik |
easily | kolayca |
neighbour | komşu |
neighbour | komşu |
you have f... the neighbour(slady) | komşuyu becermiştin |
gone out of control | kontrolden çıkmış |
the-out-of-control-government spendings | Kontrolden çıkmış hükümet harcamaları |
The-out-of-control-government spendings are putting this country every day a bit more into debt. | Kontrolden çıkmış hükümet harcamaları bu ülkeyi her gün biraz daha borca sokuyor |
The-out-of-control-government spendings are putting this country every day a bit more into debt and the Americans are beginning to notice that from now on the time has come to stop spending and to start improving (mending) | Kontrolden çıkmış hükümet harcamaları bu ülkeyi her gün biraz daha borca sokuyor ve Amerikalılar artık harcamayı bırakıp iyileştirmeye başlama zamanının geldiğini fark etmeye başlıyorlar. |
subject | konu |
talking | konuşan |
to talk | konuşmak |
to interrupt a conversation | konuşmaları bölmek |
he has a chance to snatch | koparma şansı var |
to snatch | koparmak |
fear | korku |
by fear | korkudan |
stiffened by fear | Korkudan kaskatı kesilen |
Stiffened by fear Brophy tried swinging his fists to defend himself against the strong hands pushing him outside. | Korkudan kaskatı kesilen Brophy yumruklarını savurarak, onu dışarı iten güçlü ellere karşı kendini savunmaya çalıştı. |
cream coloured | krem rengi |
The woman in her mid thirties, wearing a cream coloured Laura Ashley blouse, was someone attractive. | Krem rengi Laura Ashley bluz giyen otuzlu yaşlarının ortalarındaki kadın çekici biriydi. |
crystal | kristal |
to embrace /hug | kucaklamak |
to sound (to come to the ear) | kulağa gelmek |
wolf | kurt |
blessed | kutsanmış |
north | kuzey |
in the North | kuzeyde |
paper | kâğıt |
dog | köpek |
the dogs slowed down turning their eyes (looks) to the sky | köpekler bakışlarını gökyüzüne çevirerek yavaşladı |
The dogs suddenly slowed down. | Köpekler birden yavaşladı. |
the dogs barked | köpekler havladılar. |
the dogs growled/snarled | köpekler hırladılar |
the dogs began to whimper. | Köpekler inlemeye başladı. |
my dogs are frightened | köpeklerim ürktü |
Don't you (pl) see that my dogs are frightened? | Köpeklerimin ürktüğünü görmüyor musunuz? |
Don't you (pl) see that the dogs are frightened? | Köpeklerin ürktüğünü görmüyor musunuz? |
to explode/rage /effervesce /bubble over | köpürmek |
because of exploding | köpürmesinden dolayı |
bad /evil | kötü |
bad news | kötü haber |
to curse | küfretmek |
cluster (k) /flock /pile/ cloud | küme |
arrogant / insolent | küstah |
not insolent | küstah değil |
word (l) | laf |
because his words were interrupted | lafı kesildiği için |
cursed | lanet |
Cursed journalists, she thought. | Lanet muhabirler, diye düşündü. |
the woman wearing a Laura Ashley blouse | Laura Ashley bluz giyen kadın |
the message coming to the LCD screen | LCD ekranına gelen mesaj |
the LCD began to blink | LCD yanıp sönmeye başladı |
lodge /box /booth | loca |
please | Lütfen |
salary | maaş |
skill /artfullness /savoir faire | maharet |
embarrassed /ashamed | mahcup |
he was ashamed /he was embarrassed | mahcup oldu |
logic | mantık |
table | masa |
table | masa |
to the front of the table | masada öne doğru |
to lean over the table | masada öne doğru eğilmek |
next to the table | masanın yanında |
the basket on top of the table | masanın üstündeki sepet |
She stepped up onto the table and... | Masanın üstüne çıkıp |
She wanted to step up onto the table and perforate him with the fork. | Masanın üstüne çıkıp onu çatalla delik deşik etmek istedi. |
innocent | masum |
with an innocent expression of surprise | masum bir şaşkınlık ifadesiyle |
melodious | melodik |
with pleasure | memnuniyetle |
hello | merhaba |
issue /matter / problem /affair | mesele |
profession | meslek |
those in this profession | meslektekiler |
text | metin |
current /available | mevcut |
your current job | mevcut işiniz |
busy | meşgul |
temperament | mizaç |
enormous / tremendous /huge (m) | muazzam |
tremendous (m) | muazzam |
the enormous weight | muazzam ağırlık |
against the enormous weight | muazzam ağırlığa karşı |
their struggling with pain against the heavy weight | muazzam ağırlığa karşı acıyla mücadele edişleri |
that you (form.) made a tremendous leap | muazzam sıçrama yaptığınız |
journalist /reporter | muhabir |
'Ralph Sneeden,' said the reporter. 'Washington Post. May I ask you a few questions?' | Muhabir 'Ralph Sneeden,' dedi. 'Washington Post. Size birkaç soru sorabilir miyim?' |
'And on the subject of families,' the journalist continued. | Muhabir 'Ve aileler konusunda,' diye devam etti. |
'And on the subject of families,' the journalist continued. 'You often talk about education.' | Muhabir 'Ve aileler konusunda,' diye devam etti. 'Sıkça eğitimden bahsediyorsunuz.' |
'Miss Sexton,' the reporter said quick as a lightening. | Muhabir bir çırpıda, 'Bayan Sexton,' dedi. |
The journalist extended his recording device to her nose. 'Miss Sexton?' | Muhabir kayıt cihazını burnuna uzatmıştı. 'Bayan Sexton?' |
The journalist gave an air as if he was worried because of his question. | Muhabir sorusundan dolayı endişeleniyormuş gibi bir hava verdi. |
The reporter laughed right on time. | Muhabir tam zamanında güldü. |
By coughing the journalist gave an air as if he was worried because of his question. | Muhabir öksürerek sorusundan dolayı endişeleniyormuş gibi bir hava verdi. |
'Finally, Sir, "said the reporter. | Muhabir, 'Efendim, son olarak,' dedi. |
The journalist's eyes grew. | Muhabirin gözleri büyüdü. |
the reporter's question | muhabirin sorusu |
The journalist's question was of the kind called grapefruit by the reporters,a hidden favour presented to the Senator in form of a difficult question - a slow shot that her father would easily be able to catch and by making a smatch send it off the court. | Muhabirin sorusu, gazetecilerin greyfurt dediği türden, Senatöre zor bir soru görünümünde sunulan üstü kapalı bir kıyak - babasının kolayca yetişip smaç yaparak sahanın dışına gönderebileceği yavaş bir atıştı. |
The journalist's question was of the kind called grapefruit by the reporters | Muhabirin sorusu, gazetecilerin greyfurt dediği türden. |
The reporter's face shone with joy. | Muhabirin yüzü sevinçle parladı. |
menu (ö /e) | mönü - menü |
struggle /fight (noun) | mücadele |
their struggling (Gerund verbal noun) | mücadele edişleri |
to struggle | mücadele etmek |
client | müşteri |
freight /transport | nakliye |
a transport (freight) helicopter | nakliye helikopteri |
gun barrel /Gewehrlauf | namlu |
tip of the barrel (gun) /Gewehrmündung | namlunun ucu |
Brophy being at gun point /Brophy who was at the tip of the rifle barrel | Namlunun ucundaki Brophy |
Brophy at gun point climbed leading his reluctant dogs from the sled runners into the freight compartment of the helicopter. | Namlunun ucundaki Brophy isteksiz köpeklerini yönlendirerek paten demirinden helikopterin yük bölümüne çıktı. |
How is it going? | Nasıl gidiyor? |
how we will rule | nasıl yöneteceğimiz |
May I ask how do you solve? | Nasıl çözdüğünüzü sorabilir miyim? |
gentle /polite /sweet | nazik |
his gentle behaviour | nazik tavrı |
what | ne |
how much | ne kadar |
how stupid | ne kadar aptal |
How stupid I am | ne kadar aptalım |
What happened, girls? | Ne oldu, kızlar? |
What happened? | Ne oldu? |
to hate + ablative | nefret etmek |
from where (colloq.) | nerden |
from where do you (pl) know | Nerden biliyorsunuz |
from where | nereden |
almost /nearly | neredeyse |
generation | nesil |
what was it | neydi |
what the hell was.. | neydi öyle |
blessing (n) | nimet |
intention | niyet |
my intention | niyetim |
point | nokta |
note /memo | not |
a note paper | not kâğıdı |
that (the) | o |
at that moment | o an |
you remove that recording device only with a corkscrew from your ass | o kayıt cihazını kıçından ancak tirbuşonla çıkarırsın. |
That is his daughter. | O kızı. |
He even f... his daughter. | O kızını bile becerir. |
that message | o mesaj |
the meaning of that message | o mesajın anlamı |
She and her father | O ve babası |
She and her father had argued about this subject before. | O ve babası daha önce bu konuyu tartışmışlardı. |
he is in his booth (lodge) | o, locasında |
office | ofis |
school | okul |
to the schools | okullara |
for the allocation of more funds to the schools | okullara daha fazla fon ayrılması için |
quite /pretty /rather | oldukça |
quite /pretty /rather | oldukça |
a position in a quite low level | oldukça alt seviyede bir pozisyon |
She has a position in a quite low level. | Oldukça alt seviyede bir pozisyonu var. |
to act /behave mature | olgun davranmak |
without having | olmaksızın |
he almost guaranteed to become | olmayı neredeyse garantilemişti |
no way /impossible / it is not (becoming) | olmaz |
it would not be(come) | olmazdı |
with the cacophonical echos that were created by... | oluşturduğu ahenksiz yankılarla |
to create / form / constitute | oluşturmak |
shoulder | omuz |
ten | on |
fifteen seconds later | on beş saniye sonra |
Fifteen seconds later she would receive a secret message text. | On beş saniye sonra gizli bir mesaj metni alacaktı. |
twelve | on iki |
twelve republican candidates | on iki cumhuriyetçi aday |
after leaving twelve republican candidates behind | on iki cumhuriyetçi adayı arkada bıraktıktan sonra |
After leaving twelve republican candidates behind he had almost made certain to become his party's canditate for president of the United States of America. | On iki cumhuriyetçi adayı arkada bıraktıktan sonra, partisinin Amerika Birleşik Devletleri başkan adayı olmayı neredeyse garantilemişti. |
ten turkish words (k) | on türkçe kelime |
he handed him | ona uzattı |
to approve /confirm | onaylamak |
to disapprove | onaylamamak |
disapproving | onaylamayan |
to take her out (from her to accompany himself) | ondan kendisine eşlik etmek |
to not want to take her out | ondan kendisine eşlik etmesini istememek |
she had learned long time ago that he wouldn't want to take her out | ondan kendisine eşlik etmesini istemeyeceğini uzun zaman önce öğrenmişti. |
she hated him | ondan nefret ediyordu |
they | onlar |
as soon as they were settled | onlar yerleşir yerleşmez |
As soon as they were settled, the helicopter taking off turned westwards. | Onlar yerleşir yerleşmez helikopter havalanarak batıya döndü. |
without showing to them | onlara göstermeden |
him | onu |
I didn't have time to call him. | Onu aramaya vaktim olmadı. |
the looks following her | onu arkasından takip eden bakışlar |
the looks of men following her | onu arkasından takip eden erkeklerin bakışları |
He was embarrassed by the looks of men following her. | onu arkasından takip eden erkeklerin bakışlarından mahcup oldu. |
to follow (after) her | onu arkasından takip etmek |
He examined her with care. | Onu dikkatle inceledi. |
pushing him outside | onu dışarı iten |
against the strong hands pushing him outside | onu dışarı iten güçlü ellere karşı |
to kiss her lips | onu dudaklarından öpmek |
They pulled hom towards the door. | Onu kapıya doğru çektiler. |
to kiss her cheek | onu yanağından öpmek |
in order to kiss her cheek | onu yanağından öpmek için |
He stood up in order to kiss her cheek. | Onu yanağından öpmek için ayağa kalktı. |
She wanted to perforate him with the fork. | Onu çatalla delik deşik etmek istedi. |
they pulled him | onu çektiler. |
under his looks | onun bakışları altında |
your working for him | onun için çalışman |
your working for him affects me badly | onun için çalışman beni kötü etkiliyor |
Can't you understand that your working for him is affecting me badly? | onun için çalışmanın beni kötü etkilediğini anlayamıyor musun |
She felt in his artificial smile | onun yapmacık tebessümünde hissetti |
She felt in his artificial smile that the question was pre-prepared. | onun yapmacık tebessümünde sorunun önceden hazırlandığını hissetti. |
middle | orta |
in the middle of (pl) | ortalarında |
in the middle of | ortasında |
thirty | otuz |
thirty | otuz |
thirty years old /at the age of thirty | otuz yaşında |
the thirty year old woman | otuz yaşındaki kadın |
You are thirty-three. | Otuz üç yaşındasın. |
in the mid thirties /in her mid thirties | otuzlu yaşlarının ortalarında |
the woman in her mid thirties | otuzlu yaşlarının ortalarındaki kadın |
the woman in her mid thirties was someone attractive. | otuzlu yaşlarının ortalarındaki kadın çekici biriydi. |
trousers | pantolon |
to earn money /to make money | para kazanmak |
parka (jacket) | parka |
the pocket of his parka | parkasının cebi |
out of the pocket of his parka | parkasının cebinden |
inside his parka | parkasının içinde |
Brophy sweating in his parka | Parkasının içinde ter basan Brophy |
Brophy sweating in his parka asked :"And who are you?" | Parkasının içinde ter basan Brophy, 'Siz de kimsiniz?' diye sordu. ' |
to shine / sparkle /glow | parlamak |
party (feast /political party) | parti |
the candidate of his party | partisinin adayı |
He had almost made certain to become his party's canditate for president of the United States of America | partisinin Amerika Birleşik Devletleri Başkan adayı olmayı neredeyse garantilemişti. |
skates /Schlittshuhe /patins | paten |
sled runners /Schlittenkufen | paten demiri |
He climbed from the sled runners into the freight compartment of the helicopter | paten demirinden helikopterin yük bölümüne çıktı |
not very | pek değil |
most / plenty of | pek çok |
a lot of memories | pek çok anı |
most people | pek çok kişi |
Most people believed that he had a chance to snatch the White House from the president. | Pek çok kişi Beyaz Saray'ı Başkan'dan koparma şansına sahip olduğuna inanıyordu. |
most people believed | pek çok kişi inanıyordu |
Most people believed that the Senator had a chance to snatch the White House from the president. | Pek çok kişi Senatörün Beyaz Saray'ı Başkan'dan koparma şansına sahip olduğuna inanıyordu. |
Most people believed that the Senator had a chance to snatch the White House from the president being in deep waters. | Pek çok kişi Senatörün Beyaz Saray'ı güç durumdaki Başkan'dan koparma şansına sahip olduğuna inanıyordu. |
Most people believed that that the Senator had a chance to snatch the White House coming winter from the president being in deep waters. | Pek çok kişi Senatörün gelecek kış Beyaz Saray'ı güç durumdaki Başkan'dan koparma şansına sahip olduğuna inanıyordu. |
most people believed that he had a chance | pek çok kişi şansına sahip olduğuna inanıyordu |
well / alright /very well /ok / so | peki |
So who are you (pl/formal)? | Peki siz kimsiniz? |
propellor /rotor /helice | pervane |
napkin | peçete |
folded /pleated /cm wide folds | pilili |
pleated grey bell-leg trousers | pilili, bol pacalı gri pantolon |
The woman wearing pleated grey bell-leg trousers, modest, heelless shoes and a cream coloured Laura Ashley blouse was someone attractive. | Pilili, bol pacalı gri pantolon, gösterişsiz topuksuz ayakkabılar ve krem rengi Laura Ashley bluz giyen kadın çekici biriydi. |
The woman in her mid thirties, wearing pleated grey bell-leg trousers, modest heelless shoes and a cream coloured Laura Ashley blouse was someone attractive. | Pilili, bol pacalı gri pantolon, gösterişsiz topuksuz ayakkabılar ve krem rengi Laura Ashley bluz giyen otuzlu yaşlarının ortalarındaki kadın çekici biriydi. |
to regret | pişman olmak |
to make money from politics | politikadan para kazanmak |
a pop song | pop şarkı |
to quote pop songs | pop şarkılardan alıntılar yapmak |
Rachel grimaced at her father's reaction. | Rachel babasının tepkisine yüzünü buruşturdu. |
Rachel was again (y) overcome by that familiar feeling of being humiliated, which she often felt in meetings with her father. | Rachel babasıyla buluşmalarında sıklıkla duyumsadığı o tanıdık aşağılanma hissine yeniden kapıldı. |
Rachel fixed her eyes (gaze) on the reporter. | Rachel bakışlarını muhabire dikti. |
Rachel pushed five buttons. | Rachel beş düğmeye bastı. |
Rachel took a croissant. | Rachel bir kruvasan aldı. |
Rachel tried to keep up | Rachel bozmamaya çalıştı |
Rachel guessed that this particularity would lead him into the White House. | Rachel bu özelliğinin onu Beyaz Saray'a götüreceğini tahmin ediyordu. |
Rachel connected this with her father's liking the repetition of sounds. | Rachel bunu, babasının ses yinelemesinden hoşlanmasına bağlıyordu. |
Rachel sighed, trying to keep up her composure. | Rachel dinginliğini bozmamaya çalışarak içini çekti. |
Rachel tried to keep up her composure | Rachel dinginliğini bozmamaya çalıştı |
Rachel began to gather her belongings. | Rachel eşyalarını toplamaya başlamıştı |
Grudgingly Rachel took a croissant from the basket on the table. | Rachel homurdanarak masanın üstündeki sepetten bir kruvasan aldı. |
Rachel couldn't believe | Rachel inanamıyordu. |
Rachel cursed from deep within the man's power. | Rachel içinden adamın gücüne küfretti. |
Rachel sighed. | Rachel içini çekti. |
Rachel sighed. | Rachel içini çekti. |
Rachel nearly shoved the croissant down her throat. | Rachel kruvasanı adeta boğazına tıktı. |
Rachel shoved the croissant down her throat. | Rachel kruvasanı boğazına tıktı. |
Rachel took a croissant from the basket on the table. | Rachel masanın üstündeki sepetten bir kruvasan aldı. |
At that moment Rachel regretted exploding all of a sudden. | Rachel o an birdenbire köpürmesinden dolayı pişman oldu. |
At that moment Rachel regretted. | Rachel o an pişman oldu. |
Rachel was again (y) overcome by that familiar feeling of being humiliated | Rachel o tanıdık aşağılanma hissine yeniden kapıldı. |
Rachel took a breath keeping herself back with difficulty from looking at her watch. | Rachel saatine bakmamak için kendini güç tutarak içine çekti. |
Rachel took a breath keeping herself back with difficulty from looking at her watch. 'Dad I really didn't have time to call him. Also it would be nice if would stop going after this subject.' | Rachel saatine bakmamak için kendini güç tutarak içine çekti. 'Baba gerçekten onu aramaya vaktim olmadı. Ayrıca bu konuda çabalamayı bıraksan iyi...' |
With difficulty Rachel held herself back from looking at her watch. | Rachel saatine bakmamak için kendini güç tuttu. |
when Rachel felt part of her defence shield melting away | Rachel savunma kalkanının bir parçasının eriyip gittiğini hissedince |
Rachel took a croissant from the basket. | Rachel sepetten bir kruvasan aldı. |
Rachel opted for remaining silent. | Rachel sessiz kalmayı yeğledi. |
Though Rachel Sexton carried her natural (inborn) blessings | Rachel Sexton doğuştan sahip olduğu nimetleri taşısa da |
Though Rachel Sexton carried her natural (inborn) blessings with grace and humility | Rachel Sexton doğuştan sahip olduğu nimetleri zarafet ve tevazu ile taşısa da |
Though Rachel Sexton carried her natural (inborn) blessings with grace and humility of which her father should take an example | Rachel Sexton doğuştan sahip olduğu nimetleri, babasının örnek alması gereken bir zarafet ve tevazu ile taşısa da |
Though Rachel Sexton carried her natural (inborn) blessings with a grace and humility of grace and humility of which her father should take an example, it was clear that the Senator's classic good looks had passed on to the next generation. | Rachel Sexton doğuştan sahip olduğu nimetleri, babasının örnek alması gereken bir zarafet ve tevazu ile taşısa da, Senatörün klasik iyi görünümünün bir sonraki nesle geçtiği belli oluyordu. |
Rachel felt as if hot coffee had been tossed into her face. (s) | Rachel suratına sıcak kahve fırlatılmış gibi hissetti. |
Rachel guessed | Rachel tahmin ediyordu |
that was in Rachel's bag | Rachel'in çantasındaki |
the pager in Rachel's bag | Rachel'in çantasındaki çağrı cihazı |
The pager in Rachel's bag began to ring. | Rachel'in çantasındaki çağrı cihazı çalmaya başladı. |
The pager in Rachel's bag began to ring as if the order to postpone her father's renforcement speech had come. | Rachel'in çantasındaki çağrı cihazı, babasının infaz söylevine erteleme emri gelmiş gibi çalmaya başladı. |
Rachel had learned long time ago that her father wouldn't want to take her out without a hidden purpose. | Rachel, babasının gizli bir amacı olmaksızın ondan kendisine eşlik etmesini istemeyeceğini uzun zaman önce öğrenmişti. |
As Rachel went to her father's table | Rachel, babasının masasına gittiği sırada, |
As Rachel went to her father's table, the Senator was talking in a loud voice on his cell phone about one of his latest achievements. | Rachel, babasının masasına gittiği sırada, senatör cep telefonunda yüksek sesle son başarılarından biri hakkında konuşuyordu. |
Rachel couldn't believe that her father was quoting pop songs. | Rachel, babasının pop şarkılardan alıntılar yaptığına inanamıyordu. |
Grimacing at her father's reaction Rachel looked up. | Rachel, babasının tepkisine yüzünü buruşturarak, başını kaldırıp baktı. |
When Rachel felt that part of her defence shield was melting away under his looks, she cursed the man's power from deep inside. | Rachel, onun bakışları altında savunma kalkanının bir parçasının eriyip gittiğini hissedince, içinden adamın gücüne küfretti. |
Rachel, can't you understand that your working for him is affecting me badly? And of course my campaign. | Rachel, onun için çalışmanın beni kötü etkilediğini anlayamıyor musun? Ve tabi kampanyamı. |
uncomfortable | rahatsız |
making uncomfortable /uncomfortably | rahatsız edici bir şekilde |
rival /concurrent /opponent/ adversary /competitor | rakip |
Ralph or whoever you are | Ralph ya da kimsen |
Ralph or whoever you are know this well: | Ralph ya da kimsen, şunu iyi bil: |
appointment /rendez-vous | randevu |
I have a appointment | Randevum var |
I had an appointment | Randevum vardı |
report | rapor |
you came across | rastladın |
to come across / to chance on / to meet | rastlamak |
though /despite | rağmen |
adds/publicities | reklamlar |
colour | renk |
a formal announcement /solemn declaration | resmi bildiri |
restaurant | restoran |
to be fashionable | revaçta olmak |
spirit | ruh |
wind | rüzgâr |
the wind came in from the open door | rüzgâr açık kapıdan içeri doluyordu |
the wind filled the inside / the wind was coming in | rüzgâr içeri doluyordu |
watch /clock | saat |
in order not to look at her watch | saatine bakmamak için |
by tapping his watch | saatine hafifçe vurarak |
morning | sabah |
the morning meal / breakfast | sabah kahvaltısı |
at breakfast (s. k.) | sabah kahvaltısında |
only (s) | sadece |
just /merely /only | sadece |
she only seemed strong | sadece güçlü görünüyordu |
It is just a matter of trust. | Sadece itimat meselesi. |
to eliminate | saf dışı bırakmak |
field /arena /court (sport) | saha |
off the court (sport) | sahane dışı |
to send off the court (sport) | sahane dışına göndermek |
Be calm! /Calm down! | Sakin ol! |
idiot | salak |
tuesday | salı |
on Tuesday | Salı'da |
that man that I arranged for you | sana ayarladığım şu adam |
I have a proposition for you. | Sana bir teklifim var. |
I fancy | sanırım |
second (of time) | saniye |
second (of time) | saniye |
seconds later | Saniyeler sonra |
Seconds later he began to fall towards the ice canyons down. | Saniyeler sonra aşağıdaki buzul kanyonlarına doğru düşmeye başlamıştı. |
Seconds later he began to fall. | Saniyeler sonra düşmeye başlamıştı. |
to think/fancy /suppose | sanmak |
palace | saray |
line (of words) | satır |
defence | savunma |
defence shield | savunma kalkanı |
a part of her defence shield | savunma kalkanının bir parçası |
that a part of her defence shield melted away | savunma kalkanının bir parçasının eriyip gittiği |
to defend | savunmak |
swing /hurl /throw /blow out | savurmak |
to hurl /swing /fling /throw out (s) | savurmak |
thanks to /grâce à | sayesinde |
countless | sayısız |
in countless shapes /forms | sayısız biçimlerde |
hair (pl) | saçlar |
sturdy /strong /solid /stout | sağlam |
She had a sturdy disposition | sağlam bir tavrı vardı |
She had a sturdy disposition, her chin was slightly raised upwards, not insolent, she only seemed strong. | Sağlam bir tavrı vardı çenesi hafifçe yukarı kalkmıştı küstah değil, sadece güçlü görünüyordu. |
This was not your reason. | Sebebin bu değildi. |
reason (s) | sebep |
This was not the reason. | Sebep bu değildi. |
secretary | sekreter |
eighty | seksen |
sexy | seksi |
long enough to appear sexy | seksi görünecek kadar uzun |
long enough to appear sexy, but short enough to show that she was smarter than you. | seksi görünecek kadar uzun, ama sizden daha akıllı olduğunu gösterecek kadar kısa. |
you(sg) | sen |
Who are you? | Sen kimsin? |
you and your dogs | sen ve köpeklerin |
Senator | Senatör |
The Senator smiled wiping his mouth with the napkin | Senatör ağzını peçeteyle silerek gülümsedi |
The Senator smiled wiping his mouth with the napkin: 'With pleasure, Ralph. Only be quick!I don't want to let my coffee get cold. ' | Senatör ağzını peçeteyle silerek gülümsedi: 'Memnuniyetle, Ralph. Yalnız çabuk ol. Kahvemi soğutmak istemiyorum.' |
The Senator was a regular client (of) here. | Senatör buranın devamlı müşteriydi. |
The Senator was talking in a loud voice on his cell phone about one of his latest achievements. | Senatör cep telefonunda yüksek sesle son başarılarından biri hakkında konuşuyordu. |
The Senator was a regular client. | Senatör devamlı müşteriydi. |
The senator was one of the most famous men. | Senatör en ünlü adamlardan biriydi. |
The Senator narrowed his eyes. | Senatör gözlerini kıstı. |
The Senator narrowed his eyes. 'You know, your selfish manners sometimes really...' | Senatör gözlerini kıstı. 'Biliyor musun, bazen bencil tavırların gerçekten...' |
the Senator smiled | Senatör gülümsedi. |
The Senator cackled mournfully. | Senatör kederle kesik kesik güldü. |
The Senator cackled. | Senatör kesik kesik güldü. |
The Senator threw an angry look because his words (l) were interrupted. | Senatör lafı kesildiği için öfkeli bir bakış fırlattı. |
The Senator had lost Rachel's trust years ago, but he was quickly winning the one of the country. | Senatör Rachel'ın güvenini yıllar önce kaybetmişti, ama ülkeninkini hızla kazanıyordu. |
The Senator had lost Rachel's trust years ago. | Senatör Rachel'ın güvenini yıllar önce kaybetmişti. |
Senator Sedgewick Sexton. | Senatör Sedgewick Sexton. |
Senator Sedgewick Sexton. The Senator was a regular client (of) here and one of the most famous men of the country. | Senatör Sedgewick Sexton. Senatör buranın devamlı müşteri ve ülkenin en ünlü adamlarından biriydi. |
to work in behalf of Senator Sexton | Senatör Sexton adına çalışmak |
in order to work in behalf of Senator Sexton | Senatör Sexton adına çalışmak için |
I have no intention to quit my job in order to work in behalf of Senator Sexton. | Senatör Sexton adına çalışmak için işimi bırakmaya hiç niyetim yok. |
Senator Sexton leaned forward. | Senatör Sexton başını ileri uzattı. |
Senator Sexton is as usual in his booth /lodge | Senatör Sexton her zamanki gibi locasında |
Senator Sexton is in his usual lodge. | Senatör Sexton her zamanki locasında |
Bursting into laughter Senator Sexton eliminated the question in a wink. | Senatör Sexton kahkahaya boğularak soruyu bir anda saf dışı bıraktı. |
With an innocent expression of surprise Senator Sexton leaned forward. | Senatör Sexton masum bir şaşkınlık ifadesiyle başını ileri uzattı. |
Senator Sexton eliminated the question in a wink. (in one moment) | Senatör Sexton soruyu bir anda saf dışı bıraktı. |
Senator Sexton eliminated the question. | Senatör Sexton soruyu saf dışı bıraktı. |
Senatör Sexton's eyes pierced her almost like two ice crystals. | Senatör Sexton'ın gözleri adeta iki buz kristali onu delip geçiyordu. |
Senatör Sexton's eyes looked at her furiously without blinking. | Senatör Sexton'ın gözleri hiç kıpırdamadan öfkeyle ona bakıyordu. |
I had a breakfast appointment with Senator Sexton. | Senatör Sexton'la kahvaltı randevum vardı. |
I had an appointment with Senator Sexton. | Senatör Sexton'la randevum vardı. |
'I have a proposition for you' said Senator Sexton. | Senatör Sexton, 'Sana bir teklifim var,' dedi. |
The Senator changed his behaviour. | Senatör tavrını değiştirdi. |
The Senator threw an angry look. | Senatör öfkeli bir bakış fırlattı. |
the Senator's penetrating look (pl) | Senatör'ün delici bakışları |
the Senator's demeanor | Senatör'ün tavrı |
the Senator's demeanor changed | Senatör'ün tavrı değişti |
Senator, your TV adds are calling for equal salaries to be given to women at the workplace (pl) | Senatör, televizyonlardaki reklamlarınız işyerlerinde kadınlara eşit maaşlar verilmesi çağrısında bulunuyor. |
The Senator's eyes were a gift from God. | Senatörün gözleri Allah vergisiydi. |
It was in any case clear that the Senator's business was finished. | Senatörün her halükarda işinin bittiği belli oluyordu. |
It was in any case clear that the Senator's business with her was finished. | Senatörün her halükarda onunla işinin bittiği belli oluyordu. |
The Senator's business was finished. | Senatörün işi bitti. |
It was clear that the Senator's business was finished. | Senatörün işinin bittiği belli oluyordu. |
that the Senator's classic good looks had passed on to the next generation | Senatörün klasik iyi görünümünün bir sonraki nesle geçtiği |
It was clear that the Senator's classic good looks had passed on to the next generation | Senatörün klasik iyi görünümünün bir sonraki nesle geçtiği belli oluyordu. |
that the Senator's classic good looks had passed on | Senatörün klasik iyi görünümünün geçtiği |
the Senator's business with her | Senatörün onunla işi |
The Senator's composure was very difficult to get out of order. | Senatörün soğukkanlılığı çok zor bozulurdu. |
I miss(ed) you. | Seni özledim. |
basket | sepet |
to harden | sertleşmek |
hard (adv.) | sertçe |
voice /noise /sound | ses |
sound /voice /noise | ses |
the voice came out louder | ses daha yüksek çıktı |
when the voice came out louder than Rachel thought | ses Rachel'ın düşündüğünden daha yüksek çıkınca |
the voice came out louder than Rachel thought | ses Rachel'ın düşündüğünden daha yüksek çıktı |
the repetition of sounds (rhyming) | ses yinelemesi |
to like the repetition of sounds | ses yinelemesinden hoşlanmak |
the voice came out loud | ses yüksek çıktı |
When her voice came out louder than Rachel thought | Sesi Rachel'ın düşündüğünden daha yüksek çıkınca |
When her voice came out louder than Rachel thought, the words stayed temporarily suspended in the void. | Sesi Rachel'ın düşündüğünden daha yüksek çıkınca, kelimeler geçici bir süre boşlukta asılı kaldı. |
(by) lowering his voice | sesini alçaltarak |
to shout (s) | seslenmek |
silent | sessiz |
to remain silent | sessiz kalmak |
our beloved country | sevdiğimiz ülke |
how we will rule our beloved country | sevdiğimiz ülkeyi nasıl yöneteceğimiz |
concerning how we will rule our beloved country | sevdiğimiz ülkeyi nasıl yöneteceğimiz konusunda |
having different ideas concerning how we will rule our beloved country | sevdiğimiz ülkeyi nasıl yöneteceğimiz konusunda farklı fikirlere sahip |
joy | sevinç |
to shine with joy | sevinçle parlamak |
level /grade | seviye |
to love /like | sevmek |
Sexton took a sip of his coffee. | Sexton kahvesinden bir yudum aldı. |
Sexton took a sip of his coffee. 'Come on, tell me, how is it going?' | Sexton kahvesinden bir yudum aldı. 'Anlat bakalım, nasıl gidiyor?' |
Sexton found himself even a new wife. | Sexton kendine yeni bir eş bulmuş bile. |
Sexton learned over the table. | Sexton masada öne doğru eğildi. |
Lowering his voice, Sexton leaned over the table. | Sexton sesini alçaltarak masada öne doğru eğildi. |
to watch (s) | seyretmek |
elections | seçimler |
hot coffee | sıcak kahve |
as if hot coffee had been tossed | sıcak kahve fırlatılmış gibi |
tight/pressed/dense /crowded /jammed/crammed | sıkışık |
tight schedule | sıkışık program |
your (pl) tight program | sıkışık programınız |
between your tight schedule | sıkışık programınız arasında |
often /frequently (s) | sıklıkla |
often /frequently (s) | sıkça |
You (pol.) often talk(b) about education. | Sıkça eğitimden bahsediyorsunuz. |
to wipe /erase | silmek |
to feel on the edge of one's nerves /his nerves to tense | sinirleri gerilmek |
in order /one by one | sırayla |
to grin | sırıtmak |
that he grinned | sırıttığı |
without showing them that he grinned | sırıttığını onlara göstermeden |
Without showing them that he grinned, he closed his recording device. | Sırıttığını onlara göstermeden kayıt cihazını kapattı. |
politics | siyaset |
politicians | siyasiler |
You (pl or formal) | Siz |
Who are you(pl/formal) ? | Siz kimsiniz? |
smarter than you (pl/formal) | sizden daha akıllı |
that she was smarter than you (pl/formal) | sizden daha akıllı olduğu |
short enough to show that she was smarter than you (pl/formal) | sizden daha akıllı olduğunu gösterecek kadar kısa |
to you (dat. pl/formal ) | size |
May I ask you a few questions? | Size birkaç soru sorabilir miyim? |
Can I help you(pl/formal) ? /lit. can I be a helper to you? | Size yardımcı olabilir miyim? |
It is a pleasure for us to entertain you (pl/formal). | Sizi ağırlamaktan zevk duyarız. |
It is a pleasure for us to entertain you (pl/formal ). | Sizi ağırlamaktan zevk duyarız. |
your and your daughter's conflicts of interest | sizin ve kızınızın çıkar çatışmalarınız |
leap/jump | sıçrama |
slogan | slogan |
to smash (sport ) | smaç yapmak |
Sneeden nodded, then his gaze hardened. | Sneeden başını evet anlamında salladı, sonra bakışları sertleşti. |
Sneeden nodded. | Sneeden başını evet anlamında salladı. |
Sneeden grinned at the Senator. | Sneeden, senatöre sırıttı. |
one of his latest achievements | son başarılarından biri |
He was talking about one of his latest achievements. | Son başarılarından biri hakkında konuşuyordu. |
in the last few weeks | son birkaç hafta içinde |
finally | son olarak |
lately | son zamanlarda |
Lately Sexton's face had begun to appear in every national magazine, his campaign slogan to infest all America. | Son zamanlarda Sexton'ın yüzü tüm ulusal dergilerde görünmeye kampanya sloganı tüm Amerika'yı kaplamaya başlamıştı. |
Lately Sexton's face had begun to appear in every national magazine, his campaign slogan to infest all America: Stop wasting, start improving! (Stop spending, start mending) | Son zamanlarda Sexton'ın yüzü tüm ulusal dergilerde görünmeye kampanya sloganı tüm Amerika'yı kaplamaya başlamıştı: Harcamayı bırakın, iyileştirmeye başlayın! |
Lately his face had begun to appear in every national magazine | Son zamanlarda yüzü tüm ulusal dergilerde görünmeye başlamıştı. |
to reach its end | sona ermek |
then his gaze hardened | sonra bakışları sertleşti. |
may I ask? | sorabilir miyim? |
he asked | sordu |
to ask | sormak |
question | soru |
The question had caught her completely unprepared. | Soru onu tamamen hazırlıksız yakalamıştı. |
that this was asked | sorulduğu |
that the question was pre-prepared | sorunun önceden hazırlandığı |
because of his question | sorusundan dolayı |
as if he was worried because of his question | sorusundan dolayı endişeleniyormuş gibi |
family name /Nachname | soyadı |
cold | soğuk |
cold | soğuk |
the cold air | soğuk hava |
the cold weather conditions | soğuk hava şartları |
fitting the cold weather conditions | soğuk hava şartlarına uygun |
The men dressed in white clothes suitable for the cold weather conditions | Soğuk hava şartlarına uygun beyaz giysiler içindeki adamlar |
The men dressed in white clothes suitable for the cold weather conditions, with their rifles in their hands advanced towards Brophy as if they were in a hurry. | Soğuk hava şartlarına uygun beyaz giysiler içindeki adamlar, ellerinde tüfekleriyle aceleleri varmış gibi Brophy'ye doğru ilerlediler. |
clothes suiting the cold weather conditions | soğuk hava şartlarına uygun giysiler |
coolness/imperturbability /presence of mind /composure | soğukkanlılık |
to cool sthg | soğutmak |
to present | sunmak |
to present /offer | sunmak |
face (s) | surat |
into her face (s) | suratına |
without saying | söylemeden |
they didn't say | söylemediler |
to say (s) | söylemek |
it could be said | söylenebilirdi |
rumour | söylenti |
discour / speech | söylev |
topic /subject | söz konusu |
Super Tuesday (a day on which several states hold primary elections) | Süper Salı |
to be dragged (along) | sürüklenmek |
milk | süt |
milk calf | süt danası |
milk calf and horse meat battered with black pepper | süt danası ve karabiberle dövülmüş at eti |
gun /pistol /revolver | tabanca |
let me guess | tahmin edeyim |
to guess | tahmin etmek |
like I guessed | tahmin ettiğim gibi |
to follow | takip etmek |
imitation | taklit |
his talent for imitation | taklit yeteneği |
at the right time /right on time | tam zamanında |
completely /absolutely | tamamen |
piece /grain (used optional after numbers) | tane |
familiar (t) | tanıdık |
the familiar feeling of being humiliated | tanıdık aşağılanma hissi |
to know (someone) | tanımak |
to meet / to become acquainted with /to make s. o. acquainted with | tanışmak |
did you meet (him)? | tanıştın mı? |
for God's sake | Tanrı aşkına |
for God's sake | Tanrı aşkına |
For God's sake, I am working at Fairfax! | Tanrı aşkına, ben Fairfax'de çalışıyorum! |
to comb | taramak |
to be combed | taranmak |
to have an argument | tartışmak |
to discuss /debate /dispute | tartışmak |
You came (about) to discuss | tartışmak üzere geldiniz |
they had argued /the used to argue | tartışmışlardı |
style (t) | tarz |
sweet | tatlı |
sweet tongued | tatlı dilli |
darling (t) | tatlım |
manner /air /disposition /face /attitude | tavır |
to carry | taşımak |
though she carried | taşısa da |
smile (t) | tebessüm |
with a smile (t) | tebessümle |
a single word | tek bir söz |
without saying a single word | tek bir söz söylemeden |
Without saying a single word they gripped the loaded sledge and pushed it out of the open door. | Tek bir söz söylemeden yüklü kızağı tutarak açık kapıdan dışarı ittiler. |
offer /proposition /suggestion | teklif |
to offer /propose /suggest | teklif etmek |
wire | tel |
television | televizyon |
that are on televisions | televizyonlardaki |
your (polite) Tv adds (youradds that are on televisions) | televizyonlardaki reklamlarınız |
Your TV adds are calling for equal salaries to be given to women | Televizyonlardaki reklamlarınız kadınlara eşit maaşlar verilmesi çağrısında bulunuyor. |
to suggest /inspire | telkin etmek |
wires | teller |
wireless /radio | telsiz |
your radio/wireless frequency | Telsiz frekansın |
Reduce your wireless frequency to hundred kilohertz. | Telsiz frekansını yüz kilohertze indir. |
He took his wireless out of the pocket of his parka. | Telsizini parkasının cebinden çıkardı. |
Please take out your wireless! (formal) | Telsizinizi çıkarın lütfen! |
Take out your wireless! | Telsizinizi çıkarın! |
reaction /response | tepki |
sweat | ter |
to sweat | ter basmak |
well-bred /genteel /cultivated /civilized /well-mannered | terbiyeli |
well-bred nobility | terbiyeli asalet |
an air of well-bred nobility | terbiyeli asalet havası |
trigger | tetik |
The dogs being on alert growled/snarled. | Tetikte duran köpekler hırladılar. |
to be on guard /to be alert (lit. to be on the trigger) | tetikte durmak |
modesty /unpretentiousness | tevazu |
humbly | tevazu ile |
to confirm | teyit etmek |
She pushed five buttons to confirm. | Teyit etmek için beş düğmeye bastı. |
She pushed a sequence of five buttons to confirm. | Teyit etmek için sırayla beş düğmeye bastı. |
Thank you | teşekkür ederim |
to thank | teşekkür etmek |
organisation | teşkilat |
to cram /stuff /shove | tıkmak |
corkscrew (bottle opener) | tirbuşon |
with a corkscrew | tirbuşonla |
to remove with a corkscrew | tirbuşonla çıkarmak |
to tremble | titremek |
trembling | titreyerek |
to gather | toplanmak |
to begin to gather | toplanmaya başlamak |
beginning to gather | toplanmaya başlayan |
storm clouds beginning to gather | toplanmaya başlayan fırtına bulutları |
Behind the storm clouds, (which were) beginning to gather | Toplanmaya başlayan fırtına bulutların ardında |
A dual helice transport (freight) helicopter that was behind the storm clouds which were beginning to gather | Toplanmaya başlayan fırtına bulutların ardındaki çift pervaneli bir nakliye helikopteri |
A dual helice transport (freight) helicopter that was behind the storm clouds which were beginning to gather descended drawing a curve. | Toplanmaya başlayan fırtına bulutların ardındaki çift pervaneli bir nakliye helikopteri kavis çizerek alçalıyordu. |
A dual helice transport (freight) helicopter that was behind the storm clouds which were beginning to gather descended drawing a curve, embracing the glacial peaks with military skill. | Toplanmaya başlayan fırtına bulutların ardındaki çift pervaneli bir nakliye helikopteri, buzul zirvelerini askeri maharetle kucaklayarak, kavis çizerek alçalıyordu. |
meeting /conference | toplantı |
The meeting (t) reached its end. | Toplantı sona erdi. |
heel /Absatz | topuk |
heeled /with heels /mit Absatz | topuklu |
without heels/ flat heel /ohne Absatz /flach | topuksuz |
the Toulos Restaurant | Toulos Restoranı |
The horse meat that the Toulos Restaurant proudly presented didn't match at all the fashion of the moment | Toulos Restoranı'nın gururla sunduğu at eti günün modasına hiç uygun değildi. |
The milk calf and horse meat battered with black pepper that the Toulos Restaurant proudly presented didn't match at all the fashion of the moment (day). | Toulos Restoranı'nın gururla sunduğu süt danası ve karabiberle dövülmüş at eti günün modasına hiç uygun değildi. |
The horse meat that the Toulos Restaurant presented | Toulos Restoranı'nın sunduğu at eti |
Very few women dined in Toulos and still less of them looked like Rachel Sexton. | Toulos'da çok az kadın yemek yer, daha da azı Rachel Sexton gibi görünürdü. |
Very few women dined in Toulos. | Toulos'da çok az kadın yemek yerdi. |
dust /power | toz |
powdery /pulverulent /powder like | toz gibi |
powdery snow | toz gibi kar |
a clowd(cluster) of powdery snow | toz gibi kardan bir küme |
(by) blowing(s) a cloud (k) of powdery snow into the air | toz gibi kardan bir kümeyi havaya savurarak |
strange (adj) (t) | tuhaf |
the strange message (m) | tuhaf mesaj |
when he transmitted the strange message | tuhaf mesajı iletirken |
Brophy's voice was trembling while he transmitted the strange message. | Tuhaf mesajı iletirken Brophy'nin sesi titriyordu. |
tundra (a vast, flat, treeless Arctic region of Europe, Asia, and North America in which the subsoil is permanently frozen.) | tundra |
to hold/grip /take/keep | tutmak |
mil. gun/rifle /Gewehr | tüfek |
with rifles (mit Gewehren) | tüfeklerle |
by raising his rifle (Gewehr) | tüfeğini kaldırarak |
every (t) (+pl) | tüm |
every magazine | tüm dergiler |
in every magazine | tüm dergilerde |
in every national magazine | tüm ulusal dergilerde |
kind /type/species | tür |
of the kind | türden |
turkish (language) | türkçe |
tiny | ufak |
Taking a tiny recording device out he began the recording. | Ufak bir kayıt cihazı çıkararak, kayda başladı. |
to howl (wolves / dogs) | ulumak |
national | ulusal |
howling | uluyarak |
Howling the animals disappeared within no time. | Uluyarak hayvanlar bir anda gözden kayboldu. |
Howling the animals disappeared. | Uluyarak hayvanlar gözden kayboldu. |
Howling the animals being dragged out of the helicopter were lost out of sight within no time. | Uluyarak helikopterden dışarı sürüklenen hayvanlar bir anda gözden kayboldu. |
I hope | umarım |
I hope this was not your reason. | Umarım sebebin bu değildi. |
decent /proper | usturuplu |
to apply (u) | uygulanmak |
application of | uygulanması |
fitting / suiting /suitable | uygun |
far /remote /distant (u) | uzak |
to hand /to extend | uzatmak |
away /at a distance | uzağa |
long | uzun |
long time ago | uzun zaman önce |
she had learned long time ago | uzun zaman önce öğrenmişti |
tip/point/end /terminal /extremity | uç |
stamping ground /beaten track / frequented place | uğrak (yeri) |
stop by /drop in / visit | uğramak |
time (v) | vakit |
it is quite exciting to see that you find time | vakit bulduğunu görmek oldukça heyecan verici |
to find time | vakit bulmak |
my time (v) | vaktim |
I didn't have time. (I wanted to, but it didn't work out. Maybe if I had tried a little harder...) | Vaktim olmadı. |
There was no time. (I didn't even think of doing it...) | Vaktim yoktu. |
patriot | vatansever |
and | ve |
and at the same time | ve aynı zamanda |
and at the same time (they) were calling for the issueing of a law for the application of tax cuts to newly weds. | ve aynı zamanda yeni evlilere vergi indirimi uygulanması için kanun çıkarılması çağrısında bulunuyor. |
And if you 'll write anything alluding to the opposite | ve eğer bunun aksini ima edecek herhangi bir şey yazarsan |
and if you write anything alluding to the opposite, you (will) remove that recording device only with a corkscrew from your ass. | ve eğer bunun aksini ima edecek herhangi bir şey yazarsan, o kayıt cihazını kıçından ancak tirbuşonla çıkarırsın. |
and if you write anything | ve eğer herhangi bir şey yazarsan |
and if you'll write anything alluding to (lit. and if you write anything that will allude to) | ve eğer ima edecek herhangi bir şey yazarsan |
And what the hell was the meaning of that message? | Ve o mesajın anlamı neydi öyle! |
and of course | ve tabi |
And for God's sake get married. | Ve Tanrı aşkına evlen. |
tax | vergi |
tax | vergi |
tax cuts | vergi indirimi |
the application of tax cuts | vergi indirimi uygulanması |
to beat/hit (once) | vurmak |
body (v) | vücut |
Washington's politicians | Washington siyasileri |
it was the stamping ground of Washington's politicians | Washington siyasilerinin uğrak yeriydi |
The hair style that was the latest fashion in Washington :'the anchor woman' long enough to appear sexy, but short enough to show that she was smarter than you. | Washington'da en revaçta olan saç tarzı: 'Haber spikeri kadın' seksi görünecek kadar uzun, ama sizden daha akıllı olduğunu gösterecek kadar kısa |
being in the style that was the latest fashion in Washington | Washington'da en revaçta olan tarzda |
or (y) | ya da |
to be odd (y) | yadırganmak |
when they seized him | yakaladıklarında |
catch /snatch /seize (y) | yakalamak |
to catch (y) | yakalamak |
only (y) | yalnız |
They watched her from the corner of their eyes. | Yan gözle onu süzdüler. |
reluquer /look from the corner of the eye /ogle | yan gözle süzmek |
cheek /Wange | yanak |
next to (loc.) | yanında |
to blink | yanıp sönmek |
to answer (y. v.) | yanıt vermek |
to answer (y.) | yanıtlamak |
echo | yankı |
echos | yankılar |
with echos | yankılarla |
being made/being held | yapılan |
make-believe / pretended /mock | yapmacık |
with a mock smile /with a make-believe smile | yapmacık bir tebessümle |
He turned his face with a make-believe smile. | Yapmacık bir tebessümle yüzünü döndü. |
He turned his face with a make-believe smile. "Good morning," he said. "Can I help you?" | Yapmacık bir tebessümle yüzünü döndü. 'Günaydın,' dedi. 'Size yardımcı olabilir miyim?' |
Haven't we done? | yapmamış mıydık? |
we haven't done | yapmamıştık |
we have done | yapmıştık |
help | yardım |
to help | yardım etmek |
a helper | yardımcı |
to be a helper /to be of help | yardımcı olmak |
half | yarı |
cleft /fissure /crevice /split | yarık |
slow | yavaş |
slow | yavaş |
it was a slow shot | yavaş bir atıştı |
to slow down | yavaşlamak |
slowly | yavaşça |
written | yazılı |
to write | yazmak |
age | yaş |
tear | yaş |
to live /experience | yaşamak |
that he will experience | yaşayacağı |
the tears would go and open a door to an enthousiastic spirit | yaşlar gider ve çoşkulu bir ruha kapı açardı. |
the tears would go | yaşlar giderdi |
with tears | yaşlarla |
old (age) | yaşlı |
food | yemek |
dining room (y. s.) | yemek salonu |
to eat /to dine | yemek yemek |
the people eating | yemek yiyen kişiler |
one of the eaters | yemek yiyenlerden biri |
One of the eaters whispered. | Yemek yiyenlerden biri fısıldadı. |
'Nice body!', whispered one of the eaters. | Yemek yiyenlerden biri, 'Güzel vücut!', diye fısıldadı. |
'Nice body!', whispered one of the eaters. 'Sexton found himself even a new wife.' | Yemek yiyenlerden biri, 'Güzel vücut!', diye fısıldadı. 'Sexton kendine yeni bir eş bulmuş bile.' |
new | yeni |
He has found (rep) a new wife. | yeni bir eş bulmuş |
newly weds | yeni evliler |
tax cuts to newly weds | yeni evlilere vergi indirimi |
a law for the application of tax cuts to newly weds | yeni evlilere vergi indirimi uygulanması için kanun |
again (y) | yeniden |
place | yer |
place / floor /ground | yer |
when appropriate | yeri gelince - yeri geldiğinde |
When appropriate his eyes would fill with tears but then immediately afterwards the tears would go and by inspiring trust in everything open a door to an enthousiastic spirit. | Yeri gelince gözleri yaşlarla dolar, ama sonra, hemen sonra yaşlar gider ve her şeye karşı güven telkin ederek, çoşkulu bir ruha kapı açardı. |
When appropriate his eyes would fill with tears but then immediately afterwards the tears would go. | Yeri gelince gözleri yaşlarla dolar, ama sonra, hemen sonra yaşlar giderdi. |
when appropriate his eyes would fill with tears | yeri gelince gözleri yaşlarla dolardı |
it was the place of... | yeriydi |
to settle | yerleşmek |
talent /skill (y) | yetenek |
to content to /to make do with (+ile) | yetimek |
to catch (y) | yetişmek |
seventy | yetmiş |
to prefer /choose/opt (y) | yeğlemek |
years ago | yıllar önce |
for years | yıllarca |
still /nonetheless /even so | yine de |
still nothing would have prepared him for the inhuman disaster that he was going to experience | yine de hiçbir şey onu yaşayacağı insanlık dışı felakete hazırlamış olmazdı |
to repeat (y) | yinelemek |
twenty | yirmi |
the eaters | yiyenler |
comment | yorum |
dense /busy | yoğun |
busy/hectic | yoğun |
sip /gulp /Schluck | yudum |
upwards | yukarı |
to fling one's fists /to punch | yumruklarını savurmak |
Soften, Rachel! | Yumuşa, Rachel! |
Soften, Rachel! Be very calm! | Yumuşa, Rachel! Çok sakin ol! |
soft (adj) | yumuşak |
to soften /mellow /melt | yumuşamak |
to govern /rule / direct /conduct | yönetmek |
to steer / lead /direct | yönlendirmek |
load /burden /cargo /freight | yük |
the cargo section /freight compartment | yük bölümü |
loaded /laden /charged | yüklü |
the (heavily) laden sledge | yüklü kızak |
they gripped the (heavily) laden sledge | yüklü kızağı tuttular |
loud | yüksek |
He was talking in a loud voice. | Yüksek sesle konuşuyordu. |
He was talking in a loud voice about one of his latest achievements. | Yüksek sesle son başarılarından biri hakkında konuşuyordu. |
high heeled /mit hohem Absatz | yüksek topuklu |
to rise /swell | yükselmek |
hundred | yüz |
hundred | yüz |
hundred | yüz |
face | yüz |
hundred kilohertz | yüz kilohertz |
Hundred kilohertz? | Yüz kilohertz mi? |
his face | yüzü |
his face had begun to appear | yüzü görünmeye başlamıştı |
His face had begun to appear in every national magazine | yüzü tüm ulusal dergilerde görünmeye başlamıştı |
to grimace (to fold one's face) | yüzünü buruşturmak |
He turned his face | Yüzünü döndü. |
time (z) | zaman |
grace /elegance /refinement /tactfulness /kindness (z) | zarafet |
with grace(z) and humility | zarafet ve tevazu ile |
pleasure | zevk |
to take pleasure | zevk duymak |
peaks | zirveler |
a difficult question | zor bir soru |
in the appearance of a difficult question(looking like a difficult question) | zor bir soru görünümünde |
a hidden favour presented in the appearance of a difficult question | zor bir soru görünümünde sunulan üstü kapalı bir kıyak |
to make difficult decisions | zor kararları vermek |
in /for making difficult decisions | zor kararları vermekte |
I am obliged to /I have to | zorundayım |
to try /struggle /go after | çabalamak |
if you would quit/stop going after | çabalamayı bıraksan |
Be quick (ç. o.) | Çabuk ol! |
you can work | çalışabilirsin |
to try (again and again) | çalışmak |
to work | çalışmak |
to ring | çalmak |
bag | çanta |
from her bag | çantasından |
Rachel groping in her bag for her pager, pushed a sequence of five buttons to confirm that the person holding the device in her hand was really her. | Çantasından el yordamıyla çağrı cihazını bulan Rachel cihazı elinde bulunduran kişinin gerçekten kendisi olduğunu teyit etmek için sırayla beş düğmeye bastı. |
She groped in her bag for her pager. | Çantasından el yordamıyla çağrı cihazını buldu. |
to bang /clash / hit | çarpmak |
fork | çatal |
with the fork | çatalla |
conflict /clash | çatışma |
to call (to come/e. g. an ambulance) | çağırmak |
Can't I call? | Çağırmaz mıyım? |
pager (contact device) | çağrı cihazı |
call signal | çağrı sinyali |
When the call signal squealed | çağrı sinyali cırlayınca |
When the call signal squealed, Rachel's eyes turned to the message coming to the LCD screen. | Çağrı sinyali cırlayınca, Rachel'ın bakışları LCD ekranına gelen mesaja çevrildi. |
there is a call for... / is/are calling for | çağrısında bulunuyor |
when they pulled | çekerken |
attractive | çekici |
timid /shy /unsociable | çekingen |
with a shy voice | çekingen bir sesle |
to pull | çekmek |
chin /jaw | çene |
her chin raised slightly upwards | çenesi hafifçe yukarı kalkmıştı |
(by) turning | çevirerek |
to turn | çevirmek |
to turn (ç) | çevirmek |
to be turned / for looks (eyes) to turn | çevrilmek |
pair /couple | çift |
dual helice / having two propellers | çift pervaneli |
a dual helice transport (freight) helicopter | çift pervaneli bir nakliye helikopteri |
She pushed a sequence of five buttons to confirm that the person holding the device in her hand was really her. | Çihazı elinde bulunduran kişinin gerçekten kendisi olduğunu teyit etmek için sırayla beş düğmeye bastı. |
interest /benefit/advantage | çıkar |
interest conflicts | çıkar çatışmaları |
to take out | çıkarmak |
to ascend /rise / climb (ç) | çıkmak |
ringing /jingle | çınlama |
to draw | çizmek |
scream | çığlık |
to scream | çığlık atmak |
child | çocuk |
children | çocuklar |
The children are our future. | Çocuklar bizim geleceğimiz. |
that the children are our future | çocukların bizim geleceğimiz olduğu |
very (ç) few women | çok az kadın |
before it is too late | çok geç olmadan |
a very busy woman | çok meşgul bir kadın |
very difficult (c. z.) | çok zor |
already | çoktan |
enthousiastic | çoşkulu |
an enthousiastic spirit | çoşkulu bir ruh |
that you (pl) solve | çözdüğünüz |
to solve | çözmek |
angry | öfkeli |
to throw an angry look at/to glare | öfkeli bir bakış fırlatmak |
furiously | öfkeyle |
(by) coughing | öksürerek |
to cough | öksürmek |
death | ölüm |
death could come | ölüm gelebilirdi |
Death could come in countless forms in this forlorn place. | Ölüm, bu ıssız yerde, sayısız biçimlerde gelebilirdi. |
to be pre-prepared | önceden hazırlanmak |
first of all | öncelikle |
to the front | öne doğru |
important | önemli |
important things | önemli şeyler |
to spare time for the important things | önemli şeylere zaman ayırmak |
primary elections /Vorwahlen | önseçimler |
to kiss | öpmek |
example | örnek |
to take an example | örnek almak |
So/such /So it is. | öyle |
specialty /peculiarity/quality /character/particularity | özellik |
to miss /to long for | özlemek |
to learn | öğrenmek |
if you learn | öğrensen |
you better learn | öğrensen iyi edersin |
country | ülke |
country | ülke |
country / land (ü) | ülke |
our country | ülkemiz |
that are in our country | ülkemizdeki |
the schools that are in our country | ülkemizdeki okullar |
for the allocation of more funds to the schools that are in our country | Ülkemizdeki okullara daha fazla fon ayrılması için |
one of the most famous men of the country | ülkenin en ünlü adamlarından biri |
difficult decisions facing the country | ülkenin karşısına çıkan zor kararlar |
to face the country | ülkenin karşısına çıkmak |
the one of the country | ülkeninki |
he was winning the one of the country | ülkeninkini kazanıyordu |
famous /renowned (ü) | ünlü |
a famous widower | ünlü bir dul |
A famous widower is looking for a young wife for himself. | Ünlü bir dul kendine genç bir hanım arıyor. |
to take a fright /to startle /to get afraid /to be frightened | ürkmek |
by implication /sous-entendu | üstü kapalı |
a sous-entendu (hidden) favor | üstü kapalı bir kıyak |
to hint | üstü kapalı söylemek |
a hint | üstü kapalı söz |
to be about to | üzere |
on top of / on | üzerinde |
onto | üzerine |
a note paper with a few written lines on it | üzerine birkaç satır yazılı bir not kâğıdı |
three | üç |
three hundred | üç yüz |
Secondly, my daughter is not working for the President. | İkinci olarak, kızım Başkan için çalışmıyor. |
the man who had spoken first handed him a note paper with a few written ligns on it. | İlk konuşan adam, üzerine birkaç satır yazılı bir not kâğıdını ona uzattı. |
Where do you(pl) know my name from? | İsmimi nerden biliyorsunuz? |
He got what he wanted. | İstediğini almıştı. |
She compiles the intelligence reports and | İstihbarat raporlarını derleyip |
She compiles the intelligence reports and sends them to the White House. | İstihbarat raporlarını derleyip Beyaz Saray'a gönderiyor. |
Start to improve! Start improving! | İyileştirmeye başlayın! |
"Dr. Brophy," shouted one of them. | İçlerinden biri 'Dr. Brophy,' diye seslendi. |
I am late for work. | İşe geç kaldım. |
I have no intention to quit my job. | İşimi bırakmaya hiç niyetim yok. |
That's it ! | İşte bu ! |
That's it ! You have come across five hundred and fifty turkish words. | İşte bu ! Beş yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across five hundred turkish words. | İşte bu ! Beş yüz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across four hundred and fifty turkish words. | İşte bu ! Dört yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across four hundred turkish words. | İşte bu ! Dört yüz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across hundred and sixty turkish words. | İşte bu ! Yüz altmış tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across hundred and ninety turkish words. | İşte bu ! Yüz doksan tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across hundred fifty turkish words. | İşte bu ! Yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across hundred forty turkish words. | İşte bu ! Yüz kırk tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across hundred ten turkish words. | İşte bu ! Yüz on tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across hundred thirty turkish words. | İşte bu ! Yüz otuz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across hundred eighty turkish words. | İşte bu ! Yüz seksen tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across hundred and seveny turkish words. | İşte bu ! Yüz yetmiş tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across hundred twenty turkish words. | İşte bu ! Yüz yirmi tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across three hundred and fifty turkish words. | İşte bu ! Üç yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across three hundred turkish words. | İşte bu ! Üç yüz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across two hundred and fifty turkish words. | İşte bu ! İki yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across two hundred turkish words. | İşte bu ! İki yüz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across your first sixty turkish words. | İşte bu ! İlk altmış türkçe kelimene rastladın. |
That's it ! You have come across your first ninety turkish words. | İşte bu ! İlk doksan türkçe kelimene rastladın. |
That's it ! You have come across your first fifty turkish words. | İşte bu ! İlk elli türkçe kelimene rastladın. |
That's it ! You have come across your first forty turkish words. | İşte bu ! İlk kırk türkçe kelimene rastladın. |
That's it ! You have come across your first thirty turkish words. | İşte bu ! İlk otuz türkçe kelimene rastladın. |
That's it ! You have come across your first eighty turkish words. | İşte bu ! İlk seksen türkçe kelimene rastladın. |
That's it ! You have come across your first seventy turkish words. | İşte bu ! İlk yetmiş türkçe kelimene rastladın. |
That's it ! You have come across your first twenty turkish words. | İşte bu ! İlk yirmi türkçe kelimene rastladın. |
That's it ! You have come across your first hundred turkish words. | İşte bu ! İlk yüz türkçe kelimene rastladın. |
That's it ! You have come across six hundred and fifty turkish words. | İşte bu! Altı yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across six hundred turkish words. | İşte bu! Altı yüz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across one thousand fifty turkish words. | İşte bu! Bin elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across one thousand two hundred and fifty turkish words. | İşte bu! Bin iki yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın |
That's it ! You have come across one thousand two hundred turkish words. | İşte bu! Bin iki yüz tane türkçe kelimeye rastladın |
That's it ! You have come across one thousand turkish words. | İşte bu! Bin tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across one thousand one hundred and fifty turkish words. | İşte bu! Bin yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across one thousand one hundred turkish words. | İşte bu! Bin yüz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across nine hundred fifty turkish words. | İşte bu! Dokuz yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across nine hundred turkish words. | İşte bu! Dokuz yüz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across eight hundred and fifty turkish words | İşte bu! Sekiz yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across eight hundred turkish words. | İşte bu! Sekiz yüz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across seven hundred and fifty turkish words. | İşte bu! Yedi yüz elli tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You have come across seven hundred turkish words. | İşte bu! Yedi yüz tane türkçe kelimeye rastladın. |
That's it ! You came across your first ten turkish words. | İşte bu! İlk on türkçe kelimene rastladın. |
temple (face) / Schläfe | şakak |
chance /luck | şans |
he has a chance | şansı var |
he will have a chance (s. o.) | şansına sahip olacak |
song | şarkı |
condition /circumstance | şart |
surprise /wonder | şaşkınlık |
surprise /wonder /astonishment /confusion | şaşkınlık |
with an expression of surprise | şaşkınlık ifadesiyle |
in amazement /in surprise /bewildered | şaşkınlık içinde |
Brophy who was bewildered | şaşkınlık içindeki Brophy |
Bewildered Brophy took his wireless out of the pocket of his parka. | Şaşkınlık içindeki Brophy telsizini parkasının cebinden çıkardı. |
chief waiter | şefgarson |
The chief waiter felt that his nerves suddenly tensed . | Şefgarson birden sinirlerinin gerildiğini hissetti. |
The chief waiter secretly took a sip. | Şefgarson gizlice bir yudum çekiyordu. |
The chief waiter secretly took a sip from his morning Bloody Mary | Şefgarson gizlice sabah Bloody Mary'sinden bir yudum çekiyordu. |
When the chief waiter made Senator's daughter pass through the dining room (y. s.) | Şefgarson Senatörün kızını yemek salonundan geçirirken |
When the chief waiter made the Senator's daughter pass through the dining room (y. s.) he was embarrassed by the looks of men - some decent others not quite -following her. | Şefgarson Senatörün kızını yemek salonundan geçirirken, onu arkasından takip eden erkeklerin bakışlarından - bazıları usturuplu, bazıları pek değil - mahcup oldu. |
When the chief waiter made the Senator's daughter pass through the dining room (y. s.) he was embarrassed by the looks of men following her. | Şefgarson Senatörün kızını yemek salonundan geçirirken, onu arkasından takip eden erkeklerin bakışlarından mahcup oldu. |
The chief waiter felt that his nerves tensed. | Şefgarson sinirlerinin gerildiğini hissetti. |
"Senator Sexton is like usual in his lodge." said the chiefwaiter. "So who are you (pl/formal)?" | Şefgarson: 'Senatör Sexton her zamanki gibi locasında.' dedi. 'Peki siz kimsiniz?' |
the chief waiter's nerves tensed | şefgarsonun sinirleri gerildi. |
harsh /sharp /high /violent /strong/vehement | şiddetli |
the harsh electronic ringing | şiddetli elektronik çınlama |
the harsh electronic ringing interrupted the conversation | şiddetli elektronik çınlama konuşmaları bölerdi |
now | şimdi |
Now, you and your dogs, get into the helicopter! | Şimdi sen ve köpeklerin helikoptere binin! |
at the moment /now | şu anda |
but at the moment it sounded melodious (to her) | şu anda kulağa melodik geldi |
know this well (tr: that > the following ) | şunu iyi bil |