"But I don't believe any more that they will come back." | 'Ama ben artık geri döneceklerine inanmıyorum.' |
"If our mother and father were here, they wouldn't allow that we live like this." said Mike. | 'Annemizle babamız burada olsaydı bizim böyle yaşamamıza izin vermezdi.' dedi Mike. |
Nora said: "yes" | 'Evet' dedi Nora. |
"I know that Aunt Harriet and Uncle Henry think that they will never come back." she said. | 'Harriet halayla Henry enişte onların asla geri dönmeyeceğini düşündüğünü biliyorum.'dedi. |
"Hey you!" | 'Hey siz!' |
"How bad!" said Jack. (f) | 'Ne fena!' dedi Jack. |
"How long has it been since they left?" asked Jack. | 'Onlar gideli ne kadar oldu?' diye sordu Jack. |
"Hello!" he said. "How are you? Are you crying again?" | 'Selam!' dedi. 'N'aber? Yine mi ağlıyorsun?' |
"Hello!" he said. "How are you?" | 'Selam!' dedi. 'N'aber?' |
"It has been over two years," said Mike. "(My) father built a new airplane and set off to go to Australia." | 'İki yılı geçti,'dedi Mike. 'Babam yeni bir uçak yaptı ve Avustralya'ya gitmek için yola çıktı.' |
"Here, Jack has come!" | 'İşte, Jack geldi!' |
"Here, Jack has come!" said Mike. | 'İşte, Jack geldi!' dedi Mike. |
"Here, Jack has come!" said Mike. "Wipe your eyes, Nora!" | 'İşte, Jack geldi!' dedi Mike. 'Gözlerini sil, Nora!' |
island | ada |
to be taken | alınmak |
sixty | altmış |
but | ama |
But then no news of them could be received again. | Ama sonra bir daha onlardan hiç haber alınamadı. |
mother | anne |
My mother went with him | Annem onunla gitti |
our mother | annemiz |
our mother and father | annemizle babamız |
Our mother and father wouldn't allow that we live like this. | Annemizle babamız bizim böyle yaşamamıza izin vermezdi. |
if our mother and father were here | annemizle babamız burada olsaydı |
Our mother and father wouldn't allow | Annemizle babamız izin vermezdi |
no longer /anymore /no more | artık |
I don't believe any more that they will come back. | Artık geri döneceklerine inanmıyorum. |
never | asla |
Australia | Avustralya |
to Australia | Avustralya'ya |
to go to Australia | Avustralya'ya gitmek |
little | az |
to cry | ağlamak |
father | baba |
(My) father built a new airplane | Babam yeni bir uçak yaptı. |
our father | babamız |
Look! | Bak! |
to look | bakmak |
to me /at me | bana |
to yell /shout (b) | bağırmak |
to start / begin | başlamak |
I | ben |
a /one | bir |
another time /once more /again | bir daha |
A boy came running (out of breath /panting) along the fence and sat down next to them. | Bir oğlan çit boyunca koşturarak geldi ve onların yanına oturdu. |
A boy came running (out of breath/panting) along the fence. | Bir oğlan çit boyunca koşturarak geldi. |
someone shouted | biri sesleniyordu |
someone | biri(si) |
They heard someone shouting (s) | birinin seslendiğini duydular |
that we live | bizim yaşamamız |
along | boyunca |
this | bu |
this morning | bu sabah |
here (locative) | burada |
if he were here | burada olsaydı |
like this / such | böyle |
he said | dedi |
to say | demek |
ninety | doksan |
non-stop, ceaselessly | durmadan |
They heard | duydular |
to hear | duymak |
she showed her hands | ellerini gösterdi |
fifty | elli |
uncle (by marriage) | enişte |
yes | evet |
bad /evil (f) | fena |
he came /has come | geldi |
to come | gelmek |
that they will return | geri dönecekleri |
I don't believe that they will come back | geri döneceklerine inanmıyorum |
to return | geri dönmek |
to pass | geçmek |
like | gibi |
since I /you/he/they went (old form) | gideli |
to go | gitmek |
secret /hidden (g) | gizli |
The Secret Island | Gizli Ada |
to show | göstermek |
eye | göz |
eyes | gözler |
His eyes were shining. | Gözleri parlıyordu. |
your eyes | gözlerin |
Wipe your eyes! | Gözlerini sil! |
news | haber |
aunt (paternel) | hala |
Harriet shouted at me. | Harriet bana bağırdı. |
Harriet shouted at me this morning. | Harriet bu sabah bana bağırdı. |
Harriet shouted a lot at me this morning. | Harriet bu sabah bana çok bağırdı. |
aunt (paternel) Harriet and uncle (by marriage) Henry | Harriet halayla Henry enişte |
I know that Aunt Harriet and Uncle Henry think | Harriet halayla Henry enişte düşündüğünü biliyorum. |
I know that Aunt Harriet and Uncle Henry think that they will never come back. | Harriet halayla Henry enişte onların asla geri dönmeyeceğini düşündüğünü biliyorum. |
Harriet shouted a lot at me this morning, because I still couldn't wash the curtains well. | Harriet hâlâ perdeleri iyi yıkayamadığım için bu sabah bana çok bağırdı. |
idle /mischieveous /naughty /impish /good-for-nothing | haylaz |
mischieveously /idly | haylaz haylaz |
no news | hiç haber |
no news was received | hiç haber alınmadı |
still / yet | hâlâ |
because I still couldn't wash the curtains well | hâlâ perdeleri iyi yıkayamadığım için |
two | iki |
two years | iki yıl |
two years passed | iki yıl geçti |
It has been over two years (it passed two years) | iki yılı geçti |
unbelievable /incredible /fantastic | inanılmaz |
to believe (in a dative) | inanmak |
I don't believe | inanmıyorum |
good /well | iyi |
to allow /permit (+dat) | izin vermek |
he wouldn't allow | izin vermezdi |
for | için |
here (it is)/ now / as you see / voilà | işte |
Now Jack brings back your joy. | Jack şimdi keyfini yerine getirir. |
She showed her hands to Jack. | Jack'e ellerini gösterdi. |
She showed her hands, red and swollen from washing laundry, to Jack. | Jack'e çamaşır yıkamaktan kızarıp şişmiş ellerini gösterdi. |
to remain /stay | kalmak |
word (k) | kelime |
pleasure / delight / bliss / merriment (k) | keyif |
field | kır |
in the field | kırda |
forty | kırk |
her red and swollen hands | kızarıp şişmiş elleri |
blush /turn red /redden /glow | kızarmak |
her red(dened) hands | kızarmış elleri |
it had turned red | kızarmıştı |
to talk | konuşmak |
they were talking (after a plural subject) | konuşuyordu |
to run | koşmak |
to rush /run up /course/gallop - run getting out of breath | koşturmak |
adventure | macera |
The adventure begins | Macera başlıyor |
blue | mavi |
his blue eyes | mavi gözleri |
question particle | mi - mı - mu |
Mike, Peggy and Nora | Mike, Peggy ve Nora |
Mike, Peggy and Nora were sitting in the field talking. | Mike, Peggy ve Nora kırda oturmuş, konuşuyordu. |
Mike, Peggy and Nora were sitting in the field. | Mike, Peggy ve Nora kırda oturuyordu. |
Mike, Peggy and Nora were talking. | Mike, Peggy ve Nora konuşuyordu. |
unhappy | mutsuz |
they are unhappy | mutsuzlar |
they were unhappy | mutsuzlardı |
What news? /What's up? (spoken) | N'aber? |
pomegranate | nar |
to turn all red (to turn red like a pomegranate) | nar gibi kızarmak |
How bad! (f) /What a shame! /What a pity! | Ne fena! |
What news? /What's up? | Ne haber? |
how much /how long | ne kadar |
How long has it been? | Ne kadar oldu? |
Nora cried. | Nora ağlıyordu. |
Nora cried without ceasing. | Nora durmadan ağlıyordu. |
Nora wiped her eyes. | Nora gözlerini sildi. |
Nora wiped her eyes and said:"Yes." | Nora gözlerini silip 'Evet.' dedi. |
Nora wiped her eyes and... | Nora gözlerini silip... |
Nora began to cry again and... | Nora yine ağlamaya başlayıp... |
at that time | o sırada |
at that time someone shouted | o sırada biri sesleniyordu |
At that time they heard someone shouting. | O sırada birinin seslendiğini duydular. |
to be | olmak |
if he were / if they were (with pl subject) | olsaydı |
ten | on |
ten words | on (tane) kelime |
they | onlar |
since they went | onlar gideli |
How long has it been since they left? | Onlar gideli ne kadar oldu? |
of them (ablative) | onlardan |
no news could be received of them | onlardan hiç haber alınamadı |
that they will never come back | onların asla geri dönmeyeceği |
next to them (direction >dat.) | onların yanına |
He sat down next to them. | Onların yanına oturdu. |
with him | onunla |
to there (dat) | oraya |
There was very little left, before they would arrive there. | Oraya varmalarına çok az kalmıştı. |
to sit | oturmak |
sitting | oturmuş |
thirty | otuz |
boy | oğlan |
the boy's face (s) | oğlanın suratı |
the boy's face (s) had turned all red and his bright blue eyes were sparkling mischieveously. | Oğlanın suratı nar gibi kızarmıştı ve parlak mavi gözleri haylaz haylaz parlıyordu. |
the boy's face (s) had turned all red. | Oğlanın suratı nar gibi kızarmıştı. |
bright / shiny /brilliant / polished | parlak |
his bright blue eyes | parlak mavi gözleri |
His bright blue eyes were sparkling mischieveously. | Parlak mavi gözleri haylaz haylaz parlıyordu. |
to shine / sparkle | parlamak |
curtain | perde |
because I couldn't wash the curtains well | perdeleri iyi yıkayamadığım için |
I washed the curtains. | Perdeleri yıkadım. |
I didn't wash the curtains. | Perdeleri yıkamadım. |
I couldn't wash the curtains. | Perdeleri yıkayamadım. |
morning | sabah |
eighty | seksen |
Hello (s) | Selam |
to shout (s) | seslenmek |
to love /like | sevmek |
Wipe! | Sil! |
to wipe | silmek |
You (pl or formal) | siz |
face /countenance (s) | surat |
piece /grain - used after number word (not obliged) / Stück | tane |
airplane | uçak |
to fly | uçmak |
to love flying | uçmayı sevmek |
because(i) she loved a lot to fly | uçmayı çok sevdiği için |
My mother also went with him, because she liked flying a lot. | Uçmayı çok sevdiği için, annem de onunla gitti. |
to arrive (v) | varmak |
that they arrive (dat) /to their arrival | varmalarına |
and | ve |
and he set off to go to Australia. | ve Avustralya'ya gitmek için yola çıktı. |
side (y) | yan |
next to | yanına |
to make /create /build | yapmak |
to live /exist | yaşamak |
new | yeni |
a new airplane | yeni bir uçak |
to fulfill / carry out / execute / complete /bring something back | yerine getirmek |
seventy | yetmiş |
for my not washing | yıkamadığım için |
to wash | yıkamak |
for washing | yıkamak için |
for not washing | yıkamamak için |
because I couldn't wash | yıkayamadığım için |
year | yıl |
again (y) | yine |
Are you crying again? | Yine mi ağlıyorsun? |
twenty | yirmi |
way /road | yol |
to set off /to be off /to hit the road | yola çıkmak |
hundred | yüz |
wash /laundry | çamaşır |
to wash laundry | çamaşır yıkamak |
from washing the laundry | çamaşır yıkamaktan |
her hands, red and swollen from washing laundry | çamaşır yıkamaktan kızarıp şişmiş elleri |
to go out /exit | çıkmak |
fence /hedge | çit |
very | çok |
very little (ç.) | çok az |
there was very little left | çok az kalmıştı |
They were very unhappy. | Çok mutsuzlardı. |
you have learned | öğrendin |
to learn | öğrenmek |
Unbelievable. You have learned already sixty words. | İnanılmaz. Şimdiden altmış tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already ninety words. | İnanılmaz. Şimdiden doksan tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already fifty words. | İnanılmaz. Şimdiden elli tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already forty words. | İnanılmaz. Şimdiden kırk tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already ten words. | İnanılmaz. Şimdiden on tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already thirty words. | İnanılmaz. Şimdiden otuz tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already eighty words. | İnanılmaz. Şimdiden seksen tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already seventy words. | İnanılmaz. Şimdiden yetmiş tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already twenty words. | İnanılmaz. Şimdiden yirmi tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already hundred and ten words. | İnanılmaz. Şimdiden yüz on tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already hundred words. | İnanılmaz. Şimdiden yüz tane kelime öğrendin. |
Unbelievable. You have learned already hundred and twenty words. | İnanılmaz. Şimdiden yüz yirmi tane kelime öğrendin. |
now | şimdi |
already (ş) | şimdiden |
you have learned already | şimdiden öğrendin |
to swell (up) /bloat | şişmek |
swollen | şişmiş |
her swollen hands | şişmiş elleri |